Bu bir kişisel yazı. Gazeteciliğe adım atmanın üzerinden geçen 40 yılın genel hatlarıyla bir değerlendirmesi. Aynı zamanda gazetecilikteki dönüşüme dair de kendi zaviyemden gözlemleri de bir deneme babından yazmaya çalışacağım.
Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara İnkılap sokak 19 numaradaki bürosunda, istihbarat şefi Erbil Tuşalp’in masasının önünde dizlerini ve ellerini birleştirmiş oturan ve “Gazeteciliği öğrenmek istiyorum” diyen biri olarak duruyorum. Erbil abi, benim de daha sonra bu mesleğe adım atmak isteyen bir çok genç arkadaşıma söylediğim şeyleri söylüyor bana: “Yapacak başka işin varsa, onu yap.” Kendi gibi askerlikten çıkarılma olmamın verdiği bir yakınlaşma olsa da, en azından “şimdilik” kaydıyla, ordudan atıldığımı kimseye söylemememi de tembihliyor.
Erbil abinin masasının önüne nasıl geldiğimi yazmadan gazetecilik serüvenine başlangıç eksik kalır. O nedenle biraz geriye döneceğim ve askerlik sürecimi özetlemeye çalışacağım.
14 yaşında giyilen haki elbise
Altı çocuklu, iki göz gecekonduda yaşayan ailenin en büyük çocuğu olarak ortaokuldan sonra yatılı bir okula girmek en büyük hedef. Bu nedenle beş farklı sınava girdim. O zamanlar tek sınav yapılmıyordu. Bunlardan üçüne girmeye hak kazandım ve askeri okulu tercih ettim.
1974 yılında, 14 yaşında, Ankara’da Mamak Muhabere Okulu bünyesinde bulunan Elektronik Astsubay Hazırlama Okulu’na adım atarak giydim haki elbiseyi. Dört yıllık öğrenciliğin ardından 1978 yılında rütbe taktım ve Ankara’da bir yıl 700. Muhabere Ana Depo ve Bakım Komutanlığı’nda aldığımız eğitimin ardından tüm mezunlar kur’a torbasına elimizi attık. Torbadan Urfa 20. Mekanize Tugay Komutanlığı’nı çektim. 1979’un sıcak haziran ayında adımımı attım Urfa’ya. Malum 12 Eylül darbesi olurken Urfa’daydım ve 1981 Nisan ayında bir gece yarısı gözaltına alınma, sorgu, adından Diyarbakır Cezaevi ve 10 Mayıs 1982’de tahliye. 13 ay süren zorlu ve çok fazla hasar bırakan bir süreç.
İçerideyken tayinim Erzurum Kandilli 6. Zırhlı Tugay Komutanlığı’na çıkmış ve bu kez yolculuk Kandilli’ye… Orada da bir buçuk yıl kadar görevden sonra 25 Kasım 1983’te bir akşamüstü tekrar gözaltına alındım ve bu kez Ankara’ya o zaman Kirazlıdere’de bulunan, önce siyasetçilerin sonra da sorguya alınan rütbeli askerlerin koyulduğu Dil İstihbarat Okulu’na götürüldüm. Bu dönem 12 Eylül sonrasında yapılan ve Özal’ın seçimi kazandığı ama henüz hükümet kurma görevinin verilmediği zamanlar. Sorgunun ardından 17 Ocak 1984’te hakim karşısına çıkarıldık, tahliye kararı verildi ve “Göreve dönmeyin, gelecek yazıyı bekleyin” denildi. Bir süre sonra gelen yazıda 7 Mart 1984 itibarıyla “re’sen emekli” edildiğim yazıyordu. Türkçesi, ordudan atılmıştım.
Ben gözaltına alınıp, Ankara’ya doğru sorguya gönderilirken, üstlerine yaranmak isteyen işgüzar birkaç subay, bekar astsubay lojmanlarında benimle aynı odada kalan sıhhiye astsubay Ercan’ı sorgulamışlar. Sonradan aldığım bilgiye göre, benim kimlerle görüştüğüm, ne yaptığım, ne okuduğum, kime ne söylediğim gibi sorular sormuşlar. Sonra da “Askeri birlikte kal, yarın yine sana sorular soracağız” deyip, yatakhaneye yollamışlar. Sabah kalkan ve kahvaltıya gitmek için Ercan’ı uyandırmaya çalışan arkadaşları, tabancasını kalbine dayayarak intihar ettiğini görmüşler.
Tek suçu iki ay kadar bir süre benimle aynı odada kalmak olan Ercan’a ilişkin daha sonra kimseden ayrıntılı bilgi edinemedim. Ancak Ankara’da sorguda da bana sık sık Ercan’la ilgili sorular soruldu, anladığım intiharı konusunda dosyaya koyacak bir şey bulma çabası içindeydiler.
Burada iki paragrafta özetlediğim bölümde yaşananlar ayrı bir yazı konusu, gazetecilikle ilgili olmadığı için kısaca yazmayı seçtim.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Farkında olmadan gazetecilik yolları açılıyor
O zamanlarda astsubayların üniversite sınavlarına girmesi yasaktı. Bu yasağın kaldırılması için metin hazırlayıp, imzaya açmıştık. Bu işi gizli, kapaklı yapmaya çalışan bir avuç astsubaydık. 1980’de “gizli” olarak sınavlara girdim, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazandım ve darbe sonrası izinler kaldırılmış olsa da bir yolunu bulup kayıt yaptırmayı başardım. Ordudayken izin tarihlerimi sınavlara denk getirerek, cezaevlerinden ve disiplin hapislerinden arta kalan zamanlarda sınavlara girmeye çalıştım.
Ordudan atıldığımda son sınıftaydım. Bir yandan iş ararken, diğer yandan da okula devam edip, haziran dönemi sınavlarına girdim. Sonrasında da İstanbul ve Mersin’e giderek gemilerde telsizcilik yapmak için iş aradım. Ordudan atıldığımı söylemesem de durum anlaşılıyordu ve iş bulamadan Ankara’ya baba evine döndüm tekrar.
Akılda olmayan gazetecilik, ne oldu da gündeme geldi?
Geçmiş dönemden kalan dersler de fazla olduğu için iki haftalık sınav döneminde çok fazla dersten sınava girmiştim. Sonuçları öğrenmek için okula gittim ve orada Ahmet Dirican’la karşılaştım. Emek’ten Kızılay’a kadar körüklü otobüsün en arkasında, ayakta, gelecek planları konuşmaya başladık. Ahmet, gazetecilik yapmayı düşündüğünü anlattı, ben de iş arama serüvenimi. Bana, “Sen de gazeteciliğe başlasana” dedi Ahmet. Çok az okula gittiğimi, kendileri gibi dört yıl okumadığımı anlattım ve bunun üzerine Ahmet, gazeteciliğin okuldan çok, çalışarak öğrenilebilecek bir iş olduğunu söyledi ve “Hem başka iş arayacaksan da gazetecilik buna imkân sağlayabilir” dedi. Bu ikinci kısım daha aklıma yattı açıkçası.
Diyarbakır’da yargılandığımız, hüküm giydiğimiz dosya Askeri Yargıtay’a gelmişti. (Yargıtay bozdu, yerel mahkeme buna uydu ve 1986 yılında 12 Eylül günü verilen bir kararla yargılanan sekiz arkadaş beraat ettik.) Yargıtay’daki avukatımız da yine ordudan istifa etmeye zorlanan hakim Üstün Günsan’dı. Onun yanına gittim ve gazeteci tanıdığı olup olmadığını sordum. Cumhuriyet’ten Erbil Tuşalp ve UBA Ajansı’ndan Baki Özilhan’ı tanıdığını ve arayabileceğini söyledi: “Erbil de senin gibi ordudan ayrılma, 12 Mart döneminde.” Bunun üzerine Erbil Tuşalp ve Cumhuriyet öne çıktı. Nasıl çıkmasın ki, gazete okumanın bile yasaklandığı askeri okulda, son sınıftayken, kaçak olarak aldığımız Cumhuriyet Gazetesi’ni, Mamak Muhabere Okulu’nun çam ormanında, kuytuluklarda okuyor, okuyunca toprağa gömüyor ve hafta sonu izne çıkarken de ben alıp eve götürüyordum. Adımız bile vardı: “Çamaltı kültür merkezi.”
Böylesi bir sürecin sonunda en başta anlattığım yere, Erbil abinin masasının önüne oturmuştum. Erbil abi “Hilal-i Ahmer” yararına çalışacağımı hatırlattı, stajyerlere herhangi bir ücret ödenmiyordu. Sonuçta maksat bir yerden başlayabilmekti ve Erbil abi “Yarın sabah gel ve başla” deyince, 20 Temmuz 1984’te gazeteciliğe adımımı attım. Ne tesadüftür ki, UBA ile görüşen Ahmet de 20 Temmuz’da gazeteciliğe başladı. Gazetecilikten yakındığımızda, şaka yollu birbirimizi suçlarız, “Senin yüzünden gazeteciliğe başladım” diye.
Cumhuriyet: Muhteşem okul
Cumhuriyet’e “muhteşem okul” dedim çünkü benim açımdan gerçekten öyleydi. Mesleğin temeli bakımından ne öğrendiysem orada öğrendim. Önce o dönemin Cumhuriyet’i hakkında bilgi vermem lazım. Hasan Cemal’in genel yayın yönetmeni, Okay Gönensin’in yazıişleri müdürü olduğu bir dönem. Ankara’da ise temsilci Yalçın Doğan, istihbarat şefi Erbil Tuşalp. Parlamentoda Rafet Genç ve Betül Uncular. ANAP muhabirleri Faruk Bildirici ve Canan Gedik, kültür sanat muhabiri Jülide Gülizar, Halkçı Parti-Sodep muhabiri Hasan Uysal, ekonomi muhabiri Enis Berberoğlu, diplomasi muhabirleri Ahmet Tan ve Sedat Ergin, foto muhabiri Rıza Ezer. Çalışma hayatı ve sendikalara ise Işık Kansu bakıyor. Ankara’da yazar olarak Uğur Mumcu ve Mustafa Ekmekçi vardı. Bir süre sonra Cüneyt Arcayürek de yazar kadrosuna katıldı. Bir çırpıda sayabildiklerim böyle. Ufuk Güldemir ise Amerika’ya yollanmıştı, döndüğünde bir de bilgisayar getirmişti ve bilgisayar kavramıyla ilk kez orada tanıştım ama o kadar. Ne menem bir şey olduğu hakkında bir bilgim yoktu.
Sabah haber toplantılarının her biri benim için büyük dersti. Muhabir ve yazarlar büyük masanın etrafına oturur ve haber konuşulur, neler yazılmış, kim neyi atlamış ya da atlatmış, o gün neler yapılacak, uzun uzun tartışılırdı. Stajyerler olarak masaya oturamaz, yanlarda duran masalara yaslanarak toplantıyı izlerdik. Ben staja başladığımda iki stajyer daha vardı, Ümit Aslanbay ve Zeki Saral.
Erbil abiden ilk ders
Cumhuriyet’in Ankara bürosu büyük bir salon, Yalçın Doğan’ın bir odası var, foto muhabirinin karanlık odası var, bir de salonun en uç kısmında teleks odası var. Orada nöbetleşe çalışan iki teleksçi olurdu. Daktilo ile yazılan ve istihbarat şefi tarafından düzeltilen haberler teleksçilere verilir ve onlar da telekste yazarak İstanbul’a yollardı. Erbil abi çağırdı ve bir haberi vererek, teleks odasına götürmemi söyledi. Aldım, götürürken, Erbil abi tekrar yanına çağırdı ve ilk dersimi verdi: “Benim verdiğim haberi öyle sallanarak götürmeyeceksin. Verdiğim her haber teleks odasına gidene kadar okunacak. Haber yazmayı öğrenmenin ilk yolu, haberi okumaktır. Bu arada bir yanlış görürsen de çekinme, gel söyle, hepimiz hata yaparız.” Bu arada teleks kullanmayı, teleksle hat aramasını öğrenmemi de söyledi. Odaya girdim ve meşhur teleksçi Halil dayı ile tanıştım. Haberi verdim ve teleks denilen şeyi görünce bir tanıdığa rastlamış gibi sevindim. Askeri okulda okurken ben telsiz teknisyeni olmak için eğitim alıyordum ama yan derslerden biri de telem dersiydi. Orduda telem dediğimiz şeye burada teleks deniyordu ve benim en iyi derslerimden biriydi. Sadece kullanmayı değil, tamirini bile biliyorum. Perfere almayı (teleksin yanında bulunan bir cihaz, telekste yazılanları ince bir şerit üzerinde delikli kodlara çeviriyor, o kağıdı uçlarından birleştirip aynı cihaza takıp gönder tuşuna bastığında, aynı yazıyı çok hızlı bir şekilde istenilen yerlere tekrar tekrar yollamak mümkün oluyor) perfere takmayı, hat aramayı, hepsini biliyorum. Bu durum başlangıç için bir avantaj oluşturdu.
İlk haber
O zamanlar elektrik kesintileri olurdu ve kesinti bilgileri teleksle gazete ve ajanslara yollanırdı. İlk yazdığım haber bir elektrik kesintisi haberiydi ve kan ter içinde kalmıştım yazana kadar. İlk imzalı haberim ise pazarlardaki fiyatlara ilişkindi. Erbil abi “Pazarlara git, pazarcılarla ve vatandaşlarla konuş, haberini yaz, getir” talimatını vermişti. O talimat sonrası yazılan haber ilk imzalı haberimdi, içim içime sığmamıştı o gün. Bürodaki herkesten ve en çok da Erbil abiden haberciliğe dair çok şey öğrendim. Her daim gazetecilikteki hocam olarak Erbil abiyi anarım, son günlerine kadar da görüşmeyi sürdürdüm.
Erbil abiden soru sormanın önemini öğrendim. “Soru, yanıttan önemlidir, sen sorunu sor, karşındaki istemiyorsa yanıtlamasın” derdi. Sıkı arşivciydi ve büronun her tarafında klasörleri vardı, önemli gördüğü belge ve haberleri oralara koyardı ve biz gençler de yardım ederdik. Arşivciliği ve dosya haberciliğini de Erbil abiden öğrendim.
O sırada gececi askerde olduğu için nöbetleşe bir kişi gece kalıyordu. Bir süre sonra teleks bilgimin de katkısıyla gececilik bana kaldı. Sabah erkenden geliyorum, akşam mahalleme giden son otobüsten kısa bir süre önce büroyu kapatıp çıkıyorum. Ben ordudan atılınca sekiz kişilik ailenin geçim yükü asgari ücretle çalışan babamın omuzlarına binmişti. O nedenle her ay babamdan otobüs abonman parasını alıyorum, onunla işe gidip dönüyorum. Hilal-i Ahmer (Kızılay) yararına çalıştığım için de herhangi bir ücret almıyorum ve sabah evde kahvaltı yapıp çıkıyorum, eve dönünce de akşam yemeği yiyorum. Arada bir lafı açıldığında “Bir öğle yemeği parası verilseydi fena olmazdı ama o okulda dokuz ayda öğrendiklerim sayesinde de hayatımı kazandım” derim.
Cumhuriyet’ten ayrılma ve Nokta Dergisi
Kurumlar uzun süre stajyer çalıştırmak istemediği ve kadroya alma işlemi de nadir olduğu için bir süre sonra veda zamanı gelip çatıyor. Erbil abi bir akşam, “Seni yemeğe götüreyim” dedi ve yemekte stajyerlerin yollanacağını, o nedenle artık Cumhuriyet’e gidemeyeceğimi söyledi. Dokuz aylık Cumhuriyet okulu benim için kapanmıştı. Ücretsiz çalıştığım yerden çıkarılmış ve işsiz kalmıştım ama bunu eve nasıl söyleyecektim. O nedenle yine işe gider gibi evden çıkıyor, Kızılay’da kitapçıları dolaşıyor, ayakta “bedava” kitap okuyor ve akşam da eve dönüyordum. Zafer Çarşısı’ndaki kitapçılar ve Konur Sokak’taki Dost Kitabevi ikinci evim sayılırdı.
Dost Kitabevi’nde kitap karıştırırken sınıf arkadaşım Nezih Tavlaş’la karşılaştım. Ne yaptığımı sordu, anlattım. Kendisi de Nokta Dergisi’nde çalışıyormuş ve siyasi muhabir arandığını söyledi. Birlikte derginin Ankara Temsilcisi Aycan Giritlioğlu’nun yanına gittik. Konuştuk, çok fazla deneyimim yok, apaçık ortada. “Biz seni ararız” diyerek, yollandım. Hoş arasalar da ulaşamazlar evde telefon yok. Nezih bana bilgi verecek, arada buluşacağız.
Görüşmeden sonra Cumhuriyet’e gidip Erbil abiye durumu anlattım ve Aycan Giritlioğlu’nu arayıp, arayamayacağını sordum. “Ben Aycan’ı ararsam olacağı varsa da olmaz, Ahmet’le (Tan) iyi arkadaşlar, Ahmet’e aratalım” dedi. Ahmet Tan, Aycan Giritlioğlu’nu aradı ve böylece Nokta Dergisi’nde stajyer olarak çalışmamın yolu açıldı. 1985’in Mart ayının son günlerinde adımımı attım Nokta’ya.
Nokta’da genç bir ekip vardı ben başladığımda. Sonradan anladım ki kısa bir süre önce yönetimde değişiklik olmuş. Ahmet Tümel istihbarat şefliğinden alınmış ve çok genç henüz 23 yaşında olan Can Dündar istihbarat şefi olmuş. O sırada ben de 24 yaşındayım. Ben başladıktan kısa bir süre sonra 4 Nisan 1985’te Erdal İnönü’nün genel başkanı olduğu ve 1983 seçimlerine girmesi yasaklanan Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) Konur Sokak’taki genel merkezinde küçük kurultay toplantısı vardı. Böylece ilk siyasi muhabirliğime de bu küçük kurultayla başlamış oldum.
Nokta’da ilk önemli haber, ilk tekzip
Nokta Dergisi haftalık olduğu için pazartesi günleri oldukça uzun haber toplantısı yapılıyor, yapılmasına karar verilen haberler yazılıp İstanbul’a yollanıyor ve oradan çıkan karar ya da istenen haberlere göre de faaliyete başlanıyordu.
Nokta’ya başladığımda burada da teleks kullanılıyordu. Bir gün yeni bir cihaz geldi, telekse göre çok ufak bir şey. Faks dediler adına. Haberi yazıyoruz, cihazın üzerindeki bir yere koyuyoruz, üzerindeki telefonla İstanbul’daki faksın telefonunu çeviriyoruz ve oradan bir ses geldiğinde de gönder tuşuna basıp telefonu kapatıyoruz. Yazdığımız haber saniyeler içinde karşı tarafta çıkıyor/muş. Öyle dediler. Hemen denemeler yapıldı, hepimiz yeni bir şeyle tanışmanın heyecanıyla etrafına toplandık, şaşkın şaşkın izledik cihazın marifetlerini.
Erbil abinin yazdığı ama Cumhuriyet’in kullanmadığı bir işkence haberi vardı. Amasya Suluova Havza Yeniçeltek Asayiş Bölük Komutanı Yüzbaşı Atasoy Fitos hakkında, işkence yapılmaması için rüşvet aldığı gerekçesiyle dava açılmış. Erbil abiye gidip, yayınlanmayan bu haberi Nokta’ya önerip öneremeyeceğimi sordum, hiç düşünmeden “Tabii ki” dedi, “Yayınlarlarsa çok iyi olur.” Bunun üzerine haberi önerdim ve araştırmam için Erzincan’a gitmem söylendi. Aycan abi nasıl gideceğimi sordu, otobüs bileti aldığımı söyledim, bana kızdı: “Otobüsle gidilmez, iptal et, Erzurum’a uçak bileti alsınlar, oradan da Erzincan’a geçersin.”
Uçak bileti alındı alınmasına da soran olmadı hiç, daha önce uçağa bindin mi diye. Esenboğa’ya gittim ve orada birilerini gözüme kestirip, onlar ne yapıyorsa yaparak uçağa binmeyi başardım. Bir ilk daha yaşanmış oldu böylece.
Erzincan’a ulaştım ve o dönem SODEP İl Başkanı olan Mustafa Kul’u buldum (Daha sonra Erzincan milletvekili de oldu) ve 3. Ordu Karargahı’nda adli müşavirlikte birilerini bulup bulamayacağımızı sordum. Adli müşavirle tanışıyormuş ve birlikte yanına gittik. Durumu anlattım ve olaya ilişkin dosyanın bilgilerini, Fitos’un vesikalık fotoğrafını verdi, “Böylelerinin orduda olmaması gerek” diyordu, kızarak.
Dosya ve fotoğraf elimdeydi. Döndüm, haberimi yazdım ve yayınlandı. Haber yayınlanınca Fitos’un avukatı dergiye tekzip yollamış ve o da bir sonraki sayıda yayınlandı. İlk haberim tekzip edilmişti ama haberin doğruluğuna inanıldığı için bana bir şey söylenmedi. Fikri takip olarak uzaktan davayı takip ettim ve yargılama sonunda Fitos hapis cezasına çarptırıldı, orduyla ilişiği kesildi. Onun da haberini yaptım.
Nokta’ya başladıktan altı ay sonra kadroya hızlı geçiş
Eylül 1985’te idam kapağı yapılmaya karar verildi ve İstanbul’dan ne, Ankara’dan ne yapılabilir onlar tartışılıyor. Ben idam kapağı yapılacaksa bir cellatla da konuşmak gerektiğini söyledim ve Aycan abi “Konuştun da hayır mı dedik” diye karşılık verdi.
Tanıdığım avukatlardan birinin bürosuna gittim ve durumu anlattım. O da bunun çok zor olduğunu, cellatların kimliği konusunda bilgi verilmediğini söyledi. O sırada cezaevinden yeni çıkmış, kafası üç numaraya vurulmuş bir kişi girdi büroya, o da avukatmış, içeriden çıkınca arkadaşlarına uğramış. Konuşmaya tanık olunca, “Hüseyin Gazi semtinde oturan bir müvekkilim vardı, çeribaşı, ona bağlı çingenelerden biri üç-dört kişiyi astı benim bildiğim. Adresini hatırlamıyorum ama Hüseyin Gazi’ye dolmuşla gidince son durağa yakın bir yerde in ve taksicilere sor, tanırlar. Bulunca benim yolladığımı söyle, seni konuşturur cellatla” dedi.
O zaman gazetecilerde ses kayıt cihazı olması bir lükstü. Büronun ses kayıt cihazını aldım ve hafta sonu tatilimde Hüseyin Gazi semtine gittim ve sokak sokak çeribaşı aradım. Tabii şunu söylemem gerek, 40 yıl önce Hüseyin Gazi, Ankara’nın birçok yeri gibi gecekondu mahallesiydi, çok kalabalık değildi ve komşular birbirini tanırdı. Uzunca bir süre dolaştım ve tam ümidimi kesmek üzereyken sorduğum bir terzi bana çeribaşının evini tarif etti. Gidip buldum ve durumu anlattım. Sokakta toprak elemekte olan birine “Hüseyiiiin” diye seslendi çeribaşı ve nispeten büyük gecekondusunun verandasına gelen Hüseyin’e benim gazeteci olduğumu konuşmak istediğimi söyledi. Önce konuşmak istemese de ikna oldu ve açtım ses kayıt cihazını, ben sordum o yanıtladı. Sonuçta önerimi gerçekleştirmiştim. Tabii bu söyleşinin bir ilk olduğunun ayrımına sonra varacaktım, bildiğim kadarıyla ondan sonra da bir cellat söyleşisi yapılmadı.
Pazartesi toplantısında cellatla konuştuğumu söylediğimde Aycan abi “fotoğraf” dedi, tek gitmiştim ve fotoğraf yoktu. O zamanlar büroda tek fotoğraf makinesi olurdu, onu da foto muhabiri kullanırdı. “Hemen Adem’le (Altan) benim arabaya atlayıp gidin, fotoğraf çekin” talimatını verdi Aycan abi. Gittik ama cellat Hüseyin sırra kadem basmış. Söyleşi yaptığını duyan polisler biraz sıkılamışlar ve o da kayıplara karışmış, eli boş döndük.
İdam kapağı 22 Eylül 1985’te yayınlandı ve bu söyleşi sonrasında kadroya alındım. O zamanlarda kadroya girmek için bir buçuk yıl kadar stajyer olarak çalışmak gerekirdi, ben bu yolu altı ayda tamamlamış oldum, bu söyleşi sonrasında.
İlk ödül
Bu söyleşi bana ilk ödülümü de sağladı. Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin röportaj ödülü verildi. O yıl Hürgün Gazetesi’nde yayınlanan “O yanımda olsaydı” röportaj dizisi nedeniyle Neyyire Özkan da röportaj ödülünü almıştı ve ödül töreni için Ankara’ya gelmişti. Orada tanıştık ve cezaevleri ile ilgili bir kitap yazdığını, birçok cezaevinde kalan insanla görüştüğünü ve Diyarbakır Cezaevi’nde kalan birini bulma konusunda yardımcı olup olamayacağımı sordu. Yanıt, “Karşında oturuyor” oldu.
Neyyire ile iki gün uzun uzun konuştuk ve Diyarbakır Cezaevi’ni anlattım. O görüşme Neyyire’nin “Cezaevi Cezaevi” adlı kitabında iki ayrı bölüm olarak yer aldı. Bir bölümde cezaevinde yapılan işkenceler, bir bölümde ise Ali Sarıbal’ın koğuşta dövülerek öldürülmesi olayına ilişkin tanıklığım yer alıyor. O bölümlerde anlatıcı olarak yer alan “G.H.” benim.
Nokta’nın “İşkenceci Sedat Caner” kapağı
Nokta Dergisi’nde siyasi parti olarak SHP’ye bakıyor ve onun dışında da ülkenin hemen her yerinden farklı kaynaklardan edindiğim haberleri yazıyordum. Haberde eli boş dönmek de var tabii ki. Bunlardan birini -aynı zamanda büyük bir hayal kırıklığını- anlatacağım. Dergide farklı bir heyecan yaşanıyor ve İstanbul’da yaşanan bu heyecan bize de sirayet ediyor ama ne olduğu konusunda bir fikrimiz yok. Söylenen, “Bomba gibi bir kapak olacak.”
Heyecanla beklediğimiz kapak 2 Şubat 1986’da yayınlandı: “Bir işkenceci polisin itirafları.” Çok ses getirdi ve bir sonraki hafta söyleşinin devamı yayınlanacak. Bu arada bana SHP’den birkaç milletvekili ile konuşmam söylendi. Sedat Caner işkence edip, öldürüp, gömdükleri kişilerin yerlerini de göstermiş, oraya biz milletvekilleri ile gidip, suç duyurusunda bulunacağız ve oralarda kazı yapılacak. Malatya, Maraş, Adıyaman bölgesinde farklı yerlere gidilecek. SHP milletvekilleri Fikri Sağlar, Ali İhsan Elgin, Ayhan Fırat bize yardımcı olmayı kabul ettiler. Nokta’nın polis-adliye muhabiri olan İzzet Dağıstanlı, ben, milletvekilleri karayolu ile yola çıktık. İstanbul’da Sedat Caner’le İpek Çalışlar ve Can San görüşmüş. Can San ve Sedat Caner daha sonra birlikte bölgeye gitmişler ve orada kimleri, nerelere gömdüklerini göstermiş. Can da bize bölgede katılacak ve suç duyurularında bulunacağız.
Gittik savcılığa, suç duyurusunda bulunduk, milletvekilleri de olunca savcılar kazı yapmayı kabul ettiler. Can bize yer gösterecek ve kazı yapılacak ama bir türlü emin olamıyor. “Can, işaret koymadın mı” diyorum, “Taş koydum” diyor. Taş koyduğunda her yer karmış ve taşlar belli oluyormuş, biz gittiğimizde ise karlar nispeten erimiş ve her yer taş. Can’ın emin olmadan gösterdiği birkaç yerde kazma kürekle kazı yapıldı. O zaman iş makineleri yaygın değil. Toprak buz tutmuş, ne kazma işliyor, ne kürek. Tüm suç duyurularımız boşa düştü ve eli boş olarak gerisin geriye döndük, büyük bir hayal kırıklığıyla. Sedat Caner’in itiraflarının ikincisi de yayınlandı ama bizim çabalarımız sonuçsuz kalınca haberde yer alamadı. Sadece ikinci sayıda Genel Yayın Yönetmeni Arda Uskan imzasıyla yazılan yazıda “Nokta’nın sorumluluk habercilik anlayışı, bu ifadeler elde edildikten sonra bizi yoğun bir inceleme ve araştırmaya götürdü. Caner’in anlattıkları tek tek inceleniyor, yurdun çeşitli yerlerinden elde ettiğimiz bilgilerle bütünleştiriliyordu” ifadeleriyle yerini aldı çabalarımız.
İki genç gazetecinin gördüğünü göremeyen devlet: Fethullahçılar
Nokta’nın 28 Aralık 1986 tarihli sayısında “Orduya sızan dinci grup: “Fetullahçılar” başlıklı bir haber yer aldı. Haberde Ruşen Çakır’ın imzası vardı. Haber çok ses getirdi. Kuleli ve Işıklar askeri liselerindeki askeri öğrenciler arasında Fethullah Gülen’in “Işık Evleri”ndeki eğitimlere katılan öğrenciler belirlenmiş ve okulla ilişiği kesilmişti. Bu haberde Işık Evleri’nde neler yapıldığı, orduya ve kamuya yerleşmenin ve oradaki hedeflerinin neler olduğu yazıyor ve 2010 yılında devleti ele geçirme planları olduğu bilgisi de yer alıyordu.
Ruşen’in bu haberi üzerine ben eski bir astsubay okulu öğrencisi olarak, benzeri operasyonların astsubay okullarında da yapılmış olacağını düşünerek araştırmaya başladım. Kendi okulum, Çankırı Astsubay Okulu, Kara Havacılık Okulu gibi yerlerde neler yapıldığını soruşturdum. Şubat ayı başında durum netleşmeye başladı. Bu okullarda da bir çalışma yapılmış, 100 civarında öğrencinin ilişiği kesilecek, şubat tatili sonrasında karar işleme koyulacak. Şubat tatiline gitmeden öğrencilerle mülakatlar yapılmış ve atılacakların isimleri belirlenmiş. Bunlardan bazılarının isimlerini ve şubat tatilinde nerede olacaklarını öğrendim. Bu öğrencilerden birkaçını bulup görüştüm ve haberini yazdım. Bu kez haber “Askeri okullarda 2. irtica operasyonu” başlığıyla kapak yapıldı. Kapak haberinde Ruşen’in de bir değerlendirme yazısı yer aldı.
1986 Aralık ve 1987 Şubat ayında iki genç gazetecinin bulup çıkardığı ve 2010 hedeflerini bile yazdığı bir yapının farkına devlet varmadı! 1980’li yıllarda belirlenen hedef 15 Temmuz 2016’da uygulamaya koyulmak istendi. Devlet içinde, devletle ve özellikle de AKP iktidarı ile kol kola, iç içe yürüyen, büyüyen yapı ile iktidar arasında yaşanan paylaşım savaşı sonucunda ülkede birçok şey eskiye dönülemeyecek kadar kötüye gitti, gidiyor.
Köy korucusu ile görüşme ve hayatımda yeni dönemin ilk belirtileri
1984 yılında PKK ile başlayan çatışmalar sonrasında bölgede köy koruculuğu sistemi başlatılmıştı. Köy korucularına kendi bölgelerinde verilen yetkiler oldukça fazlaydı, devlet tarafından silah da verilmişti. Siirt’in Fındık bölgesi, Güçlükonak Köyü’nde bulunan köy korucusu Bahattin Aktuğ’un insanlara işkence ettiği, baskı yaptığı bilgileri bana ulaşmıştı. Aktuğ ile görüşmek istiyordum. 1986 Aralık ayı başında Nokta Dergisi’ne başlayan Nuray Şirin de Siirt-Diyarbakır taraflarında bazı haberler yapmak istiyor ancak bölgeyi bilmiyordu. Nokta’nın istihbarat şefliğini yapan Nurcan Akad ikimizi birlikte bölgeye gönderdi ve “Gidin, ne kadar haber öneriniz varsa hepsini halledip, gelin” dedi.
Nuray’la Diyarbakır’a gittik, uçakla. Orada görüşmeler yaptık ve Cizre’ye gitmemiz gerekiyor. Diyarbakır’da yargılanırken avukatlığımı yapan Mustafa Özer, “Cizreli bir arkadaşım var, birazdan yola çıkacak ama onlar üç kişi, arkada oturacaklar, siz ikiniz arabanın ön koltuğunda oturursanız, araba hazır” dedi. Kabul ettik.
(Bu hikâyenin bundan sonraki kısmını ben yazmayı bırakıyorum, söz Nuray’da. Nuray çok daha güzel yazıyor benden. Buradan okuyabilirsiniz yolculuğun kalan kısmını. Nuray yaşamının son dönemlerinde kızımız Sera’ya bizi anlatan mektuplar yazdı, bu da onlardan biriydi, o gözle okumakta yarar var.)
Önerdiğimiz haberler hakkında bilgiler aldık, görüşmeler yaptık ve Ankara’ya döndük. Beş gün boyunca birçok il ve kasabayı dolaştık. Bu yolculukta Nuray’la yakınlaşmaya başladık. Ankara’ya döndükten sonra da birbirimizi anlama ve tanıma konusunda süreç yavaş yavaş ilerledi. Nokta’da birlikte çalışırken 20 Mart 1988’de de evlilikle sonuçlandı bu süreç.
İki buçuk yıl süren dosya arayışı
1984’te ANKA ajansından Timur Türkan, Bingöl’ün Genç ilçesinde Sıddık Bilgin isimli bir öğretmenin işkencede öldürüldükten sonra elbiseleriyle gömüldüğü haberini ortaya çıkarmıştı. Çok önemli bir haberdi ve zanlılar bu haber sonrasında yargılandılar. Yüzbaşı Ali Şahin, üsteğmenler Ümit Erol ve Eriş Bilgin, astsubaylar İbrahim Yıldız Görür ve Mehmet Acar ile er Sakıp Ay yargılandı ve sadece yüzbaşı Ali Şahin’e dokuz ay görevden men ve 11 ay hapis cezası verildi.
Ben bu dosyada yargılanan üsteğmen Ümit Erol’un Elazığ’da görev yaparken üç ere tecavüz ettiğini, erlerin şikâyetçi olduğunu ve yargılandığını, dosyada gizlilik kararı olduğunu öğrendim. İmkânı yok dosyaya ulaşamıyorum, Elazığ-Malatya arasında ne kadar tanıdık varsa haberleşiyorum ama dosyaya ulaşamıyorum. İki buçuk yıl uğraşmanın sonucunda dosyaya ulaştım, tecavüze uğrayan ve şikâyetçi olan erleri bulup görüştüm, haberini yazdım ama Ümit Erol’un fotoğrafını bir türlü bulamadım. Fotoğraf olmayınca haber kapak yapılmaktan vazgeçildi ve derginin iç sayfalarında kullanıldı. Haber yazıldığında Ümit Erol Malatya Askeri Cezaevi’nde hükümlü olarak bulunuyordu.
Diyarbakır Cezaevi’ne gazeteci olarak girmek
Cezaevlerindeki işkence ve baskı haberlerinin çok tartışıldığı bir ortamda ANAP hükümetinin Adalet Bakanı Oltan Sungurlu Cezaevleri’nin gazetecilere açılacağını duyurdu. 1987 yılında oldukça kalabalık bir gazeteci grubu bakanlığın sağladığı araçlarla cezaevlerine götürüldü. Türkiye’nin farklı yerlerindeki birçok askeri ve sivil cezaevi gazetecilere açıldı.
Diyarbakır Cezaevi’ne dört yıl sonra ve gazeteci olarak girmek farklı bir heyecan benim için ve bu durumu benden başka bilen yok. Cezaevinde bazı bölümlere götürülüyoruz ve idamlıkların kaldığı 33. koğuşa götürüldük. Orada 3. koğuşta birlikte kaldığımız ve idam cezası almış olan Ramazan K. ile karşılaştım, şaşırdık, çaktırmadan kucaklaştık. “Cezaevinde yaşananlar konusunda bir yazı hazırladık, onu sana verebilir miyim” dedi ve ben de yere koyduğum çantamın içine koymalarını söyledim.
El yazısı ile sarı saman kağıda yazılmış bir metindi. Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan işkenceleri anlatan ve öldürülen 32 kişinin isimlerinin yer aldığı bir belgeydi. O sırada ben Söz Gazetesi’ne geçmiştim ve gazete henüz yayın hayatına başlamamıştı. O nedenle belgeyi Nokta Dergisi’ne verdim ama orada haber olarak kullanılmadı. Ben de o İletişim yayın grubunun çıkardığı Yeni Gündem Dergisi’ne verdim. Yeni Gündem tam metin ve dergiye ek olarak yayınladı. Bu belge ve öldürülen 32 kişi bölümü birçok yerde ve kitapta kaynak olarak kullanıldı.