Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Özde değil sözde siyasi tartışma

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Recep Tayyip Erdoğan’dan “sözde cumhurbaşkanı” olarak söz etmesinin yol açtığı tartışma neyi gösteriyor? Buna “suni gündem yaratma çabaları” demek yeterli mi?

Yayına hazırlayan: İlayda Öykü Biberoğlu

Merhaba, iyi günler. “Sözde” kelimesi herhalde dünyanın başka bir ülkesinde Türkiye kadar yaygın kullanılmıyordur. Özellikle siyasette en çok kullanılan “sözde”, en çok Ermeni soykırımı iddialarında kullanılıyor, mâlûm. Ama resmî açıklamalarda, özellikle terörle mücadele kapsamında yapılan açıklamalarda, “sözde örgüt lideri”, “sözde eyalet sorumlusu” vs. diyerek gidiyor. Çok yaygın bir kullanımı var. Daha çok da devlet dilinde, resmî dilde yapılan bir kullanım diye bakabiliriz. En son Türkiye’de “sözde” kullanımının en çarpıcı tezahürü, zamanında 2007 yılında 27 Nisan’da genelkurmay başkanlığının internet sitesinde Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı meselesinde söylediği “sözde değil özde laiklik” çıkışıyla bayağı bir olay olmuştu. O zaman AKP iktidarına karşı kullanılan “sözde” suçlaması bugün, aradan geçen 14 yıl sonra diyelim, tekrar AKP iktidarının karşısına çıkıyor. Burada Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı Erdoğan’a atfen söylediği “sözde Cumhurbaşkanı” ifadesi, çok ciddi bir şekilde iktidar ve iktidar destekçileri tarafından gündeme taşındı ve Türkiye’nin ana gündem maddesi yapılmak isteniyor. Detayları biliyorsunuz, ardından dün Kemal Kılıçdaroğlu ısrarla tekrar vurguladı; madde madde neden böyle yaptığını söyledi ve bu tartışma kolay kolay biteceğe benzemiyor. Tarafların her ikisi de bu tartışmadan memnun gözüküyor. Mahkemeye verildi; herkes birbirini mahkemeye verdi ve sonuçta ortada baktığımız zaman, bir kavram üzerinden yürüyen bir tartışma var. Kavramın neden tartışmaya konu olduğu hususunda her iki tarafın söylediklerinin de aslında Türkiye’nin şu anda yaşadığı hayâtî meselelerle, en azından doğrudan bir ilişkisi yok. Yani şu anda baktığımız zaman, Türkiye’deki sorunların özüne tekabül eden bir tartışma olduğu asla söylenemez. 

Peki niye bu kadar ilgi görüyor? Çünkü özellikle iktidar, bu tür meseleleri büyütmek ihtiyacında; bunların üzerinden kendisine bir mağduriyet yaratma ihtiyacında — bundan nasıl bir mağduriyet çıkarsa… Erdoğan kendisine yönelik bu “sözde Cumhurbaşkanı” sözünü, Türkiye’nin en hayâtî meselesi, her şeyin sonu ya da başı gibi göstermek istiyor. Ve burada ilginç bir şey var — daha önce de benzer örnekler gördük: Bu aslında Erdoğan’ın, kendisine bağlı kişilerin –bakanlar olabilir, parti yöneticileri olabilir, milletvekilleri, köşe yazarları, medya yöneticileri… bu çoğaltılabilir– kendisine sadakatlerini sınadığı eşik oluyor. Ne oluyor? Bakıyorsunuz bütün bakanlar sırayla sosyal medya hesaplarından ya da doğrudan geleneksel medyaya bu “sözde Cumhurbaşkanı” tabirinin ne kadar asla kabul edilemez olduğu yolunda çok sert, açık ve net, ve ilginç bir şekilde birbirinin tekrarı olmamaya, yani bir bakanın söylediği o mâlûm copy paste açıklama olmuyor. Herkes daha câzip bir açıklamayla Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bağlılıklarını vurgulama ihtiyacı hissediyorlar. Normal şartlarda bunu yapmasını hiç de beklemediğimiz birtakım insanlar da bu vesileyle kendilerini göstererek, Cumhurbaşkanı’na sadakatlerini göstererek, bir anlamda bayrak kaldırıyorlar. Olayın böyle bir yönü var. Yani Erdoğan bu tür gündemler yaratarak etrafındakilerin kendisine bağlılığını bir anlamda test ediyor. Ama esas olarak tabii ki, Türkiye’nin özündeki meseleleri konuşmaktan kaçındığı için bunu yapıyor. En son Bakanlar Kurulu toplantısının ardından –hatta o gün bir yayın yapıp söylemiştim aşı üzerine, hatırlanacaktır–, “Akşam,” demiştim “Bakanlar Kurulu’ndan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklama yapacak ve muhtemelen önce muhalefete yönelik sert çıkışları, fırçaları olacak. Sonunda da belki aşı konusunda birtakım şeyler söyleyecek. Ama kamuoyu o gün, o ekranların karşısına, insanlar ekranların karşısına esas olarak aşı ve salgınla ilgili doğrudan bilgi almak için oturacaklar. Onların böyle hayâtî bir meseleyi beklediğini bilen Erdoğan da, o kalabalığı toplamışken orada “mâlûm CHP zihniyeti” vs. diyerek, “Kemal Bey” diyerek siyasî propagandasını yapacak.” Nitekim öyle oldu. En sonunda da ne oldu? Aşı meselesi söz konusu olunca bakan Fahrettin Koca’ya dönüp “Başlıyoruz değil mi?” diye sordu. Ve Perşembe ya da Cuma… Bu kadar hayâtî bir meselenin kabine toplantısının ana konusu olduğunu düşünüyor kamuoyu. Herhalde o kadar uzun bir süre bunun detaylarını konuştular diye düşünüyoruz — normal olanı bu. Ve ardından yapılacak açıklamada da bunlar kamuoyunu ikna edici bir şekilde, kaygıları giderecek şekilde açıklanacaktır diye bekliyoruz normalde. Ama artık hiçbir şey normal şekilde seyretmediği için ne çıkıyor karşımıza? Uzun uzun, siyasî rakiplerine yönelik sert çıkışlar, en sonunda da bir iki cümleyle aşı meselesinin geçiştirilmesi… Aşı meselesi hâlâ önümüzde çok ciddi bir sorun olarak duruyor. Birçok sorunda olduğu gibi… Fakat özellikle Kemal Can’la yaptığımız “Haftaya Bakış”larda bu söz konusu oluyor. Bu aslında, sun’î gündem yaratmak meselesi olarak açıklanabilecek bir şey değil. Artık iktidarın gündemi bu. İktidarın, tamamen ve tamamen kendisinin varlığına yönelik gelen her türlü tehdidi, eleştiriyi vs. kriminalize etmekten ibaret bir gündemi var. Onun dışındaki bütün insanların gerçek gündemi, iktidarın gözünde (tam tersine çevirebiliriz işte, iktidara göre bunlar) sun’î gündem, ikinci derecedeki meseleler; o kadar da hayâtî meseleler değil… Erdoğan yönetimi bizi buna, kamuoyunu buna alıştırmak istiyor. 

Bu aslında sadece Erdoğan’a özgü bir şey değil. Trump da böyle yapıyordu. Birçok otoriter lider de aynen bunu hayata geçiriyorlar. Onlar kendilerine bir dünya çiziyorlar, bu hakikat sonrası ortamda. Erdoğan gibi bazıları, ülkedeki geleneksel medyanın büyük bir çoğunluğunu denetim altına alarak buralardan bunu yayıyorlar; hatta olabildiğinc sosyal medyada da etkili olmaya çalışıyorlar. Etkili olmadıkları anda da buraları baskıyla, yasaklarla daraltmaya, bu alanı daraltmaya çalışıyorlar. Böyle bir strateji var. Trump bundan farklı bir strateji izliyordu biliyorsunuz. O, geleneksel medyayı tamamen boş vermişti. Fox TV gibi istisnalar vardı… ki onlar da şimdi Trump aleyhtarı oldu. Onun yerine sosyal medya üzerinden kendi gündemini –esas gündem olarak tüm dünyaya diyeceğim, çünkü Trump’ın takipçileri tüm dünyadaki insanlardı, haklı bir şekilde; çünkü bir anlamda dünyanın en önemli ülkesinin en önemli kişisi– buradan yürüyordu. Yani sosyal medya üzerinden yürüyordu. Ve onun dışındaki her şeyi de, geleneksel medyada çıkan her şeyi de, yalan haber olarak damgalıyordu. Ne olduğuna bakmaksızın, ayrım gözetmeksizin böyle bir şey dayatıyordu. Yani yalan haber ya da sahte gündem olarak dayatıyordu. Tabii şimdi sosyal medya şirketleri onu yasaklayınca çok zor bir durumda kaldı. Şimdi burada, Türkiye’de de yaşanan aslında böyle bir şey. Türkiye’de de Erdoğan, kendisinin gündeminde titizlikle bunun üzerinden yürüyor. Türkiye’nin meselelerini değil, kendi meselelerini Türkiye’nin meseleleri yapmak gibi bir stratejiyi benimsemiş durumda ve de takipçileri, destekçileri de aynı o minval üzerinden gidiyorlar. 

Peki burada muhalefetin, özel olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı, doğru mu? İşte bu çok tartışmalı bir konu. Daha önce birçok vesileyle, mesela cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Muharrem İnce meselesinde, daha sonra 31 Mart yerel seçimleri öncesinde de bunu çok dile getirdim. Benim pozisyonum genellikle şöyle: Muhalefetin bu tür politik olabilecek meselelerden uzak durup gerçek gündem üzerinde durmasının daha akıllıca olacağını savundum. Bugün de aynısını düşünüyorum. Fakat yine de bakıldığı zaman, mesela bu kadar saldırı karşısında, ana muhalefet liderinin cevap verme ihtiyacı hissetmesini de çok yadırgamıyorum. Çok doğru olduğu kanısında değilim; ama artık bir anlamda çaresizlik gibi geliyor. Buna karşılık Meral Akşener mesela, çok açık bir pozisyon aldı; bence doğru bir pozisyon aldı. Dedi ki: “Olayı bu seviyeye taşıyan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisidir” dedi — ki sonuna kadar haklı. Bugün Türkiye’de siyasette en sert dil; başkalarını aşağılamayı, onlara saldırmayı temel alan bir dil iktidar yöneticilerinde var. Erdoğan’da ve Devlet Bahçeli’de var. Ağızlarından resmen lavlar fışkırıyor. Özellikle HDP’ye ve CHP’ye karşı. Diğer partilere biraz daha dikkatli olabiliyorlar; ama orada da zaman zaman çok sert çıkışlar yapabiliyorlar. Dolasıyla Akşener’in söylediği, bunu ilk başlatanın kim olduğu tespiti doğru. İkinci söylediği de: “Türkiye’nin gerçek meselelerini konuşması gerekir.” Bunu nerede yapıyor? İstanbul’da esnaf ziyaretinde yapıyor. İşte siyaset biraz böyle bir şey. Biraz değil, fazlasıyla böyle bir şey. Bugünün Türkiye’sinin en temel sorunlarından biri, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de çok geniş bir şekilde oy aldığını, geleneksel olarak oy aldığını bildiğimiz küçük esnaf bugün, mesela salgınla beraber iyice zor durumda; çok somut sorunları var. Birçoğu zaten dükkânını açamıyor, mâlûm, lokantalar ve benzerleri. Ya da çok sınırlı bir şekilde paket servis için açabiliyorlar; müşteri bulamıyorlar. Büyük şirketlerle yarışamıyorlar. Online olarak uzaktan satış yapan büyük kurumlarla yarışamıyorlar vs.. İşçi çıkartmak zorunda kalıyorlar; kendi kiralarını ödeyemiyorlar. Meral Akşener bu anlamda bence isabetli bir şey yapıyor. Daha önce Ankara’da yapmıştı; sonra İstanbul’da yaptı. Başka yerlerde de yapacak mı bilmiyorum. Herhalde yapmayı düşünüyordur. Şu salgın koşullarında bile sahada siyaset yaparak, orada insanların doğrudan sorunlarını tartışarak bir siyaset yapmak istiyor ve bence isabetli. İşte özde siyaset böyle bir şey. CHP’nin de zaman zaman böyle sahaya indiğini görüyoruz, zaman zaman diyorum. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun muhafazakâr câmiayla, muhafazakar câmianın değişik kesimleriyle birtakım doğrudan görüşmeler yürüttüğünü ve bunun Erdoğan’ı çok ciddi bir şekilde endişelendirdiğini, kızdırdığını da biliyoruz. Ama Meral Akşener’in bu anlamda çok daha etkili olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla bugün Erdoğan’ın, kendisine yönelik “sözde Cumhurbaşkanı” çıkışının ardından yürüttüğü kampanyayı, aslında “sözde bir siyasî tartışma” olarak görmek hiç yanıltıcı olmaz. Fakat artık Erdoğan hep böyle. Bundan sonra da böyle olacak. Sahici meseleler üzerinden konuşan bir Erdoğan’ı artık görmemiz pek mümkün olmayacak. Onları bir şekilde geçiştiren, kısa açıklamalar yaparak geçiştiren, ama mecbur da kalan bir siyasetçi profiliyle gidip, karşı tarafın içerisinden kendisine rakip, muhalif olanların sözlerinden birtakım cımbızla sözcükler alarak… Daha önce neydi en son yaşadığımız? Fikri Sağlar’ın sözleri, İlker Başbuğ’un sözleri, Can Ataklı’nın sözleri… Ki bunların bağlamlarından alabildiğine kopartıldığı yolunda çok güçlü ve güvenilir iddialar var. Hiç önemli değil. Bunlardan ibaret bir ambalajla Türkiye’ye, kendi tabanına özellikle, ama kendi tabanının dışında tüm Türkiye’ye bir şeyi resmetmeye çalışıyor ve ilginç bir şekilde bütün bunları yargıya taşıyor. Yargıya taşıyor ve burada sanki bir hukuk devletine saygı varmış gibi gösteriyor. Fakat ülkede hukuk devleti olmadığı için, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı asla söz konusu olmadığı için, bunların bu anlamda da inandırıcılığı olmuyor. 

Umarım Türkiye tekrar özde bir siyaseti, siyasetin özüne, sorunların özüne giden bir siyasî tartışmayı, hareketliliği yaşar. Fakat iktidar ve iktidarın ortaklarının buna izin vermemek için ellerinden geleni yapacaklarını; başlarının sıkıştığı yerde her türlü devlet imkânını kullanacaklarını, medya imkânını kullanacaklarını; bunların da yetmediği yerde rakiplerini baskıyla, sindirmeyle, gözdağıyla sınırlamaya, engellemeye çalışacaklarını görüyoruz. İşte burada işin rengini değiştirebilecek olan muhalefetin kendisi, esas olarak. İktidardan böyle bir şey beklemek mümkün değil, gerçekçi değil. Muhalefetin işte burada neyi, nasıl yapacağı meselesi çok önemli. Bu noktada, bu akşam saat 20’de “Haftanın konuğu”nda anayasa hukukçusu Ergun Özbudun’la yapacağım yayını izlemenizi tavsiye ederim. Zira Ergun Özbudun, yazdığı bir yazıda geçiş dönemi senaryolarını ele aldı. Türkiye’de Erdoğan sonrası, yani yapılacak ilk seçimde –cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin hangi tarihte olacağı belirsiz ama diyelim ki normal zamanında yapıldı–, hangi senaryoların olabileceğini ve bu senaryoların ne gibi sonuçlar doğurabileceğini yazdı. Kendisiyle onu konuşacağız. Şimdiden yazıyı okumayanlara söyleyelim: Birinci senaryoda Cumhur İttifakı yine kazanıyor. İkinci senaryoda Millet İttifakı, muhalefet kazanıyor. Üçüncü, en az konuşulan ama en gerçekçi olduğunu söylediği senaryoda, cumhurbaşkanlığını muhalefet kazanıyor fakat Meclis’teki çoğunluğu anayasayı değiştirmeye yetmiyor muhalefetin. Bu durumda neler olabileceğini, o yazısında ele aldığı bu konuyu kendisiyle uzun uzadıya konuşacağız. Ve kendisi hukukçu olduğu için de Türkiye’nin şu anda hukuk devletine ne kadar yakın ya da daha doğrusu ne kadar uzak olduğunu konuşacağız. Onu da izlemenizi tavsiye ederim. Saat 20.00’de olacak. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.