Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (16): Siyasette anayasa

Medyascope’ta Siyasetname’nin 16. yayınında, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “yeni bir anayasa gerektiği” açıklaması üzerine başlayan anayasa tartışmaları ışığında, siyasette anayasanın yerini, yeni bir anayasanın olmazsa olmazlarını anlattı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi günler. Medyascope’ta Siyasetname’nin 16. yayınında karşınızdayız. Sürekli konuğumuz Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu da bizimle birlikte. Hocam hoş geldiniz 

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk, iyi günler dilerim.

Pişirici: 14. yayınımızda, “siyasette makam” konusunu konuşmuştuk. 15. yayında gündemi izledik, izleyicilerimiz hatırlayacaktır, Amerikan demokrasisini konuştuk.  Çünkü o sırada Kongre basılmıştı ve Trump “Koltuğu devretmem” diyordu. Sonuçta devir teslim töreni 20 Ocak’ta, Trump katılmadan yapıldı ve Joe Biden ABD’nin yeni devlet başkanı oldu. 

Biz kendi izleğimizi bu hafta da devam ettiremeyeceğiz. Çünkü bu hafta da bir başka gündem konusunu ele almayı kararlaştırdık hocamla: Siyasette anayasa. Kısaca hatırlatayım: Kasım ayında Hazine ve Maliye Bakanı istifa etmişti. Onun istifasından bir hafta kadar sonra, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, ekonomide, demokraside ve hukukta reform yapacaklarını duyurmuştu. Reform yapılacak, yapılmayacak derken, 1 Şubat’taki kabine toplantısının ardından, Erdoğan, “Yeni bir anayasa gerektiğini düşünüyoruz” dedi. 10 Şubat’taki meclis grup toplantısında da yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğunu ileri sürdü. Koalisyon ortağı MHP’nin lideri Devlet Bahçeli “Biz de AKP’nin ve Erdoğan’ın yanındayız, yeni anayasa gereklidir” dedi. Daha reformu yapamadan önümüze bir yeni anayasa tartışması geldi. Buradan başlayalım isterim hocam. Bayram değil seyran değil, yeni anayasa nereden çıktı? Anayasa nedir, ne işe yarar? 

Kalaycıoğlu: İsterseniz ikinci sorunuzdan başlayayım. Gündemle ilgili yorumları sona bırakalım, çünkü o ayrı bir tartışma. Siyasetteki önemi, siyasal sistemin içindeki rolü ve siyasetbilimi açısından, anayasanın, siyasal olay, süreç ve kurumların, oluşturulması, dönüştürülmesi ve çalışması açısından sahip olduğu rol üzerinde duralım. Anayasalar, temel itibarı ile iki ana kısımdan oluşuyorlar. Bir de bunun yanı sıra, siyasette önemli olan bir üçüncü özelliği daha var. Öncelikle bu üç özelliğini anımsatmak ve izleyicilerimizin dikkatine getirmek isterim: Birincisi, her anayasa, siyasal sistemin, hangi ilkeler, hangi kurumlar etrafında ve sayesinde çalışacağını, bunların kurumsal özelliklerinin neler olacağını belirten bir kısma sahiptir. Yani burada, bir siyasal sistemin özelliğinden bahsedilir, bu muhtemelen devlettir. Ama emperyal bir güç de olabilir. Devletler genellikle üniter, konfederal ve federal olmak üzere üç şekilde geliyorlar. Konfederasyon adını almış olan, mesela, Confoederatio Helvetica olarak İsviçre Konfederasyonu var. Ama adları böyle de olsa, konfederasyon olarak çalışmazlar. Bu, istikrarlı bir rejim değildir. Denge kurmak ve bu rejimi dengede tutabilmek imkânsızdır.  Dolayısıyla bunlar, ya üniter devlet parçalarına ya da federal devlete dönüşürler. Onun için kuramsal olarak konfederasyon sistemi olabilmesine karşın, bu, fiiliyatta bu mevcut değil. Sonra, devletin özelliklerinin ayrıştırılmasına, ayrıntılarına girilmesine gelinir: Bu devlet monarşi mi olacaktır, cumhuriyet mi olacaktır? Yani, halkın yönetimdeki ağırlığı ne olacaktır? Cumhuriyet olacaksa, demokrasi mi olacaktır ve bunun kurumları neler olacaktır, nasıl çalışacaktır? Anayasalarda bunun hakkında ayrıntılı bir liste sunulur. Dolayısıyla anayasalarda, devletin en önemli iktidar aygıtı olan hükümeti oluşturacak olan, üç temel kuvvet vardır: Bunlardan biri “yürütme”. Bütün dünyada, bugüne kadar uygulanmış her siyasal sistemin her rejiminde, mutlaka “yürütme” vardır. Ama çağdaş dünyada aynı zamanda “yasama” ve “yargı” da mevcuttur ve bunların ilişkileri anlatılır. Yasama, yürütme ve yargının ayrı olması, 18.yüzyılda Montesquieu’nün De L’esprit Des Lois, Kanunların Ruhu olarak Türkçeye çevrilen kitabında, siyaset ve anayasa hukuku için önemli olanın, ilk defa hükümet kuvvetlerinin birbirinden ayrı olarak teşkil edilmesi ve çalışması olarak anlatılır. Özellikle yargının, sadece ayrı değil, bağımsız olması. Türkiye’deki yazını okursanız, 1950’lerde yargı istiklalinden, yani tamamen ayrı olmasından bahsedilmiş, yasama ve yürütmenin ayrılığı, fakat bir arada çalışmaları gerekliliği vurgulanmıştır. O tarihten itibaren, hem dünyadaki anayasa ve siyasetbilimci yazınlarında, hem de aynı zamanda ilk yazılı anayasa uygulaması olan Amerika Birleşik Devletleri Anayasası ile birlikte, 18. yüzyılın sonunda Fransız İhtilali döneminde, bu ilke temel olarak kabul edilmiştir. Bugün, demokrasi olduğunu iddia eden herhangi bir ülkenin, “kuvvetler ayrılığı” olmaksızın yönetilmesi imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bunu bir temel ilke olarak kabul etmek lazım. 

2004 senesinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda alınmış olan ve benim bildiğim kadarıyla az sayıda ülkenin itiraz etmiş olduğu, -Arap ülkeleri arasında, Libya ve Birleşik Arap Emirlikleri itiraz etmiş, onun dışında hepsi kabul etmiştir- Demokrasi İle Yönetimin Temel İlkeleri Raporu vardır. Bu rapor, uluslararası hukukun da bir parçasıdır. Demokrasilerde sadece iç hukukunuzu düzenlemekle kalmazsınız, aynı zamanda, uluslararası hukukun bir belgesi olarak, Birleşmiş Milletlerin bu kararını da referans alarak, demokrasiyi o standartlarda oluşturma zorunluluğunuz vardır. Bu standartlar, aynı zamanda Avrupa Parlamentosu’na ve AGİT’e (Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı) yön verici kaynak oluşturmuştur ve o tarihten sonra, onların da bu konu üzerinde yapmış oldukları çeşitli raporlar var. 2009 yılında Avrupa Parlamentosu böyle bir rapor geliştirdi. 2012’de de Birleşmiş Milletler ve BM Genel Sekreteri yine bir başka kararı, “21. Yüzyılda Hükümet Etme İlkeleri”ni kabul etti. Dolayısıyla, bunlara dayanan bir gelenekten kaynaklanmaktadır. Bu yüzden, bugün için yapılacak herhangi bir anayasa, Birleşmiş Milletler’in bu uluslararası standartlarını göz ardı ederek yapılabilecek bir anayasa değildir ve böyle bir girişim, dünyada herhangi bir şekilde itibar sağlamayacak, sizi kolaylıkla 2004’teki Libya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin yanına itecektir. Bunun da uluslararası ilişkilerde yumuşak güç kaybı ve itibar kaybı gibi gayet açık bir sonucu olacaktır. Bunu da bilmemizde yarar var. Şimdi bu, anayasanın birinci kısmı. 

18. yüzyılda birtakım standartlar gelişmiştir. Daha sonra bu standartlar daha ayrıntılı hale getirilmiş, ufak tefek nüanslara da girerek, o detayların içinden çeşitlendirilerek, bugünkü anayasa yapıcılığına doğru bir evrim sağlanmıştır. Tabii burada sadece hükümet kuvvetleri değil, aynı zamanda siyasi partiler ve siyasi teşkilatların çoğulculuğu, bunların olabildiğince farklı niteliklerde olması, birbirinden ayrışmış olması, farklı ideolojileri temsil ederek, rahatça mevcudiyetinin kabul edilmesi, sadece hoş görülmesi değil, saygı duyulması… Bu ikisi arasında çok önemli fark var: Siz birinin mevcudiyetinden hoşlanmayabilirsiniz, sizin fikrinizde olmayabilir ama onu kaale almazsanız, hoş görülür. Fakat siz kabul etmediğiniz halde, o fikirlerin mevcut olmasının gerekli ve yararlı olduğunu düşünürsünüz; siz yine fikirleri reddedersiniz; bu, onlara saygı göstermektir. Burada saygıdan bahsediyorlar. Yani sadece mevcudiyetinin bir şekilde göz ardı edilerek “orada bulunsun da ne olursa olsun” şeklinde yaklaşılması değil, bu şekilde bir hoşgörü ve tolerans değil, saygı burada esas unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda medyanın bağımsızlığı ve onun çeşitli çoğulculuk özelliklerine sahip olması, farklı ideoloji ve çıkarların temsilcisi olan çok sayıda ufaklı medyanın bulunması gibi birtakım unsurlar da anayasanın içinde tanımlanmıştır ve bunların özellikleri vardır. 

Ondan sonra bir ikinci kısım var: Bu, en katı şekilde Amerikan Anayasası’nda gözüküyor. Çünkü Amerikan Anayasası’nı çıkardıkları zaman, o zamanki konfederasyon tarafları ile federasyon taraflarının çatışması dolayısıyla, yani siyasi boğuşma nedeniyle, insan hakları ve özgürlükleri ile ilgili maddeler, Anayasanın ilk metnine konulamamıştır. Bu maddeleri daha sonra 10 tane değişiklik maddesi olarak koymuşlar, ayrıca onamışlardır. Anayasanın 1789’dan sonraki onanma sürecinde, bu 10 değişiklik maddesi onanmıştır. ve “değişiklik maddesi 1”, ifade özgürlüğü ile ilgilidir. Bu, Amerikan Anayasası’na göre kısıtlanamaz, hiçbir sınır yoktur. Zaman zaman, çok önemli sonuçlara gidebilecek bazı durumlarda, bunun sınırlandırılması için tartışmalar yapılır. Bu konuda Yüce Mahkeme yargıçlarından Brandeis’in görüşleri var ama bunlar genel kabul görmemiştir. Dolayısıyla, ABD Anayasası’na göre “ifade özgürdür.” Bu, birinci değişiklik ilkesi ile gelmiştir. Bu bize, anayasanın ilk kısmının, siyasal sistemin, kurallar, ilkeler, kurumlar itibarıyla örgütlenmesi olduğunu gayet açık gösteriyor. Çalışma ilkelerinin, prensiplerinin vaaz edilmesi ve bunların tanımlanması ile ilgilidir. 

İkinci kısmı ise haklar ve özgürlükler kısmıdır. “Haklar Bildirgesi” diye de tanımlayabilirsiniz. Bugünkü dünyada, bu Haklar Bildirgesi’nin ne olduğu da artık keyfe bırakılmamıştır. O da uluslararası hukuk tarafından belirlenmiş bir niteliktedir. Önce, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi var. Biz, bunun tarafıyız. Biz, Birleşmiş Milletler’in kuruluşunda buna oy verdik ve onadık, bizi bağlar. Burada yine Suudi Arabistan başta olmak üzere birkaç Arap ülkesi, kadınlara özgürlük temin ettiği için buna katılmıyor, temel itibarıyla, kadınların özgür olamayacağını vurguluyor ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’ni reddediyorlar. Anımsadığım kadarıyla, bunu kabul etmeyen sekiz ülke var. Onların dışındaki ülkeler, bu ilkeleri kabul etmiştir, o ilkelerle bağlısınız. Ayrıca, Türkiye açısından, Avrupa Konseyi üyesi olması nedeniyle, Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu var ki o aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da uygulanıyor. Biz, onun yetki alanındayız, bu yetki alanını kabul etmiş durumdayız, Anayasanın 90. maddesi ile anayasaya üstünlük de tanımış vaziyetteyiz. Dolayısıyla, bu çerçeve içinde düzenlemek durumundasınız. Sadece biz değil, Birleşmiş Milletler üyesi olan herkes. Katılmamış olan ülkeler hariç. Onlar da, bir tür karakoyun muamelesi görmek, ayrıştırılmak durumundadırlar ve diğer ülkeler nezdinde, bugünkü uygarlık standartlarını yakalayamamış ülkeler türünde bir muameleye tâbi tutulmaktadırlar. Bunun da devletlerarası ilişkilerde özellikle bir anlamı vardır, bunu da bilmemiz gerek. Anayasada bu iki temel özellik varıdr. 

Üçüncü bir özellik daha var ama o pek gözükmüyor: Toplumun yöneldiği ana ilkeler ve değerler, anayasada vurgulanıyor. Mesela bunlardan biri “hukukun üstünlüğü”, hukuka uygun bir yönetim olacağı, hatta hukuk devleti olacağı. Bu “hukuk devleti” terminolojisi, daha çok kıta Avrupa’sı terminolojisi. Almanya’da Rechtsstaat diyorlar. Zannediyorum, Türkçe’ye oradan çevrilerek gelmiştir. Ama Anglo-Amerikan dünyada ‘’hukukun üstünlüğü’’ diye tanımlayabileceğimiz Rule of Law, hukukun üstünlüğünden biraz daha fazladır. Yani “yönetimin hukuk tarafından yapılacağı” anlamını taşımaktadır. Anayasanızda, “hukuka uygun yönetim” gibi birtakım temel ilke ve değerleri kabul ettiğinizi belirtmek durumundasınız. Bu belirtme de genellikle yapılmaktadır. Anayasalarda, toplumun temel önem verdiği değerler, bir şekilde vurgulanmaktadır: Bazılarının girişinde, Anayasanın önsözünde vs. vurgulanmaktadır ve buradaki vurgular, sizin hangi değerlere daha önem verdiğinizi, adalet gibi, ahlak gibi ya da insanların, kendi mutluluklarını aramalarının kolaylaştırılması gibi birtakım unsurlara ağırlık verdiğini belirten metinler. 

Pişirici: Mevcut Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ikinci maddesi, cumhuriyetin nitelikleri başlığı altında, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” diyor. Siz de diyorsunuz ki, “Bugün bir yeni anayasa yapılacak olsa, başta Birleşmiş Milletler standartları olmak üzere, yanı sıra…’’ 

Kalaycıoğlu: Avrupa Konseyi…

Pişirici: Avrupa Konvansiyonu’nun standartları, yanı sıra, BM İnsan Hakları Bildirgesi ve bunları da içeren bir metin olmalıdır”. En sonda, sosyal hukuk devletine geldiniz mesela ki bizim Anayasamızda da var bu. Sıradan bir TC vatandaşı olarak, ikinci maddede yazılan şeylerin, en azından bir kısmının, bugün Türkiye’de yerli yerinde olduğunu düşünmüyorum örneğin. Bunu şunun için söylüyorum. Bunları bir anayasaya koymak yeterli mi? Bunları anayasaya koyunca, iş bitmiş oluyor mu? 

Kalaycıoğlu: İşte orada anayasa hukukçuları ile siyasetbilimciler ayrışıyor. Çünkü biz “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diye yaklaşıyoruz. Yani ‘’Bu nasıl uygulanıyor? Uygulamada fiilen gördüğünüz nedir? Bu yazılı standartlar, uygulamada kâğıt üstünde mi kalıyor?’’ O zaman anayasa hukukçuları, o ülkeye “anayasalı ülke” diyorlar. Yani bir anayasa var ama uygulanmıyor. Bir de hukuk devleti olan, anayasal yönetimi olan ülke diyor, o zaman da anayasa tam anlamıyla uygulanıyor. Bunların tamamı, siyaset içinde kendine özgü bir biçimde, koşullara göre değişik şekiller alıyor ve uygulanma biçimleri de değişiyor. Bu aynı zamanda, büyük ölçüde bir siyasal çatışma ortamının unsuru haline geliyor. Bunun nedeni, siyaset dediğiniz olgu. Çok önceki programlarımızdan birinde anlatmıştık. Amerikalı siyasetbilimci David Easton’ın tanımı, II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın birçok yerinde esas olarak alınıyor. Nedir bu tanım? “Değerlerin, otoriteye dayalı olarak tahsisi süreci”dir. Bu, değerler üzerinden müthiş bir mücadele demek. Temel itibarıyla, burada konu olan 10 kadar değer var ve bunların hepsi üzerinden sürdürülen bir mücadele söz konusu. İktidar, bunlardan bir tanesidir. Servet bir tanesidir, insanların prestiji, saygınlık. Aydınlanma hakkı, yani eğitim, esenlik yani sağlık hakkı. Aynı zamanda özgürlük, güvenlik. Bunların hepsi temel değerlerdir. Bunlar gibi değerler etrafında, bu değerlerin, bugünkü toplumda ne anlam taşıdığı üzerine, çok ciddi boyutlarda bir mücadele söz konusudur. Birileri “Ben yeterince saygı görmüyorum ama bu saygıya gereksinimim var’’ veya ‘’Eskiden görmüyordum, onun sonucu olarak bugün çıktım buraya” demekte. Bir kısmı da “Sen zaten fazla saygı görüyorsun, bu saygıyı senden alıp başkasına vermeliyiz” diye bir tartışma içine giriyor. Yahut “servet nasıl dağıtılacak”, “iktidar nasıl dağıtılacak”, “hangi kurum, hangi güç ne kadar olacak” konusundaki tartışmalar, anayasanın yazdığı ilkeler içinde de olsa, sürekli devam ediyor. Onun için bunlar, ortaya çıkan yeni koşullar dolayısıyla birincisi, dünyada teknoloji değişiyor, alttan alta giden bir sanayi devrimi var ve o sanayi devrimi farkında olarak ya da olmayarak, bizi sürekli olarak değiştiriyor. Birdenbire hayatımıza robotlar girdi. Bankaya telefon ediyorsunuz; karşınıza robot çıkıyor, anlatabilirseniz derdinizi anlatın. Böyle bir dünyaya dönüştük. Bunlar bir şekilde insanların hayatlarını etkiliyor ve burada saydığım bu değerler itibarıyla olan ilişkilerin ve mücadelelerin içeriğini değiştiriyor. Bunlar da, hem siyasetin içinde, yani yasamada yeni yasal talepleri vs. eski yasaların değiştirilmesi hem de yargıda, Anayasa Mahkemesi’ne kadar varan süreçte, çeşitli şekillerde yeni tartışmalar üretiyor. Dolayısıyla oradaki ilkeler, devamlı olarak, yeniden tartışılan ve yeniden somut koşullar karşısında nasıl uygulanacaklarına dair içtihat geliştirilen ilkeler durumundadır. Zaman zaman ülkelerin içinde bulunduğu durumlar, demokrasinin standardı, iktidara gelen partilerin ideolojileri, onların yapmak istedikleri, bunların, anayasadaki birtakım ilkelerle uyumlarında görülen sorunlar. Mesela, Trump örneğini verdiniz. Trump Amerikan Anayasası’nın birçok maddesini, kendisine has bir şekilde yorumlayarak, bu Anayasanın uygulaması konusunda yeni bir defi ortaya çıkardı ve bir de bundan halk desteği aldı. Geçen programımızda bunu konuşmuştuk. Şu anda yapılan kamuoyu yoklamalarında, her şeye rağmen, bir ayaklanmayı tetiklemiş olduğu konusunda genel kabul olmasına rağmen, Cumhuriyetçi Parti’nin yarısının hâlâ Trump’ı desteklediği görülüyor. Dolayısıyla bu tür durumlar, sadece bize has değil, bütün ülkelere has. 

Ama bizim sorunumuz daha vahim bir sorun. Bu sorunu ilk defa, en billur biçimde ortaya koyan Devlet Bahçeli oldu. Ekim 2016’da “Cumhurbaşkanı, anayasanın hiçbir maddesine uymuyor” açıklamasını yaptı. Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın da “Anayasa yok hükmündedir, onun için yeni bir anayasa yapalım” açıklamasını yaptı. Fakat 2016’nın koşullarında, yapılan tartışmalarda, yeni bir anayasa yapmanın söz konusu olmayacağı anlaşıldı. Bunun üzerine, 2017 referandumu ile anayasada birtakım maddeler değiştirilerek, anayasanın hiç olmazsa bir kısmına cumhurbaşkanının uyabileceği bir değişiklik yapıldı. Bunu, MHP liderinin veya yardımcısının yapmış olduğu açıklamalar sonrasında başka türlü yorumlamanın, akılla uygun olabileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla, o yapının getirmiş olduğu bir hükümet biçimiyle karşı karşıyayız. Bu, şu demek: Bizde bir anayasa sorunundan ziyade, anayasa ile kendisini bağlı görerek ve ona uygun olarak davranma ihtiyacı içinde olan bir hükümet yok. O zaman, sorun çok daha ciddi bir siyasal kültür sorununa dönüşüyor. Yönetme erkini elinde tutan ve yürütmeyi kontrol etmekte olan hükümet, kendisini anayasa ile herhangi bir şekilde bağımlı hissetmiyorsa, hukukun temel ilkeleri ile ilgili birtakım sorunlar tartışılmaya başlamışsa ve buna herhangi bir şekilde uymuyorsa, o zaman bizim anayasa değiştirmemiz ya da herhangi bir yasayı değiştirmemiz, buna çare olur mu? 

Pişirici: O zaman bu ‘’yeni anayasa’’ hamlesini, aslında anayasayı cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine ve hatta cumhurbaşkanına uydurmak için ikinci aşama diye düşünebilir miyiz? 

Kalaycıoğlu: Onu düşünmek pek makul değil. Çünkü Türkiye’de esas mesele şöyle tezahür ediyor: Biz buna eskiden, “sandıksal demokrasi” diyorduk ama bu terim terkedildi. Ama Türkiye’nin standardı, seçmen genelinde sandıksal demokrasidir. Bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar var, daha önce de vurgulamıştım programlarınızda. Sabancı Üniversitesi’nde Osman Şahin, benim doktora öğrencimdir. Onun 2016’da yazdığı, savunmuş olduğu bir doktora tezi var. Orada veriler, gayet açık ve net olarak gösteriyor ki Türkiye’de demokrasiden anlaşılan, bir sandığa oy atma ve o sandıktan çıkan kişilerin, atılan oya göre uyumlu olmasının algılandığı durumlarda, demokrasinin gerçekleşmiş olduğunu kabul etme ve bu (sandıktan) çıkan kişilerin, temel itibarıyla devlet bütçesini hazırlarken, kendilerine oy veren kimselere, birtakım yararlar temin etmesini bekleme. Buna, “popülist patronaj politikası” deniyor siyasetbilimi literatüründe. Türkiye’de bu süreci yakından incelemiş olan İlkay Sunar ve Sabri Sayar gibi meslektaşlarımız var. Özellikle 1950’den beri bizde uygulanan bu standartların ötesine geçemedik. Türkiye’de, bir özgürlük talebi, hukuk talebi, adalet talebi gözükmüyor. Koç Üniversitesi’nden meslektaşım Ali Çarkoğlu ile birlikte seçim araştırmaları yapıyoruz ve bunların bulgularını yayınlıyoruz. Seçim araştırmalarında “Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu en önemli sorun nedir” diye soruyoruz. Bu sorunların içinde Türkiye’de, hiçbir zaman adalet, özgürlük, haklar, insan hakları vs. yüzde 1’in ötesine bile geçmedi. Bizim örneklem hata payımız, yüzde 2,5’un altında değildir. Dolayısıyla yüzde 2,5’un altında olan her şeyi, sıfır olarak kabul edebilirsiniz, Yani Türkiye’de böyle bir talep, böyle bir algı yok. Osman Şahin’in araştırmasında da bu gözüküyor. Avrupa’nın batısına ve kuzeyine doğru gittikçe, orada demokrasiden anlaşılan, bireyin özgürlüklerinin gayet hasis bir şekilde korunmasıdır. Buna, siyasi iktidarın müdahale etmesinin engellenmesi, hükümetin olabildiğince sınırlandırılabilmesi, bireyin özgür bir şekilde yaşamasının garanti altına alınması, vakarlı bir yaşantının bundan kaynaklandığının kabulü. Şimdi bu iki algı, çok farklı yerlere götürüyor toplumu. Avrupa’nın doğu ve güneydoğusunda başka bir demokrasi standardı var, batı ve kuzeyinde başka bir demokrasi standardı var. Batı standardı, daha çok deminden beri anlatmakta olduğum –Essentials of Democracy diye anılıyor-, “Demokrasinin Temel Unsurları” diye ifade edebileceğiniz, 2004 Birleşmiş Milletler Raporu’nda vurgulanan esaslara uygun bir tanım. Bizdeki tanım ise tamamen popülist bir söyleme dayalı, patronaj bölüşümü. Kamu bütçesinin, partizanlar tarafından olabildiğince yararlı bir şekilde kullanılabilmesi esası. Bu esas Türkiye’ye has değildir, aynı zamanda ayrıntılı çalışılmış olan Moldova örneği var. Moldova’da da bu şekildedir. Yine Güneydoğu Avrupa ülkeleri var. Balkan ülkeleri, Sırbistan, Makedonya, Bulgaristan, Romanya gibi. Bu ülkelerde demokrasi standardı fevkalade düşük. Bu düşüklük düzeyi, temel itibarıyla böyle bir kültürel algıdan kaynaklanıyor. 

Hâl böyle olunca, “seçmenin hesap sorması” dediğiniz ilke, fiilen hayata geçmiyor. Ama şeffaflığın talebi son derece yüzeysel ve sınırlı kalıyor. Burada ortaya çıkan görüntülerin, seçmende büyük bir infial yaratması filan, Türkiye’de pek görülen bir olgu değil. Dolayısıyla anayasa ve yasalarımızda yazan bütün bu âli değerler ve ilkeler, birdenbire herhangi bir temeli olmayan, havada kalan ilkeler haline dönüşüyor. Ve sandıksal demokrasiye rağmen bunların gerçekleştirilmesi mümkün olmuyor. Esas sorunumuz buradaymış gibi gözüküyor. Burada temel sorun, hesap verme gereksinimi duymayan, böyle bir talebin de bulunmadığı bir ortamda, demokrasi, demokrasi olarak çalışmıyor. Esas sorun, “hesap vermeme” sorunu. Dikkat ederseniz, Türkiye’de en büyük patırtılar bundan kopuyor ve bu her türlü karara etki ediyor. Mesela, iktisadi kararlara etki ediyor. Şimdi bizim IMF ile ilişkimiz, ilginç bir şekilde bu konunun en ciddi tezahürlerinden biridir. Hükümet bu konuda kendisini çok başarılı olarak takdim ediyor: “Bakın, IMF’den kurtulduk.” Kurtulan nedir? Birincisi, biz IMF’yi kurduk, Türkiye olarak kurucularındanız. IMF, başkaları tarafından kurulmuş ve bize empoze edilen bir şey değil. IMF’yi kurduk. Peki, neden kurduk? Çünkü ekonomide bir kriz, bir çöküş olursa, onun imkânlarını kullanarak ucuz kredi alabilelim diye. Biz bunu zaman içinde şeytana dönüştürdük. Bizim üzerimizde son derece kötü birtakım uygulamalar yapan bir şeytan ve bundan kurtulmayı da büyük bir başarı olarak takdim ettik. Türkiye’nin toplam borç miktarı çok artmış olmasına rağmen, IMF’ye olan borçlarını sıfırlamış olmakla övünmeye devam ediyoruz. Ama bunu yaparak ne yaptık? IMF’nin borç verme karşılığında, uluslararası standartlarla kabul edilmiş olan hesap verme-hesap sorma sürecini ortadan kaldırdık. Esas kaygı o: “Biz herhangi bir şekilde denetim altında olmayalım ki, bu fonları rahat bir şekilde kullanabilelim ve kullandığımız fonların nereye gittiğinin hesabını kimse sormasın.” IMF de sorsa, bu rapor olarak çıkacak ve dolayısıyla daha sonra bu hesabı vermekte zorlanabileceğiz. 

Pişirici: İşte bugün 126 milyar doların hesabını veremiyorlar. 

Kalaycıoğlu: Evet aynen. Orada da aynı. Neyi tartışıyoruz? Hesap vermeyi tartışıyoruz: Hesap verilecek mi, verilmeyecek mi? Gare Operasyonu’nda neyi tartışıyoruz? Aynısı. Hesap verilecek mi, hesap sorulabilir mi? Hesap vermemek için muhalefeti ortadan kaldırmayı düşünen bir iktidarla karşı karşıyasınız. Burada temel motivasyonu, herhangi bir şekilde hesap vermek olmayan bir hükümet operasyonu ile karşı karşıyasınız. Hesap verme olmadığı zaman, demokrasi olarak çalışma şansınız kalmıyor. Dolayısıyla anayasanın bağlayıcılığı da kalmıyor, herhangi bir yasanın da bağlayıcılığı kalmıyor. Çünkü bunların bağlayıcılığı, temel itibarı ile bunlara uyumlu olarak davranmadığınız takdirde, sizden hesap soracak -buna yatay hesap verme diyoruz- bir istiklali olan yargı -eski tabiriyle kullanayım- tamamen bağımsız aynı zamanda tarafsız, partizan olmayan, aynı zamanda dürüst çalışan ve ehil yargıçlar eliyle karar veren bir yargı. Bugün kabul edilen temel ilke budur. Bu, gayet açık yazılmıştır. Anglo Sakson dünyada, Latimer House Principles diye anılıyor, daha doğrusu eski Britanya İmparatorluğu’nun 53 üyesi var biliyorsunuz bunlar devletler topluluğu, bunlar için kabul edilmiş temel standart bu ve bu standart Birleşmiş Milletler belgelerinde, şurada burada da dile getiriliyor. Bu dört ilkeyi birden yerine getireceksiniz. Yargı tamamen bağımsız olacak, üzerinde hiçbir şekilde yürütmenin ve yasamanın veya herhangi bir başka gücün gölgesi olmayacak, hiç, sıfır ve o şekilde çalışacak, dolayısıyla 1950’ler terminolojisi ile ‘tam istiklal’ içinde olan bir yargıdan bahsediyoruz. Aynı zamanda tarafsız olacak ve bunu temin etmek için hâkim garantisi mükemmel olacak. Bunun arkasından, dürüst çalışan ve bu çalışma sırasında herhangi bir şekilde karar alırken, hukuk standartlarının uygulanmaması gibi bir durumun olmayacağının garantisi olarak, olayın bilgisi ve görgüsü içinde olan ehil yargıçlar -İngilizcesi competent- tarafından karar alınıp uygulanacak demektir. Üzerinde vurgulanacak esas, budur. Bu yargı kurumuna bir şekilde hesap verme durumunda olan bir yürütme ve yasamadan bahsediyoruz. Bu olduğu takdirde, hesap verebilme söz konusu. Birleşmiş Milletler dokümanları, aynı zamanda Avrupa’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, bir de Avrupa Konseyi’nin kurmuş olduğu Venedik Komisyonu da bu ilkelerin neler olacağı ve nasıl çalışacağı üzerinde çeşitli önermelerde bulunuyor. Bunları esas alarak hareket etmemiz söz konusu. 

Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi ilk iki seçim döneminde, yani 2010-2011’e kadar olan dönemde, bu tür bir esas üzerinden hareket ederek çalıştı ve bu çalışmalarda da bunları sık sık vurguluyordu. Fakat 2011’den itibaren bu tamamen terk edildi ve ters bir yöne doğru hareket etmiş bulunuyoruz. Onun için, anayasa değiştirdiğiniz zaman, ‘’Yeni anayasa, hükümeti bağlayacak mı? Hükümet hesap verebilirliği kabul edecek mi? Böyle bir şey Adalet ve Kalkınma Partisi’nin programında ve daha önemlisi zihniyetinde mevcut mu?’’ konularında, şu ana kadarki performansında ciddi bir hesap sorma duyarlılığı içinde hareket ettiğini gösteren bir kanıt veya bir çalışmayı ben bilmiyorum, esas sorun burada. Bu, bir seçkin siyasal kültürüdür. Siyaset biliminde “elit” dediklerimiz, yani daha çok, iktidar kullanma olanağı bulunan kişiler ve onların örgütlerinden oluşan yapıdan bahsediyoruz, bunun için de böyle bir duyarlılık söz konusu mu? 

Pişirici: Bugün iktidarda olan kişi ve partiler elit midir? 

Kalaycıoğlu: Tabii. Onların almış olduğu kararlar, temel olarak Türkiye’deki bu değerler üzerinden sürdürülen mücadelenin, en önemli belirleyicileridir. 

Pişirici: Halbuki kendileri, Boğaziçi Üniversitesi protestoları nedeniyle, protesto edenleri de destekleyenleri de “elit” diye suçluyorlar, çok enteresan! 

Kalaycıoğlu: Doğru ama onlar “iktidar kullanan bir elit” değil, onlar daha ziyade “kültürel elit” diye ifade ediliyor. Yani kültürel değerler üzerinde onların daha büyük etkisi olduğu vehmediliyor ve bu etkinin de dejenere edici bir etki olduğu savı var. Bu sav, esas itibarıyla sadece Türkiye’de görülen bir sav değil. Trump da aynı şekilde hareket etti Amerika Birleşik Devletleri’nde. Orada da üniversiteler, üniversite hocaları, üniversite mezunları, bilimadamları, bilimkadınları, hepsi kültürel dejenarasyondan sorumlu, halkın değerleriyle uyuşmayan birtakım kişiler olarak takdim edildi. Bütün popülist politikacıların temel söylemi budur. Bu yoldan giderek, günah keçileri yaratırlar ve o günah keçileri üzerinden halkı seferber ederek seçim kazanmayı hedeflerler. O anlamda bir elit algılaması söz konusudur. 

Pişirici: Şimdi bütün bu anlattıklarınızdan anladığım, bir anayasa, uluslararası standartları içermeli ama mutlaka içinde açık, net ‘hesap sorma,’ ‘hesap verme’ mekanizması da olmalı. 

Kalaycıoğlu: Evet onlar tanımlanıyor. Zaten temel kurum olarak yargıyı tanımlıyor. Bu yargının nasıl bir yargı olacağını, Birleşmiş Milletler’in, Avrupa Konseyi’nin ve AGİT’in temel belgeleri açıklıyor. Bunlara uymak durumundasınız. Bunlar, kabul ettiğiniz ve onadığınız için, sizi bağlayan niteliktedir. 

Pişirici: Erdoğan ortaya yeni bir anayasa gerekliliği iddiasını koyduktan sonra, “1921 Anayasası çok güzeldi, öyle bir anayasa mı yapsak’’ lafları dolaşmaya başladı. Bunu da bir anlatmanızı rica edeceğim. 1921 Anayasası neydi? Çok güzel bir anayasa mıydı? Niye oraya dönelim diyorlar? O anayasanın içinde hesap verme, hesap sorma mekanizması var mıydı? 

Kalaycıoğlu: Sedat Bey, şimdi burada tartışırken, onun için vurguladım. Bir siyaset olgusu var ve bu, kültür ile belirleniyor. Temel itibarıyla kültür, tarihin bize getirmiş olduğu tortu. Biz bu değerleri, bu düşünce şeklini, zihniyeti, bir önceki kuşağın eğitmesi ile öğreniyoruz. Onlar da, onlardan önceki kuşaktan öğreniyor, böylece adım adım bize gelmiş olan birtakım değerler var. Tabii bu zaman içinde çeşitli değişikliklerle karşı karşıya. Bir sanayi devrimi var, teknolojiyi değiştiriyor, onunla yaşıyoruz toplumda. Aynı zamanda uluslararası ilişkiler var. Onlar da büyük ölçüde, bir devletin içinde bulunduğu koşulların, ne tür bir evrim geçireceğini etkiliyor. Dolayısıyla somut siyasal koşullar içinde anayasa ortaya çıkıyor ve ona göre yorumlanıyor. 

1921 Anayasası, özellikle ilk meclisteki tartışmaları da göz önünde bulundurursanız, temel itibarıyla, işgalin reddi, bir Kurtuluş Savaşı’nın yapılması, içine düşülmüş olan durumdan çıkılması ve kurtulunması, emperyalizme karşı bağımsızlık savaşında bulunulması ve çöken bir imparatorluğun yerine, ya o imparatorluğun yeniden diriltilmeye çalışılmasıdır. Aslında bu bir hayâl-i hamdır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu gibi bütün imparatorluklar çökmüştür. Aynı dönemlerde kurulmuş ve yaşamış olan imparatorluklar, Hapsburglar Avusturya ve Macaristan, Romanoflar Rusya, Roma- Germen imparatorluğu sonrası Almanya ve nihayet en büyük, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk Britanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çökmüştür. Bir daha imparatorluk kurma, Rusların kendilerine has, kültürel, nostaljiden kaynaklanan hafif romantik, hafif akıl dışı davranışları dışında, dünyada bunu sürdüren kimse yok ve onun da Rusya’ya şu ana kadarki getirisi, fazla bir başarıyla anlatılabilecek bir şey değil. Ekonomik bakımdan hâlâ fazla gelişmemiş bir ülke Rusya. Sovyet döneminde de aynıydı, şimdi de aynı; ağır bir bedel ödüyorlar bunun için. Sonuçta, kendilerine özel koşullar dolayısıyla bu tür kültürel yönelimler ortaya çıkabiliyor. 

Şimdi bu çatışmaların hepsini o tartışmalarda görüyorsunuz. Orada bir cumhuriyetin kurulması gerektiğini düşünen, yeni bir milli devlet öykünmesi içinde olan bir grup var. Aynı zamanda saltanatın geri getirilmesi ve yeniden ihdası için çabalamakta olan bir grup var ve bu ortamda kurulmuş olan bir meclis, hükümetin diğer kuvvetleri, yani ne yargı ne de yürütme, mevcut değil. Ankara’da kurulmuş bir tek meclis var, her şeyi Meclis içinde koruyarak, bir meclis hükümeti inşa etmeye yöneliyorlar. Bunu yaparken de 1876 Anayasası’nın, 1909’da yapılan tadilatını -ki büyük ölçüde bir değişikliktir o- esas alarak ve orada hiç öngörülmeyen ve bir daha cumhuriyet boyunca kullanılmayan bir idarî teşkilat düzenlemesi getiriyorlar. Bunun, o döneme özgü bir ‘’halkçılık’’ anlayışıyla da bağdaştığını görüyoruz. Zaten bunun üzerine de bir dizi kararlar üretiyor ilk meclis ve dolayısıyla 1921 Anayasası, vilayetlere özerklik tanıyor. Mesela bu tartışmada, vilayetlere özerklik mi tanıyacaklar bu aşamada? Yani bu nasıl örgütlenecek, federal bir yapı mı getirecekler, bilmiyorum. Dikkat ederseniz, o anayasa, Türkiye’nin geçmişinde, tek yerinden yönetim ve desantralizasyon içeren anayasal belgedir ve fazla uygulanmamıştır; hadi üç yıl diyelim. 1924’ten itibaren tekrar merkezi üniter bir devlet yapısına ve hemen hemen yerinden yönetimin hiç olmayacağı, kabul görmeyeceği bir yapıya doğru dönüşmüştür 1924’de. İçinde bulunulan koşullar bunlar. Bu meclisin, bir devlet teşkilatı kurmasını sağlayabilecek bir güç ve kuruluş ilkesi kabul edilmiştir. Yani bu meclis, ‘’kurucu meclis’’ esas kurum olarak kabul edilmiştir. Bu esas kurum, devletin nasıl teşkilatlandırılacağına ve meclisin içinden çıkan bir hükümetin, meclis ile olan ilişkilerini düzenlemeye çalışmıştır; çok sorunludur. Esas itibarıyla, meclisin, halkın temsilcileri olarak, heyet-i temsiliye olarak yöneteceği ilkesi kabul edilmiştir. Burada, işgale karşı bütünlük içinde olan bir millet varsayılmıştır. Milletin içinde, farklı meslek grupları, farklı sosyal sınıflar, farklı cinsler, farklı ırklar, etnik özellikler, şunlar bunlar öngören yığınla anayasa var dünyada; bunların hiç birine benzemiyor. Burada, ayrışmaz, bütün, tek bir dayanışma içinde olan bir topluluktan bahsediliyor. Böyle bir şeyin doğal koşullar altında yürütülebilmesi mümkün değil. 1924 Anayasası’na kadar, bu ilke, büyük ölçüde ve fazla sorun olmadan yönetilmişti ve temel ayrım: ‘’Cumhuriyet’e doğru bir yönelim mi, saltanata doğru bir yönelim mi?’’ ayrımıdır. Temel itibarıyla, muhafazakâr ve köktenci diyebileceğimiz iki grup arasındaki ayrımdır. 1921 Anayasası’nda üzerinde durulan temel tartışma ilkesi de bu olmuştur. 1921 Anayasası’nın özellikleri, doğal akışında demokrasi olarak çalışmayı düşünen bir rejimle bağdaşık bir anayasa değildir. Bu, bir savaş ortamında, işgali sonlandırmak için, dayanışmayı vurgulayan ve çoğulcunun karşıtı olan tekçi bir algılama etrafında, hükümeti de ‘kuvvetler birliği’ içinde toplayan, bir meclis hükümeti uygulaması olarak gelişmiştir. Emperyalist bir işgale son vermek amacını güden bir anayasadır. Şimdi bu koşulları, bugünkü Türkiye’ye getirebilmeniz ve anlatabilmeniz mümkün değildir. Burada fazla bir demokratikleşme çıkmaz. 

1924 Anayasası, hemen arkasından yapılmıştır ve onun epey enteresan yorumları vardır. Orada da aynı fikir esas olmuştur ve bu fikir, çok karmaşık sonuçlara neden olmuştur. Ali Fuat Başgil’in Esas Teşkilat Hukuku adıyla 1960’da yazmış olduğu bir kitap var. Özellikle bu noktayı vurgulamak için aktaracağım: 1924 Anayasası’nı yapan ikinci büyük meclisin azaları, derin bir halkçılık aşkı ve emperyalizm düşmanlığı içinde, saf bir milli hâkimiyet yüküne sarılmış ve fakat devlet faaliyetlerinin, adalet, emniyet ve istikrar noktasında muhtaç olduğu müesseseleri ve vatandaş haklarının teminat-ı lâzımesini bir tarafa bırakmışlardır. Yani, temel itibarıyla 1924 Anayasası’nda da 1921 Anayasası’nda görülen birtakım defolar, özellikle gelişmiş bir siyasal sistemin, çoğulcu bir toplumda, demokrasiye el verecek şekilde çalışmasını sağlayacak temel meseleler, Ali Fuat Başgil’in terminolojisiyle “vatandaşların muhtaç olduğu müesseseler ve bunların teminat-ı lâzımesi, yani lâzım olan garantileri, teminatları, anayasaya koyulamamıştır. Bundan dolayı anayasa, demokrasiyi yaratacak ve yürütecek şekilde çalışmamıştır. Tabii tek sebebi bu değil, ama anayasayı aynı zamanda bir “teşvikler manzumesi” olarak da kabul edebilirsiniz. İktisadi olarak düşünecek olursanız, nasıl iktisatta, bir piyasanın çalışması için çeşitli teşvikler verilmesi söz konusuysa, anayasa da bu tür teşvikleri veren veya sağlayan unsurlardan bir tanesidir. Ali Fuat Başgil’in anlatımına göre, bu teşviklerin düzgün verilmemiş olması, 1924 Anayasası’nın çalışmasında ciddi sorunlar ortaya çıkarmış ve o anayasanın, demokrasi ile bağlantısını zorlaştırmıştır. İsterseniz, 1961 ve sonrasını, daha sonra konuşmaya devam ederiz. 

Pişirici: Konuşacağız, martın ilk haftasında İnsan Hakları Eylem Planı’nın açıklanacağı duyuruldu. Bugün de Hazine ve Maliye Bakanı Lütfü Elvan, martın ikinci haftasında, ekonomik reform paketinin açıklanacağını duyurdu. Biz mart ayının sonlarına doğru, 17. yayınımızı gerçekleştireceğiz. Demek ki o yayında, eğer açıklanırsa, hem bu iki paketi, hem de ondan sonraki 1924’den sonraki 1961, 1981 anayasalarını konuşuruz. 

Yayını kapatmadan önce, yeni çıkan kitabınızı izleyicilerle paylaşmak isterim. Ersin Hocamın, Efil Yayınları’ndan çıkan son kitabı Halk Yönetimi: Demokrasi ve Popülizm Çatışmasında Dünya adını taşıyor. Bu kitapta, bizim Siyasetname’de konuştuğumuz konuların da bir bölümü var gördüğüm kadarıyla. Hocam, hayırlı olsun yeni kitabınız. 

Kalaycıoğlu: Sağ ol, teşekkürler. 

Pişirici: Siz bu kitabı niye yazdınız Hocam? 

Kalaycıoğlu: Halk yönetiminin çok çeşitli türü var, bir türü yok. Otoriter rejimler de halk yönetimi olduklarını iddia ediyorlar. Hatta totaliter rejimler de… Nitekim şimdi unutuldu, soğuk savaş sırasında iki tür demokrasi vardı: Bir tanesi “batı demokrasileri” diye adlandırılan liberal demokrasiler, yani hukuk devleti ile anayasa, yasa ve kurallarla ve kurumlarla bağdaşık olarak çalışan demokrasi. Bir de bunun karşısında, halk demokrasileri var. Bunlar, Marksist Leninist yönetimler, kendilerine ‘’halk demokrasileri’’ diyorlardı, totaliter rejim demiyorlardı. Özellikle Varşova Paktı’na bağlı olan, Doğu Avrupa ülkeleri, Sovyetler Birliği ve Çin, o zaman halk demokrasisi diye anılıyordu. Gördüğünüz gibi demokrasi olduğunu iddia eden, fakat taban tabana zıt ve farklı olan, bir tanesi, eşitliği vurguladığını iddia eden halk demokrasileri, “bizim ülkelerimizde herkes eşit, herkes mükemmelen eşit” diyorlardı. Öbürleriyse, özgürlüğü vurguluyorlar, orada da “büyük eşitsizlikler var ve bu eşitsizlikler içinde insanlar sömürülüyor” diye iddia ediyorlardı. Bunun üzerinde çatışıyorduk. Soğuk Savaş bitince bu nüanslar unutuldu. Ben anımsatıyorum: Popülist denilen yeni tür demokratik akım, bir tür otoriter devlet yapısı öykünmesidir. Popülist demokrasi, aksi ispatlanmadığı takdirde ki ispatlanabilir. Yani doğrudan demokrasi isteyenlerin de bir söz hakkı olacaktır ve doğrudan demokrasi de demokrasidir, ona bir itirazım yok. Ama bu vurgu, bu şekilde yapılmadığı sürece, bu geliştirilerek savunulmadığı sürece, bir otoriterlik çağrısıdır. Halkı kullanarak, halkı mobilize ederek, demokrasiye karşı savaştırma amacını güder ve dünyada çok örneği vardır. Örnekleri ayrıntısıyla incelemeye gayret ettim, umarım başarılı olmuşumdur. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.