Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Tüm yönleriyle Berat Albayrak’ın istifası sonrası Türkiye: Ruşen Çakır, Burak Bilgehan Özpek ve Osman Sert tartışıyor

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Pazartesi günü başladığımız yayının ikinci bölümüne devam ediyoruz. Burak Bilgehan Özpek ve Osman Sert’le, Berat Albayrak’ın istifa sonrasını konuşuyoruz. Arkadaşlar, merhaba. 

Osman Sert: Merhaba.

Burak Bilgehan Özpek: Merhaba.

Çakır: Pazartesi günkü yayını en heyecanlı yerinde kesmiştik. Aslında iyi de olmuş, her işte bir hayır var; çünkü o geçen süre içerisinde, bir önceki yayında bıraktığımız yerin içini dolduracak epeyce bir gelişme oldu. Üzerinde konuşacak malzememiz çok. Kimisi dalga geçerek, kimisi umutla, “Yeni bir dönem mi başlıyor?” sorusunu dile getiriyor. Buna geçmeden önce, Osman, sen o isimler üzerinden bize biraz bilgi verir misin? İçimizde en iyi tanıyan sensin. Berat Albayrak’ın istifasıyla boşalan Hazine ve Maliye Bakanlığı görevi için, Nihat Zeybekçi ve Nurettin Canikli’nin isimleri konuşuluyordu. Ama göreve Lütfü Elvan atandı. Şu an itibâriyle, Bakanlığın bölünmeyeceği de anlaşıldı. Daha önce böyle bir söylenti çıkmıştı çünkü. Hep dile getirilen –bence hiç de gerçekçi olmayan– finans çevrelerinden, bir banka genel müdürünün ya da yurtdışından profesyonel birisinin ekonominin başına geçirileceği beklentisi vardı; ama böyle bir şey olmadı. Siyasetten gelen, ama aynı zamanda teknokrat yönü de olan bir isim geldi ekonominin başına. Sen Lütfü Elvan’ı tanıyorsun. Bu tercihi neye bağlıyorsun? Erdoğan, Lütfü Elvan’ı niye seçmiş olabilir?

Sert: Nihat Zeybekçi ve Nurettin Canikli bu görevi istiyorlardı. İlk yayında bunu konuşmuştuk. Ama bu, Erdoğan’ın onları istediği anlamına gelmiyordu. Ankara’da herkes, kiminle beraber olduğuna bakılarak yorumlanıyor. O anlamda Lütfü Elvan, Tayyip Erdoğan’a bağlı birisi. Başka birisiyle hesabı olan, başka bir hesabı görmek için orayı kullanacak bir isim olmaktan ziyâde, Lütfü Elvan’ın bağlı olduğu, tâlîmat alacağı kişi Cumhurbaşkanı Erdoğan. Bu biraz garip geliyor; ama ne yazık ki Ankara’da bazı bakanlar, doğrudan Cumhurbaşkanı’yla değil, başkalarıyla iş tutuyorlardı; başka kliklerin adamlarıydı. Lütfü Elvan böyle bir tercih.

İkincisi, benim kişisel tanıklığım da, her ne kadar son dönemde siyâseten Erdoğan’la taraf tutmasını, onu eskiden tanıyanlar açısından çok anlamlandırmak mümkün olmasa da, Lütfü Elvan temiz bir siyâsetçi. Örneğin, Ulaştırma Bakanlığı gibi çok kritik bir bakanlıkta bulundu ve arkasında da bir şâibe bırakmadı. Böyle bir önemi var. Fakat bunu sadece Lütfü Elvan’la beraber okumamak lâzım. Bu bir bütün. Efkan Âlâ yine böyle özellikler taşıyan birisi. Partide Cevdet Yılmaz’ın Plan Bütçe Komisyonu Başkanı olarak atanması… Geçmişin, şâibesiz, düzgün “eski AK Parti”yi temsil eden grubun içinde bazı endişeler varsa, bunları susturabilecek isimlerin tercih edilmesini bir bütün olarak okumak gerektiğini düşünüyorum. Şu anda AK Parti’de, eski parti grupları gibi bir parti grubu yok. Çok merkezden belirlenmiş, istisnâlar olmakla beraber, kolay tavır koyması beklenmeyen bir parti grubu var. Bunlar 1 hafta önce ayrılabilirlerdi. Fakat Lütfü Elvan’ın Hazine ve Maliye Bakanı olduğu, Efkan Âlâ’nın atandığı, Cevdet Yılmaz’a bir pâye verildiği bir dönemde… Düne kadar ayrılmadınız, şimdi niye ayrılıyorsunuz? Alın işte, bir de “iyi şeyler” yapıyor. Söylemleri zaten konuşuruz. Genel isim değerlendirmem böyle. Bu neyi değiştirir tartışılır, ama Cumhurbaşkanı’na bir süre kazandırdığı kesin. Bir de sana ufak bir hatırlatma yapayım: “Şapkadan çıkacak tavşan yok” demiştin, ama Erdoğan’ın şapkasından tavşan çıktı. Burak bu tâbiri pek beğenmiyor, ama bakalım önümüzdeki günlerde neler olacak?

Çakır: Ben aslında “şapka yok” diyordum. Biliyorsun Burak, bunu daha önce de, “Bu bir parti mi, şirket mi, aile şirketi mi?” diye konuştuk. “Aile şirketi” dedik. Bu sefer aile fertleri arasında kavga çıktı. Bu, işi daha da ilginç kılıyor. Osman’ın da söylediklerinden hareketle, AK Parti’yi tekrar canlandırma, parti içerisinden insanları öne çıkarma… bunları özellikle vurgulamak lâzım. Lütfü Elvan da, Cevdet Yılmaz da, Efkan Âlâ da, Milli Görüş’ün en katı siyâset ekolünden değiller. Bürokrat ve teknokrat olup, arada bir yerden AK Parti’ye dâhil olmuş isimler. Yani bir Bülent Arınç, bir Abdullah Gül ya da Abdüllatif Şener değiller. Burak, AK Parti’nin tekrar canlanmasına tanık olma ihtimalimiz var mı sence?

Özpek: Hem var hem yok. Hem geçtiğimiz hafta yaptığımız yayında hem de Medyascope’taki “Ön Libero” programımda söyledim: Ben, Berat Albayrak’ın istifâsını, hakikaten oyunu değiştiren bir hamle olarak görüyorum. Ancak, otoriterlik, Berat Albayrak’la ideal formuna ulaşmış ve doyum noktasındaydı aslında. Tayyip Bey’in şu anda yaptığı hamleler, kendi gücünü merkezleştirirken, daha fazlasını elde etmek için veya tehditleri bertaraf etmek için yaptığı hamlelerdi. Yani daha fazlası için ray değiştiriyordu; daha fazlası için şapkadan tavşan çıkartıyordu. Berat Albayrak’la beraber, zirveye ulaşmış bir otoriterlik vardı. Çünkü benim tâbirimle “vesayet mekanizması”nı kurmayı başardılar. Siyâsetten âzâde, AK Parti dâhil olmak üzere siyâsetin bütün aktörlerini öldürerek, bir millî güvenlik söyleminin arkasına gizlenmiş bir vesâyet mekanizması kuruldu. Bu vesâyet mekanizması, medyayla, akademiyle, sivil toplumla, iş dünyasıyla ve vakıflarla desteklendi.  Bu, AK Parti’nin de ölümüne vesile olan bir mekanizmaydı. Çünkü siyâset dediğimiz kavram, aslında tabandan gelen sinyalleri algılayıp onu politikaya dönüştürmeyi amaçlar. Dolayısıyla siyâsetçi ya da parlamenter, sokakta gezen, halkla hemhâl olan siyasetçi, çok önem kazanır. Bunu öldürdüğünüz zaman ve bütün siyâseti milli güvenlik söylemine sıkıştırdığınız zaman; milli güvenlik adına muhaliflerinizi hemen yıldırıp kriminalize ettiğiniz zaman; maalesef ortada bir AK Parti de kalmıyor. Çünkü bu şekilde seçim kazanmaya alışan AK Parti, hizmet siyâsetini unutmuş, ona ihtiyaç duymayan bir parti haline geliyor. Bu, kurulmuş bir vesâyet sistemiydi aslında ve bu sâyede bir ittifak oluşabildi. MHP ve AK Parti ittifakı, bir ideoloji üzerine ya da belirli değerler üzerine uzlaşmış bir ittifak değil bana sorarsanız. Bu vesâyetin AK Parti’yi öldürmesinden mütevellit, Devlet Bahçeli ile Tayyip Erdoğan arasında oluşan bir koalisyon. AK Parti, programıyla, pragmatizmiyle, kadrolarıyla, Devlet Bahçeli’nin çok hazzettiği bir parti değil. Siyâsetsizlik AK Parti’yi de öldürdüğü için, MHP ile Cumhur İttifakı kurulabildi.

Çakır: Sözünü kesiyorum kusura bakma, ama Bahçeli şu âna kadar bu konuda bir şey söylemedi, değil mi? Kaçırmış olabilir miyim? 

Özpek: Hayır, söylemedi. 

Çakır: Grup toplantısı yaptı. Daha önce Berat Albayrak’a sahip çıkan çıkışları da vardı. Çok sıkıştığı anlarda, iktidara ve Cumhurbaşkanı’na yardım elini uzatmaya çok meraklı olduğunu da biliyoruz. Bence bu soru tam o söylediğin yere denk geliyor. Bu konuda nasıl bir akıl yürütebiliriz?

Özpek: Benzer bir çatışmayı, zannediyorum 2017 senesinde yaşadık. Meselâ bizim hayatımızda Bekir Bozdağ diye bir karakter vardı. Bekir Bozdağ karakteri artık yok; birdenbire yok oldu. O dönemki tartışmaları hatırlayın: AK Parti, özellikle Kürt meselesinde ve Türkiye’yi ilgilendiren diğer meselelerin aşırı güvenlikleştirilmesine bir îtiraz geliştirdi. Bu îtiraza karşı, Devlet Bahçeli bir grup toplantısında rest çekti ve bu îtirazı geliştiren AK Partili siyâsetçiler birdenbire ortadan yok oldular. Yâni vesâyet orada kendini savundu. Vesâyetin orada kendini savunabilme sebebi, Sayın Cumhurbaşkanı’nın etrafındaki insanların AK Parti’yi bastırabilme gücü ve bundan elde ettikleri faydaydı aslında. Şimdi bu sahne değişiyor. Demek ki, AK Parti içerisindeki huzursuzluk devam etmiş. Öte taraftan, bu huzursuzluğu bastıran güç, yani Berat Albayrak’ın gücü bir zâfiyete uğramış olacak ki, AK Parti içindeki huzursuzluk ile Sayın Cumhurbaşkanı bir noktada buluşabilmiş. Böyle olunca da, bir özerk yapı olarak, tüzel bir kişilik olarak AK Parti’nin yeniden sahne alışını izliyoruz.

Geçen programda, iki açıklama olabilir demiştik: Aslında Berat Albayrak mükemmel bir model; çünkü daha önce, iktidarın otoriterleşme sürecinde, AK Parti iki farklı metod izlemişti: Devlet hiyerarşisini domine eden, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını aşırı yorumlayan ve Cumhuriyet kanunlarının ötesinde komite faaliyeti yürüten Fethullahçılar vardı. Bu insanlar, otoriterleşme sürecinde AK Parti’ye payanda oldular; fakat iktidardan o kadar fazla pay istediler ki bir tehdit oluşturdular. Bu adamlar gitti.

Öte taraftan, daha meşrû, daha nizâmî, daha yasalar içerisinde, AK Parti’nin normal bir siyâsî parti olmasını savunan, bundan dolayı da güven veren gruplar vardı. Mesela Davutoğlu grubu ya da AK Parti’nin özerk bir yapıda hareket etmesini savunan insanlar, buna dâhildi. Bu insanlar da güven vermelerine rağmen, Tayyip Bey’in istediği otoriterleşmeyi vermedikleri için, onlar da gitti. Berat Albayrak, bu ikisinin kesişme kümesinde mükemmel bir model ortaya koyuyor. Hem radikal bir örgütlenme içerisine giriyor, hem Sayın Cumhurbaşkanı’nın istediği “gücü merkezde toplayan” yönetim biçimini çok hararetli ve örgütlü bir biçimde savunuyor. Aynı zamanda, Berat Albayrak’ın aileden olmasından mütevellit, bir güven sorunu da olmuyor. Çünkü ailenin içi politik bir alan değildir. Dolayısıyla, ya bu güven konusunda bir sıkıntı var –ki birinci teorimiz buydu– veya bu şekilde devam edildiği takdirde, seçimlerin kaybedileceğine, hızlı oy düşüşlerine yönelik bir kaygı var. Dolayısıyla, bir siyâsî hayatta kalma güdüsü galip gelmiş. Bundan sonra, şapkadan çıkan tavşan iki şekilde yorumlanabilir: Ya bu güven problemi, Sayın Cumhurbaşkanı’nı alelacele tekrar AK Parti’nin veteran kadrosuna dönmeye zorladı ve zaman kazanmaya çalışıyor. Yani güvenebildiği insanları tekrara sisteme dâhil ederek, kısa bir süreliğine gücünü paylaşma yönünde bir sinyal yolluyor. Veya hakîkaten şapkadan bir tavşan çıkmış, AK Parti’nin yeniden pragmatik politikalar üreten bir partiye dönüşmesini istiyor. Fakat buradan medet umulan siyâsetçiler, AK Parti’ye o kadar da başarı getirebilecek siyâsetçiler değil açıkçası. Yani, AK Parti’nin geleceğe yönelik yatırım yaptığı, kendi geleceğine endekslediği siyâsetçiler, maalesef şu anda AK Parti’nin içerisinde değiller.

Çakır: Burada tam da Osman’a sormak istediğim soruya geldik aslında. AK Parti’yi AK Parti yapan isimlerin büyük bir kısmı koptu. Hatta onların da büyük bir kısmı ayrı partilerde yer alıyor. Mesela, kamuoyu Lütfü Elvan’ı ne kadar biliyorsa, onu beşle çarptığı zaman bildiği bir… diyelim ki bildiği Sadullah Ergin DEVA Partisi’nde, ya da 100’le çarptığın zaman Ahmet Davutoğlu Gelecek Partisi’nin başkanı, Ali Babacan, Nihat Ergün… Birçok insan dağıldı. Kimileri de siyâseti bırakmış gibi. Burak’ın söylediği de o anlamda önemli. Bu isimler AK Partili, ama AK Parti’nin en bilinen isimleri değil. “AK Parti’nin yeniden dönüşü söz konusu olabilir mi?” sorusu var. Ama ben bir de şöyle şekillendirmek istiyorum: AK Parti’den kopmuş olan partiler –şahıslar demiyorum; iki partiden söz ediyorum, hatta birisi kongresini yaptı, diğeri de yapmak üzere– bu süreçten nasıl etkilenir? Tam düzelecekken, AK Parti kendini toparlıyor ve bu iki parti, DEVA ve Gelecek, olumsuz mu etkilenir, yoksa onların önemi daha mı artar?

Sert: Yaptığımız analizler sırasında bir şeyi ortaya koymakta yarar var. Genelde, bizim coğrafyamızda hâdiseler ortaya çıktığında, ona çok büyük anlamlar atfedilir ve nasıl böyle bir kurgu sonucunda ortaya çıktığına dâir değerlendirmeler yaparız. Bunlar geriye dönük de yaptığımız analizler. Hâdise cereyan ettiğinde, böyle büyük kurgular sonucunda ortaya çıkmıyor. Berat Albayrak’la Tayyip Erdoğan’ın yollarını ayırmasının büyük bir kurgu sonucu olduğuna dâir kafamda soru işaretleri var. Orada bir anlaşmazlık oldu, Berat Albayrak rest çekti ve bu restin sonucunda Tayyip Erdoğan yolları ayırmaya karar verdi. Bunun üzerine yeni bir strateji inşa ediliyor. Bunun bir sürü sebebi var: Ekonominin kötü gitmesi, Amerika’daki seçimler… Ben bunu hiç küçümsemiyorum. Bugün ekonomi kötü gidiyorsa, hukuk ve demokrasi mesajlarını niye veriyorsunuz? Bunların hepsinin başka bir anlamı var. Merkez Bankası’ndaki rezervle ilgili, Erdoğan’ın farklı yönlendirilmesiyle açıklanamayacak bir değişim süreci yaşıyoruz. Bu, herkesi etkiliyor. Gelecek Partisi’ni de, DEVA Partisi’ni de derinden etkileyecek. Her şeyden önce şöyle bir şey olacak: Bütün olanlara rağmen, toplumda Tayyip Erdoğan’ın güçlü olduğuna dâir bir algı var. Kürtler’de de var, muhalefette de var. “Siyaseti iyi biliyor. Son viraja girerken bir şeyler yapma yeteneğine sahip” diyorlar. Bu, güç algısını pekiştiren bir adım. Erdoğan, gerektiğinde, “hiç vazgeçemez” denilen Berat Albayrak’ı bir kenara bıraktı ve muhtemelen Berat Albayrak’la bağlı kalmayacak bu; ona yakın başka kişilere, medya düzenine de sirâyet edecek. En basitinden, Berat Albayrak istifâ etti ve “Berat Albayrak’ın kontrolünde olan medya dünyası” Berat Albayrak’ın istifâsını haber yapamadı. Bu bile önemli bir işaret veriyor. Dolayısıyla, nasıl başladığı ayrı bir konu; ama nasıl devam ettiği, en az başladığı kadar, hatta ondan daha önemli bir hâdise. Bugüne kadar benzer dönüşümlerde de yaşandığı gibi, bence burada da bir tasfiye sürecini göreceğiz. Çok hızlı da olabilir, yavaş da olabilir. Şehir Üniversitesi’nin kapanması, Davutoğlu’nun görevinden alınmasından üç ya da dört sene sonra oldu, ama oldu. O hesap orada bitmedi. Belki yönetilebilirdi — ayrı mesele. Dolayısıyla, bu mesele bir günde olmayabilir ama biz bunun artçı şoklarını, AK Parti içinde ve bugüne kadar Berat Albayrak ile beraber, Burak’ın da altını çizdiği vesâyet sisteminde bazı değişiklikler göreceğiz.

Ama benim burada cevaplayamadığım birtakım sorular var. Bunlardan bir tanesi, senin sorduğun “DEVA ve Gelecek partileri burada nasıl bir yok izleyecek?” sorusu. Ben şu âna kadar bu iki partiye kayan oyların, “Tamam. Artık AK Parti düzeldi” deyip geri gideceği kanaatinde değilim; orada bir karar verildi artık. Ekonomi düzelmiyor. Fakat böyle hızlı bir kayışta, kararsız olanların kararlı hâle gelmesinde bir yavaşlama olacaktır. Çünkü daha henüz bir karar vermemiş. Hâlâ Ak Parti ile ilgili bir kararsızlığı var, ama öbür tarafa kaymamış. Bu insanlar doğal olarak frene basarlar. En azından kopmak için bekleyeceklerdir. “Önümüzü görelim” diyeceklerdir. Bu anlamda, AK Parti ve Erdoğan kazandı. 

Benim kişisel kanaatim, bu zaman kazanmanın mukadderatı, gelişmeleri ve işin sonucunu çok değiştirmeyeceği yönünde. Çünkü çok derin kırılmalar, ekonomik ve yapısal problemler oldu. Bugün artık “Hukuk ve demokrasi ile ilgili yeni reform paketi, yeni reform dönemi başlatıyoruz” deniyor. Bunlar jenerik cümleler. Tamam, güzel, yeni döneme başlayalım. Peki, ne yapacaksınız? Ben birkaç not almaya çalıştım — ki bu konuda başka yazılar da var. Meselâ: Ekonomi ile ilgili “Kanal İstanbul” projesi duracak mı? Çünkü onunla ilgili sözler verdiniz, angajmanlara girdiniz. Sizin sözlerinize bakarak, büyük şirketler, başka ülkeler, oradan toprak satın aldılar. Duracak mısınız, onları bir kenara mı bırakacaksınız? Kamu bankalarını şeffaflaştıracak mısınız? Çok radikal bir şey daha var: IMF ile masaya mı oturacaksınız? Ki bu, siyaseten çok ağır bedeller gerektiriyor.

Hukuk konusunda, mesela Osman Kavala’yı serbest bırakacak mısınız? Ben “Bazı çatışmaların işaret fişeği midir?” diye bir okuma yapmak istemiyorum, ama “Osman Kavala ile ilgili bir şey olur mu?” diye konuşulurken, Sabah gazetesinde, Osman Kavala’nın ne kadar büyük bir organizasyonun bir parçası olduğuna dâir haberler yayınlandı. “Acaba bunlar bir çatışmanın, gerilimin ya da ön almanın işaretleri midir?” diye düşünmüyor değilim. Demokrasi konusunda, medya daha mı özgür olacak? Medya özgür olduğunda, siz eleştiriliyor olacaksınız. Diğer liderlere alan mı açılacak? Bu jenerik cümleler hayata geçecek mi? Ondan çok emin değilim. Ama hayata geçeceğine kesin gözüyle baktığım hâdise, biz bir dönemin bitip yeni bir döneme girildiğini göreceğiz. Bu arada bunların hepsi: “Erdoğan dönemi”. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü Erdoğan dönemi diyebiliriz. Burada yeni bir dönem açılıyor; yeni aktörler sahaya girecek, yeni koalisyonlar olabilir. İlginçtir, bir haftadır, Erdoğan’ın konuşmalarında pek “Cumhur İttifakı” telaffuzu duymuyoruz. Dolayısıyla, Bahçeli ne diyecek? Beraberinde başka bir kabine değişikliği gelir mi? Bu değişiklikleri Erdoğan ittifak üyelerine sormadan yapabilir mi? Önümüzde çok fazla soru işareti yığını duruyor; ama önümüzdeki günlerde, bunlara dâir işaretler alacağız gibi geliyor bana.

Çakır: Bunlara peyderpey gelelim. Burak, Cumhurbaşkanı ekonomi ile ilgili “acı reçete” lâfını telaffuz etti. Sizin yaşınız tutmaz, benim gibi boomer’lar daha iyi bilir; hayatımız “acı reçete” ile geçti. Siz de ucundan yakalamış olabilirsiniz. Ekonomide, Erdoğan bir lider olarak bunu insanlardan isteyebilir, tamam. İşsizlik, enflasyon derken, insanlar ne zamandır bu reçeteyi tadıyorlar zaten. Ama başka bir husus var: Erdoğan, kendisi bir acı reçete alır mı? Dün, Kemal’le yaptığımız “Haftaya Bakış” programında bu konu, konuşmanın içerisinde gelişti. Erdoğan için acı reçete nedir? Otoriterlikte uzaklaşmak zorunda kalmak; demokratikleşmeyi, hukuk devletini, temel hak ve özgürlükleri, çoğulculuğu, istemeye istemeye tekrar gündemine almak. Bence en sahici acı reçete bu olacak. Açıkçası, ben buna inanmıyorum. Çünkü istemiyor. Ama mecbur kalır mı? Bence mecbur. Yapar mı? Ondan çok emin değilim. Benim görüşüm: Yaparmış gibi yapıp, olabildiğince ucundan kıyısından götürmeye çalışmak. Bunu size de sormak istiyorum. “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e mi dönülecek? Hatta “Parti başkanlığını bırakacak, sadece Cumhurbaşkanı olacak” söylentileri de var. Osman Kavala, hatta Selahattin Demirtaş ve diğer tutuklu HDPliler’in serbest bırakılmasına kadar giden bir durum. Böyle bir şeyin önümüzde olduğu kesin. Tayyip Erdoğan’ın böyle bir mecburiyet altında olduğunu düşünüyor musun? Bunları hayata geçirir mi? Ne dersin Burak? 

Özpek: Hayır, düşünmüyorum. Sonuçları îtibâriyle pratik hayatımızda bir rahatlama hissedebiliriz. Ama bu rahatlama, Recep Tayyip Erdoğan amaçladığı için bizim hissettiğimiz bir rahatlama olmaz. Yani, o kendisini daha rahatlatmak için ray değiştirebilir. Onun sonucunda biz bir atmosfer değişikliği görebiliriz. Bu, ayrı bir şey. Bu, eylemin sonucu olur. Eylemin amacı olduğu anlamına gelmez.

Çakır: Yani “Demokratikleşsin diye yapmaz, iktidarını uzatmak için yapar. Ama bu arada biz de biraz nefes alırız” diyorsun.

Özpek: Bunun gibi bir şey. İkincisi, artık olan biten her şeyden siyasî sorumluluk almadan sıyrılma meselesinin, kamuoyu tarafından çok rahat satın alınacağı kanaatinde de değilim. Berat Albayrak, Sayın Cumhurbaşkanı tarafından göreve getirildi ve o görevden alındı. Şunu unutmayalım: O göreve liyâkatli olması sebebiyle getirilmediği için, liyâkatsiz olduğu için de o görevden alınmadı. Biz, Sayın Albayrak’ın iktisadî konularda dünya çapındaki başarılarından etkilenip, işin başına geçirmedik. Dolayısıyla, onun görevden alınmasının sebebi de ekonominin kötü gidişi değil. Bundan 1,5-2 ay önce, Enerji Bakanlığı’nın Karadeniz’de bulduğu doğalgaz merasiminde, Berat Albayrak’ın yüksek perdeden övüldüğünü ve öne çıkartıldığını gördük. Dolayısıyla, bence burada bambaşka bir problem var. Ekonominin kötü gitmesinin veya AK Parti’nin oy kaybetmesinin ötesinde bambaşka bir problem olabilir. Bu bir güven problemi. Bu güven problemini aşabilmek için, AK Parti’de güvenilebilecek veteran politikacıların sahneye döndüğünü düşünüyorum. Fakat bu insanların varlığı, bizim yeniden demokratik reformlar yapacağımız, hukuk devletine dâir esaslı düzenlemeler yapacağımız anlamına gelmiyor. Biz zaten hayatımızın son beş senesini, şu anda bulunduğumuz noktaya ulaşmak için harcadık. Türkiye bu kadar para kaybetti, insanlar bu kadar sıkıntı çekti. Türkiye demokrasi endekslerinde son sıralara kadar geriledi. Türk Lirası 4 kat değer kaybetti ve bunun tek sebebi, şu anki rejime sahip olmak içindi. Bu, beklenmedik bir sonuç değildi ki. Herkes bu işin bu noktaya geleceğini biliyordu; herkes söyledi. Bizim tecrübe ettiğimiz ve âniden karşılaştığımız bir durumla karşı karşıya değiliz. Bizi şaşırtan şey, doyuma ulaşmış bu otoriterliğin âniden sona ermesi ile yepyeni bir tablo ortaya çıkması. Bu yeni ortaya çıkan tabloda da, Sayın Cumhurbaşkanı’nın eski AK Parti’ye mecburen biraz daha oynama alanı vermesi. Bu oynama alanı, beraberinde siyâsetin taşlarını oynatır; muhalefet partilerine bir oynama alanı açar. Bizler 5 senedir, televizyonlarda, gazete köşelerinde hakaret yiyoruz; muhalefet partisi liderleri hakaret yiyor. Terörist olmadığımız gün yok. AK Parti vesâyet dilini konuşmadan politika yapabilen bir parti değil; böyle bir parti olmaktan çıktı. Bu geçiş döneminde, bu ara fazda, Bülent Arınç’ın, Efkan Âlâ’nın siyaset yapma çabaları, diyalog çabaları, halka ulaşma çabaları, alttan gelen sinyalleri toplama çabaları tabii ki muhalefet partilerini biraz rahatlatabilir. Ancak bu yine de kurumsal reform anlamına gelmez; Erdoğan’ın hikâyesine çok ters bir durum bana sorarsanız. Benim geldiğim noktada sorduğum soru şu: Eğer iş bu noktaya gelecekti ise, niçin Ahmet Davutoğlu AK Parti’den ayrıldı? Niçin Ali Babacan AK Parti’den ayrıldı? Zaten bu insanlar, AK Parti’de müzâkere ve istişâre kültürü kalmadığı için, parti kurumsallığını yitirdiği için, politika alanları daraldığı için bu partiden ayrıldılar. Eğer en ufak bir inanca sahip olsalardı, devam ederlerdi diye düşünüyorum. O yüzden, demokrasi adına, hukuk devleti adına çok kalıcı reformlar yapılabileceği gibi bir düşüncem yok. Ben bu düşünceye 2007 senesinde de sahip değildim. 2010 senesinde de, Çözüm Süreci’nde de sahip değildim. Bütün o demokratikleştirme süreci içerisinde, AK Parti’nin temel amacının, kurumsal reformlar yapmak değil, sistem içerisinde kendi pozisyonunu güçlendirmek ve bütün politik sistemi domine etmek olduğunu düşünüyordum. 2007 senesinde böyle düşünürken, 2020 senesinde aksini düşünmek, benim açımdan mümkün olmaz.

Çakır: Osman, geçenlerde seninle konuşurken, yakın zamanda Güneydoğu’ya gittiğinden, orada insanlarla sohbet ettiğinden bahsetmiştin. Bana aktardığın çok çarpıcı bir şey var. Sen de etkilenmişsin ki bana söyledin: İnsanlar her şeye rağmen hâlâ bir şey bekliyor. Özellikle Kürtler bahsinde böyle bir husus var. Şimdi, muhalifleri de çok kızdırmamaya çalışarak şöyle bir şey söyleyeyim: Erdoğan bir şey yapamıyor filan, ama muhalefetten de pek bir şey gelmiyor. Mesela, Kürtler bir heyecan göremiyor. Hâlâ, “HDP ile görüştü mü görüşmedi mi? Gizlice anayasa mı yapıyor?” tartışmalarıyla giden, hâlâ Kürtler’in ötekileştirilmesi tartışması var. Ama geçmişte, iyi kötü onları muhatap almış bir Erdoğan var. Sen, “Acaba bir çözüm noktasına gelir mi?” beklentisi içinde olan insanlar olduğunu söylemiştin. 

Sert: Haklısın.

Çakır: Buradaki meseleyi şöyle düşünelim: Tayyip Erdoğan’ın ileri demokrasi ile ilgili bir perspektifi olduğuna hiçbirimiz inanmıyoruz. Eskiden var mıydı bilmiyorum, ama en azından dile getiriyordu. Ne zamandır onu da dile getirmez oldu.  Şu aşamada ben de yapacağına inanmıyorum. Ama demokrasi ve demokratikleşme isteyen, hak ve özgürlük isteyen, normalleşme isteyen insanların bir kesimi için, Erdoğan hâlâ bir aktör olarak görülebiliyor. Yanılıyor muyum?

Sert: Çok doğru. Kayda geçirmek için söylemekte fayda var. Kesinlikle, bugün olanlar ve bundan sonra olması muhtemel olan iyileşmelerin hiçbirisi, yapısal anlamda sorunlarımızı çözen hâdiseler değil. Bunların hepsi konjonktürel, hepsi geçici. Bir günde bir kararla verilebilen haklar, ertesi gün başka bir kararla geri alınabilir. Dolayısıyla, bu rahatlamaya, bu iyileşmeye ya da psikolojik olarak sokağa çıktığınızda, “Yarın kapınıza artık herhalde sütçü gelecek” diye düşünmeye kanmamak lâzım. Bizim ciddi anlamda sistemik bir sorunumuz var: Mevcut Başkanlık Sistemi. Bizi otoriterleşmeye ve kapalı bir rejime götürüyor, bunu çözmemiz gerekiyor. Bu, Recep Tayyip Erdoğan meselesi de değil. Bizim bununla yüzleşmemiz gerekiyor. Çünkü Türkiye’de, başka bir siyasî iktidar da 18 yıl iktidarda kalsa, benzerini ister mi? Muhtemelen ister. Bunu bir kenara koyalım.

Söylediğine gelince: Ben de açıkçası çok şaşırdım. Bir de, son dört beş sene içerisinde yaşananlarda en fazla kim bedel ödedi diye düşünürsen: Seçilen bütün belediye başkanları içeriye alınmış, siyâsetçileri hapiste olan, kazanılan ve bu iktidar tarafından verilen hakların hemen hemen hepsinin geri alınmakta olduğu bir süreci yaşayan Kürtler’in, bu konuda en büyük soru işaretine sahip olması gerektiğini düşünürsün. Fakat burada, bu kopuşu engelleyen iki problem var. Bir tanesi şu: Bu, biraz da, AK Partili Kürtler ya da muhafazakâr Kürt tabanla alâkalı. Çözüm sürecinde çok büyük bedel ödemişler. HDP’nin ve PKK’nın baskısı, haraç almalar, insanların nefes almaması. İktidarın, bütün bunlara çözüm süreci adına göz yumması, hendeklerin kazılması, insanların hayatını kaybetmesi… “Kardeşim, biz bir kez güç belâ istikrara, güvene kavuştuk. Bu güvenli alanı temin edeceğini garanti eden başka bir aktör gelmeden, biz bulunduğumuz yerden mümkünse kafamızı çıkarmayız.” Bu, oradaki hikâye.

Fakat her taraf için geçerli olan şey de, “Eğer birisi hâlâ bir şey yapabilecekse, bu Erdoğan’dır” algısı var. Çünkü güçlü olan, oyun kurucu aktör, devleti kontrol edebilecek, çok pragmatik davranacak, dün ne dediği önemli değil, çünkü yarın başka bir şey söyleme ihtimali olan ve bunu gerçekleştirebilecek aktör olarak, hâlâ Erdoğan görünüyor. Biraz önce de bunu söylemeye çalıştım. Bu hâdise, gerektiğinde Berat Albayrak’tan ve onun kurduğu sistemden vazgeçebilme becerisi, gücü, cesareti kararı gösterebilen lider olma işareti, bence bu algıyı güçlendirmiştir. Ben o anlamda bunun, Erdoğan’ın algısına bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, biz ne kadar eleştirel bakarsak bakalım, oy davranışlarında, seçmen tercihlerinde hızlı bir sarsılmayı görmüyorum açıkçası.

Tekrar başa dönmek gerekirse, sorulması gereken soru şu: Bu iktidar bundan sonra her şeyi doğru yapsa da, son dört beş sene içinde yaşananlardan sonra, muhtemelen 2023’teki seçimde –bu çerçevede erken seçim tartışmalarını da ayrı değerlendirmek lâzım– iktidar kaybeder mi? Ülkeyi yönetebilir mi, ekonomik krizden çıkarabilir mi? Bunlar ayrı bir alan olarak açıldı. Ben bu konuda hâlâ çok umutlu değilim. Mümkün görmüyorum. Eğer burada bir düzelme olursa, bu sadece gelip geçici bir şey olacak. “Azıcık düzelelim, bir sonraki dört yılda, bütün ipleri yeniden nasıl sıkarım ve kimseye hayat hakkı tanımam” gibi bir yere evrilebiliriz. O yüzden, biz ne olursa olsun, düze çıkmak isteyen herkesin –muhalefetin de– önceliğinin, bütün yaşanan dalgalanmalara rağmen, sistematik, yapısal bir düzelmeye doğru –bu, güçlendirilmiş bir parlamenter sistem ya da her ne ise– nasıl ilerleneceği olabilir. Bakarsınız Erdoğan da bu konuda bir adım atar.

Çakır: Burak, sana sormayı düşündüğüm ve “beraber tartışalım” dediğim husus, “Muhalefet nasıl devreye girer?” meselesi. Muhalefetin devreye girmesinin ilk akla gelen yolu, kendi içerisinde çok güçlü bir blok oluşturarak iktidara ciddi bir alternatif oluşturup, iktidarın yerini almak mı? Yoksa Erdoğan’ın, 31 Mart gecesi, bence bilerek telaffuz ettiği ama sonra, Bahçeli’nin îtirazı üstüne vazgeçtiği “Türkiye İttifakı” gibi birtakım seçeneklere, yani Erdoğan’ın da bir aktör olduğu yeni bir Türkiye yapılanmasına doğru gitmek mi? Bunu da ikiye ayırabiliriz: Blok halinde de olabilir veya muhalefetin bazı unsurlarıyla olabilir. Meselâ, senin “danışmanlığını yaptığın” İYİ Parti gibi.

Özpek: “Başdanışmanlık” o.

Çakır: Geçen sefer de konuştuğumuzu hatırlıyorum. Tekrar konuşmakta bir sakınca yok: Meral Hanım’ın Erdoğan’ı ayırarak özel olarak yaptığı bir Berat Albayrak eleştirisi vardı. Şimdi Berat Albayrak da gitti, bir engel de kalkmış oldu. Muhalefet, bir bütün olarak ya da bir parça olarak, yeni bir Türkiye’nin şekillenmesinde yer alır mı? Ya da, Erdoğan’ı ve Bahçeli’yi bir kenara koyarak, bu yaşanan krizlerden de güç alarak, Türkiye’yi erken seçime götürecek, Türkiye’yi yeniden yapılandırmaya götürecek bir hareket başlatabilir mi?

Özpek: Soruyu cevaplayacağım, ama önce bir konuyu tekrar aydınlatayım: Sayın Meral Akşener’in başdanışmanı değilim. Sadece esprili bir cevap vermek istedim, önce bunu netleştireyim.

Soruna döneyim: Cumhur İttifakı ve AK Parti oylarını farklı değerlendirmek gerekiyor bence. Ben, bu gelişmelerin Cumhur İttifakı’nı tehdit edeceğini, AK Parti’nin oylarını yükselteceğini fakat Cumhur İttifakı’nın oyunun düşeceğini, hatta bu ittifakın dağılacağını düşünenlerdenim. Dolayısıyla, hâlihazırdaki muhalif koalisyon ya da kompozisyon değişebilir.

Çakır: Tam da bunu sormak istiyordum. Bu söylediğin çok önemli.

Özpek: Bu, değişebilir. Onların oy tabanları da değişebilir. Efkan Âlâ’nın AK Parti içerisinde yeniden görünür kılınmasının, son zamanlarda çözüm sürecini masumlaştıran sözlerin edilmesinin MHP tabanı ve yönetimi tarafından nasıl karşılandığını bilmiyoruz. Çok tehdit edildiklerini düşünüyorum. MHP seçmeninin de bundan çok mutlu olduğu kanaatinde değilim. Bu söylemler devam ederse, Sayın Devlet Bahçeli, bunlara rağmen Cumhur İttifakı’nda kalmaya devam ederse, burada bambaşka bir durumla karşı karşıya kalabiliriz. AK Parti ile koalisyon, MHP’nin tercih ettiği bir şey değil. Ankara’da birçok bürokrat, birçok önemli insan, devletin stratejik noktalarında çok önemli görev yapan insanlar, hükümete verdikleri desteği, AK Parti’ye verdikleri destek olarak görmek istemiyorlar. Onlar için bir “vatan, memleket”, bir “güvenlik” meselesi var. Dolayısıyla, AK Parti’nin yanında olmak, bir nihâî amaç değil, nihâî amaca hizmet eden bir aracı işaret ediyor. Bu da onları rahatlatan bir şey. İnsanlar kendilerini bu şekilde güvenli alanda konumlandırıyorlar. Bu olmayınca, Cumhur İttifakı’nın oy oranının düşeceğini, ama AK Parti’nin oy oranının da biraz yükseleceğini düşünüyorum. Toplamda, iktidar-muhalefet dengesini yeniden kurabilmek için, tabii ki Sayın Cumhurbaşkanı muhalefet içerisinden başka aktörlerle görüşmek ya da onlarla işbirliği yapmak isteyecektir. Burada akla iki aktör geliyor: Aslında Türk siyâsetinin iki kilit aktörü bunlar: Bir tanesi HDP, diğeri de İYİ Parti. Benim görebildiğim kadarıyla, İYİ Parti, uzun zamandır Berat Albayrak eleştirisi yaparken, aynı zamanda, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” önerisi de getiriyor. Hatta bu kavram, Türkiye’nin gündemine biraz İYİ Parti sayesinde sokulmuş oldu. Daha sonra çok fazla insan yazdı. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem dışında, yapısal bir öneri gelmedikçe, Meral Akşener’in, kapalı kapılar ardında –tâbirimi hoşgörün– siyâsî pazarlıklar içerisine gireceğini sanmıyorum. Daha kurumsal düzenlemeleri, partisi için değil, Türk siyaseti için isteyebilir. Bu da Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem olabilir. Ama bu sistemin tek başına gelmesini beklemiyoruz. Elbette ki Seçim Kanunu’nda bir değişiklikle gelecektir bu. Yani, AK Parti de bir hayır kurumu olmadığı için, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerisini destekleyecektir. Bu da, oy oranları îtibâriyle, kaçınılmaz olarak İYİ Parti’yi çok tehdit ediyor. Çünkü “Dar Bölge Sistemi” gelirse, İYİ Parti için bu çok kötü olur. O yüzden AK Parti-İYİ Parti ittifakının bir yerde zora gireceğini düşünüyorum. Fakat hem seçim sisteminden faydalanacak hem de Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’den faydalanacak parti, HDP olabilir. Dolayısıyla, AK Parti’nin HDP ile ilişkileri, HDP’ye yönelik söylemi, önümüzdeki günlerde değişebilir. Benim kanaatim bu. Çünkü HDP bölge yoğunluklu oy aldığı için, Dar Bölge Sistemi’nden çok faydalanan bir parti. O sistemin kaybedeni MHP ve İYİ Parti oluyor. O yüzden, Tayyip Bey’in muhalefete yaklaşırken, bir hayır kurumu gibi davranacağını düşünmüyoruz. Son derece bencil ve siyasî çıkarını düşünür şekilde davranacaktır. O çıkarlar, benim dünyamda HDP ile ilişkilerden geçiyor. “Böyle olur” demiyorum, ama siyasî rasyonalite, HDP-AK Parti diyaloğunun, her iki tarafın da beklentilerini karşılayabileceğini söylüyor. Fakat 7 Haziran tecrübesinden de biliyoruz, siyâset masada ya da yazıhânelerde kurgulanmıyor. İnsanlar, bu ittifaka nasıl tepki verir? HDP seçmeninin bir robot gibi davranmayacağını ve tek kimliklerinin Kürt kimlikleri olmadığını, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, yaşadıkları hayattan rahatsız olduklarını, mevcut hükümete karşı da çok itiraz yüklü olduklarını düşünüyorum. Bekleyip göreceğiz. 

Çakır: Osman, aynı soruyu sana sormuş olayım: Muhalefetin şekillenmesi, Burak’ın söylediği “Cumhur İttifakı’nın çatırdama ihtimâli”, Erdoğan’ın yeni müttefik arayışına girme ihtimâli ve burada, HDP’ye ve Kürtler’e özellikle dikkat çekmesi konusunda sen ne düşünürsün? Bir de, biraz abes gibi gelebilir ama, yeni dönemde, AK Parti’den kopmuş olan partileri, müttefik olarak dahi olsa almayı düşünür mü?

Sert: Bir kere, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem için anayasa değişikliği veya referandum gerekiyor. Bu, sadece kendisinin yapabileceği bir şey değil, sadece tek başına MHP ile de yapabileceği bir şey değil. Dolaysısıyla, geniş tabanlı bir mutabakatı kurması lâzım. Tek başına HDP-AK Parti koalisyonu da yetmez, bunu görmek lâzım. Bu, birinci veri.

İkinci veri, Tayyip Erdoğan mevcut sistemden memnun değil. Çünkü 50+1 almak zorunda olmaktan memnun değil. Bu, onun iktidarını zora sokuyor. Bu konuyu yakın çevresine söylediğini biliyoruz. Dolayısıyla, imkân olursa, 50+1 mecburiyetini devreden çıkaran bir anayasa değişikliği ya da tarafları da memnun edecek olan bir Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem yolunu yürümeye tümüyle kapalı olduğunu düşünmek doğru değil. Fakat burada mesele, ortaya çıkacak olan… herkesin sonuna kadar Erdoğan’la bir işbirliğine kapalı olduğunu düşünmek de siyâseten gerçekçi değil. Biz son beş sene içerisinde, “bir araya gelmezler” denilenlerin bir araya geldiğini, MHP ile AK Parti’nin yan yana olduğunu, İYİ Parti ile HDP’nin, üstü örtük de olsa bir koalisyon içinde olduğunu gördük. Eğer ortalama bir mutabakat olursa, bu, bir yol açabilir. Dolayısıyla ben bunu tümüyle küçümsemiyorum. Ama özellikle son beş yıl içerisinde, özellikle de 15 Temmuz’dan sonra yaşananlar, herkesi çok kemikleştirdi. Bu kemikleşmiş tabanların gevşemesi, olanları unutması, söylenen her şeye “Evet” demesi kolay değil. Az önce, “Doğudaki seçmen için, “Çözüm süreci benzeri bir süreci başlatacak kim vardır?’ diye sorsanız, evet, Erdoğan’ı güçlü bir aktör olarak görüyorlar” dedim. Ama onu yanındaki muhatap olarak değil, karşıdaki muhatabı olarak görüyorlar. Böyle bir süreçte, devlet adına söz verebilecek, bunu yerine getirebilecek. Buradaki muhatap, kendileri. Ama beraber bir şey yapmak, ortak bir hayale yürümek konusunda aynı sıcaklıkta olduklarını söylemek mümkün değil. Partiler nasıl yapabilirler? Tekrar ediyorum: Gelecek Partisi ve DEVA Partisi çok güçlüler. Şu anlamda söylüyorum: 50+1, bir referandumda önemli. Fakat Parlamento işleyişine geldiğinde, ister istemez, öncelikli İYİ Parti olmak üzere, diğer parti ve alternatifler öne çıkıyor. Çünkü orada bir mutabakatı bulabilmeniz, işi daha kısa yoldan çözmeniz anlamında daha önemli bence. Bu biraz işin nasıl gideceğini gösterecek. Ama ben işin içinden çok kolay çıkılabileceğini düşünmüyorum. Çünkü atılacak her olumlu adımın, Erdoğan’a bir mâliyeti olacak. Her olumlu adım, Erdoğan’ın kendi kurduğu rejimden parça parça fedakârlık yapmasını gerektirecek. Bütün bunları yaptığında da, bu sefer, bütün her şeyden olma ihtimali ortaya çıkacak. Dolayısıyla Erdoğan, evet, biraz idâre etmeye çalışabilir, olumlu adımlar atabilir, ama yapısal bir olumlu adıma ‘evet’ demesi de onu iktidarda tutar mı, ondan çok emin değilim açıkçası.

Çakır: Epeyce konuştuk, toparlayalım diyorum, ama çok önemli bir konu daha var, ki bu da başka bir yayının konusu olabilir. Yine de kısaca değinmenizi isterim: ABD’de Trump gidiyor, Biden geliyor. Trump kabul etmese de, bu, yaşanacak. Türkiye’de şu anda atılan adımları, söylem değişikliklerini Biden’ın seçilmesine bağlayanlar da var. Ben de, Biden yönetimi ile beraber, AK Parti iktidarının, özellikle Erdoğan’ın, kendini ve Türkiye’deki birtakım söylemleri gözden geçirmek zorunda kalacağına inananlardanım. Ama her ikinize de sormak istiyorum: Biden’ın seçilmesi nedeniyle, Türk-Amerikan ilişkileri zaten değişecektir ama, Erdoğan’ın yönetim tarzında birtakım değişikliklere gitmesini bekliyor musunuz?

Özpek: Ben şöyle düşünüyorum: Biden’dan ötürü değil, fakat Trump yeniden seçilseydi bu değişiklikler olmayabilirdi. Bu değişikliklerin amacı, Biden’ı tatmin etmek ya da onunla yeni bir sayfa açmak değil. Fakat Trump seçilseydi, bu değişiklikler de olmayabilirdi. Ben o noktada biraz gri bir bölgede konumlanıyorum. Biden, ülkelerin rejim şekliyle daha fazla ilgileneceği, otoriter rejimlere karşı bir savaş açacağı, dünyadaki kara para trafiğini denetleyeceği ve devletlerin daha kurumsal uluslararası platformlar üzerinden ilişkilerini sürdürmesinin destekleneceği yönünde bir politika benimsiyor. Tabii bu, Trump’ın Türkiye’ye ve birçok ülkeye açtığı dış politika yapım alanının da kısıtlanması demek. Türkiye son dört senedir, ABD’nin stratejik hedefleriyle uyum sağlamak üzere bir dış politika geliştirmedi. Dış politikayı kendisi formüle edip, bölge ülkeleriyle müzâkere ederek geliştirdi. Biden döneminde, mesela Ortadoğu bölgesinde, dış politika öncelikleri ortaya konarsa, Türkiye’de ABD ile ilişkileri yürüten aktör değişir. O aktör önem kazanır. Mesela, Milli Savunma Bakanlığı o noktada çok önemli bir aktör olarak ortaya çıkar. Çünkü Türk-Amerikan ilişkilerini düzenleyen adaptatör kurum olarak Milli Savunma Bakanlığı’nı görürüz. Bu, sistem içerisindeki bürokratik kompozisyonun, bu kompozisyon içerisindeki kişilerin ağırlıklarını etkileyen bir durum. 

Tekrar ediyorum: Joe Biden dönemini selamlayan köklü bir değişiklik olduğu kanaatinde değilim açıkçası. Bir ihtiyaç vardı ya da kişiler arasında başka meseleler oldu; bunların sonucunda bunu yaşıyoruz. Fakat eğer Trump kalsaydı, bu kadar âni değişiklikleri de yaşamayabilir; daha zamana yayılan adımlar görebilirdik.

Çakır: Osman sen ne dersin?

Sert: Burak’ın söylediğini teyit etmek için bir ilave yapmak isterim. Eğer Trump seçilmiş olsaydı, bu, Ankara’da mevcut sistemin daha fazla devam edebileceğine dâir bir kredi olarak algılanacaktı. Bu birincisi.

İkincisi, Erdoğan ve Ankara tarafından, Türkiye’nin bağımsızlığına ne kadar vurgu yapılsa ve bu büyük ölçüde doğru olsa da, Amerika’da kimin iktidarda olduğu, göründüğünden çok daha fazla önemlidir. Ruşen, sen de Washington’da çok uzun seneler yaşadın; Türk-Amerikan ilişkilerinin ne kadar kritik olduğunu da biliyorsun. Dolayısıyla bu önemli bir veridir. Yok saymak, onsuz hareket etmek kolay değil. Geçmişe bakıldığında da, Türkiye’nin çokpartili sisteme geçişi, NATO’ya girmesi, kimi zaman Rusya’ya yaklaşması, içeride bazı siyâsî adımlar atması, Kürt politikası, bunların hepsinin dışarıdan bir ayağı vardır. Bu hâdiseler, Ankara’da durup dururken oksijen çadırında olup bitmiyor. O yüzden, ben bu olanları kesinlikle bağımsız görmüyorum. Kaldı ki, bağımsız olmasaydı, Erdoğan yönetimi, bugün, Biden yönetimi ile diyalog kurma çabaları içerisinde olmazdı. 

Peki, ne olacak? Bir kere, Trump’la geliştirilmiş olan kişisel sorunları çözme işi Biden’la birlikte bitecek. Biden, daha bir ekip adamı. Müzâkereye daha yatkın. Yaşı sebebiyle altına daha güçlü aktörler atayacak. Dolayısıyla, kurumlar daha önemli olacak. Kurumlarla kurumsal ilişki geliştirmek zorundasınız. Erdoğan bunu tek başına yapamayacak. O yüzden, süreç düzgün yönetilebilecekse, onun yanında daha güçlü aktörler gerekecek. Bu aktörlerin Türkiye’den neler beklediğini de biliyoruz. Buna göre bazı politika manevraları da yapılacak, bunda tereddüt yok. Ama şunu da unutmayalım: Amerika’nın birinci önceliği, Türkiye’de, Irak’ta, Suriye’de ne olduğu değil. Geçtiğimiz dönemde, önümüzdeki dönem yönetimde bir şekilde görev alması beklenen Obama yönetiminden birisiyle konuşurken, Suriye ve Irak konusunu sordum. “Biz burada yanıyoruz. Biden’ın birinci önceliği içeriyi toparlamak. Hiç kimse, Biden’a, ‘git uluslararası oyuna angaje ol’ diye oy vermedi” dedi. Kaldı ki Trump’ı seçerken, karşısındaki en angaje kişi Hillary Clinton’du. Ona oy vermedi. Trump seçildi. Dolayısıyla, birinci öncelik Türkiye olmayacak. Fakat Türkiye’den beklentinin ne olacağı, Biden yönetiminin, CAATSA, Halkbank, demokratikleşme konusunda Türkiye’den beklentilerinin ve risklerinin de olacağı âşikâr. Söylediğin gibi, bu konu başka bir yayında daha uzun konuşulabilir. Ama Türk-Amerikan ilişkilerinin, bugün ve yarın Amerika’da ne olacağı konusunda son derece önemli bir unsur olduğu kanaatindeyim.

Çakır: Programın başında, “AK Parti’ye mi dönüyoruz?” dedik. Kapanırken de tekrar o konuya gelelim: Basından Biden’ın seçilmesi ile ilgili gelen soru üzerine, AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik “Resmî sonuçlar açıklanana kadar bekleyeceğiz” dedi. Ertesi günü, Cumhurbaşkanlığı’ndan Biden’a tebrik mesajı gitti. Yani hâlâ AK Parti ile, ülkedeki rejim arasında bayağı ciddi bir makas olduğunu böylece gördük. Çünkü Ömer Çelik MYK toplantısı ardından bu açıklamayı yapıyor. MYK’da Cumhurbaşkanı da var. Ertesi günü, daha ABD’de resmî açıklama çıkmadan, Jose Biden’ı tebrik ediyorsun.

Evet, programı bitiriyoruz. Yine çok verimli bir yayın oldu. Osman Sert’e ve “Sayın” Burak Bilgehan Özpek’e çok teşekkür ediyorum. Burak’ın “Sayın”ları meşhur oldu. Bu arada, bir anımı anlatayım: Yıllar önce ATV’de Ali Kırca’nın “Siyaset Meydanı” programı vardı. Ben uzun bir süre o yayına çıkmıştım. İzleyicilerden birisi beni yolda görüp tanıdı ve “Size çok teşekkür ediyorum” dedi. “Neden?” diye sordum. “Siz diğerleri gibi sürekli ‘Sayın’ demiyorsunuz” diye cevapladı.

Özpek: Bana da çok fazla “Sayın” dediğim için kızıyorlar. 

Çakır: Bunu da bir not olarak düşelim. Evet, Burak Bilgehan Özpek ve Osman Sert’e çok teşekkürler. Çok olağanüstü bir şey olmazsa, bir sonraki yayında yine bir araya gelip, Türk- Amerikan ilişkileri üzerine konuşuruz. Somut bir şeyler bildiğimden değil, ama Türkiye’de hızla bir şeyler değişecek gibi bir his var içimde. Aslında Berat Albayrak olayını da kimse bilmiyordu, değil mi? Birdenbire oldu. Onun için, her an her şeye hazır olalım. Burası Türkiye.  İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.