Yeniden Nokta…
1992 yılı Temmuz ya da Ağustos ayıydı, Nokta Dergisi yeniden atağa kalkmak istiyor ve genel yayın yönetmenliğine ise Yazgülü Aldoğan getirilmiş. Yazgülü benimle görüşmek istemiş ve Mülkiyeliler’de buluşup konuştuk, Ankara’ya haber müdürü olarak başlamamı öneriyor. Temsilci olarak ise Korkmaz Alemdar ile görüşeceğini söyledi. Kabul ettim, Meclis’ten istifa ettim ve Nokta’ya yeniden başladım. Korkmaz Alemdar da kabul etti ve o da başladı. Ancak İstanbul’da sorunlar bitmiyor. Onun Ankara’ya yansıması olumsuz oluyor ve idari yönetici ile eski iki muhabirin yaklaşımları tatsız. Bu arada temsilci ve haber müdürü olarak işe alınan iki kişinin kadrosu da bir türlü yapılmadı. Yazgülü ayrıldı, yerine Ayşe Önal geldi. Ayşe ile eski dönemden tanışsak da yürümedi ve üç aylık bir kadrosuz çalışmadan sonra işten çıkarıldım.
İşsizlik zor zanaat
Ben sürekli işsiz kalıyorum ve Nuray’ın “Bir eve iki gazeteci fazla” teorisi, tekrar tekrar doğrulanıyor. İşsizlik döneminde parça başı küçük işler yaparak gelir sağlamaya çalışıyorum. Bu sırada Reuters Haber Ajansı’nda ekonomi muhabiri olan ve o sırada Özelleştirme İdaresi Basın Bürosu’nda görevli olan Nuray’ı tanıyan Servet Yıldırım, benim Meclis’ten ara sıra Reuters’in işine yarayacak haberler geçip geçemeyeceğimi sormuş. Böyle bir teklif çok işimize geldi. Hemen her gün Meclis’e gidiyorum ve orası haber kaynıyor, ben de uluslararası bir haber ajansının kullanabileceği haberleri yolluyorum. Bir, üç, beş derken haber sayısı artmaya başladı ama haber başına para pek bir anlam taşımıyor. Altı ay böyle devam etti ve sonunda sürekli ve belirli bir ücret belirlenirse devam edeceğimi belirttim, konuştuk ve sabit ücretle ama kadrosuz olarak çalışmaya başladım. Toplam üç yıl kadrosuz çalıştım.
Bunun iki nedeni vardı: Biri o sıra Reuters görüntülü servis kuruyor ve oraya yatırım yapıyor, yazılı servise kadro açmıyor. Diğer nedeni ise yine işsizlik döneminde Nokta’dan arkadaşım Metin Gülbay’la yazdığımız “Soğuk Savaştan Sıcak Barışa, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye’nin Yeri” adlı kitap. Bu kitap da söyleşilerden oluşuyordu. Kitapta DEP Genel Başkanı Hatip Dicle ile söyleşi yer alıyor. Dicle’nin “Kürtler uluslaşma sürecine girmiştir” ve “Amerika ve İngiltere Kürt sorununu masaya yatırmıştır” ifadelerinde suç unsuru bulan Genelkurmay Adli Müşavirliği suç duyurusunda bulundu ve hakkımızda dava açıldı. Dava öyle böyle değil. Terörle Mücadele Kanunu’ndan yargılanıyoruz ve iki-beş yıl arası hapsimiz isteniyor. Yargılandığımız için de Reuters temsilcisi kadro konusunda çekiniyor.
Yurtdışına gidelim mi, gitmeyelim mi açmazı
Yargılama bitti Metin’e de bana da ikişer yıl birer ay hapis cezası verildi. Bu ceza Yargıtay’da kesinleşirse cezaevine gireceğiz. Kızımız henüz üç yaşında ve böyle bir şeyi istemiyoruz. O dönem bu tür davalarda bozma verilmiyor, tüm kararlar onanıyor. Nuray’la yurtdışına gidip, gitmemeyi tartışıyoruz. Nuray daha çok gitmekten yana, ben ise kalmaktan yanayım ama üçüncü kez de cezaevine girmek istemiyorum. Avrupa Birliği ile ilişkiler sürecinde Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklik talebi var. Ben en çok buna güveniyorum. Meclis’te olduğum için de yasal süreçleri yakından izliyorum. Sonuçta Nuray’la şöyle bir karara vardık: Yasa değişikliği sürecini ve Yargıtay sürecini yakın izlemeye alacağız, ikimizin de pasaportu hazır ve Nuray’ın kamu görevinden dolayı yeşil pasaportumuz var. Yasa değişirse ceza kesinleşse bile bir yıla düşmesi ve tecil edilmesi mümkün olacak ve cezaevine girmeyeceğim. Bu durumda bir yere gitmeye gerek yok. Yasa değişmeden karar Yargıtay’dan onanacak olursa anında çekip gideceğiz. Neyse ki yasa değişti, ceza süreleri düşürüldü ve öngördüğümüz gibi cezamız 13 aya düşürülüp tecil edildi. Böylece ne cezaevine girdim, ne de yurtdışına gittik.
Bu arada komik (!) bir şey de oldu. Kitap nedeniyle bizim hakkımızda dava açılırken, kitap da toplatıldı. Bu kararı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdük. Yaklaşık 10 yıl sonra karar çıktı ve mahkeme bizi haklı bularak Dışişleri Bakanlığı’na “uzlaşma” tavsiyesinde bulundu. Yazarlara 5’er bin avro, yayıncıya da 3 bin avro ödenmesini önerdi. Bakanlık bunu kabul etti ve yüzde 15’lik avukat kesintisinden sonra 4 bin 250 avro verildi. Bu bir kitaptan kazandığım en çok para oldu.
Reuters’te kadroya giriş
Kitap hakkındaki davanın sonuçlanması ve hüküm giysem bile cezaevine girmeyeceğim kesinleşince üç yıllık kadrosuz çalışmanın ardından kadroya alındım ve bu süreçten sonra ailemiz ekonomik olarak biraz düze çıkmış oldu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Reuters’in parlamento ve başbakanlık muhabiri olarak 1994-2009 yılları arasında 15 yıl çalıştım. Benim amacım Nokta ve Güneş’teki gibi çalışmaktı. Olmadı. Reuters’te sadece rutin haber izleniyor, yurtdışını ya da ekonomik piyasaları ilgilendiren haberler öncelik taşıyor ve bunların da herkesten hızlı ve doğru geçilmesi temel amaç. Böyle olunca yaptığım habercilik suya yazı yazmak gibi, akıp gidiyor. Dosya haberciliği anlamında bir birikim yapılamıyor. Diğer yandan ise Ankara basınında tüm yollar tıkanmışken ve basın dışı iş ararken çok önemli bir açılım olmuştu benim için.
Reuters’te haber değil ama olay ve gazeteciliğin gelişimi açısından birkaç örnek yazmakla yetineceğim. Reuters’e başladığımda bilgisayar kullanımı yaygınlaşmış ama cep telefonu henüz kullanılmaya başlanmamıştı. Bir anda cep telefonları çıktı ve oldukça pahalı. Reuters bile iki cep telefonu aldı. Ben hep dışarıda olduğum için biri sürekli bende, diğeri ise büroda ve haber için dışarıya giden alıp kullanıyor. Önemli gelişmeleri her yerden cep telefonu ile arayıp, büroya yazdırıyorum.
Bu dönemde özel televizyonlar kuruluyor ama henüz canlı yayın diye bir şey başlamamış. 1995 seçimlerinden sonra Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında kurulan Ana-Yol adıyla anılan hükümet güven oylaması sonuçlarının Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi ve içindeki sorunlar nedeniyle dağılmıştı. Refah Partisi ile DYP’nin hükümet kurması olasılığı var ama büyük sermaye ve merkez medya Ana-Yol hükümetinin tekrar kurulması için baskı yapıyor. ANAP ve DYP arasında yapılan görüşmeler de olumlu gidiyor. Mesut Yılmaz, Tansu Çiller’le son kez Meclis’te görüşecek ve tüm haberler ve beklentiler olumlu.
Yılmaz, Çiller’i Meclis’teki makamında ziyaret etti. Görüşme yaklaşık bir saat sürdü. Yılmaz ANAP grup salonuna geldi ve açıklama yapacak. Ben de cep telefonundan İstanbul’u aradım ve Yılmaz’ın söylediği önemli şeyleri yazdıracağım ve teknolojinin imkanlarını kullanarak haberi önceden geçeceğiz, rakiplerimizi atlatacağız.
Ayrıntıları şimdi hafızamda yok, Yılmaz “Biz şu kadar bakanlık istedik, kabul edildi” diyor, ben yazdırıyorum. “Şu, şu bakanlıkları istedik, kabul edildi” diyor, onu da yazdırıyorum. Piyasa dediğimiz şey de bu olumlu haberleri kendi doğrultusunda değerlendiriyor. Yılmaz’ın söylediği ve benim yazdırdığım her şey olumlu. Hükümet kuruldu, kurulacak.
O sıralarda büyük bir işçi direnişi var ve işçilerin talepleri yerine getirilmezse direniş uzayacak gibi görünüyor. Yılmaz konuşmaya devam etti ve “Tansu Hanım’a son olarak işçilerin taleplerinin de çok uzatılmadan karşılanması önerdim, bana ‘Sen onun maliyetini biliyor musun’ dedi, ben başbakanlık yapmış biriyim, bilmez miyim? Tansu Hanım’ın bu tavrı üzerine kalkıp, odayı terkettim, hükümet görüşmeleri bitmiştir” dedi.
Bir anda olumsuz haber ortaya çıkınca piyasa dediğimiz yapı tepetaklak oldu ve Reuters’e olumsuz tepkiler yağdı. Biz sadece olanı aktarmıştık ve teknolojiyi kullanarak hızlı geçelim istemiştik. Hız başımıza bela açmıştı. Şu anda canlı yayınlar oluyor ve benzeri bir şey olsa sorunlu açıklamayı yapan olarak görülür ama o zaman olumsuzluktan Reuters sorumlu tutulmuştu.
1990’lı yıllar koalisyon görüşmeleri, kurulan hükümetler, yıkılan hükümetlerle geçti. Bunların hepsi uluslararası haber talep edenler bakımından önemli gelişmelerdi. Bakanlar kurulu açıklamaları da öyle. Yüzlerce bakanlar kurulu, onlarca koalisyon görüşmesi izledim Reuters’te çalışırken.
Ecevit’in acil basın toplantısı
Koalisyon hükümetinin başbakanı olan Bülent Ecevit’in 15 Şubat 1999’da saat 10:00’da bakanlar kurulu salonunda açıklama yapacağı duyuruldu. Oldukça kalabalık bir basın mensubu salonu doldurmuştu. Ecevit geldi ve çok kısa bir açıklama ile Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirildiğini duyurdu. Oldukça önemli bir gelişmeydi. Benim anlatacağım olay yargılanma süreciyle ilgili. Öcalan hakkında iddianame hazırlandı, yargılama İmralı Adası’nda kurulan mahkeme salonunda yapılacak. Öcalan orada tek başına tutuluyor. Her kurum duruşmayı izleyecek isimleri Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Dairesi’ne bildirdi. Reuters, benim ve Ercan Ersoy’un ismini bildirdi. Ben Ada’ya gidip izleyeceğim, hukuk ve yargılama konusunda tecrübeliyim. Ercan da İngilizce olarak bildirecek. Fakat bir gün Reuters’in Türkiye Temsilcisi Basın-Yayın’a çağrıldı ve benim duruşmaları Ada’da izleyemeyeceğim bildirildi. “Sakıncalı” yanım yine devlet katında engel çıkarmıştı.
Bu durumda yeni bir yol izlendi. Tüm basın zaten Mudanya’ya yerleşmişti. Ben Mudanya’da bekleyeceğim, Ercan Ada’ya gidip duruşmaları izleyecek, gemiden iner inmez hukuki konuları birlikte değerlendirip, bir yanlışlığa meydan vermeden haberleri geçeceğiz. Tüm yargılama sürecini bu şekilde sorunsuz olarak götürdük ama ben duruşma izleyemedim.
Reuters süreci konusunda daha fazla bir şey yazmayacağım, dediğim gibi rutin habercilik yaptım. 2009 Ocak ayında da ayrıldım Reuters’ten.
Kışladan Anayasaya Ordu
Reuters’te çalışırken Metin Gülbay’dan bir öneri geldi. AKP iktidarında ordu ile ilişkileri çok tartışılıyor, güç savaşları sürüyordu. Bu süreçte ordunun anayasal konumu, değişen savaş konseptleri orduların bu yeni konsepte uyumu gibi konular üzerinde farklı tartışmalar yaşanıyordu. Bu konuları enine boyuna ele alan bir söyleşi kitabı yapma fikri üzerine soruları çıkarmak için epey kaynak taradık, görüşülecek isimleri belirledik. Görüşmeler sonucunda ortaya çıkan kitabın adını da “Kışladan Anayasaya Ordu” olarak belirledik. Bu kitap da Metis Yayınevi’nin “Siyah-Beyaz” dizisinde yayınlandı.
Yeni gazete, yeni serüven: Habertürk
Reuters’ten emekli olma aşamasında Çiğdem Toker görüşmek istedi. Ciner Grubu’nun bir gazete projesi olduğunu, Ankara temsilcisi olacağını ve temsilci yardımcısı olarak çalışmak istediğini söyledi. Prensip olarak anlaştık. Ankara Büro kurulurken görüşmeler yaptık ve oldukça iyi genç ve deneyimli bir ekip bir araya geldi. Gazete yayına başladı, satışlar da fena değil, istenen ve beklenen rakamın altında olmakla birlikte başlangıçta 350 bin sonrasında ise 200 bin civarında satan bir gazete oldu.
Ankara Büro’da ilk maaşlar yatarken ilk sorun da çıktı. Bir muhabir arkadaşımızın ücreti yatmadı ve kadroya alınmadı. Bankada eli boş dönen arkadaşa sorun hissettirilmedi ve ücreti Çiğdem tarafından temsilci ödeneğinden bankaya yatırıldı. İki ay böyle devam edildi. Fakat kabine değişikliği haberinin gazetede yer alması ve adı değişecek bakanlar arasında yer alan bir bakanın yönetimi araması bardağı taşıran son damla oldu, haberi yazan arkadaş işten çıkarılırken, Çiğdem de ilkeli duruş sergileyerek istifa etti. Ben temsilci yardımcısı olarak büroyu yönettim ama boşalan temsilcilik için herhangi bir girişimde bulunmadım. Bu sürede yaşanan bir başka haber krizinden sonra bir kişinin atılması talimatı geldi, sorumluluğun bende olduğunu belirterek istifamı verdim ve eşyaları toplayıp, çıktım. Temsilci ve temsilcisi olmayan gazete durumuna düşülmüştü. İstanbul’dan yönetim kademesinden bir kişi geldi, işten atılma engellendi ve ben tekrar işe döndüm. Bu işin sürdürülemeyeceği ortadaydı. Nuray’la ve kızımız Serâ ile bir durum değerlendirmesi yaptık. Nuray yurtdışı göreve gitmiş, döndüğünde AKP iktidarı iş başına gelmişti ve görev verilmiyordu. Gazetede durumlar istediğimiz gibi gitmeyecekti ve her gün bu daha net anlaşılıyordu. Serâ ise henüz üniversiteye yeni başlamıştı.
Gazetecilik bitiyor, esnaflık başlıyor
Ne yapabilirdik? Serâ Ankara’da tek başına yaşayabileceğini söyledi. Nuray emeklilik dilekçesini verdi, ben istifa ettim ve Ankara’daki evimizi satarak Ege’de yeni bir hayat arayışına giriştik. Sonuçta Çeşme’de bir ev bulup aldık ve bir de dükkan kiralayıp esnaflığa başladık. Nuray antikaya meraklıydı. Ben de Nuray yurtdışı görevinde ve Serâ da onun yanında olduğu sırada, yalnızlık ağır geldiği için cam tekniği ile ilgili bir kursa başlamıştım ve füzyon tekniğini, mine tekniğini öğrenmiştim. Ben cam yapacaktım, dükkana antika da koyacaktık. Böylece yeni bir yaşam biçimi deneyecektik.
Hiç bilmediğimiz bir işe soyunmuştuk. Esnaflık farklı bir beceri istiyor. İlk başlarda oldukça sıkıntı çeksek de zamanla antika eşya bulma konusunda yurtdışı pazarları keşfettik. Bu bizi rahatlatsa da ilk iki yıl epey zarar ettik ve zor dönemler yaşadık. Ankara’da Serâ’nın geleceği için girdiğimiz bir kooperatif hissesini satarak durumu toparladık. Biz yerleştiğimizde ve dükkanı açtığımızda “köy” olarak değerlendirilen Alaçatı birden popüler oldu ve kiralar fırladı. Mal sahipleri eski kiracıları çıkartıp, yüksek kira elde etmek için her yolu denemeye başladılar. Tehditler aldık, şikayetçi olduk ve dükkan sahipleri ceza da aldı ama bizim için sakin ve kendini çeviren bir antika-cam dükkanı hayali yerle bir oldu. Yedi yıl süren esnaflık, 2017 yılında dükkanı tasfiye etmekle son buldu.
İşlerin yolunda gitmeyeceğini gören Nuray noterlik belgesi olduğu için başvurmuş ve Marmara Adası noteri olarak işe başlamıştı. Ben de dükkanı tasfiye edince Ada’ya gittim. Bu sırada Nuray’ın tayini İzmir-Karaburun’a çıktı. Bu bizim için ideal bir durumdu. Nuray’ın işyeri ile evimiz yakın olacaktı ve hafta sonlarını evimizde geçirecektik. Bu mutlu hayal gerçekleşse de uzun sürmedi. Nuray’ın Karaburun’a tayini çıktıktan dört ay kadar sonra akciğer kanseri olduğu ortaya çıktı.
Bunun üzerine Ankara’da tedavi süreci başladı. Yurtdışında yüksek lisans yapan ve sonrasında Londra’ya yerleşme kararı alan kızımız da tedavi sürecinde gelip gitmeye başladı. Bu süreçte bir de koronavirüs salgını işimizi daha da zorlaştırdı. Nuray iki buçuk yıl süren bir tedavinin ardından 17 Şubat 2021’de aramızdan ayrıldı.
Nuray sonrası arayışlar ve yeniden gazetecilik
Nuray’ın vefatından sonra Ruşen arayarak Medyascope Ankara Büro’nun başına geçmemi ve büroyu büyütmemi önerdi. Ben neyi, nasıl yapacağımı bilmediğim ve içine düştüğüm boşluğu nasıl aşabileceğimi kestiremediğim için bu teklife ilk başta ayak diredim. Sonuçta boşluk çok büyük ve ilaçlarla üstesinden gelebilmem mümkün görünmeyince iş temposunun iyi geleceğini varsayarak Ruşen’in teklifini kabul ettim.
1 Eylül 2021’de resmen büronun başına geçtim. Tempolu çalışmak fena gelmedi. 11 yıl aradan sonra gazetecilik ise çok farklı geldi. Her şey değişmişti ve birçok şeye yabancıydım. Sosyal medya haberciliği, onun dinamikleri, hedef kitlesi oldukça farklıydı. Deneyimle işi götürmeye çalışsam da genç arkadaşlardan yeni yayıncılık konusunda epey şey öğrendim.
Süreç içinde sil baştan bir büro kuruldu ve beş genç arkadaşla işler yürümeye başladı. Kahramanmaraş ve Hatay depremleri, cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri yapıldı. Büro artık ayakları üzerinde duracak bir hale gelmişti. 31 Mart 2024 Yerel Seçimleri’ne kadar devam edip, gazeteciliği ikinci kez bırakma niyetindeydim. Kendimi fazla yorulmuş hissedince bunu öne çektim ve Ruşen’le konuşarak 31 Ekim 2023’te ayrılacağımı söyledim. Ruşen de 4-5 Kasım’daki CHP kurultayını izleyip öyle ayrılmamı istedi, anlaştık.
4-5 Kasım kurultayını tüm ekip birlikte izledik ve 6 Kasım günü Medyascope’tan ve gazetecilikten ayrıldım. Müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış derler, ben de bu süreçte oturup, zihnimdeki anı kutucuklarının bir kısmını açarak, gazeteciliğe adım atışımın 40. yılında bu yazıyı yazdım.
Basın kartının iptali
40 yıllık gazeteciliği anlatıp da sürekli basın kartının iptalini yazmamak olmaz. 2018 yılında basın kartlarının yenilenmesi için başvuru yapılması istendi ve ben de gerekli başvuruyu yaptım. Bir süre sonra basın kartı iptal edilenler olduğuna ilişkin haberler çıkınca baktım, benim kart da iptal edilmiş görünüyor. İptal kararları tepki çekince kısa sürede bu “düzeltildi” ve kartların durumu “inceleniyor” olarak değiştirildi. Böylece kartlar iptal edilmemiş olacaktı! Bu kurnazlık sonucunda birçok meslektaşım gibi benim kartımın da incelenmesi uzunca devam etti. Fiili olarak gazetecilik de yapmadığım için kartı geri alma konusunda özel bir çaba içine girmedim. Tekrar gazeteciliğe dönüp Medyascope’a başlayınca kartı almak şart oldu. Epey bir uğraştan sonra basın kartlarından bir daire başkanına ulaştım. Basın kartımın neden verilmediğini sorduğumda aldığım yanıt “terörle mücadele yasası kapsamında hüküm giydiğim” şeklindeydi.
Bu kararın 1996 yılında verildiğini, kararın ertelendiğini, aradan 25 yıl geçtiğini, hükmün anlamını yitirdiğini, üstelik arşiv incelemesinin 10 yıldan fazla geriye gitmeyeceğini anlattım ama bu konuda anlaşamadık. Bunun üzerine hükmün beş yıl ertelenmesi süresinin dolmasının ardından mahkemeye başvurarak, “men-i hakların iadesi” kararı aldığımı, onun da dosyalarında olması gerektiğini söyledim. Baktılar karar kapı gibi duruyor orada. O zaman şöyle bir ifade kullandılar: “Artık vermemezlik edemeyiz.”
Meslektaşlara serzeniş
“Soğuk Savaştan, Sıcak Barışa” adlı kitap nedeniyle aldığım ve ertelenen ceza 25 yıl sonra basın kartının verilmemesi için gerekçe olarak kullanıldı. Tam burada bir de zamanda geriye doğru giderek meslektaşlarım hakkında serzenişte bulunacağım. Kitap nedeniyle yargılanırken duruşmalar öncesinde hazırladığımız basın açıklamalarını ben Ankara’da, Metin Gülbay İstanbul’da gazete bürolarına bıraktık. Ne yargılama sürecinde ne de hüküm giydiğimizde tek satır haber yapıldı. 1990’ların cadı kazanı sürecinde bırakın iş verilmesini, tek satır haber bile çok görüldü. Nuray’ın Servet’le tanışıklığı ve onun önerisi sonucunda Reuters kapısının açılmış olması benim basında kalmama yol açtı. O nedenle o kapının açılmasına ve sonrasında işin kalıcı olması ve kadroya girme aşamasında destek olan Servet’e ve Ayşe Sarıoğlu’na minnettarım.
Bu konuşmadan sonra kısa sürede 1988 yılında almaya hak kazandığım, 2006 yılında da “sürekli” olan ve ölünceye kadar taşımaya hak kazandığım basın kartı iki buçuk yıl aranın sonunda tekrar verildi.
40 yıl önce, 40 yıl sonra gazetecilik değerlendirmesi
Bir insan ömrü için 40 yıl uzun bir süre. Ortalama yaşam süreleri açısından bakıldığında bile ömrün yarısı ediyor. Önümde kalan yaşam süresi, kim ne derse desin geride bıraktığım süreyle kıyaslanamayacak kadar az. Hiç aklımda yokken başladığım gazeteciliği eğip bükmeden ve eğilip bükülmeden yaptığımı düşünüyorum. Mesleğin temel ilkelerinden ve doğrularımdan ödün vermeden yaptım bu işi, payıma epey işsizlik de düştü; bu mesleğin yazgısında var.
Gazeteciliğe başladığımda teleks diye bir cihaz kullanılıyordu haber aktarımı için, telefoto diye bir cihaz kullanılıyordu fotoğrafları göndermek için. Başka kentlere haber izlemeye gidince jetonlu telefonlarla yazdırılıyordu haberler. Televizyon tek kanallı ve siyah-beyazdı. Bugünün haberleri ancak bir gün sonra gazetelerde yer alıyordu, haftalık haber dergileri revaçtaydı. O zaman gazetecilik için “Haberlere sıradan vatandaşlardan bir gün önce ulaşma ayrıcalığı” tanımı kullanılıyordu.
Şimdi öyle mi, haber izlenirken telefona yazılıyor, o anda fotoğraf çekiliyor ve bir dokunuşla haber yayına verilebiliyor. Gazeteciliğe başladığımız dönemde siyasetçiler önemli birer haber kaynağıydı. Şimdiyse tersi bir durum söz konusu, siyasetçiler kendi haberlerini kendileri yayınlıyor. Her biri birer sosyal medya fenomeni aynı zamanda. Tweet atıyorlar ve haberciler ancak o tweeti yeniden yazarak okurlarına iletiyorlar ama haber kaynağından geride kalmış oluyorlar. Milletvekilleri basın toplantısı yaparken, komisyonda konuşurken kendi hesaplarından canlı yayın başlatıyorlar ve kendi hedef kitlelerine ya da seçmenlerine anında ulaşıyorlar, gazeteciye bu anlamda ihtiyaçları kalmıyor. Bu tür yaklaşımlar bence konudan uzaklaşmalarına da yol açıyor. Sağlıklı bir değerlendirme yapmak yerine seçmene ve hedef kitlesine hoş gelecek ve yer yer provokatif bir üslup kullanıyorlar. Hamasi nutuklar konuşmaların ve değerlendirmelerin içini boşaltıyor.
Gazeteciliğe 11 yıl ara verip tekrar başladığımda Meclis Basın Bürosu’nda her yarım saatte bir basın toplantısı olduğunu, bu saatlerin ise günler, haftalar öncesinden ayırtıldığını şaşarak öğrendim. Bundan maksat yukarıda anlatmaya çalıştığım duruma zemin yaratmak. Televizyon haberciliğinin ve sosyal medya fenomenliğinin bu kadar yaygın olmadığı zamanlarda basın toplantıları Meclis’te sınırlı sayıda olur, gazeteciler izler, ayrıntılı sorular sorulur ve haber değeri olurdu basın toplantılarının. Şimdi Meclis’te yapılan basın toplantılarının tamamına yakınının bir haber değeri yok ne yazık ki.
Gazeteciliğin temeli sorgulamak ve soru sormaktır. Bu olmadan gazetecilik portör olmaktan öteye geçmez; bir aktarıcı, taşıyıcı oluruz, o kadar. Sorgulanmayan açıklama, açıklamayı yapanın amacına hizmet eder. Son dönemdeki basın toplantılarında hemen hiç soru sorulmadığına tanık oldum. Bu yazının başında da söyledim, meslekte öğrendiğim ilk şeylerden biri “soru, yanıttan önemlidir” oldu. Bir gazeteci, uğraştığı, ilgilendiği alanı en az muhatabı kadar iyi bilmek zorundadır. Bilmeyen gazeteci soru soramaz. Sonuna soru işareti takılmayan soru olmaz. “Bu konuda ne düşünüyorsunuz”, “Bu konuda bir diyeceğiniz var mı”, soru değildir. Muhatabına, sana açık kap, içine ne dökmek istiyorsan dök, demektir.
Gazeteci, soru sorma ayrıcalığına sahip kişidir. Kamuoyu çıkarını gözeterek sorar sorularını ve ortada bir eksiklik/fazlalık, bir çarpıklık, yanlışlık, kötüye gidiş varsa bunları ortaya çıkarmak, ortaya koymak maksadıyla sorulur soru. Gazeteci haber kaynağı ilişkisinde eğer soru sorma örselenecek (olabildiğince yumuşattım kavramı) noktaya gelmişse, bir çıkar ilişkisi söz konusuysa, gazeteci görevini layıkıyla yapamıyor demektir.
Teşrifatçı gazeteci sayısında çok artış olduğunu gördüm, 11 yıllık aradan sonra. Eskiden de vardı ama hem sayıları azdı hem de biraz saklı yapmaya çalışırlardı. Şimdi ise neredeyse el sıkma yarışına giriliyor ve siyasetçiye görünebilmek, elini sıkabilmek için sıraya giriliyor.
Yine eskiden az olan şimdiyse hemen tüm genç gazetecilerde rastladığım bir yanlışa işaret etmek istiyorum. Siyasetçiyle haber kaynağıyla konuşurken birinci tekil şahıs sahiplenilmesi yapılmaz. Gazeteci nesnel olmak zorundadır! “Sayın cumhurbaşkanım, sayın bakanım, sayın milletvekilim, sayın vekilim, sayın müdürüm” çok yaygın olarak kullanılıyor. Bu, gazeteciyle haber ilişkisi kurduğu kişi arasındaki eşit duruşu ve mesafeyi gazeteci aleyhine bozuyor. Gazeteci muhatabına soyadıyla “Sayın …” diye ya da “Sayın bakan/millletvekili…” diye hitap etmeli.
Bir de sosyal medya fenomeni, YouTuber olmakla gazetecilik karıştırılıyor. Haberin mutlaka ama mutlaka bir editoryal süreçten ve denetimden geçmesi gerekir, o olmadan sunulan şeylere haber demek sakıncalı ve sakatlığı içinde barındırıyor. Meşhuriyet, habere doğruluk katmıyor ne yazık ki. Televizyonlarda “izlenme oranı yüksek (!)” gazeteciler transfer edilerek, oradan oraya geçiyor. İzlenme oranı ya da tıklanma sayısı uğruna haber yok ediliyor, haber merkezleri eski önemini ve ağırlığını kaybediyor. Söylenen transfer rakamlarıyla çok güçlü haber merkezleri kurmak ve hem sağlıklı hem de çok farklı haberler üretmek mümkünken ne yazık ki bundan imtina ediliyor. Çok sınırlı bütçelerle haber merkezi kurarak habercilik yapmaya çalışan arkadaşlarıma saygı duyuyorum.
Televizyonların “prime time” denilen haber programları konusunda da şunu söyleyebilirim: Bu programlar haberden çok tek kişilik ve her gün yeniden yazılan birer gösteri. Ekran yüzünün el hareketlerinin mimiklerinin kurgulanmış kamera açılarıyla öne çıkarılması haberi gösteriye çeviriyor. Haber gerçektir, bir gösteri değil. Kamuoyuna en yalın ve nesnel olarak sunulmalıdır. Zaten televizyon kanalları uzman (!) dolu ve her şeyi yorumluyor.
Çok fazla şey söylemek mümkün. İşin o kısmını akademisyenlere bırakmam daha doğru olur. Ben naçizane bazı gözlemlerimi ve düşüncelerimi 40 yıllık muhasebenin sonuna ekleyeyim istedim, belki bir kulak veren olur. Bir soru bile sağlıklı sorulursa bu beni ancak mutlu eder.
Bu yazıyı yazmak epeydir aklımdaydı. Hatta bir sayfa kadar yazıp başlangıç bile yapmıştım. Fakat beklenmeyen bir sorunla 15 gün kadar uğraşınca yazıyı 20 Temmuz’a, yıldönümüne yetiştirmek için son iki günde yazdım. Eksiklik ya da anlatılacak çok şey var ama böylesi bir yazının sınırını da, boyutunu da aşıyor. O nedenle üç günlük bir dizi olan yazıyı burada sonlandırıyorum.
Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, 40 yıl bir ömür gittik. Her ne kadar sürçü lisan ettikse affola.