Hıdır Göktaş yazdı – Meslekte 40 yıl…. Dünden bugüne yaşananlar ve mesleki gözlemler | İkinci bölüm: Nokta’dan ayrılma, Öcalan röportajı, Güneş Gazetesi ve kitaplar

Ercan Arıklı’nın hayali, Söz Gazetesi deneyimi ve sonun başlangıcı

Birinci bölümü okuyun | Hıdır Göktaş yazdı – Meslekte 40 yıl…. Dünden bugüne yaşananlar ve mesleki gözlemler | Birinci bölüm: Gazeteciliğe başlangıç, Cumhuriyet ve Nokta dönemi

Nokta’nın patronu Ercan Arıklı bir gazete çıkarmak istiyordu. Bu nedenle Nokta’nın kadrosu genişletilmiş ve gazeteye muhabir yetiştirme çalışmalarına başlanmıştı. Gazete aşamasına gelindiğinde dergiden bir grup Söz Gazetesi’ne geçti, dışarıdan da muhabirler alındı ve Ankara Bürosu kuruldu. Nokta’nın istihbarat şefi Nurcan Akad gazetenin Ankara temsilcisi oldu. Ben gazeteye geçenler arasındaydım, SHP’ye ve parlamentoya bakacaktım. Basın kartını da henüz almıştım. O dönemde basın yayın okulu mezunları en az 18 ay kadrolu olarak çalıştıktan sonra basın kartı almaya hak kazanıyorlardı. Ercan Arıklı gazeteye Sabah Gazetesi’nin o zamanki sahibi Dinç Bilgin’i de ortak etmişti. 

Çok sıkı bir ekip kurulmuştu ve henüz gazete ortada yokken bile hemen her toplantıyı, açıklamayı izliyorduk. Gazete çıkmadan basın camiasında bir rüzgar estirmişti. Gazetenin yayın günü gelip çattı. İlk sayıyı elimize aldık ancak büroya giren Nurcan Akad, gazetenin genel yayın yönetmeni, tüm yazıişleri müdürleri ve kendisinin istifa ettiğini duyurdu. Gazetenin prova baskısını gören Dinç Bilgin “Böyle gazete olmaz” demiş ve o zaman Sabah’ın genel yayın yönetmeni olan Zafer Mutlu ve ekibini alarak yeni bir gazete yapmışlar ve ilk sayı olarak o basılınca tüm yazıişleri ekibi istifa etmişti. Sonuçta gazete doğum sırasında ölmüştü. Ondan sonra dikiş tutmadı. Ne gazete tam olarak yürüyebildi ne de Nokta. Gazete bir süre devam etti ve kapandı. Dergiden gazeteye gidenlerin bir kısmı işten çıkarılırken, bir kısmı da tekrar Nokta’ya döndü. Ben dönenler arasındaydım ama sürekli çatışma yaşanıyordu ve Mayıs 1988’de işten çıkarıldım. Nuray da mayıs ayının sonunda Nokta’dan istifa etti ve evlendikten iki ay sonra işsiz kaldık. 

Öcalan röportajı

Diyarbakır Cezaevi’nde yattığım dönemde daha önce adını sanını duymadığım, bilmediğim Kürt örgütleri hakkında fena sayılmayacak bir bilgim olmuştu. Gazeteciliğe 20 Temmuz’da başladım ve ondan 25 gün sonra PKK ilk kez Eruh baskını ile adını duyurmuş, birkaç gün sonra da Şemdinli baskını olmuştu. Böylece 1980 öncesinde ve sıkıyönetim mahkemelerinde “Apocular” olarak yargılanan yapı, bir silahlı başkaldırı başlattığını ilan ediyordu.

Öcalan’ın Suriye ve Bekaa bölgesinde olduğu biliniyor ama Suriye bunu kabul etmiyordu. Bu süreçte PKK’nın Köln Bürosu ile temasa geçmeyi başardım. 12 Eylül’den sonra yurtdışına kaçan solcu arkadaşlarım bu teması sağlamışlardı. Onlara Öcalan ile röportaj yapmak istediğimi ilettim. Bu talebimi sık sık tekrarladım. 1988 Nisan ayında yakın zamanda röportajın gerçekleşeceği bilgisi verildi. Daha sonra Milliyet’ten Mehmet Ali Birand ve Cumhuriyet’ten Hadi Uluengin’in de aynı tarihlerde bölgeye gideceği ve üç kişiyle aynı anda görüşme yapılacağı söylendi. Birand ve Uluengin o zaman çalıştıkları kurumların Brüksel temsilciliğini yapıyorlardı.

O sırada işsizim, pasaport alma girişimlerim sürüyor ama “sakıncalı” damgasını bir türlü kaldırtamadığım için pasaportum yok. Üstüne üstlük parasal olarak da durumumuz iyi değil. Röportajı yapsak nerede yayınlatacağız, o da belli değil.

Ben bu arada iş arıyorum. Güneş Gazetesi Ankara Temsilcisi Nahit Duru’dan randevu aldım ve gazetenin Rüzgarlı Sokak’taki bürosuna gittim. Gazetenin patronu o zamanlar ANAP’lı Mehmet Ali Yılmaz. Nahit Duru ile görüşürken, haziran ayı içinde Öcalan’la röportaj yapabileceğimi de söyledim. O ana kadar anlattıklarımı sakince dinleyen Nahit Duru, “Hayriii” diye seslendi ve içeriye giren kişiye, “Bak, arkadaş Apo’yla röportaj yapacakmış, bize günde kaç kişi geliyor böyle” dedi ve bıyık altından güldüler. Tabii ki sonuç olumsuz ve kös kös çıktım bürodan.

Duru’nun seslendiği Hayri’nin o zaman gazetenin haber müdürü olan Hayri Birler olduğunu sonradan öğrenecektim ve yollarımız tekrar kesişecekti.

Sonuçta Nuray’la ne yapabileceğimizi konuşurken, dışarıdan bir gazeteye verebileceğimizi düşündük ve Söz’den istifa ettikten sonra Hürriyet Ankara Büro’da çalışmaya başlayan Nurcan Akad’a gittik. Bizi çok iyi tanıyan Nurcan o zaman Ankara Temsilcisi Ertuğrul Özkök ile konuştu, bizi görüştürdü ve Özkök arada Nurcan olunca bu kadar genç ve zıpır iki kişinin böylesi önemli bir röportajı yapabileceğine ikna oldu. Eğer röportajı yapıp getirip, verirsek anlaştığımız parayı alabilecektik, onun dışında hiçbir şeye karışmayacaklardı. Fotoğraf makinemiz olmadığı için Özkök kendi küçük makinesini verdi.

Benim pasaport sorunu çözülemeyince Nuray’ın gitmesini konuştuk, Köln’dekiler önce kabul etmediler ama görüşmeler sonucunda kabul ettirdik. Paramız olmadığı için düğünde takılan birkaç altını bozdurduk ve Nuray otobüsle Adana’ya, oradan Hatay’a ve oradan da Halep’e gitti. Halep’te karşılanacak ve bir eve götürülecek, sonra da röportajın yapılacağı yere.

Tabii o zaman telefon imkânları sınırlı. Sorunlu da olsa Nuray’ı karşılamaya gelenler ulaşmış. Nuray bağlantı evine geçince haberleştik. Röportaj için Bekaa’ya götürüleceğini, Birand ve Uluengin’in ise Brüksel-Lübnan üzerinden uçakla geleceğini söyledi. Bu bekleyiş sürerken bir gün ne görelim, Milliyet’in birinci sayfasında Birand’ın Öcalan’la görüştüğü büyük puntolarla duyuruluyor ve röportajın “yarın” yayınlanacağı ilan ediliyordu. Ne olduğunu anlayamamıştım. Özkök ve Nurcan aradı “Ne oluyor?” diye. Nuray’a Bekaa’dan ulaşmak mümkün değil, Halep’teki bağlantı ile konuşuyorum, bir sonuç yok. Hiç değilse kısa bir bölüm, birkaç başlık alabilmek için uğraşıyoruz ki Milliyet’le aynı gün en azından başlangıç yapabilelim diye. Bu çabalar sürerken o sırada Atina’da olan dönemin Başbakanı Turgut Özal röportaja yayın yasağı getirildiğini açıkladı.

Nuray ve Hadi, Halep’e geldiğinde konuştuk. Birand sözleşilenden bir gün önce Lübnan’a gelmiş ve “Ben Öcalan’ı 32. Gün’e çıkaracağım, ayrı görüşmem gerek” gibi şeyler söyleyerek ikna etmiş. Nuray ve Hadi yoldayken röportajı yapmış ve ayrılmış. Nuray ve Hadi yayın yasağı da gelince bölgede üç gün kalarak kapsamlı görüşme yapmış. Nuray ayrıca ellerinde esir olup olmadığını sormuş ve Bekaa’da tutulan 13 kişinin olduğunu öğrenmiş. Bunların bir kısmı işçi, bir kısmı ise asker. Nuray bu esirlerle de ayrıca görüşmüş ve fotoğraf çekmiş.

Nuray karayolu ile gittiği yolu yine karayolu ile döndü ve görüşme hazırlanıp Hürriyet’e verildi, fotoğraflarla birlikte. Özkök, röportaj yayınlanmasa da sözleşilen parayı bize ödedi. O parayla o zaman piyasada kıt bulunan bir masaüstü bilgisayar aldık. Harddisk kapasitesinin 20 megabit olduğunu söyleyeyim de anlaşılsın, ne muhteşem bir şey olduğu! 

Öcalan söyleşisi sonrası Nurcan’ın da desteğiyle Hürriyet’e girme olasılığım doğdu ama bir türlü olumlu bir haber gelmiyor. Ağustos ayında Nuray’a Toplu Konut ve Kamu Ortaklı İdaresi Basın Bürosu’nda çalışma teklifi geldi ve Nuray “Bir eve iki gazeteci fazla, böyle sürekli işsizlik olmasın” diyerek bu teklifi kabul etti ve 1 Eylül itibarıyla başladı işe. 

(Nuray’ın yolculuğa ilişkin notları ve Öcalan’la yapılan ilk röportaj öylece duruyor. Nuray bloğuna bu yolculuğu ve söyleşiyi de yazacaktı ama hastalığın son sürecinde birçok yazı yazmasına karşın, bu konuyu yazmaya ömrü vefa etmedi. Nuray’ın tüm yazılarına ve Nuray’a dair yazılanlara buradan ulaşmak mümkün. )

Yeni iş ve yeni sıkıntılar

Ağustos ayında Irak’ta karışıklıklar var, sağlıklı haber alınamıyor. Saddam Hüseyin’in yine kimyasal silah kullandığı bilgileri geliyor. Bunun sonucunda da bombalanan Kürt bölgesinden Türkiye’ye ve İran’a doğru bir hareketlilik olduğu söyleniyor. Hürriyet’ten aradılar, gittim. Özkök, bu bilgiyi Kürt kaynaklarından doğrulatıp, doğrulatamayacağımı sordu ve bana bir yer gösterip önüme de telefonu koydular. Gün boyunca Stockholm, Köln, Diyarbakır, Cizre tüm kaynaklarımla görüştüm ve büyük bir göçün gelmekte olduğunu, Kızılay’ın da bölgeye yardım götürdüğünü öğrendim ve haber yaptım. Haber 16 Ağustos 1988 tarihli gazetenin birinci sayfasında, alt tarafta “Kürt kaynaklarına göre, Türkiye’ye sığınan Kürt sayısı 20 bin” başlığıyla yayınlandı.

Hürriyet o gün o haberi büyütmedi, ağustos sonu, eylül başı diğer tüm gazetelerde büyük haberler olarak verilmeye başlandı. Bu haberden sonra Hürriyet’e girme umutlarım artmıştı ama olmadı. Onun yerine Hürriyet grubunun çıkaracağı Gazete Gazetesi’nde çalışmam istendi ve “zorunlu” olarak kabul ettim. Çok küçük bir büro olacaktı ve Hürriyet havuzundan da haber alınacaktı. Temsilci Sezai abiyle (Bayar) görüşerek çalışmaya başladım. Adnan Gerger vardı, bir de karikatürist olarak Nezih Danyal. Dört kişilik çekirdek bir büro. Daha sonra Zeynep İpek ve Ahmet Dirican da kadroya katıldı.

Gazetenin yayınına üç-dört gün kala Sezai abi geldi ve “Ben temsilci değilim, yeni biri gelecek, her kimse” deyip, kırgın ve kızgın gitti. Sezai abinin bürodan ayrılmasından sonra (Büro Hürriyet’in Cinnah Caddesi’nin başında bulunan binasının küçük bir bölümü) içeriye biri girdi ve “Ben Hayri Birler, yeni temsilci benim” dedi.

Böylece birkaç ay önce Güneş’te bir anlık gördüğüm kişi temsilci olarak gelmişti büroya. Gazete çıkacak ve ilk güne manşet aranıyor. Beni çağırdı Birler ve “Apo röportajında başka şeyler var mı?” diye sordu. Öcalan röportajı yasaklı olduğu için yayınlanamıyor. Ben de Nuray’la konuşup bilgi vereceğimi söyledim. Esirler bölümü var ama onu Nuray’la konuşmadan söylemedim, konuştuk ve Nuray “Olabilir, kullansınlar” dedi.

Bunun üzerine bilgi verdim Birler’e, röportajı, fotoğrafları verdik bu kez haberin imzası sorunu çıktı. Haberin benim imzamla yayınlanmasını ben istemedim, röportajı yapan Nuray çünkü ama Nuray da gazetenin çalışanı değil ve kamuda çalışmaya başlamış. Sonuçta ikimizin imzasıyla haberin çıkması konusunda fikir birliğine vardık ama Nuray’ın iş yerinde sorun çıkması durumu var. Bunun üzerine Nuray basın bürosunun başındaki Işıl Alatlı ile konuştu. Işıl Hanım, “Benim açımdan sorun yok ama yine de başkana soralım” demiş ve birlikte Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanı Bülent Gültekin’in yanına çıkıp durumu anlatmışlar. Bülent Bey de, “Bu görüşme, sen buraya başlamadan ve gazeteciyken yapılmış. Bir sorun olmaz” demiş. 

(Buraya kısa bir not düşmek istiyorum. Şimdi böyle bir karar verebilecek bir bürokrat, bürokratı geçtim bakan var mıdır? Kamuda görevli bürokratlar inisiyatif sahibi ve karar alabilen insanlardı.)

Bu gelişmeler üzerine haber “PKK üç Türk’ü esir aldı!” başlığıyla Gazete Gazetesi’nin 8 Ekim 1988 tarihli ilk sayısının manşeti olarak yayınlandı. Haberde ise ikimizin imzası ve Nuray’ın Öcalan’la görüşme fotoğrafı yayınlandı. Haber üzerine Genelkurmay askeri savcılığınca soruşturma açıldı, gidip ifade verdik ama hakkımızda dava açılmadı.

İki ay önce “Öcalan’la röportaj yapacağım” dediğimde bana inanmayanlardan biri, gazetenin manşeti için Öcalan haberi istedi. Gazete Gazetesi 18 ay kadar yayınlandı ve sonra kapatıldı. Temsilci Hayri Birler ise işe başlamamdan bir yıl sonra, “süreli sözleşme” imzaladığım gerekçesiyle beni işten çıkarttı. Asıl gerekçe ise sendika seçimlerinde genel kurul delegesi olmak istiyordu ve bürodaki herkesin kendisine oy vermesini istedi, ben vermedim. Bu ortaya çıkınca da yıllık izinden çağrıldım ve çıkışım verildi.

Hayri Birler gazete kapatılınca Hürriyet Gazetesi’nde temsilci yardımcısı olarak çalışmaya başladı. Ertuğrul Özkök’ün yerine oynadı ama yaptığı hamle boşa çıkarıldı. Daha sonra ise uzun bir süre İngilizce olarak yayınlanan Turkish Daily News Gazetesi’nde çalıştı.Oradan ayrıldıktan sonra da bir kamu kurumunda üst düzey görev aldı, o kurumun il bürolarında ve yurtdışı temsilciliklerinde görev yaptı. 

İşsizlik, işsizlik

Gazete Gazetesi’nden çıkarıldığımda yine uzun süre işsiz kaldım. Bu arada Güneş Gazetesi el değiştirmiş ve gazeteyi Kıbrıslı Asil Nadir almıştı. Genel Yayın Yönetmenliği’ne ise yine Kıbrıslı bir gazeteci olan Metin Münir getirilmişti. Metin Münir BBC ve Reuters deneyimlerinin de etkisiyle farklı bir gazete yapmak istiyordu. İnsan hakları sayfası yapılacaktı haftada iki gün ve sayfanın editörlüğünü ise Neyyire Özkan yapacaktı. Neyyire benim Ankara’da sayfaya haber yapmamı istediğini ve Metin Münir’e önereceğini söyledi. İstanbul’a giderek Metin Münir’le görüştüm ve Ankara Büro’da işe başlamak için yollandım. 

Ankara Büro yönetimine haber verilmediği için benim büroda işe başlamam sıcak karşılanmadı ve bir süre habere yollanmadım. Sonrasında işler yoluna girdi ama başlangıç sıkıntılı oldu. Metin Münir ayrılınca yerine Ahmet Altan geçti ancak Kıbrıs’la ilgili bir haber başlığı nedeniyle kısa sürede ayrılmak zorunda kaldı. Yerine Ankara Temsilcisi olan Uluç Gürkan getirildi, Ankara Temsilcisi ise Nurcan Akad oldu. Bu dönemde ben de istihbarat şef yardımcısı oldum. Fakat Asil Nadir’in İngiltere’de faaliyet gösteren Polly Peck şirketi zora girdi, Asil Nadir İngiltere’den kaçmak zorunda kaldı ve gazetede işler kötü gitmeye, ücretler ödenememeye başladı. 

Üç ay ücret ödenmeyince çalışanlar direnişe geçti ve haber geçilmemeye başlandı. İstanbul’da yazıişleri ajanslardan topladığı haberlerle gazeteyi çıkarmaya çalışıyordu. Bu sırada İstanbul’da bir grup gazete yönetimine geçmek için faaliyete başlamış ve kurum dışından biri aracılığıyla bana Ankara yönetimi için teklif yapıldı. Bu, Ankara’daki direnişin kırılması anlamına geliyordu ve bu tür bir yapılanmanın içinde olmayacağımı belirterek reddettim. Bir süre sonra ise gazete yönetimi Fatih Altaylı ile anlaşmış ve Altaylı Ankara’ya gelerek gazetenin matbaa makinelerini sattı, çalışanlara işten çıkarıldıkları söylendi ve bir anda 30’a yakını muhabir, bir o kadar da matbaa çalışanı ve idareci olmak üzere yaklaşık 60 kişi işsiz kaldı.

Bir işsizlik daha ve ilk kitap

Nokta Dergisi’nde çalışırken Doğu ve Güneydoğu’ya çok fazla gidip haber yapmıştım. Dersim kapağı, Saidi Nursi kapağı gibi çalışmalar yapılırken de birçok farklı bilgi ve belgeye ulaşmıştım. Öcalan söyleşisi de yapılmıştı ve elimizde duruyordu. PKK gerçeği ortadaydı ve Kürt sorunu konusunda pek fazla konuşulmuyor ve sorunun ne olduğu da açıkçası pek fazla bilinmiyordu. Kürtlerle ilgili kitap yazma fikri aklımdaydı ve işsizlik dönemlerimde de Meclis Kütüphanesi’ne giderek epey araştırma yapmıştım. O dönem piyasada Kürtlerle ilgili kitap bulmak imkansızdı. 12 Eylül’den sonra da bu konuda bir kitap yazılmamıştı.

Kürtlerle ilgili kitap çalışmasını üç başlıkta yapacaktım. İlki 1800’lü yıllardan Dersim harekatına kadar olan kısım. İkinci kitap 1938’den 1980 12 Eylül darbesine kadar olan dönem (sadece Türkiye değil, Irak, Suriye, İran’da Kürtlerle ilgili olanlar da) ve son olarak da PKK’nın 1984’te başlattığı harekat ve sonrası olacaktı.

İlk kitap Güneş’in son dönemlerinde yayınlandı. “Kürtler İsyan Tenkil” adlı bu kitap aynı zamanda 12 Eylül’den sonra Kürtler hakkında yazılmış ilk kitaptı. Oldukça ilgi gördü ve kısa sürede iki baskı yaptı. Bu kitap yazılırken evde farklı bir heyecan yaşanıyordu, bir çocuğumuz olacaktı ama cinsiyeti henüz belli değildi. Çocuğumuza ad arayışımız da sürüyordu bu arada, ikimiz de birer ad bulacaktık ve çocuğumuz iki adlı olacaktı. Ben ister kız, ister erkek olsun ikinci adının Şirin olmasını istedim, Şirin Nuray’ın soyadıydı. Böylece medeni kanuna karşı da hile yapmış olacaktık ve çocuğumuz ikimizin de soyadını taşıyacaktı.

İlk kitap doğmamış çocuğumuza ve annesine ithafla yayınlandı: “Şirinlere, var olana ve gelmekte olana.”

Güneş kapanıp işsiz kaldığımda bebeğimizin cinsiyeti de belli olmuştu. Bir kızımız olacaktı ve ağustos başında kucağımıza alacaktık. Bu arada Nuray da isim konusunda kararını vermişti: Serâ. Farsça olan bu ad “Yeryüzü” demekti. Serâ Şirin’i beklerken ben ikinci kitabı da yazmaya başlamıştım. Kızımız 3 Ağustos’ta dünyaya açtı gözlerini ama o andan sonra onun her hareketiyle eğlenmekten kitap ilerlemiyor. Ev kira, bebek olunca masraflar katlandı, tek maaş yetmiyor. Kitabın telifi işimize yarayacak ama ortada kitap yok. Sonuçta Nuray’ın kitap bitene kadar Serâ’yı da alıp annesine gitmesi akla yatkın geldi. Ben de günde beş-altı saat uyuyarak zaten çatısı çatılmış olan 120 sayfalık kitabı bir haftada yazıp bitirdim ve biter bitmez de gece yarısı buluşup evimize döndük.

“Kürtler, Mehabad’dan 12 Eylül’e” adlı bu kitap da ilki gibi Yeni Alan Yayıncılık tarafından basıldı ve o da iki baskı yaptı. İkinci kitabın etkisiyle ilk kitap üçüncü baskıyı da yaptı. Bu kitapların telifi biraz nefes aldırsa da iş yok. Hem Öcalan röportajı, hem Kürt kitapları birden tüm kapıları yüzüme kapattı ve Ankara basınında iş yok. Bu konudaki üçüncü kitap, açılan dava, işsizlikler nedeniyle yazılamadı.

Kitaplar, kitaplar

İş olmayınca kitaplara asıldık. Bu sırada işsiz olan ve 1990’da “Ayet ve Slogan” kitabı epey ses getiren Ruşen Çakır, Metis Yayınevi için Siyah Beyaz kitap dizisi önermiş, kabul edilmiş. Türkiye’nin farklı sorunları ile ilgili kitaplar olacak bu seride. 1991 seçimlerine giderken Türkiye’nin sorunlarına merkez sağ ve merkez sol siyasetçiler nasıl bakıyor, bu konuda birlikte röportaj kitap yapma önerisiyle geldi Ruşen. Ruşen İstanbul’da ve başka kentlerde, ben de Ankara’daki siyasetçi ve akademisyenlerle söyleşiler yapacağız ve bunlar kitapta yer alacak. 

Görüşülecek isimler belirlendi, sorular belirlendi. Herkese benzer sorular sorulacak, söyleşinin seyri içinde çok az da olsa sorular farklılaşacak. Böylece aynı soru ve sorunlara yanıt aranmış olacak, amacımız bu. Söyleşiler yapılıyor bir yandan, kayıtlar deşifre ediliyor bir yandan, Serâ’dan arta kalan zamanlarda Nuray da deşifre işine destek oluyor. Böylece hızlıca iki kitap ortaya çıkardık Ruşen’le.

Merkez solun sorunlara yaklaşımı, “Resmi Tarih, Sivil Arayış”, merkez sağın sorunlara yaklaşımı ise “Vatan Millet Pragmatizm” adıyla yayınlandı. Seçim sürecinde ve sonrasında etkili olan bu iki kitap halen dönem araştırmaları yapan akademisyenler için kaynak kitap olarak kullanılıyor.

Biz bu kitaplarla uğraşırken 1991 seçimleri yapıldı ve DYP-SHP koalisyonu kuruldu. Ben de TBMM’de yeni kurulan İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nda çalışmak için başvurdum. Zorlanarak da olsa engeller aşıldı ve 1 Ocak 1992’de komisyon danışmanı olarak işe başladım. Bir yıl sonra sözleşmem feshedildi, gerekçe ise emniyetten sol örgütten yargılandığıma ilişkin bilginin Meclis Başkanlığı’na gönderilmesi. Yargılandığımı yazan emniyet her nedense (!) beraat ettiğimi yazmamış. O dönem Meclis Başkanı olan Hüsamettin Cindoruk’a bir şekilde ulaşıp, beraat kararını vererek sözleşmenin yenilenmesini sağladım.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.