Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (30): Abdullah Gül’ün Erdoğan’a rağmen 11. cumhurbaşkanı seçilmesinin öyküsü

Gazetecilik anılarımın 30. bölümünde Temmuz 2007 genel seçimlerinin ardından Abdullah Gül’ün, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın istememesine rağmen yeniden cumhurbaşkanı adayı olması ve seçilmesini, bu dönemde medyanın rolünü anlattım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba. İyi günler. “Gomaşinen”in 30. bölümünde, Abdullah Gül’ün nasıl 11. Cumhurbaşkanı olarak seçildiğini anlatacağım. Ama burada önemli olan, Abdullah Gül’ün, dönemin başbakanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a rağmen nasıl cumhurbaşkanı olduğu. Kısa bir giriş yapayım, hatırlatma bâbında: 22 Temmuz 2007’de Türkiye erken genel seçime gitti. Ama bunun bir öncesi vardı. Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi dolunca, Adalet ve Kalkınma Partisi cumhurbaşkanlığı için Abdullah Gül’ü aday gösterdi. Normal şartlarda Abdullah Gül Meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilecekti. Fakat o sırada Anayasa Mahkemesi’nden, bir 367 milletvekili şartı çıkartıldı. Yani oylamalara 367 milletvekilinin katılması zorunluluğu getirildi — beklenmedik bir şekilde. Ve bu nedenle Abdullah Gül’ün oylamasının yapıldığı oturumlara, muhalefet partilerinden milletvekillerinin katılmamaları sağlanarak onun cumhurbaşkanı seçilmesi engellendi. Bu arada, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da, “sözde değil özde laiklik” şiârıyla, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına itiraz etti. Bunu Genelkurmay’ın internet sitesinde yayınladığı bir deklarasyonla dile getirdi — bir darbe girişimiydi bu. 

Buradaki temel meselenin, Abdullah Gül’ün eşi olduğu ya da öyle gösterildiğini biliyoruz. Abdullah Gül’ün eşinin tesettürlü olması nedeniyle buna yanaşılmadığını, en azından bu gerekçeyle ordunun karşı çıktığını biliyoruz. Hem muhalefetten hem Anayasa Mahkemesi‘nden aldığı desteklerle, Türkiye’nin müesses nizâmı Abdullah Gül’ün Çankaya Köşkü’ne çıkmasını engelledi ve bunun üzerine Adalet ve Kalkınma Partisi ülkeyi erken genel seçime soktu. 22 Temmuz’da da erken genel seçim yapıldı. Ve burada Adalet ve Kalkınma Partisi çok çok iyi bir oy aldı — %46’sını aldı oyların, yani 16 milyon 327 bin seçmen. İkinci sırada gelen CHP bunun yarısı oyu bile alamadı, 7 milyon 317 bin seçmenle %20; Milliyetçi Hareket Partisi ise %14 oyla 70 milletvekili kazandı. O zamanın Kürt partileri, parti olarak girmemişti. Bağımsız adaylarla 20’yi aşkın milletvekili sokmuşlardı. Ve Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, aday kim olursa olsun kendilerinin Meclis’teki oylamaya katılacaklarını açıkladı. Ve 70 milletvekili de MHP’den geleceği için, AKP’nin adayının cumhurbaşkanı seçilmesi kesinleşti. Fakat işler burada karıştı. Çünkü Abdullah Gül’ün ikinci kez aday olmasını Tayyip Erdoğan’ın istemediği yolunda çok güçlü bir rivâyet dolaştı. 

İşte biraz bunun detaylarını anlatmak istiyorum: Öncelikle kendi konumumu bir tarif edeyim. Ben bütün bu süreçler yaşanırken, seçim kararı alınana kadar olan süreçte Amerika Birleşik Devletleri‘nde, Washington’da Vatan gazetesinin muhabiri olarak çalışıyordum. Uzaktan izledim olayları — tabii olabildiğince yakından takip etmeye çalışarak. Hattâ bir keresinde, bu Genelkurmay açıklamasının öncesinde, Yaşar Büyükanıt’ın Washington’a geldiğini ve orada özellikle Büyükelçilik’te yaptığı konuşmanın ve kendisine gösterilen ilginin, daha sonraki internet müdâhalesine bir tür zemin oluşturduğunu bir başka “Gomaşinen”de anlatmıştım. İlginç bir şekilde Büyükanıt’tan önce Abdullah Gül gelmişti, ardından Büyükanıt gelmişti. Türkiye’de seçim kararı alınınca, ben de zaten artık Washington’da eşim Müge ve oğlumuz Ali Deniz’le artık Türkiye’ye dönsek mi diye düşünüyorduk, üst üste gelince, bir an önce Türkiye’ye dönelim, sıcağı sıcağına Türkiye’de bir şeyler değişiyor, diyerek Washington’ı noktaladık ve ben Türkiye’ye döndüm. Döner dönmez de seçim kampanyalarını, özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçim kampanyalarını yerinde izledim. Genellikle, Vatan gazetesinden foto muhabiri arkadaşım Burak Kara ile birlikte çıktık, arada İlker Akgüngör’le çıktığımız da oldu. Çok sayıda yerde miting izledim ve bu mitinglerin ana temasının da Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının nasıl gasbedildiği olduğunu da gördüm. 

Bir mağduriyet üzerinden seslenildi ve bunun çok güçlü etkisi ile %46 oy alındı. Fakat sonra işin rengi değişti. Her şey düze çıktı, Abdullah Gül’ün aday gösterilmesi yeterli olacaktı. Lâkin olamadı. Bir tereddüt başladı. Erdoğan’ın daha fazla gerginlik istemediğini, Türkiye’deki müesses nizamla gerginlik istemediği, dolayısıyla eşi başörtülü olmayan bir aday aradığı ve bunun için de –o dönem yanılmıyorsam Milli Savunma Bakanı’ydı– Vecdi Gönül’ün adı çok geçiyordu. Merkez sağdan transfer edilmiş bir isimdi. Müesses nizamın tanıdığı ve çok da îtiraz etmeyeceği düşünülen bir birisiydi. Vecdi Gönül’ün adı geçti. O dönem AKP ile yakın çizgide hareket eden Fethullahçılar Nimet Çubukçu’nun adını dolaşıma soktular. Nimet Çubukçu Fethullahçı olduğundan değil, ama onların kafasında öyle bir perspektif vardı. Eşi başı açık olan biri yerine, doğrudan kendisi başı açık bir kadın cumhurbaşkanının daha iyi olacağı yolunda bir propaganda yaptılar ve buna en uygun isim de Nimet Çubukçu’ydu. Eşinden boşandıktan sonra Nimet Baş adıyla siyâsete devam etti — bir süredir siyâsette yok kendisi, eski Milli Eğitim Bakanı. Ama Abdullah Gül’ün tabii ki bir müktesep hakkı vardı. Adaydı, adaylığı gasbedilmişti ve anlaşılan o yeniden aday olmak istiyordu, hakkı olduğunu düşünüyordu. Böyle bir karambolde çok ciddi bir gerginlik yaşandı. Kulisler çok hareketlendi ve burada Abdullah Gül sonuçta adaylığını açıkladı. 

Ben bunları gazeteci olarak çok yakından izledim. Öncelikle ilk bir yazı yazdığımı hatırlıyorum, notlarıma bakayım: 25 Temmuz’da, yani seçim yapıldıktan üç gün sonraki yazımın başlığı “Gül aday olur mu?” Yani seçimler bitti, AKP kazandı. Peki, kaldığımız yerden devam edeceğiz, Abdullah Gül aday olur mu? Ben buna, yazı başlığı aday olur mu diye yazdım, ama daha yazının girişinde bu soruya benim cevabım “Kesinlikle evet” idi. Ve neden böyle düşündüğümü yazdım. Ardından bunları devam ettirdim. Gül’ün adaylığı meselesiyle ilgili görüşlerimi, gözlemlerimi ve edindiğim bilgileri burada peş peşe yazmaya başladım. Ve bu arada, Abdullah Gül Dışişleri Bakanlığı’nda –ki kendisi Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı’ydı– bir basın toplantısı düzenledi, ben de bunu izlemeye gittim. Bunu 25 Temmuz’da yapmış olmalı; çünkü benim yazım 26 Temmuz’da çıkmış, “Gül bir tek ‘Adayım’ demedi” diye bir yazı yazdım. Bu basın toplantısı aslında gerçekten bir dönüm noktasıydı Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinde. Bunun öyküsünü de yıllar sonra Gül’ün basın danışmanı olan Ahmet Sever –ki Ahmet benim çok çok eski bir arkadaşımdır ve hâlâ öyledir, çok yakın görüştüğüm birisidir–  o bunu çok detaylı bir şekilde anlattı. Gül bir şekilde adaylığını dile getirmek istiyor, ama ne yapacağını bilemezken, Ahmet ona bir basın toplantısı düzenlemesini önermiş. Gül, basın toplantısı yerine bir gazeteye demeç vermeyi, röportaj vermeyi düşünüyormuş. Ama basın toplantısı olunca işin rengi değişiyor tabii; herkese hitap etmekti –ki ben de oradaydım, bayağı kalabalıktı– ve orada Gül öyle bir konuşma yaptı ki, sorulara öyle cevaplar verdi ki, sadece adaylığını deklare etmedi. Ama her şeyle adaylıkta ısrarını gördük. 

Onun bir de ön bir öyküsü varmış. O da şu: Gül basın toplantısı yapmadan önce Başbakan Erdoğan’ı arayıp bilgilendiriyor, bir telefon konuşmasıyla. O telefon konuşması tabii baş başa yapılan bir telefon konuşması, ancak Ahmet Sever’den öğrendiğim kadarıyla o telefon konuşmasından sonra, Erdoğan’la Gül arasındaki ilişkilerde bayağı bir çatırdamanın başladığını düşünüyor. Bir tür dönüm noktası gibi. Çünkü orada Gül bir akıl danışma yerine, karar verdiği duyurusunu yaptığı basın toplantısından haberdar ediyor. Sanki bir tür oldubitti oluyor — sanki değil, tam anlamıyla öyle. Bu da Erdoğan’ı rahatsız ediyor. Ve adım adım ondan sonra bu olaylar gelişiyor. Burada ilginç bir husus var; o da Erdoğan’a yakın bazı isimler çok yoğun bir şekilde Gül’ün olmaması için faaliyet yürütüyorlar. Bu faaliyetler Erdoğan’ın bilgisi dışında olabilir mi? Sanmıyorum. Onun bir şekilde bilgisiyle olmuştur, onayıyla olmuştur. Kendi parmak izinin gözüktüğü işler değil; fakat mesela Cüneyt Zapsu‘nun, Egemen Bağış‘ın buralarda özellikle merkez medyada, büyük medyada bir faaliyet yürüttüğü iki isim var. Daha sonra hayatını erken yaşta kaybeden, o dönemin Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’la, Erdoğan’a hep yakın olarak bildiğimiz –hâlen de öyle– iş insanı Ethem Sancak. Bu ikisinin bizzat, özellikle Doğan Grubu nezdinde lobi yaptığını biliyoruz. Bu konuda çok ciddi faaliyet yürüttüklerini biliyoruz. Bunun en somut kanıtlarından birisi de –şu anda açıyorum, bakıyorum– Ertuğrul Özkök’ün –ki o tarihte Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni– 8 Ağustos 2007’de yazdığı, “Abdullah Gül’e Sessiz Dilekçe” başlıklı yazı. Bu yazı aynı zamanda gazetenin manşetinden, sürmanşetinden verilmişti. “Sayın Gül’den şövalyelik bekliyorum” diyor. 

Aynen okuyayım şöyle, çok çarpıcıdır: “Bu mevkii hak etmedi mi? Vicdanım beni beklemeden cevap veriyor, kesinlikle hak etti. Yine de içimden bir ses diyor ki, tanıdığım Abdullah Bey fazlasıyla hak ettiği bu koltuğu kendi arzusuyla reddetmelidir. Ülkesi kendisinden bu zarif jesti beklemektedir. Hak edilmemiş koltuğa oturmak yüzsüzlüktür. Bu hakkı reddetmek ise şövalyeliktir. Ben Sayın Gül’den işte bu şövalyeliği bekliyorum.” Hâlâ beklemeye devam ediyor olsa gerek. Ertuğrul Özkök’ün Abdullah Gül gibi, siyasî kariyerini engellemek için elinden geleni yaptığı birisinden sonra böyle bir şövalyelik bekliyor olması ve bunu da alenen deklare etmiş olması da Türk basın tarihinin ilginç anlarından birisiydi. Ama tabii ki unutuldu, geçti. Neden böyle oldu? Burada tabii ki Erdoğan’a yakın isimlerin devreye girmesi etkili oldu. Sonuçta doğrudan Erdoğan’ın aradığı kişiler değil bunlar; ama Erdoğan’a yakın insanlar gelince, bu kişiler de bu senaryonun, yani bu stratejinin içerisinde Erdoğan’ın da olduğunu düşünerek, zaten istemedikleri Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını engellemek için ellerinden geleni yaptılar. 

O tarihte ben de Vatan gazetesinde yazıyordum ve Vatan gazetesi de Doğan Grubu’na geçmişti diye hatırlıyorum, öyle olması lâzım. Bizim gazeteyi çıkartanlar da –başta Zafer Mutlu olmak üzere– bu olayın, Abdullah Gül’ün adaylığının gerçekleşmeyeceğine inanıyorlardı, çok ciddî bir şekilde inanıyorlardı; çünkü haber çok güçlü kaynaklardan geliyordu. Fakat ben Abdullah Gül’ün bu işten feragat edeceğine hiçbir şekilde inanmıyordum, düşünmüyordum. Bir gün Genel Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu’nun odasındaki bir tartışmayı hatırlıyorum. Orada Zafer Bey ve başkaları da vardı; bayağı gergin bir tartışma olmuştu. Ben buna inanmadığımı söyledim. Sonra çok daha büyümeden odama çıktım, üst kattaydı benim odam. Daha sonra, ilginçtir, hiç unutmam bunu, Tayfun beni dâhilî telefondan aradı, “Yazıyor musun?” dedi. —“Neyi yazıyor muyum?” dedim. “Anlattıklarını” dedi. Ben de, “Ya, benim anlattıklarım sizin hoşunuza gitmedi ki” dedim. “Ya, bizim hoşumuza gitmesinin önemi yok, yaz” dedi. Ben, “Abdullah Gül feragat eder mi?” diye bir yazı yazdım ve neden etmeyeceğini kendimce anlattım. Ve Vatan gazetesi –hiç unutmam bunu– sürmanşetten onu verdi. Yani hem bir taraftan Gül’ün feragat edeceğini düşünüyorlar ve istiyorlardı; ama bir taraftan da benim argümanlarımda bir haber değeri buldular. 

Ardından bu iş sürekli uzadı ve bizim gazetede, Vatan’da Bilal Abi diyeceğim, Bilal Çetin, Ankara temsilcisi, bir kulis haberi yaptı. Ve yanılmıyorsam, “%51 Gül” gibi bir şeydi manşeti. Manşetten verildi o da. O bunun neden olmayacağını, neden başka isimlerin ortada dolaştığını anlatmıştı. Bu haberden ya da bu kulisten birkaç gün sonra, ben Ankara’ya gittim yine ve hâlâ bekliyoruz kimin aday olacağını, kimin olmayacağını. Orada, artık Abdullah Gül’ün kesin adaylığını deklare edeceğini öğrendim. Bakayım onun tarihini bulabilecek miyim? Evet, 11 Ağustos. Başlık “%100 Gül”. Kısa bir süre önce “%51 Gül” diye başlık atmış olan gazetem, benim bu “%100 Gül” analizimi de aynı şekilde, aynı büyüklükte verdiler. Ve haklı çıktık. Abdullah Gül aday oldu. Bunu tabii ki Gül’e yakın kaynaklardan, özellikle de en yakınındaki Ahmet Sever’den öğrendim. 

Ama tabii bunu insanlar şey olarak düşünmesin, gazeteci haber kaynağı ilişkisi çok karışık bir ilişkidir. En yakın dostunuzla bile bu ilişkilerde hep birtakım nüanslar vardır. Ahmet’in bana “%100 Gül” dediğini hatırlamıyorum. Böyle bir şey demedi. Ama yaptığımız sohbetin ışığında zaten olacağını düşünüyordum, Abdullah Gül’ü tanıdığımı sanıyorum –ki onu da ayrı bir “Gomaşinen”de anlatmayı düşünüyorum–, benim düşündüğüm gibi olduğuna emin oldum ve oturup yazdım. “Bunun üç temel gerekçesi var: 1) parti tabanının bakışı; 2) Gül’ün kararlılığı; 3) Gül’ü istemeyen çevrelerin beceriksiz stratejileri” diye açıklamışım. Bu beceriksiz stratejiler gerçekten beceriksizdi. Yüzlerine gözlerine bulaştırdılar, bunu gördük. O dönemde Erdoğan’ın Basın Danışmanı Akif Beki’ydi. Akif Beki‘nin de medya üzerinde öyle bir girişimleri olduğu, Gül’ün caydırılması konusunda lobi yaptığı çok söylendi. Bugün bu “Gomaşinen” yayınını yapmadan önce Akif’le uzun uzun sohbet ettim. Onun bana aktardığı şu: “Birilerinin Erdoğan adına bir şeyler yaptığı kesin de, bunun onun bilgisi dâhilinde olup olmadığını bilmiyorum. Ancak bunlara ben hiçbir şekilde dahil olmadım. Bana Sayın Başbakan’dan o tarihlerde böyle herhangi bir talîmat gelmedi, talep gelmedi. Ben bu olayın tamamen dışındaydım. Ancak bazı gazetecilere, bazı Ankara temsilcilerine, bazı genel yayın yönetmenlerine birilerinin Erdoğan’ın fikriymiş gibi bunu aktardıklarını biliyorum. Buna Erdoğan’ın, Başbakan’ın doğrudan müdâhil olup olmadığını açıkçası bilemiyorum” dedi. Akif’in bana aktardığı bu. 

O tarihlerde, Erdoğan’ın danışmanlarından Yalçın Akdoğan’ın, Yasin Doğan müsteârıyla yazdığı köşe yazısında, Abdullah Gül ile ilgili söylediklerinin de bayağı bir olay olduğunu ve ona Ahmet Taşgetiren’in cevap verdiğini de bir detay olarak burada kayda geçirmek lâzım. Bir diğer olay da, Hasan Celal Güzel’in –ki Hasan Celal Güzel’in lâkabı, bilenler bilir “Tank Hasan”dır; darbeye karşı “Tankların önüne çıkar, yürürüm” demiş birisidir– onun da bir şekilde Abdullah Gül’ü vazgeçirmeye çalışanlardan biri olduğunu öğrendim ve vazgeçirmeye çalışırken, Abdullah Gül’e, adaylığını koyması durumunda darbe riskinin olduğunu söylemiş. Abdullah Gül’ün de kendisine, “İyi o zaman, sen de tanklara karşı yürürsün, ne güzel” diye cevap verdiğini de buraya bir bilgi olarak ekleyelim. 

Evet, o dönem Erdoğan’ın burada bir hesabı vardı. Bu hesap, Türkiye’deki müesses nizamla kavga edip etmeme meselesiydi. Bir buydu, bir diğeri de tabii ki parti içi güç dengeleriydi. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması durumunda, partideki iktidarının ve ülkedeki iktidarının genişleyebileceğini düşündü herhalde — herhalde diyorum ama öyle düşündü. Ve ilginç bir şekilde tabii, AKP Kongresi’ni görev süresi bittikten sonraya değil, görev süresinin bitmesine bir gün önceye aldı. Yani devir-teslim töreninden önceye aldı. Ahmet Davutoğlu‘nu partinin başına geçirdi. Aksi takdirde, devir-teslimden sonra AKP Kongresi olsaydı, muhtemelen Gül oraya da aday olacak ve AKP’nin başına geçecekti. Bunu yapmadı. Devir-teslim töreninden önceye aldı. Abdullah Gül de cumhurbaşkanı olduğu için o kongrede aday olamadı, Davutoğlu onun yerine seçildi. Davutoğlu da bir süre sonra Erdoğan tarafından zaten bir şekilde görevden alındı — görevden alınmadı da, istifâya zorlandı. Ve Abdullah Gül de siyasetin iyice dışına itildi. Ama bunun başlangıcının tam da 22 Temmuz 2007 seçimlerinin sonrası olduğunu özellikle altını çizmek lâzım. “Gomaşinen”in 30. bölümünde bunu yapmaya çalıştım. Bir başka “Gomaşinen”de de Abdullah Gül’ü ayrıca anlatmayı düşündüğümü tekrar söyleyerek burada noktalıyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.