Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Haftaya Bakış (44): Muhalefet gündemi belirlemeye mi başladı? Kamulaştırma tartışmaları & AB ve ABD yaptırımları

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış” ile karşınızdayız. Yine Kemal Can ile birlikte haftanın olaylarını yorumlayacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba, Ruşen.

Çakır: Sıhhatler olsun. Ben seni daha önce görmüştüm, ama izleyicilerimiz için sürpriz oldu. Şimdi çok yorum da gelir. 

Can: Sağol. Gerçi bu sene iki oldu.

Çakır: Evet. Zaten bu karantina bitmek bilmiyor. Kemal, haftalar çok hızlı geçiyor, sanki son yayını daha dün yapmışız gibi. Ben bunu, cuma günleri seninle yayın yaparken, bir de pazartesi yaptığım ilk yayınlarda hissediyorum. Galiba yaşlanınca böyle oluyor. 

Muhalefeti konuşacağız; ama onun öncesinde, Avrupa Birliği ve ABD yaptırımları meselesine gelelim. Avrupa Birliği’nden karar çıktı, ama pek de bir şey çıkmadı. Yaptırım denemez. Türkiye ile hesaplaşmayı mart ayına attılar diyelim. Eski raportör Kati Piri kararı paylaşmış ve “Burada Türkiye’deki hukuk devleti, temel hak ve özgürlüklerle ilgili hiçbir referans yok” diye yorumlamış. Esas hikâye, Doğu Akdeniz ve bir de Türkiye ile ilgili göçmenler, mülteciler meselesi var. Onun dışında, AB, Türkiye ile ilgili diğer konuları gündemine almamış ve sonuçta herhangi bir şey çıkmadı. Şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nden, Kongresi’den S-400’ler nedeniyle yaptırımlar çıktı. Donald Trump’ın bu sefer bu kararları imzalayacağı söyleniyor. Bu da çok büyük bir sürpriz. Trump’tan her şey bekleneceği için hiçbir şey sürpriz olmaz, ama Erdoğan’ın Trump ile ilişkisi nedeniyle bu sürpriz olabilir. Çünkü biliyorsun daha önce bu yaptırımları Trump veto ediyordu ve erteliyordu. Reuters’ın bir haberinde, Trump’ın, Erdoğan’ın Joe Biden’ı tebrik etmesine kızdığını diyor. Biliyorsun, önce bir tereddüt ettiler, Ömer Çelik “Yasallaşmadan tebrik etmeyeceğiz” demişti. Ertesi gün Erdoğan Biden’ı tebrik etmişti. Reuters’ın yorumuna göre, Erdoğan’ın tebrikine Trump sinirlenmiş ve onun için, “Günah benden gitti!” tavrıyla kararı imzalayacağı söyleniyor. Her halükârda, AB’den bir şey çıkmadı, ABD’den bir şeyler gelebilir. 

Bugün Cumhurbaşkanı Bakü dönüşünde, uçakta gazetecilere Biden’ı beklemek gerektiğini söylemiş. “Zaten birbirimizi tanıyoruz” demiş. Hatırlarsan, Biden’ın Türkiye’den de bahsettiği bir röportaj sırasında, İbrahim Kalın gibi iktidarın bütün temsilcileri, Biden’a kampanya süresince lâf yetiştirmişlerdi. Erdoğan “Ben bir şey söylememiş, cevap vermemiştim. Biden’ı bekleyelim” deyip, kapıyı açık tutuyor. Murat Mercan’ın Washington Büyükelçisi olarak atandığını da görmüşsündür.

Can: Evet.

Çakır: Murat Mercan, AK Parti’nin kuruluşundan beri içinde olan Abdullah Gül’ün çok yakınındaydı. Ama sonra Gül’den ayrıldı ve önce Tokyo’ya gitti. Şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nde. Ben Washington’da gazeteci olduğum zamanlardan biliyorum: Murat Mercan, iktidarın, zamanında ABD ile olan temaslarının hemen hemen hepsine Meclis’in Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı olarak çok aktif bir şekilde gelirdi. Tanıdıkları da, ilişkileri de vardır. Onun da bir işaret olduğunu görüyorum. Anladığım kadarıyla, ABD ile ilişkiler daha fazla öne çıkacak. AB ile ilişkiler zaten sallantıda gidiyor. Ama ABD, Biden ve Biden gelene kadar “Yaptırımlar olur mu, olmaz mı?” meselesi derken, herhalde önümüzdeki günlerde ABD’yi epeyce konuşacağız. Bir iddiaya göre, belki de bugün Trump’ın, Türkiye saatine göre akşam saatlerinde kararı imzalayacağı söyleniyor. Eskiden Erdoğan-Trump ilişkisiyle yürüyen ilişki, tekrar Türk-Amerikan ilişkilerine döner mi? Ne dersin?

Can: İstersen sondan, Amerika’dan başlayayım. Reuters’ın haberindeki gibi, Trump’ın anlık bir reaksiyonla bir şey yapmasına şaşırmayız. Ama bu işin arkasında, “Pompeo’yu ikna etti” meseleleri de olduğu için, galiba Trump’ın artık 2024 perspektifine göre pozisyon almaya başladığını buradan anlayabiliriz. Bence, Türkiye’ye yaptırım meselesi de başkan olarak devam edecek bir Trump için başka bir anlam ifade ediyordu. İyi anlaştığı biri olarak beraber iş kotardığı bir lider görüntüsü vardı. Ama şimdi artık Trump, bir tür muhalefete çekilip, 2024 için kendisini hazırlayan, dolayısıyla Senato’nun, Cumhuriyetçiler’in ve genel kamuoyunun eğilimlerine göre, Amerikan Başkanı’nın ihtiyaçlarına değil, bir dahaki seçimin adayının ihtiyaçlarına göre davranma gereğinden dolayı da bunu yapmış olabilir. Çünkü biliyorsun, bu mesele hem Amerikan kamuoyunda hem Senato’da ve Temsilciler Meclisi’nde çok uzun zamandır neredeyse yılan hikâyesine dönmüş ve çok güçlü lobilerin zorladığı bir mesele hâline dönüşmüştü. Dolayısıyla böyle anlık reaksiyonlar olmuş olabilir. 

Şu da olabilir: Trump’ın, 11 yaptırımdan 5’ini seçme şansını Biden’a bırakmayıp, bu hakkı kendisinin kullanması veya bununla ilgili bir şey olacaksa bunu Biden’a bırakması da olabilir. Çünkü Biden için bu, kucağına gelecek bir ateş topu değil. Çok önemli meselelerden biri de değil. Türkiye, Biden’ın birinci öncelikli meselesi olacak bir şey değil. Biden’a bırakıldığında, onu çok zora sokacak bir durum da yok. Bence şimdi Trump hem kendi kamuoyuna ve Cumhuriyetçi kamuoyuna… Çünkü 2024 adaylığı için Cumhuriyetçi Parti’nin yine onu aday göstermesine ihtiyacı var. Bu seçimde partiden memnuniyetsiz olsa bile, önümüzdeki dönemde tekrar adaylığı söz konusuysa, hem bu dönemi rahat geçirmek için hem de kendisini canlı tutmak için iyi ilişkiler kurmak zorunda. Bu yaptırımlar meselesinin, Türkiye ile ilgisinden çok, Amerika ile daha fazla ilgisi olabileceğini düşünüyorum açıkçası. Bir öyle bir böyle demesine neden olan şey olarak, Türkiye kısmı sanki çok önemli değilmiş gibi geliyor. 

Türkiye’nin, özellikle de Erdoğan’ın, “Dünyadaki yeni gelişmelere uygun hareket edeceğiz” açıklamasından da anladığımız kadarıyla, “Biden’ı bekliyorum” sözlerinden de çıkartacağımız gibi, şöyle baktığını anlıyorum — sonuçta bazı yorumlar da buna çok yatkındı: “Kim gelirse gelsin, Türkiye ile Amerika ilişkileri başka bir zeminde yürür ve bunun her zaman iki tarafın da zorlayamayacağı bir dengede gitmesi mümkündür, dolayısıyla çok radikal şeyler olmaz” fikrine yakın duruyor. Sonuçta, “Zaten bana ihtiyaçları var” diye bakıyor ve tekrar Biden’ın başkanlığındaki Amerika ile bir denge tutturabileceğini, bunun doğru aparatlarını, doğru adaptörlerini kullanarak, onların değişeceğini anlıyoruz. Daha önce Trump ile teması doğrudan yürütüyordu. Şimdi Biden ile temas için bazı kanallara ihtiyacı olacak. Büyükelçilik’ten başka kanallara da ihtiyacı olacak. Onları hazırladıklarını ve aslında çok özel olarak bir endişe görüntüsü vermemeye çalıştıklarını anlıyorum. 

AB meselesine gelince; AB, ABD’den doğru dürüst bir yaptırım çıkmaması ve Mart’ın işaret edilmesi, “havuç-sopa” meselesinde bir tür sopa gösterip, sopayı da kullanmayıp, ileride kullanabileceği îmâsıyla geçiştirmiş görünüyor. Açıklamasından anlaşıldığı gibi, Erdoğan da, “O sopanın gösterilmesinin hiçbir anlamı yok, onu asla kullanamazlar” tezine dayalı stratejisine devam edecek. Çünkü senin de işaret ettiğin gibi, Avrupa Birliği’nin başından itibaren genel yaklaşımı, Türkiye’de çokça kullanıldığı gibi, çok yapısal, Türkiye’nin temel Batı değerlerinden, Avrupa değerlerinden ve demokrasiden uzaklaşmasını çok birinci mesele olarak ortaya koydukları bir gerilim hâli değildi. Hatta Erdoğan’a, “Avrupa’yla ilişkileri bozuyor, neden böyle yapıyor? Bizim Avrupa’ya ihtiyacımız var” diye muhalefet edenleri biraz açığa düşüren ve “başarılı” bir strateji yürüttüğü bile söylenebilir. Erdoğan, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs gibi alanlarda gerilimi ekstra yükselterek, Avrupa ile gerilimin odağını oraya taşımış oldu. Avrupa sadece ona odaklandı ve oradaki lobileri de büyük ölçüde Yunanistan yürüttüğü için, bütün dikkatler oraya yöneldi ve Türkiye ile mesele, Doğu Akdeniz gibi oldu; Doğu Akdeniz ile ilgili gerilimden başka hiçbir alana sorunu yaymama eğilimi ağırlık kazandı. Bu, Erdoğan’ın “Bir şey yapamazlar, sonuçta onların bize daha fazla ihtiyacı var” tezini bir biçimde devam ettirebildiğini gösterdi. Aslında bu, bu kadar basit değil. Bu gerilim hakikaten kötü sonuçlar üretebilir. Ama Erdoğan senelerdir bu argümanla yürüyor: “Bana, ‘Çok tırmandırıyorsun, sürekli rest çekiyorsun, diplomasi böyle yürümez’ diyorsunuz. Ama onlar da sürekli tehdit ediyorlar, yapabilecekleri bir yere kadar” diyor. Bu denklem kaç senedir böyle yürüyor. Tamam, Merkel mülteci kartını her seferinde önemsiyor ve dengeleyici bir unsur olarak devreye giriyor; ama bundan ibaret değil. Avrupa’nın genel eğilimi, iktisadî ilişkiler bazında baktığında, Erdoğan hâlâ bu ülkede yönetme kabiliyetine sahip ve iş yapılacak insan olarak devredeyse, onu kullanabilir sınırda tuttukları, onunla pazarlık edebildikleri ölçüde, onun varlığından çok da problem duymayan bir noktada yürüyorlar. Hatta mesela, Merkel’in “Galiba Macron’a yaklaştı” diye yorumlanan konuşmasıyla ilgili olarak Biden, “Türkiye’nin yaptığı acayipliklere son vermesi durumunda bir dengeye gelebiliriz. Yoksa onun zaten kötü siciline ilişkin yaptırımlar gündemimizde” demedi. Aslında “Türkiye bu tırmandırmayla bizi yaptırıma zorluyor” dedi. Macron gibi, “Ben Erdoğan ile Türkiye’yi ayırıyorum. Türkiye ile ilişkilerim iyi olacak, ama Erdoğan’ı defterden sildim” demedi. Yaptırım cümlesini kurarken bile, “Bizi buna zorlama”yı îmâ etti.  Aslında, bu çıkan tabloda, geriye gitmeye ikna edilmeye çalışılan hâlâ Erdoğan oldu.

Çakır: Anladığım kadarıyla o konuda, Almanya’nın yanında Bulgaristan da bayağı aktif olmuş, onu gördüm. Ama bu arada, bizim Avrupa Birliği’ne tam üyelik gibi hayallerimizin herhalde çoktan iyice rafa kalktığını görüyoruz. Bu sefer bazı insanlar, “Bu fasit bir daire gibi oluyor: Avrupa gözdağı veriyor, Türkiye cevap veriyor, vs.” diye düşündü. “Bir yerde bu zincir kopacak mı?” dendi, kopmadı. Yine Mart’ı bekleyeceğiz. Sürekli birtakım mühletler vardı. “Bu sefer yaptırımlar gelebilir” diye konuşuldu, ama bu sefer de olmadı. Erdoğan herhalde Şubat ayında da Mart’ı konuşmaya başlar. O yüzden onu şimdilik bir kenara koyalım.

Can: Bir şey ekleyeyim: Amerika’da James Jeffrey’nin söylediği, “Erdoğan zorlandığında mantıklı olan bir lider” lâfı var ya? Aslında bu doğru. Ama Avrupa meselesinde, yürüttüğü stratejiyle, zorlanan kendisi olmadı. Avrupa’yı zorladı ve Avrupa o zorlanmadan mantıklı sonuç çıkardı. Jeffrey’nin Erdoğan için söylediğini Erdoğan Avrupa’ya karşı kullandı.

Çakır: Avrupa’nın kendi içerisinde çok ciddi sorunlar ve tartışmalar olduğu için, o birliğin sorunları var. Başlı başına, İngiltere’nin kopması hikâyesi var. İçeride, Doğu ve Orta Avrupa’da, Macaristan ve Polonya gibi otoriter rejim sorunları var. 

Türkiye’ye gelecek olursak: Bu hafta daha çok muhalefet dikkat çekti. Özellikle bütçe görüşmelerinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun performansı göze çarptı. Kemal Kılıçdaroğlu, Adalet Yürüyüşü’nden bu yana belki de ilk kez bu kadar fazla konuşuldu, yanılıyor muyum? Tabii saldırıya uğraması ayrı, ama kendi iradesiyle yaptığı çıkış anlamında epey bir konuşuldu. Hatta Meclis’teki konuşmasının, AK Partili milletvekillerini de çok etkilediği söyleniyor. Uzun bir süre lâf atmadan dinlemişler. Ben üçüncü şahıslardan, CHP’li olmayan milletvekillerinden, ortama dâir gözlemlerini aldım. Bu ilginçti. 

Bir de biliyorsun, biz dün Kemal Kılıçdaroğlu ile bir yayın yaptık. Yayını sabah saat 11:00’de yapmamıza rağmen, benim şu âna kadar Kemal Bey ile Medyascope’ta yaptığım yayınlar içerisinde en çok izlenen bu yayın oldu. Medyanın, Kemal Bey’in bu yayında söylediği sözleri kullanıp paylaşması da, medya açısından epeyce ilgi olduğunu gösteriyor. Sanki Kılıçdaroğlu ve CHP’ye yönelik bir ilgi doğuyor gibi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği bazı hususlar var ki onlardan bir tanesi: “Kamulaştırma”. Bu konuyu ayrıca konuşalım istiyorum. Daha önce Selin Sayek Böke’nin dile getirdiği bu meseleyi, Kılıçdardoğlu da Meclis’teki konuşmasında çok ciddi bir şekilde tekrarladı. Sanki muhalefetin silkinmesi gibi bir hava var. Ama tabii bu ne kadar kalıcı olabilir, ne kadar kökleri olan bir şey, bilmiyorum. Bu konjonktürel bir şey mi? Ne dersin?

Can: Bunun nasıl sonuç vereceğini henüz ölçüp kestirmek için erken. Belki o konuşmanın izlenme oranı ya da onun üzerine tartışmanın devam etmesi gibi şeylere bakarak bazı işaretler alabiliriz. Ama en azından, niyetin böyle olmaya doğru döndüğünü anlayabiliyoruz. Sadece Kılıçdaroğlu ile ilgili değil, bir topyekûn hâl var. Bu, Meral Akşener’in, somut sorunları, dolaşarak, insanlarla temas ederek gündeme getirmesi, Meclis kürsüsüne taşıması, hatta kürsüyü insanlara kullandırmasıyla başladı. Ardından, kongre süreçleriyle, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun dolaşmaya başlaması, sonra belediyelerin son hamleleri, yani salgınla ilgili rakamları açıklamaları ve peşinden hem İstanbul’da hem Ankara’da yolsuzluk hikâyelerini ortaya koymaları. “Ürkütmeyelim”, “Devr-i sâbık yaratmayalım”, “Muhafazakâr iktidar seçmenini tedirgin etmeyelim” tavrı yerine, biraz siyaset yapmak, iddia edilen eleştirilerin karşılığı olabilecek politikalar üretmeleri; peşinden, söylediğin gibi, aralarında Selin Sayek Böke ve başka isimlerin de olduğu bazı CHP sözcülerinin, insan haklarından ekonomiye kadar, hem mevcut meseleleri ve sorunları dile getiren hem de onlarla ilgili birtakım öneriler ya da iddialar ortaya koyan çıkışlarını gördük. Kılıçdaroğlu, Meclis’teki bütçe konuşmasında bunları toparlayan bir çerçeve çizmiş oldu. Bu niyeti, bu işaretlerden anlıyoruz. Bunun nasıl sonuç vereceğini göreceğiz. Ama en azından, CHP’nin, muhalefet blokunun lokomotif partisi olması dolayısıyla, sadece ittifakı bir arada tutmak için “Mümkün olan en geniş şemsiyeyi tutalım, kimse altından çıkmasın, bütün enerjimizi harcayalım, gerekirse fazla siyaset yapmasak da olur” anlayışından biraz uzaklaşmaya başladığını, yavaş yavaş daha aktif bir politika yürütme niyetini görüyoruz. Tabii ki bunlar büyük ölçüde konuşulacak ve zemin yaratacak. Ama seçmeni nasıl etkileyeceğini izleyip göreceğiz. Çünkü seninle yaptığımız yayınlarda da konuşuyoruz, çeşitli yorumcular da değiniyor, sen de yayınlarında değiniyorsun: MetroPOLL’de de, KONDA da ciddiye alınabilir ve kuvvetli araştırma sonuçlarının hepsinin verisinde, iktidarın eridiğini, kararsız blokunun büyüdüğünü, ona rağmen muhalefette bir hareket olmadığını görüyoruz. Bu resim aylardır devam ediyor. İktidardaki erimenin ne kadarının muhalefetin becerisi olduğu tartışma götürür. İktidarın, o erimeyi yaratmak için kendi kendine yaptıkları da az değil. Ama sürekli “iktidarın erimesi üzerinden değişim tahayyülü”nün bir yere varmasının zor olduğu, galiba yavaş yavaş idrak ediliyor. Kararsız cebini büyüterek, onu birinci parti yaparak iktidar değişikliği sağlamak mümkün değil. Bugünün, iktidarı en erimiş gösteren araştırmalarında bile, iktidar blokunun çekirdek oyu hayli gerilemiş görünüyor: Kararsızlar hariç, çekirdek oyun 35-40 aralığına kadar gerilediğini gösteren araştırmalar var. Ama aynı araştırmalarda, muhalefet bloku da en fazla bu sınırlara ulaşabiliyor; hatta bunun biraz altında ölçülüyor, kararsız cebi de büyüyor. Kararsız cebini seçmenin yüzde 50’si yapmanın da, iktidar blokunun çekirdek oyunu yüzde 25’e indirmenin de, yeni bir siyasî değişim için yeterli olmayacağı çok açık. Bunun için muhalefetin bir tür politik çıkış yapması lâzım. Bunu aylardır, senelerdir tartışıp konuşuyoruz. Bunun çabasının gerekli olduğu konusunda şimdi bir niyet görüyoruz. Hem bunu nasıl becerebilecekleri hem de nasıl sonuç alacaklarını daha sonra göreceğiz. Ama en azından, “Bu, kendi kendine mum gibi eriyor, biz de yeterince bekler, bir arada durmayı da sağlarsak, bu iş tamamdır”ın olmadığı galiba idrak ediliyor — bununla ilgili bir gayretin işaretlerini alıyoruz. Ben meseleyi böyle görüyorum.

Çakır: Senin sözünü ettiğin araştırmalara baktığımızda, birtakım sabit şeyler var: Biri, kararsızların, protesto oylarının yüksek olması. Bir diğeri de, hemen hemen bütün araştırmalarda gördüğüm, olumlu anlamda bir kıpırdanma varsa, İYİ Parti’de var. Oyunu artırma eğilimi içerisinde görünen bir İYİ Parti var. Biliyorsun, yarın Meral Hanım buraya gelecek. Medyascope’un yeni büyük stüdyosunda, ilk canlı yayını, ilk siftahı, yarın saat 16:00’da kendisiyle yapacağız. İYİ Parti ve Meral Akşener, gerçekten şu anda Türkiye’de çok ilginç bir yerde duruyor. İkisi iç içe. Sen de bahsettin, Meral Akşener’in kendisi de, başına o kadar iş gelmesine rağmen, o kadar istifâlar, ihraçlar, çengel atmaya çalışmalar, “Bu partinin kimliği nedir? Bir türlü kimliğini oluşturamadı” demelere rağmen, bir yerde duruyor. En azından, yüzde 10 civarında belli bir oyu kesin garantilemiş gibi. Bu sanki biraz zorlama bir yorum gibi de olabilir, ama benim gördüğüm, hani o “kararsız” diye tarif edilen seçmen aslında apolitik bir seçmen değil. Politikaya ilgisi var. Ama her partiye ya da öne çıkan partilere karşı bir burukluğu ve hayal kırıklığı var. O anlamda, kararsız ve tereddütte olan kesimler için, hem daha sağdan olup hem de sol partilerle işbirliği yapan ve bir kadın lideri olması nedeniyle, İYİ Parti, sanki o kesimin ilgisini daha fazla çekebiliyormuş gibi geldi. Normal şartlarda DEVA ve Gelecek Partisi’nin, AK Parti’den kopan kararsızları ya da Bekir Ağırdır’ın söylediği “gri alandaki kesimleri” alması beklenir. Ama henüz çok yeni oldukları için, hâlâ çok büyük bir atılım içerisinde görünmüyorlar. Şu hâliyle, kararsızlık, ne yapacağını bilmeme ve siyasete güvenmeme hâlinden en fazla istifade eden ya da edebilecek olan parti, sanki İYİ Parti gibi geliyor. İYİ Parti, aslında çok farklı bir örnek olarak önümüzde duruyor. Senin daha iyi bildiğin bir alandan, MHP’den geliyorlar, ama MHP değil. Tam olarak merkez partisi olduğu söylenemez. İçinde çok ciddi kavgalar yaşadı, hâlâ kavgaların tam olarak bittiği söylenemez. Ama bu parti, bir ilgiye ve câzibeye sahip.

Can: Evet. Araştırmalarda ve birtakım ölçümlerde de çıkıyor. Orada çok oynak rakamlar var ama muhalefet cephesinde bir kıpırdanma olan, statik, gerilemeyen ve sağlam bir şekilde duran bir HDP oyu var. Onun dışında, İYİ Parti’nin de en azından oyunu koruduğu, hatta üstüne koymaya başladığına işaret eden çalışmalar var. Epeyce araştırmada böyle bir sonuç çıkıyor. 

Buradaki temel mesele, senin başında tarif ettiğin, İYİ Parti’nin en haklı eleştirileri aldığı meselenin, hâlâ avantaj olarak işlemesinden kaynaklanıyor. O muğlâklığı şu anda avantaja çevirebilen tek parti. Çünkü etiketi yok. CHP, büyük bir politik muğlaklığa oynuyor. Kılıçdaroğlu siyaseti aslında netleşmeme üzerineydi, ittifakın şemsiye partisi olarak, mümkün olan her kesimi katmak istiyordu. Bu yüzden de “Gül’ü aday yapmaya çalışıyor, kimliğini kaybediyor” diye eleştiriliyordu. CHP’ninki, muğlaklığa oynamayı denemiş bir strateji. Ama sonuç alamadı. Çünkü kararsız blokunda, CHP’den de gitmiş yüzde 5 kadar bir oy var. O yüzde 25-30 civarındaki kararsız kitlenin çok büyük bir bölümü, belki yüzde 10’u, iktidar blokundan, AK Parti’den gidiyor. Ama CHP’den de yüzde 5 ve MHP’den de bir miktar var. Bunların içerisinde İYİ Parti, ilk girdiği seçimde sağladığı zemini kaybetmedi. Ama o zemin, onun etiketinden ya da siyasetini kurduğu için o siyasete verilmiş destekten daha çok, onun muğlaklığının avantajını kullanarak, onun alabileceği sonuca verilmiş oy. Bunun içerisinde, Erdoğan karşıtlığı var, daha milliyetçi olan, 90’lar milliyetçisi diyebileceğimiz seküler, kentli ya da kıyı seçmeni var, eski merkez sağ reflekslere yakın isimler var. Ama bunların hiçbiri, etiketlenmiş, “Artık bu bizim partimiz” dediği için değil; kendilerini bu muğlaklık içerisinde hâlâ ifade edebilecekleri bir alan olduğunu düşündükleri için. 

Ama şunu gözden kaçırmamak gerekir: İYİ Parti’nin alabildiği oy ya da ivmesini artırmasının gerekçesi, yaptıklarıyla, bulunduğu yerle çok bağlı. Bu destek, diğer partiler gibi “Biz artık şöyle bir yörüngeye geçiyoruz” deyip, bu pozisyonunu değiştirdiği anda, bir anda bütün dengeleri bozulabilecek bir hassaslıkta. Bu destek şu andaki muğlaklığı devam ettirip, bu pozisyonu koruduğu sürece var. Hatırlarsan, hem Bahçeli hem Erdoğan’ın daveti, ona bu son ivmeyi kazandıran muğlaklığı daha da avantajlı hâle getirdi. Çünkü bir tür meşruluk sağladı. CHP ve Kılıçdaroğlu, milli güvenlik problemi olarak işaret ediliyor. HDP’nin başında zaten sürekli Damokles’in kılıcı olan bir parti. Babacan ve Davutoğlu, bence hâlâ, “Tamam, burası artık bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır” sınırına gelemediler. Hâlâ tereddütler var. Ama İYİ Parti hem yüzde 10 barajını geçmiş, buradan bir tür rüştünü ispat etmiş, hâlâ o etiketsizliğini ve muğlaklığını koruyabilmiş ve dolayısıyla çeşitli kesimlerin, “Biz de buralarda oluruz” diyebileceği, hem de iktidar tarafından “ana sorun” olarak işaret edilmekten vazgeçilmiş bir tür meşruluk alanı. Bütün bunlar birleşince, biraz da hareketli bir politika yapmaya başlayınca, hemen bunun meyvelerini topladı. Ama söylediğim gibi bu konjonktürel bir durum ve pozisyonu koruyabildiği sürece devam edebilir. Ama çatışma hatları ya da ortaklaşma hatları netleştiğinde, dengeler biraz değişebilir. Bu açıdan, İYİ Parti’nin, bu belirsizlik alanında, şu âna kadar süren avantajını iyi kullandığını ve dezavantajlarını kolay savuşturabildiğini gördük.

Çakır: Ama bu bir yerden sonra böyle devam etmeyebilir. Özellikle kritik anlarda, pozisyon almanın şart olduğu anlarda, o pozisyonu aldığı zaman birçok kişi “Biz bu partiyi böyle bilmiyorduk” diyebilecek. Şu aşamada öyle bir durum var.

Can: Evet. O riski taşıyor. 

Çakır: Kamulaştırma meselesine geçmeden, senin de bahsettiğin, Ankara ve İstanbul’daki yolsuzluk meselelerini konuşalım. Ekrem İmamoğlu yönetiminin AKP dönemi ile ilgili hazırladığı yolsuzluk dosyasının yargıya taşındığına dair yapılan haberlere, erişim yasağı getirildi. Belli ki bayağı bir can yakmış. Meclis üyeleri Ankara’dakini sabote etmeye çalıştı, ama ona rağmen Mansur Yavaş basın toplantısıyla açıkladı. Zaten Mansur Yavaş daha önceden yapıyordu bunu, Ekrem İmamoğlu da yeni dahil oldu. Sen demin bahsettin; belediyecilik yapıyorlar ama yolsuzluk iddiaları onları ister istemez siyasî alana taşıyor. Tabii ellerinde çok güçlü argümanlar var; belgeyle ve hatta fotoğraflarla konuşuyorlar. Ankara’da dinozorların ya da futbolcuların heykelinin fotoğrafını koyup, “Buna bilmem kaç milyon harcadılar” diyor. Zaten iş bitiyor, başka bir şey söylemeye gerek yok. Onların da siyaseten devreye girmesi, gerçek siyasetin yapılmasını da kuvvetlendiriyor. Çünkü bu alanlarda özellikle yolsuzluk temalı argümanların, siyasî iddiaların, iktidarı gerçekten zor durumda bıraktığını görüyoruz. Mesela, Ankara konusunda bir şey söyleyemediler. İstanbul’dakine yayın yasağı geldi. Bunun devamı geleceğe de benziyor. Bunların hepsinin de kamuoyunda alıcısı var. Her zaman öyledir ya: İnsanlar, hangi partiden olursa olsun, rakamlara ve yolsuzluk meselelerine kulak kesiliyor. İllâki, “İyi yapmış, helâl olsun” demeleri gerekmez, ama bunlar medyatik yönü çok kuvvetli hususlar. Devamı gelirse, herhalde muhalefetin inisiyatifi daha fazla alabilmesini de kolaylaştıracaktır. Bu anlamda belediyelerin, özellikle büyükşehir belediyelerinin, geçmişe yönelik yolsuzluk dosyalarını açmaları, “Siyasete yeni bir veçhe kazandırıyor” diyebiliriz.  

Can: Bence de. Yayın yasağı getirmek ya da belediye meclisindeki AK Parti ve MHP’li üyelerin, salonu terk edip, açıklamayı sabote etmeye çalışmaları, aslında ters tepiyor. Şimdiye kadar iktidar, bu yolsuzluk işlerine hiç kulak asmayıp geçiştiriyordu ve duymazdan geliyordu. Bu tür söylentiler ilk defa çıkmıyor. Tamam, medya bu konuda çok etkili değil. Ama sosyal medyada, belediyelerin yaptıkları, çeşitli bakanlıklardaki yolsuzluk, usûlsüzlük iddiaları her zaman gündemdeydi ve genellikle bunların çok büyük bir bölümüne cevap bile vermeyip, yok farz ediyorlardı. Şimdi bundan tedirginlik duyulduğunu görüyoruz. Muhalefet tarafında ne konuşulduğuyla çok ilgili oldukları için değil, bunların kendi taraflarında, kendi seçmen tabanlarında, teşkilatlarında bir sonuç yaratmaya başladığını düşündükleri için muhtemelen cevap vermeye başladıklarını görüyoruz. Mesela bu Tank-Palet meselesi de kaç senenin olayı. Erdoğan seviyesinden başlayarak, herkes cevap yetiştirmeye çalıştı. Hatta bunu açıklayanı, başka bir dolayımla hedef göstererek, üstünü örttü ama olmadı. Yine Erdoğan çıkıp, “O bir özelleştirme değil” deme ihtiyacını duydu. Bunlar önemli şeyler. 

Erdoğan’ın daha önce bu tür şeylere verdiği cevap, en fazla, “Biz işimize bakıyoruz” idi. “Bir izah edeyim” noktasına geldiği çok az vaka var. Ama şimdi, belediyelerden başlayarak, biraz agresif biçimde lâf yetiştirmek, üstünü kapatmak, tepki vermek, cevap vermek gibi bir çabanın içerisinde olunduğunu görüyoruz. Siyasî müdahale böyle bir şey. Siyasî müdahale denilen şey, MHP’nin CHP için yaptığı gibi tahkîkat komisyonları kurmak değil, tam tersi, birtakım meseleleri, tercihleri ve yanlışları ortaya koyup, bunlara cevap ve karşılık vermek zorunda bırakmak. Siyaset, iktidarları sadece değiştirerek etkilemez. Siyaset böyle de sonuç veren bir şey. Bu yüzden muhalefetler lâzım.

Çakır: Bu bağlamda, Kılıçdaroğlu’nun “kamulaştırma” çıkışı tam da buraya oturuyor herhalde. Somut olarak “Burada hem çok büyük bir israf var, hem birilerini kayırmaca var, birileri zengin ediliyor ve buna el koyuyoruz” diye ortaya koyuyorsun. Ben bunu sorduğumda, Kılıçdaroğlu, özel olarak şehir hastanelerini de dile getirdi. Bunların hepsi somut şeyler. Şu âna kadar bu kamulaştırma meselesine TÜSİAD’dan başka cevap veren pek duymadım. İktidardan geldi mi? Geldiyse de kaçırmışımdır. Önce Selin Sayek Böke söyledi. En son Kılıçdaroğlu Meclis’teki bütçe konuşmasında söyleyince çok etkili olduğunu gördüm. Orada hakikaten bir şey var. Çünkü öyle âfâkî bir şeyden bahsetmiyor. İnsanların geçmediği halde parasını ödediği köprülerden, otoyollardan, hastanelerden bahsediyor ve birilerinin orada çıkar sağladığını söylüyor. O birileri de, adları belli olan beş tane şirket — ki onların da büyümesi bu dönemin ürünü. Burada çok somut bir hedef var ve rakamlar çok kolaylıkla çıkartılabiliyor. Gerçekten de buradan bir siyaset üretildi. Gördüğüm kadarıyla da, bayağı etkili bir şekilde sürdürecekler. Biliyorsun, ben bu konuyu Ali Babacan’la yaptığım yayında kendisine sorduğum zaman, kamulaştırmaya destek vermedi; “Yargıya gider, yargı bakar” mealinde bir şey söyledi. Ama CHP burada farklı bir duruş sergiliyor.

Can: Evet. Bu, politika yapmanın çok etkili araçlarından biri. İktidar ve Erdoğan, bu 50+1’lik sistem tartışmaları sırasında, siyaseti, “Kardeşim, itirazın varsa iktidara gelirsin, o zaman ne yaparsan yaparsın. İktidara gelene kadar da siyaset diye bir şey yoktur. Siyaset, iktidarı kazanmak için vardır. Kazanabiliyorsan senin dediğin olur, kazanamıyorsan sus sıranı bekle” şeklinde tarif etti. Siyaseti bu kabalıkta tarif eden bir şey yerleştirildi. Hatta bu, muhalefete de sirayet etti. Muhalefet, “Her şeyi bir kenara bırakın. Ne yapacağınız önemli değil, kazanmanın bir yolunu bulun” seviyesine döndü. Bu, iki tarafta birden büyük bir kısırlaştırma yarattı. Ama politik müdahale tam da bu noktadan başlayan bir şey. Hatta, “Niye o beş müteahhide veriyorsun?”dan bir ileriye götürerek –siyasî müdahale açısından o bile yetmez– “O beş müteahhide verdiğiniz ihaleler, lâzım ihaleler miydi?” meselesini de tartışmaya açman gerekiyor. Üstelik onlar liyâkatli ve hakikaten hakkıyla birilerine veriliyor olsa da, tercih olarak yanlış olan işler. Geçiş garantili köprüler, hasta garantili hastaneler, kime verirsen ver, yanlış. Kime verirsen ver, tüyü bitmemiş yetimin hakkının verildiği şeyler. Bir de bunun üzerine, bu seçtiğin beş adama veriyorsun. Şimdi bunu mesele etmeyeceksen ve iktidara gelinceye kadar bunu konuşmayacaksan, geldiğinde de ne yapacağını söylemeyeceksen, burada siyaset yapıyor olmazsın. Burada tuhaf bir şey var. Muhalefet tarafında da çok yaygın olan bir şey var: Muhalefetin, sadece bunları bağırmasını, çok kuvvetli bağırmasını isteyen birileri var; ama değiştirmeye dâir bir şey yapmakla çok ilgilenmiyorlar. Ama bir yandan da, “Bir değiştirelim de, ondan sonra bakarız”cı, her şeyin, ancak iktidar alındığında yapılabileceğini düşünenler — iki uç var. Ama aslında bu ikisi birlikte yapıldığında, bir siyasî müdahale alanı doğuyor ve sürekliliği oluyor. Siyasetin derinleşmesi böyle oluyor. 

Bu olayların gündeme getirilmesi ve açıkça, bunun, sadece alanların liyâkati veya dar bir çete olmasından daha da ileriye giderek, bir tercih sorunu olduğunun tartışmaya açılması çok önemli bir şey. Bunun devr-i sâbıkla, yasayla filan ilgili bir tarafı yok. Bu meselenin yasal tarafı ayrı. Bunun, yolsuzlukla, haksız ihale düzeniyle ilgili tarafı var. Beş müteahhidin, sürekli devlet tarafından beslenmesiyle ilgili bir tarafı var, yeterlilikleri var. Bu işin hukukî tarafı. Bu, halledilebilir. Ama işin bir de siyasî bir tarafı var. Bunun böyle yapılmasına karar veren bir siyasî irade var. Sadece “Yöneticiler yanlış ihale yaptılar” meselesi değil. Aslında bunu tartışmaya açmış oluyorsun. Bu beş adamı açarak, beş adamla uğraşmış olmuyorsun. Bu beş adamlı sistemi tartışmaya açıyorsun. Politik olan bu. Selin Sayek bunu söyleyince, iş adamları da, “Bu serbest piyasa ekonomisinde olur mu böyle şeyler?” dedi. Bal gibi olur. Serbest piyasa ekonomisi öyle çok uhrevî bir şey değil, onu geçtim. Öyle olsa bile, onun içerisinde bile, bu yapılan şeyin yanlış olduğunu söylemenin imkânı, gereği var ve bunun karşılığı da var.

Çakır: O zaman, siyaseti seçimden seçime yapmayı bırakıp, siyaseti bütün bu süreç içinde yapmanın gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Ama muhalefet tek başına yeterince güçlü olamadığı için, muhalefet partileri seçimde bir bloklaşmaya gidiyorlar. O bloklaşmayı ve ittifakı, seçim olmayan döneme de taşıyabilme imkânı olmalı. Ama mesela kamulaştırma meselesinde, CHP öyle derken, DEVA Partisi böyle diyor. Belki İYİ Parti de itiraz ediyordur, bilmiyorum. Ya da başka bir meselede de zorluk çıkıyor. Böyle garip bir durum var. Seçim olmadan da temel meselelerde bir koalisyon, ittifak kurmak ideal olan. Ama onu kurmaya çalıştıkları zaman hayatî meseleler masaya gelecek ve o hayatî meselelerde ortak siyaset geliştirmekte çok zorlanacaklar. Bu sefer de, seçim ittifakını riske atma endişesiyle, o meseleleri tartışmayı erteliyorlar. Şu âna kadar öyle bir şey oluyordu.

Can: Ama bu strateji şuna yol açıyor: “Aramızdaki farklar görünür” diye bazı çıkışlardan kaçınmak, bir arada olmayı kolaylaştırıyor gibi görünebilir. Ama renksiz ve soluk bir siyasî alan yaratıyor. Bu da, kararsız cephesinin büyümesine neden oluyor. “Sizin tarafınızda bir hareket yok kardeşim, niye o kararsızlar?” Zaten, senin dediğin gibi kararsızlar apolitikler değil, tam tersine, çoğu politik olduğu için kararsız ya da tepki oyuna yöneliyorlar; siyasetten sıkılıyorlar. Sıkıldıkları şey, hareketsizlik. Buna karşılık, çok büyük sertleşmeler ve tartışmalar yaratmadan, kendi renkliliğini ve çeşitliliğini göstermek mümkün. Bunları ortaya atarak kendi içinde de tartışabilirsin. Evet, İYİ Parti “Öyle olmasın da, böyle olsun” desin. İpleri, köprüleri atacak ve çatışacak bir şey zeminine taşınıp taşınmaması önemli değil. Ama “Burada bir canlılık var. Burada bir şey konuşuluyor. Burada bir hareket var” intibaını yaratmak önemli.

Çakır: Yavaş yavaş toparlanmamız lâzım, ama konuştukça tartışma zenginleşiyor. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” diye bir önerme var — ki muhalefetin hemen hemen hepsinin birleştiği bir önerme. Bu bir tür “kızıl elma” oldu. “Hele bir oraya gelelim, her şey düzelecek.” O olduğu için buraya ulaşmada sorun çıkartabileceği varsayılan bütün temel siyasî tartışmalar ertelenmek isteniyor. “Tek adam rejimine karşı, güçlendirilmiş parlamenter sistem” ya da “Demokrasi için ittifak lâzım” deniyor. “Hele iktidarı alalım, ondan sonra bakarız.” İşte ondan sonra neye ve nasıl bakacağını bugünden konuşman gerekiyor. O da siyaset yapmayı gerektiriyor. Güçlendirilmiş parlamenter sistem kızıl elması, siyaseti bir anlamda rehin almış oldu. 

Can: Aslında bu iki uca savrulmadan ortayı bulmanın formülü şu: Evet, değiştirmeden değiştirmek öncelikli bir şey; onu yapabilmeye yoğunlaşmak lâzım. Ama sonrasına dâir, bugünün değişiminin canlanmasını sağlayacak argümanları ya da tezleri savunmaktan da geri durmamak lâzım. Bugüne hizmet eden yarını konuşmak, bugüne hizmet etmeyen yarının tartışmalarını ertelemek ikna edici olabilir.

Çakır: Kemal, adaşınla, Kemal Kılıçdaroğlu ile konuşurken de söyledim bunu. Muhalefet blokuna bakar mısın? CHP var, CHP’yi biliyoruz. Saadet Partisi var, Milli Görüş’ün devamı. İYİ Parti var, MHP’den kopmuş. HDP var. AK Parti’den kopmuş Gelecek Partisi ve DEVA Partisi var. Bunlara “beş benzemez” de denemez. Türk siyasî hayatının bütün çatışan, kavga eden, rakip olan, kimi zaman düşman olan partilerinin ya kendileri, ya devamları var. Anladığım kadarıyla bunları bir arada tutabilme konusunda, özellikle CHP ve Kılıçdaroğlu’nda o kadar büyük bir çaba var ki.

Can: Bunların hepsinin bir de içi var. Bu partiler ayrı ayrı var. Bir de bu partilerin içinde de bir sürü görüş var.

Çakır: Üstelik gördüğüm kadarıyla, “Seçimin ne zaman olacağını bilmiyoruz, Erdoğan karar verecek. Seçime kadar kazasız belasız bu arabayı tıngır mıngır döndürelim, sonra gaza basarız” gibi bir şey var. Bunun anlaşılır bir yanı var, ama senin de söylediğin gibi, yetmediği çok ciddi bir husus var. Böyle bir ikilemle gidiyoruz. Arada yapılan “kamulaştırma” gibi çıkışların gördüğü ilgi, aslında buna mahkûm olmadıklarını kendilerine gösteriyor. Ama burada şöyle bir şey de yapıyorlar biliyorsun — özellikle Kılıçdaroğlu’nda öyle bir refleks var: “İyi güzel oldu. Ama ben bunu biraz devam ettirirsem, bu sefer Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayayım” endişesinin de hep yaşandığını düşünüyorum.  

Can: Evet, ama bunu iki uca savrulmadan, birinden öbürünü tercih etmek zorunda olmadan, bunu bir problem gibi değil bir avantaj gibi kullanması lâzım muhalefetin. Çünkü muhalefetin avantajı ne? Birbirinden farklı bir sürü yapı var. Bir arada olup seçim kazanamazlarsa bir şey sağlayamayacaklar. Ama “Seçimi kazanıp bir şey sağlayabilmeleri ortaklığı” için, bu tarafta, hakikaten başka türlü bir siyaset üretilebilecek zemini önce kendilerinin yaratmaları lâzım. “Bu yönetim gidecek ve Türkiye daha demokratik olacak.” Tamam, peki. Türkiye daha demokratik olduğunda, siz ne yapacaksınız? Bu tezlerinizle, bu canlılıkla, siyasî alanın hareketlenmesini sağlayacaksınız. Tekrar demokrasinin, siyasetin işleyebileceği bir şey kuracaksınız, değil mi? İddianız bu. Tamam, şimdi kurun. Muhalefet alanında, bu çeşitliliğinizi, farklılığınızı canlılığa çevirin. Bunu, bastırmaya çalıştığınız bir kusurunuz gibi gösterirseniz –zaten iktidar, “Bunlar beş benzemez” diyor–, siz de zaten benzemediğiniz için taklit ederek aynı davranmaya çalıştığınızda, seçmenin yüzde 30’u da sıkılıyor ve size de teveccüh göstermiyor. 

Bu kısır döngüyü kırmanın yolu, sizin, kendi farklılıklarınızı avantaja çevirebilmeniz, siyasî alanı bu anlamda hareketlendirmenizle mümkün. Ortaklığınızı da böyle sağlayacaksınız. Yerel seçimlerde yapılabilen şeyin hedef odaklı olduğu doğru. Ama ben, genel ve yerel seçimin ruhunun çok farklı olacağını, dolayısıyla seçmen hareketliliğini üretmek için bir şey yapmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. “İktidar çaresiz” diyoruz, ama muhalefet de sürekli olarak kendi ürettiği bir çaresizlik içinde debeleniyor. Dediğin şey doğru. Böyle bir çelişki ve zorluk var. Ama bu zorluğu aşma iradesini koymadığın zaman o zaten kendiliğinden öyle.

Çakır: Artık süremiz doldu Kemal. Yarın, en azından bunların bir kısmını Meral Hanım’a sorarım.

Can: Tamam.

Çakır: Evet Kemal, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Birazdan Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal, Ankara’dan Özgür Özdemir’le yayında olacak. İzleyicilerimize iyi günler dileyelim. 

Can: İyi günler. 

Çakır: Haftaya tekrar buluşmak üzere. İzlediğiniz için teşekkürler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.