Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (22): Adnan Oktar’ın harikulade maceraları ve ibretamiz sonu

Gazetecilik anılarımın 22. bölümünde Adnan Oktar’ın 40 yıla yakın serüvenini anlattım. Kendisini ilk kez Nokta Dergisi kamuoyuna duyurmuştu. Oktar ile ilk röportajı da gazeteciliğimin ilk yılında, 1985’te ben yapmıştım. On yıl sonra da Oktar’ın karalama kampanyalarının sayısız hedeflerinden biri oldum. Gerçekten onun ve onu takip edenlerinki ibret verici bir öykü.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibaret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 22. bölümünde Adnan Oktar’ı anlatmak istiyorum. Ve onun örgütü mü diyelim, artık, şebekesi mi? Cemaat denemez; bu bambaşka bir yapı çünkü. Bunu anlatmak istiyorum. Son aldığı cezanın ardından, o ve takipçilerinin aldığı cezanın ardından Medyascope’ta bir değerlendirme yapmıştım. Ve bunun ibret verici bir olay olduğunu anlatmıştım. Ve orada “Gomaşinen”e pas atıp Adnan Oktar’la ilgili tanıklığımı “Gomaşinen”de aktaracağımı söylemiştim. Araya bir de Boğaziçi Üniversitesi girdi. Hafta içinde onu –Boğaziçi Üniversitesi’nde yıllarım geçti, ama mezun olamadım– orayı anlattım.

Şimdi biraz da Adnan Oktar’ı anlatmak istiyorum; çünkü epey iyi bildiğim birisi. Bir keresinde, ilk tutuklandığı zaman –ki yanılmıyorsam 2018’in ortalarıydı–, o zaman “Tanıdığım Adnan Oktar” diye bir yayın yapmıştım Medyascope’ta. Orada bayağı bir anlatmıştım. Aslında orada anlattıklarımı biraz daha podcast’e uyarlayarak aktarmak istiyorum. Orada da söylemiştim: Adnan Oktar, üzerinde çok fazla konuşmak istediğim birisi değil. Bir tür yeminim vardı; çünkü çok kötü birisiydi ve onun Türkiye’de belli bir güç kazanmasında bir şekilde, bilmeden de olsa, katkım olduğu kanısındayım ve bu, benim için bir nevi pişmanlıktır. İsterseniz oradan başlayalım. Ama tabii ki gazeteci olarak bir yerden sonra mecburen bazı konuları ele almak zorunda kalıyorsunuz. İstemeseniz bile bunları yorumlamak durumunda kalıyorsunuz. 

1985 Mayıs ayında Nokta dergisinde çalışmaya başladığımdan kısa bir süre sonra, İslâmî hareketler ve gruplarla ilgili çalışmalar yapmaya başladım ve birkaç ay sonra bir ihbar geldi dergiye. İstanbul’da Tophane’de bir câmide bir hoca, genç çocuklara –ama bu çocuklar sosyete çocukları diye bize anlatılmıştı, zengin aile çocukları–, bunların beynini yıkadığı şeklinde bir ihbar geldi ve buna bakalım dendi. O sırada dergide çalışan, benimle yaşıt gibi olan iki muhabir arkadaş dediler ki: “Biz içine sızalım”. Ve sızdılar. İsimleri: birisi Hakan Türkkuşu –o sonra gazeteciliği bıraktı–, bir diğeri de –hâlâ iktidar havuzunun birtakım yayın organlarında sunuculuk yapıyor yanılmıyorsam– Fuat Kozluklu. İkisi birlikte bir şekilde kendilerini zengin aile çocuğu olarak tanıtıp buraya giriyorlar. Bir tür mürit oluyorlar Adnan Hoca’ya ve gizli teyp kayıtlarıyla onun ağzından özellikle galiba Atatürk’e yönelik birtakım lâflar alarak bunu getirdiler dergiye. Ve o sırada, bunu yayınlayıp yayınlamama konusunda bayağı bir tartışma çıktı — ki Nokta’nın tam istim üzerinde olduğu dönemlerdi ve her türlü konu çok geniş bir şekilde tartışılıyordu. O tartışmanın ortasında, bir şekilde doğrudan kendisiyle konuşmayı denemenin daha doğru olacağı sonucu çıktı. Ve ben görevlendirildim. Talip mi oldum, yoksa bana mı o görevi verdiler bilmiyorum, ama bir şekilde iş bana kaldı ve ben de o câmiye gittim ve kendisiyle konuşarak, bir röportaj yapmaya iknâ ettim kendisini. 

İlk defa bir gazeteciye konuşuyor olacaktı. Câmide toplanıldı: Etrafında gençler, hepsinin sırtı dönük, Adnan Oktar’ın da sırtı dönük. Çok acayip bir tipi vardı. Sakallar daha uzundu, saçlar falan, böyle yağlı gibi uzun saçlar. Ben tam karşıdan görülüyordum ve benim de sakalım vardı. Ben genellikle sakallıyımdır, bilenler bilir. Öyle oldu ki, onlar fotoğraf çektirmek istemediler, Adnan Oktar ve gençler. Fotoğrafta bir tek benim yüzüm gözüküyordu. Bazı insanlar sakalım da olduğu için beni Adnan Oktar sanmışlar, değildi halbuki. Bu arada foto muhabiri arkadaşımız, gizli bir şekilde Adnan Oktar’ın câmi avlusunda cemaatten yaşlı birisiyle konuşurken dik bir fotoğrafını çekmişti. O fotoğrafı kullandık. Orada kendisi zaten gözüküyordu. 

Bayağı bir ilgi uyandırdı bu. Çünkü Adnan Oktar’ın etrafında çok sayıda seçkin liselerden gençler vardı. Kendisi herhalde 20’lerinin sonu 30’larının başındaydı o sırada, çok emin değilim. Tam yaşı kaçtı onu bilemiyorum; ama benden büyüktü. Çok büyük değildi. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde. Evet, 56 doğumluymuş. O tarihte, 85 yılında işte tam 30 yaşında, 30 yaş civarında. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi –şimdi Mimar Sinan Üniversitesi olan yer–, orada okuyordu. Ama okula çok gittiği söylenmiyordu, okulun öğrencisiydi. Ve kendince bir öğreti geliştirmişti. Biraz karışık bir öğretiydi. İşin içerisinde bilim vardı. Nurculuktan etkiler vardı. Edip Yüksel’in geliştirdiği, daha doğrusu Türkiye’ye taşıdığı “19 Mucizesi”ni de kullanıyordu. Ama en önemlisi, gençleri bir şekilde efsunluyordu diyeyim. Onları bir şekilde etkiliyordu. 

Bu gençlere nasıl ulaşıyordu? Önce bir iki kişiyi herhalde etkilemiş olsa gerek; onların aracılığıyla bir halkayı giderek geliştiriyordu. Ortaköy’de bir evde, mütevazı bir evde annesiyle beraber yaşıyordu. Başka kimse yoktu; o eve çok gitmişliğim vardır sonradan. Girdiğiniz zaman evin kapısında, o tarihlerde çok lükstü, Timberland ayakkabılar vardı ve ilk yıllarda, Adnan Oktar gençlerin isimlerini İslâmî isimlerle değiştiriyordu. Yani böyle zengin aile çocuklarının yeni, modern isimleri yerine, Abdullah gibi ya da Ayşe, Fatma gibi isimler koyuyordu. Ve genç kızlar da –kızlar diyorum, çünkü en fazla 15-16 yaşlarındaydılar– onlar da örtünüyordu. Evlerinde örtünmüyorlardı belki; ama Adnan Oktar’ın yanına geldiklerinde –ki onlar câmiye gelmiyordu, genellikle evine gidiyorlardı– örtünüyorlardı. 

Biz bu yayını yaptıktan sonra, bu çok büyük ilgi görünce, diğer muhabirlerin gizlice yaptıkları kayıtlar tekrar gündeme geldi. Ve onlar dergi yönetimini iknâ ederek onları da yayınlattılar. Ardından yayınlandı bunlar. Ve orada tabii Atatürk hakkında birtakım aleyhte sözler de olduğu için soruşturma açıldı ve yanlış hatırlamıyorsam Adnan Oktar kısa süreli de olsa gözaltına alındı, tutuklandı, ama sonra pek bir şey çıkmadı. Her neyse; bu aldı başını gitti ve bu arada o hapse girip çıktıktan sonra bu sefer taktik değiştirdi. Ne yaptı? Genç kadınların başı tekrar açıldı, örtünme yerine, tam tersine bilâkis daha açık bir şekilde giyinmelerini teşvik etti. İsimler tekrar eskiye döndü ve şıklık çok öne çıktı, zenginlik, şıklık iyice öne çıktı. Ve bunlarla insanları etkilemeye başladılar. Orta halli ya da yoksul olan kişilere hiçbir şekilde itibar etmiyordu Adnan Oktar. Ve bu gençler üzerinden yine kendileri gibi gençlere, onların takıldıkları mekânlardan, eğlence yerlerinden, okullardan ulaştılar; daha sonra bunlar tabii üniversiteye gittiler, iyi üniversitelerde okudular. Böyle böyle, halkasını giderek geliştirdi. Bu hareketin içerisinde, cinselliğin çok önemli bir yer tuttuğu çok bârizdi. Onu çok açık bir şekilde görmek mümkündü. Erkekler, o son derece şık kıyafetlerle, bakımlı kıyafetlerle erkekler birer manken gibiydi — hepsi olmasa bile. Kadınlar da aynı şekilde. Ve bunların bu çekiciliklerinin, cazibelerinin yeni insanlar bulmaya ve de onun dışında tabii güç odaklarıyla ilişki kurmaya yardımcı olduğu söyleniyordu. 

Daha sonraki süreçlerde bunun örneklerini çok ciddi bir şekilde gördük. Şöyle ki, Adnan Oktar’ın ekibi, bir süre sonra kendilerine engel çıkaran kişilere yönelik çok ciddi şantaj faaliyetleri yapmaya başladılar. O tarihlerde sosyal medya yoktu, internet yoktu. Ama yeni yeni en popüler iletişim aracı, en modern olanı fakstı. Şöyle bir şey yapıyorlardı: Kafalarına taktıkları kişi hakkında, tamamen yalan dolan, ama çok inandırıcı bir şekilde anlatılmış birtakım iddialar dile getiriyorlardı. Foto-montajlar yapıyorlardı ve bu metinleri faksla, gazetelere şuralara buralara yolluyorlardı. Ve altına da bu faks metni şuralara yollanmıştır diye uzun bir liste koyuyorlardı. Ve böylece çok ciddi bir dezenformasyon, manipülasyon ve karalama kampanyalarını, birçok gazeteciye, birtakım akademisyenlere, kendilerine sorun çıkartan kişilere, sonra kendi içlerinde ayrışmalar olduğunda ayrılan kişilere yönelik bunları çok ciddi bir şekilde kullanmaya başladılar. Daha sonra benim başıma da aynısı geldi. Onu bilâhare anlatacağım. 

Adnan Hoca’yı 1985’ten sonra bir süre bayağı bir yoğun gördüm ettim. Ama sonra, bunlar Bilim Araştırma Vakfı diye bir şey kurdular. Ve Bilim Araştırma Vakfı üzerinden, Evrim Teorisi’ne ve Darwinciliğe karşı kampanya yürüttüler. Acayip afili kitaplar yaptılar, gold renkli. Bunların büyük çoğunluğu dünyanın dört bir tarafında bu konularda yazılmış çizilmiş şeylerin çevirisiydi. Anlaşılıyordu o. Ve çevirenler de tabii ki Adnan Oktar’ın etrafındaki gençlerdi. Hedeflerinin biri Darwinizm dedikleri olay, ikincisi de Yahudilik ve Masonluk. Bunları karşılarına alıyorlardı. Bir de tabii Komünizm. Daha sonra Türk Dünyası’nı keşfettiler. Türk Dünyası konusunda, böyle Pantürkist eğilimli birtakım yayınlar yaptılar. Ve Atatürk’ü keşfettiler, Atatürkçü oldular birdenbire. Anıtkabir’e gittiler, Anıtkabir’e çelenkler bıraktılar. Hatta geçenlerde görenler olmuştur, bunlardan birisinde Acun Ilıcalı’nın da olduğu iddia ediliyor. Emin değilim, bir fotoğraf konuluyor. O fotoğraf doğru da, orada gösterilen kişi gerçekten Acun mu emin değilim. Ve burada, Bilim Araştırma Vakfı’nda birtakım paneller düzenlediler, toplantılar düzenlediler ve buraya bazı öğretim üyelerini, Kemalist Atatürkçü öğretim üyelerini, şunu bunu çağırıp, davet edip onları ağırladılar. Ve böylece kendilerine toplumda bir yer açmaya çalıştılar. 

Bu yer açmanın bir diğer ayağı da tabii başlarına gelebilecek şeylerin önünü almaktı. Çünkü bu gizli bir yapıydı. Kendi içerisinde belli ki ritüelleri olan, kanuna uygun olmayabilecek, yasalara uygun olmayabilecek ilişkilerin olduğu, faaliyetlerin olduğu bir yapıydı ve koruma amacıyla de bu vakıflar üzerinden, Atatürkçülük şu bu üzerinden giden bir örgütlenmeydi. Sonra birden, 1994 yerel seçimlerinde, Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı olan, sonra aday olan Recep Tayyip Erdoğan’a yanaştılar. Gülay Pınarbaşı adındaki manken örtündü ve Adnan Hocacı oldu. O bir törenle Refah Partisi’ne katıldı ve Refah Partisi’nin vitrinine yerleşti, diş hekimi Filiz Ergun ile beraber. Zaten onun parti rozetini de Filiz Ergun takmıştı. Ben de o gün oradaydım, o gösterideydim. 

En sonunda bunlar 27 Mart 1994 seçimlerinde, Tayyip Erdoğan’ın kampanyasında aktif bir şekilde yer aldılar. Öyle ki, 28 Mart’ta Topkapı’da Refah Partisi İl Merkezi’nde Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimi kazandıktan sonra yaptığı ilk basın açıklamasında, arkasında, Adnan Hoca’nın önde gelen birtakım erkek üyeleri vardı. Onlar da kareye girmişti. 1994’ten hemen önce, galiba biraz daha önceydi, Fransız araştırmacısı, İslâm konularında dünya çapında bir araştırmacı olan Gilles Kepel –kendisini çok yakından tanırım, arkadaşımdır– bir kitap yazmıştı Fransa’da — 1991 sonlarında çıkmıştı: La Revanche De Dieu. Tanrının İntikamı diye Türkçe’ye de çevrildi, Metis’te basıldı. Burada sadece İslâmcılığı değil, Yahudilik’te, Hinduizm’de, bütün dinlerde bir dine dönüş olduğunu anlatmıştı Gilles Kepel. Ve Fransa’nın önde gelen bir televizyon kanalı için de bunun belgeselini yapıyorlardı. İslâm konusunda seçtikleri ülkelerden birisi de Türkiye’ydi ve benden yardım istemişti ona birtakım röportajlar ayarlamam için. Ve bu röportajlardan birisini de Adnan Oktar’la yaptı Gilles Kepel o Fransız televizyonu için. Büyük bir hevesle kabul ettiler. Bağdat Caddesi’nde çok büyük salonu olan bir evde, Fransız televizyon ekibi, başlarında Gilles Kepel olan ekip kabul edildi. Koltuklardan çok sayıda genç erkek ve kadın, kıyafetler son derece düzgün; kadınlar –yani nasıl denir bilmiyorum– ama “normalinden daha açık” diyelim. Yani cinsiyetçi olmayan bir tâbir bulmakta zorlanıyorum. Ve burada röportaj yapıldı. Röportaj şöyle oldu: Sadece Adnan Oktar konuştu. O da böyle ezberlemiş olduğu birtakım şeyleri takır takır takır söyledi. Diğerleri de huşû içerisinde onu dinlediler. Hiç unutmuyorum, sonra Gilles Kepel’e sormuştum — Mısır başta olmak üzere dünyanın dört bir tarafında İslâmî hareketleri izleyen birisi olduğu için. O da bu hareketin İslâmcılık’la falan bir alâkası olmadığı; Batı’daki, cinselliğin ve paranın çok önde olduğu bu tür yeni dinlere benzediğini söylemişti. 

Her neyse, 94 Yerel Seçimleri’nden sonra, Refah Partisi’nin Mart’ta çok büyük bir çıkış yapmasının ardından, 95 Genel Seçimlerine geldik ve orada da Refah Partisi birinci parti çıktı. Çok büyük bir başarı elde etti ve daha sonra biliyorsunuz Refah-Yol hükümeti kuruldu. O seçim gününün gecesi, ben o tarihte herhangi bir yerde çalışmıyordum, öyle hatırlıyorum, ya da çalışıyorsam bile akşam seçim gecesi, rahmetli Ufuk Güldemir’in Genel Yayın Yönetmeni olduğu Show TV’de –Show TV o tarihlerde bayağı önde gelen televizyonlardan birisiydi– ben de yorumcu olarak Show TV’de bulundum. Gece boyu orada seçim yorumladık. Şöyle bir olay oldu: Refah Partisi birinci parti oldu, Türkiye’de çok büyük bir şok var, Show TV’nin muhabirleri Ankara’da bütün partilerin genel merkezlerini teker teker dolaşıyorlar, canlı yayın yapıyorlar. Ve tabii ki herkesin aklında Refah Partisi var, ama Refah Partisi’ni de çok fazla konuşmak istemiyorlar, çünkü sevmiyorlar. Yani “Merkez partileri varken, ANAP ve Doğruyol filan varken, Refah Partisi nereden çıktı?” gibi, çok ciddi bir rahatsızlık vardı. O sırada Refah Partisi’ne bağlanıldığı bir anda, televizyonun sahibi olan Erol Aksoy –o da arada geliyordu; orada görüntüler var, daha biz oradaki konuklarla konuşmaya başlamadan– orada iki tane genci gördü, tanıdı. “Bunlar” dedi, “Adnan Hoca’nın adamları değil mi?” dedi, hatta adlarını da söylemişti, nereden biliyorsa. Hakikaten onlardı. Birisinin adı galiba Bahadır’dı. Onlardı hakikaten. Sonra biz rahmetli Aydın Menderes’e bağlandık — henüz trafik kazası geçirmemiş, Refah Partisi’nde. Refah Partisi’nin transfer olmuş önde gelen isimlerinden birisi. Ve Aydın Bey –Aydın Bey diyorum çünkü kendisi ile bayağı bir hukukumuz da vardı, sohbetimiz dostluğumuz da vardı–, Aydın Bey Show TV’ye bağlandı; yanında da tabii ki kareye girmeye çok hevesli olan o iki Adnancı var. Bir kişi Aydın Menderes’e seçimle ilgili bir soru sordu. Ondan sonra bana sıra geldi. Ben de aynen –aynen diyorum ama böyle değil–, önce Aydın Bey’e “Tebrik ederiz” falan dedim, ondan sonra dedim ki: “Siz ki siyasette fazileti çok öne çıkartırsınız, ahlâkı çok öne çıkartırsınız. Ama şu anda bakıyorum ki yanınızda bulunan kişiler Türkiye’de ahlâksızlıkları ile, başkalarına şantaj yapmakla vs. nam salmış isimler. Bunu nasıl bağdaştırıyorsunuz?” diye bir soru sordum. 

Ve tabii ki bomba gibi düştü bu ortaya. Aydın Bey’in ne cevap verdiğini bilmiyorum, hatırlamıyorum daha doğrusu. İşler karıştı, çarşı karıştı yani. Ve çok büyük ilgi gördü bu. O tarihlerde çok güçlü sosyal medya falan yok. İnternet var mı çok emin değilim, varsa bile çok zayıf. Ufuk Güldemir bu konularda çok kurnaz birisiydi. O bölümü, o gece, ertesi gün, bir gün daha döndürüp döndürüp Show TV’de yayınlattı. Yani benim Aydın Bey’e o soruyu sorduğum, onun ne diyeceğini bilemediği bölümü döndüre döndüre gösterdi. Bayağı bir hit oldu. Ama bu arada tabii Refah Partisi seçimi kazandı. Sonradan öğreniyoruz ki bunlar, nasıl Mart seçimlerinde Erdoğan’a İstanbul için çalışmışlarsa, genel seçimlerde de Refah Partisi’ne yatırım yapmışlar. Ve Aydın Menderes’in de seçim kampanyasına araba ve şoför vermişler. Onu birçok yere onlar taşımış vs.. Ve tabii ki sonra Refah Parti iktidara gelince de, bir şekilde bunların geri ödemesini almayı hesaplayarak yatırım yapıyorlar. Yani neydi? “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” yapıyorlar. Ve bizim de orada hasbelkader söylediğimiz olay bir şeyleri karıştırmış. 

Sonra ne oldu? Sonra, demin bahsettiğim, o karalama kampanyalarının muhâtabı ben oldum tabii. Ben İsrail ajanıyım ve gidiyorum Mossad’da eğitim görüyorum. Mossad beni bağlamak için bana işte şunu yapıyor, bunu yapıyor. Onun foto-montaj resimleri var vs., şu bu. Bunları yine sağa sola fakslayarak dağıttılar. Neye uğradığımı şaşırdım. Böyle birkaç sayfalık bir şey benim hakkımda. Ardından hakkımda dava açtılar. Davaları İstanbul’un değişik adliyelerinde açtılar. Kartal, Sarıyer, şu bu. Ben herhangi bir yerde çalışmadığım için, şirketim de yok yani bana sahip çıkacak. Doğru dürüst param da yok. Hepsine tek tek gidip, bizzat gidip, avukatsız bir şekilde ifade verdim. Onlar avukatlarıyla geldiler, kendileri gelmese bile avukatlar, şikâyetçiler filan. Benimle bayağı bir uğraştılar. Yine hiç unutmuyorum, neye uğradığımı şaşırdım ve tek tabanca kalıyorsunuz ve burada çok ciddi bir suç örgütü var aslında. Ve sizle uğraşıyor. Bundan sonra İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in babası, Nurettin Soyer –Tunç’un kardeşi Onur benim Galatasaray Lisesi’nden arkadaşım, dolayısıyla Tunç’u da iyi tanırım, Nurettin Amca’yı da aileden birisi gibi tanırım– İstanbul’a geliyormuş Nurettin Soyer. Bilenler bilir, hukukçu, sıkıyönetim döneminde savcılık yapmış. MHP Davası’nın savcısı olan çok iyi bir hukukçu idi ve çok iyi bir insandı. İstanbul’a gelmişler ve ben de Nurettin Amca’ya gidip –Bakırköy’de bir akrabalarının yanındaydılar, orada– gittim, elimde artık o solmuş olan faks şeyiyle, bunu gösterdim, dedim ki: “Nurettin Amca, ben bu adamlara ne yapayım, ne yapabilirim?” Hiç unutmuyorum, böyle baktı, baktı, baktı, dedi ki: “Ruşen” dedi “bunlar bu şeyi yapma cesaretine sahiplerse, sen bunlara hiçbir şey yapamazsın. Boşuna hiç uğraşma. Ama” dedi, “bunu yapanlar muhakkak ve muhakkak bir gün düşerler” dedi, “ayaklarına çelme yerler, düşerler. Eğer istiyorsan, düştükleri zaman bir tekme de sen vur” dedi ve olayı kapattı. 

Bu olaydan bir süre sonra bunlara bir operasyon çektiler. İçeri girdiler — Ecevit dönemiydi yanlış hatırlamıyorsam. Sadettin Tantan İçişleri Bakanı’ydı. Adnan Hocacıları, Adnan Hoca’nın kendisini hapse attılar vs.. Ve bu, tekrardan durumu kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyor. Bir gün Taksim’de, Atatürk Kültür Merkezi’nin önündeyim. Orada genellikle arabalar beklenir vs.. Bir genç geldi bana. “Ruşen Bey nasılsınız?” falan diyor. “Kimsiniz siz?” dedim. “Ben” dedi, “Adnan Abi’nin şusu busu”, Adnan Oktar’ın bilmem nesiymiş. “Size selamı var” dedi. Uyduruyor tabii de. Tabii ki o şey dönemiydi, Adnan Oktar’ı kurtarmak için her şeyi yapabilecekleri bir dönemdi. Ben de dedim ki: “Ya, kardeşim, bana ne selam yolluyor, siz bana hayatımda görmediğim bir terbiyesizliği, kötülüğü yaptınız. Yani hangi yüzle selam yollar bana” dedim. Bana orada demişti ki: “Esas sen bize nasıl, ne kötülük yaptın, biliyor musun?” —“Ne yaptım?” dedim. O seçimden sonra, o yayından sonra herhalde, en üst düzeyde isimler –bu, Erbakan’ın kendisi olabilir, Şevket Kazan olabilir– o olayın yarattığı etkiyle, bu adamları kesinlikle partide hiçbir şekilde görmek istemiyoruz” diye bir talimat vermişler. Ve bunların 1995 seçimlerinde yaptıkları bütün yatırımlar güme gitmiş. 

Evet, o olaydan sonra uzun bir süre ben bu konuyu çok fazla ele almak istemedim. Ama hep takip ettim. Adnan Oktar’da şunu gördüm mesela: Tam nabza göre şerbet veren birisi, bukalemun gibi. Mesela benim evde hâlâ bir yerde vardır, ararsam bulurum: Soykırım Yalanı diye kocaman bir kitap yapmışlardı bunlar ve Yahudi Soykırımı’nın ne kadar asılsız olduğunu vs., tam bunu –Batı’da buna “revizyonizm” deniyor– ileri süren bir kitap yapmışlardı. Daha sonra tabii işin rengi değişince, şu olunca bu olunca, bu sefer Soykırım Gerçeği diye bir kitap yaptılar, aynı kişiler. Bir zamanlar Masonluğa karşı çok cengâver çıkışlar yapan Adnan Oktar, daha sonra kendisinin Mason olduğunu söyledi. Galiba doğru, bilmiyorum, eğer Masonlar onu Masonluğa kabul ettilerse o da ilginç bir olay olur. Ama Mason olduğunu söyledi. Şimdi şöyle bir hava yaratıyorlar: Bütün dünyada kimseyle sorunları yok, ama İngiliz Derin Devleti diye bir şey var, onlar bunların başına çorap örüyor, vs.. 

Bütün bu anlattığım olayların üzerinden 36 yıl geçti, başlangıçtan başlarsak. Ben onunla 85 yılında görüştüğümde, Adnan Oktar zaten bu yola girmişti. Yani yaklaşık 40 yıllık bir hareket söz konusu. 56 doğumlu olduğuna göre de 65 yaşında şu anda. Bunun 40 yılı bu tür örgütlenmeyle geçmiş. Bunda bayağı bir başarı kaydetmiş. Ama bu arada çok kişiye çok kötülük yapmış. Aileler, sefil olan aileler, çocuklarını kazanmak isteyen aileler. Arada bir bunların içinde bu davada ceza alan Oktar Babuna’nın başını çektiği, insanlardan DNA toplama meselesi var, karmakarışık bir iş. Dünyanın dört bir tarafında Harun Yahya adıyla yazılan o kitapların birçok dile çevrilip, bedava dağıtılıyor olması, Darwinizm karşıtı vs.. Bu kitapların devletin okullarında okutulmuş olması, bunların o vakıfları aracılığıyla devlet okullarında konferanslar vermeleri, iktidara yakın bazı gazetelerde bu kitapların ek olarak bedava dağıtılması vs.. Ve tabii ortada dolaşan acayip paralar. Bu paraların nereden gelip nereye nasıl dağıldığı. Çok sayıda cinsel istismar, suiistimal vs. iddiaları. Şunlarla bunlarla geçen, İslâm’ın bir motif olarak durduğu, ama esas olarak Adnan Oktar’ın kendisini Mehdi olarak pazarlamaya çalıştığı bir hareket. 

Şu anda bin yılı aşkın –üç ayı da var hattâ– bir cezaya mahkûm oldu. Bakalım ne olacak? Normal şartlarda bakılırsa, hayatı cezaevinde sonlanacak gözüküyor; ama Türkiye’de hiçbir zaman bunlar böyle normal şekilde gelişmediği için, ne söylesek yalan olur. Ama benim de 36 yılına tanıklık ettiğim bu hareketin dünyada da benzerleri çok var. Genellikle kriminal bir şekilde sonlanan hareketler, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, bazen Avrupa’nın değişik ülkelerinde de oluyor. Çok benzeyen, birçok şeyin çalıp çırpılıp birleştirildiği, ama esas olarak başındaki kişinin gençleri, kendisinden zayıf insanları efsunlayarak, onları bir şekilde –hani bunu mecâzî anlamda söylüyorum, ama belki doğrudan karşılığı da vardır– “hipnotize ederek” ve tabii ki onları alabildiğine sömürerek kurduğu bir saadet zinciri bu aslında. En baştakinin en büyük payı aldığı, sonradan katılanların da pay aldığı ve en son gelenlerin de onlar gibi pay almayı hesapladığı bir saadet zinciriydi. Bu zincir koptu. Hiç de fena olmadı. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.