Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (33): Arap milliyetçiliğinin ve İslamcılığının merkezi Mısır’dan hatırladıklarım

Gazetecilik anılarımın 33. bölümünün merkezinde 1990, 1996 ve 2013’te üç kez gittiğim Mısır var. Arap dünyasının bu en önemli ülkesinde gördüklerim özellikle İslamcılığı anlamamda çok yardımcı oldu.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 33. bölümünde Mısır’ı anlatmak istiyorum. Mısır’ı anlatmak istememin nedeni, şu günlerde Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilerin yeniden kurulabileceği yolundaki söylentiler, iddialar. Bunun iki ülkeden birinde yöneticiler değişmediği müddetçe çok kolay gerçekleşeceğini sanmıyorum; yani Recep Tayyip Erdoğan ve General Abdülfettah Sisi değişmediği müddetçe çok zor olacak; ama bölgenin bu önemli iki ülkesinin artık daha uzun bir süre sıfıra yakın bir ilişkide yürümeleri mümkün değil — özellikle de Doğu Akdeniz konusunda. 

Mısır çok önemli bir ülke, tarihî anlamda çok önemi var. Hâlihazırda 100 milyonu aşkın bir nüfusu var, Türkiye’den daha kalabalık, öyle söyleyelim. Arap milliyetçiliğinin merkezi; ama aynı zamanda Arap dünyasındaki İslâmcılığın da merkezi. Bunun nedeni de İhvan-ı Müslimin denilen Müslüman Kardeşler örgütü ve Mısır’da bir de Kahire’de meşhur El Ezher Medresesi ve şimdiki hâliyle üniversitesi var. El Ezher sadece Mısır’a değil tüm İslâm dünyasına öğrenci yetiştiren, ilâhiyatçı yetiştiren bir yer; en son örneği meşhur Ayasofya Başimamı Mehmet Boynukalın da El Ezher mezunu. 

Benim Mısır’a ilk gidişim 1990 Haziran ayında oldu. Kahire merkezli CEDEJ adındaki bir Fransız araştırma Merkezi Türkiye-Mısır karşılaştırmalı bir sempozyum gibi bir şey düzenlemişti. Türkiye’den ve Fransa’dan ve tabii ki Mısır’dan araştırmacılar burada birkaç gün boyunca kapalı bir şekilde –halka açık değildi– tartışıldı, daha çok İslâmcılık ağırlıklı bir toplantıydı. Türkiye’den Prof. Nilüfer Göle, Prof. Binnaz Toprak gibi isimler vardı. Fransa’da yaşayan birtakım Türkiyeli araştırmacılar vardı; bunlardan birisi meselâ Faruk Bilici idi. Toplantıyı bundan yaklaşık on yıl önce hayatını kaybeden Fransız araştırmacı Alain Roussillon yönetiyordu, CEDEJ’in de o tarihteki başkanıydı. Ve beni de İslâmcılık üzerine çalışmalar yaptığım için ve de Fransızcam da olduğu için çağırmışlardı. Henüz Âyet ve Slogan’ı yazmamıştım, kafamda bir proje olarak vardı, çalışmaya başlamıştım, ama yazmamıştım. Ben de orada Türkiye’deki radikal hareketleri karşılaştıran bir konuşma hazırladım ve o sunumu yapmak için ben de o toplantıya katıldım. 

O sırada Güneş gazetesinin Dış Haberler Şefi olan Galatasaray Lisesi’nden arkadaşım Kadri Gürsel’e Mısır’a gideceğimi söylediğimde, o da gelmek istediğini söyledi. Yazın senelik iznini alarak Kadri de bize eşlik etti. Berâber gittik; o da tabii toplantıları istediği kadar izledi, ama o sunuş falan yapmadı. Esas olarak biz toplantılardan geri kalan zamanda Mısır’da bayağı bir tatil yaptık; çünkü Mısır’da görülecek çok yer var. Gerçekten çok olağanüstü bir ülke. Kahire ve çevresinde var, İskenderiye’ye gittik, Faruk Bilici’yi de alarak yanımıza İskenderiye’de bir gün kaldık, bayağı bir gezdik. Daha sonra da esas Ebu Simbel Tapınağı’nı görmeye çok uzaklara indik, Nubya denen bölgeye gittik ve burada da Prof. Binnaz Toprak bizimle berâberdi. Üç kişi önce uçakla gittik, daha sonra çok kötü şartlardaki bir arabayla çölü geçtik diyelim. Orada Ebu Simbel Tapınağı, Asvan Barajı… bütün bunları gördük. Çok ilginç bir geziydi diyeceğim; çünkü toplantı da çok iyiydi, ama benim toplantıda yaptığım sunuş çok kötüydü, çok heyecanlıydım, beceremedim yani; onu da çok iyi hatırlıyorum, çok bocaladım. Dille ilgili de, Fransızcam var ama öyle olağanüstü değildi ve heyecanla beraber belki de o toplantının en kötü sunumlarından birisini ben yaptım; ama gittiğimize bayağı bir değdi. Kadri’yle beraber tabii Kahire’nin kendisini bayağı bir gezdik. Kaldığımız yer çok merkezî bir yer değildi ve sonradan çok meşhur olan tarihî meydanını vs. bunların hepsini görmüştük, müzeleri gezmiştik. Gerçekten çok etkileyici bir şeydi. 

Daha sonra Mısır’a gazeteci olarak –bunu aslında “Gomaşinen”in ilk bölümlerinde, belki de ilk bölümüydü, anlatmıştım, Erbakan’la meşhur Afrika Gezisi, onu burada uzun uzun anlatmak istemiyorum–, o sırada Hüsnü Mübarek vardı Kahire’de ve Mübarek ile Erbakan arasında bayağı gergin bir görüşme olduğu söylendi. Ben o sırada Müslüman Kardeşler’in o tarihteki lideri Mustafa Meşhur ile özel bir yayın yaptım, röportaj yaptım, o zaman ATV adına, Ali Kırca’nın yönetimindeki, haber dairesi başkanıydı Ali Kırca, oraya bir özel röportaj yapmıştım, Hüsnü Mübarek rejiminin çok güçlü olduğu bir zamandı, tarih: Ekim 1996. Ve Erbakan da Türkiye’de Refahyol hükûmetinin başbakanıydı. Müslüman Kardeşler, Mübarek rejimini ciddî bir şekilde tehdit ediyordu. Dolayısıyla Mübarek aslında Erbakan’ı istemeye istemeye kabul etmişti. 

O Mısır seyahatinden, geçen “Gomaşinen”de anlatmadığım ilginç bir şey şimdi geldi aklıma, onu da anlatmak isterim: Daha sonra AKP’nin kurucuları arasında yer alan ve de Dışişleri Bakanlığı yapan Yaşar Yakış o tarihte Kahire’de büyükelçiydi, yani Erbakan başbakan iken Kahire Büyükelçisi Yaşar Yakış’tı. Ben adını duymamıştım, fakat gitmeden önce Kemal Can ile sohbet ederken, Mısır’a, Libya’ya ve Nijerya’ya gideceğimi söylediğimde, Kemal bana Yaşar Yakış’ı muhakkak bulmamı söyledi, ben tanımıyordum. “Kahire Büyükelçisi, muhakkak karşılaşırsın” dedi. Yaşar Yakış Kemal’in anne tarafından akrabası. Kemal de anne tarafından Laz’dır, Akçakoca’ya yerleşmiş Lazlardandır. Yaşar Yakış da bir Laz, benim gibi bir Laz; “Git ona senin de Laz olduğunu söyle, muhabbet et” dedi. Kahire’de Hilton Oteli’ndeydi; bütün olaylar orada dönüyordu. Yaşar Yakış’ı buldum, işi başından aşkındı; çünkü çok büyük bir organizasyon söz konusuydu. Ben gittim, kendimi tanıttım Yaşar Yakış’a, O tam bunalmış bir halde, “Ne var? Ne istiyorsunuz?” falan dedi, ben de dedim ki “Ya siz Laz’mışsınız” dedim. “Niye söylüyorsunuz? Sizi ne ilgilendiriyor?” filan gibi bir şey etti, biraz tersledi beni. “Ben de Laz’ım” dedim. Sonra bana Lazca bir şey söyledi, ben tek kelime bile cevap veremedim; Lazca söylediğini anladım, ama Lazca’yı konuşamadığım için, “Ben valla konuşamıyorum” dedim. “İyi o zaman, sen Laz değilsin” deyip beni başından savmıştı. 

Evet, esas konumuza gelecek olursak, son Mısır’a gidişim Sisi Darbesi’nden sonra oldu. Şöyle bir kronolojiye bakacak olursak, ne oluyor? Arap Baharı ilk Tunus’ta başladı, mâlûm. 2011 Şubat ayında Hüsnü Mübarek ayrıldı ve orduya devretti yönetimi. Bir geçiş süreci oldu. Ondan sonra bir seçimle Müslüman Kardeşler’in adayı olan Muhammed Mursi –ki aslında kendisi Müslüman Kardeşler’in en önemli ismi değildi, Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmişti– 1 Temmuz 2011’de göreve başlıyor ve tam iki yıl sonra da darbeyle devrildi. Ben 2 Temmuz 2013’te Genelkurmay Başkanı Sisi yönetimindeki Mısır’a gittim. Öncesinde Mursi yönetimine karşı protesto gösterileri oluyor; ardından ordu muhtıra veriyor, muhtıra verdikten iki üç gün sonra da darbeyi yaptılar, çok kişiyi tutukladılar; bunlardan birisi de Muhammed Mursi’ydi. Mursi’yi Cumhuriyet Muhafızları Kışlası’na koydukları söyleniyordu.

O sırada Vatan gazetesinde çalışıyorum, foto muhabiri arkadaşım Burak Kara ile atlayıp gittik Mısır’a. Tam darbeden sonra. Yani darbe 7 Temmuz’da oluyor, biz 9 Temmuz’da gittik. O sırada Mısır’daki Arap Baharı’nın merkezi Tahrir Meydanı’ydı, mâlûm. Fakat Müslüman Kardeşler destekçileri, Mursi yanlıları, Tahrir Meydanı yerine bu Mursi’nin konulduğu söylenen Cumhuriyet Muhafızları Kışlası’na 700 metre uzaklıktaki Rabiatul Adeviyye Meydanı’na toplanmışlardı –bizde Rabia Meydanı diye söyleniyor, ama Mısırlılar daha çok Adeviyye Meydanı olarak söylüyorlar–, burada yüzlerce, binlerce Müslüman Kardeşler taraftarı protesto için yerleşmişti ve ilk şartları da Mursi’nin serbest bırakılmasıydı. Bir yaz sıcağında –ki Mısır Türkiye’den de daha sıcak–, Haziran ayında, orada çadırlarda yaşayan insanlar, bir platform vardı ve bu platformda belli bir saatten sonra konuşmalar yapılıyordu, sloganlar atılıyor, marşlar söyleniyordu. 

Dünyanın dört bir tarafından gazeteciler de vardı, biz de Türkiye’den Burak’la beraber gitmiştik, başka gazeteciler de vardı ve Türk gazetecilerini pek sevmiyorlardı, kötü davranıyorlardı. Zira Erdoğan başından itibaren darbeye karşı çıkmış ve Mursi’yi destekliyordu ve belki de dünyada darbeye en fazla karşı çıkan Türkiye’ydi. Nitekim biz ilk gittiğimiz günlerde bizden önce oraya gitmiş olan Star TV’nin ve A Haber’in muhabir ve kameramanları kısa süreliğine de olsa gözaltına alındılar. Biz de çalışma izni almak için, gazeteci olarak akreditasyon almak için Basın-Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü gibi bir yere gittik, oradan izin almadan çalışmak zor oluyordu, imkânsız değil ama sorun çıkabiliyordu. Danışmaya gidip Türkiye’den geldiğimizi söyleyince bize çok kötü davrandılar. “Üst katta bir yer var, ama onların sizi çağırmasını bekleyin” dediler. Biz beklemeye başladık, bayağı bekledik, hiç kimse bizimle ilgilenmedi. Bunun üzerine ben orada danışmadaki görevliyle İngilizce muhabbet etmeye başladım. Adam yine bizi tersliyordu, ben de bunun üzerine kendisine, “Ya, işte biz de aslında Türkiye’de memnun değiliz, çok zorluk yaşıyoruz” falan dedim. Ve bunun üzerine ilginç bir biçimde, sıradan bir memur, bunun üzerine bayağı bir ilgi göstermeye başladı ve yukarıdan gelmesi gerekenlerin gelmesini beklemeden bizzat kendisi bizi yukarı götürüp orada işlemlerimizin hızlı bir şekilde yapılmasını sağladı. Orada da bu Erdoğan karşıtlığının Mısır’ın belli bir kesiminin nasıl damarlarına kadar işlemiş olduğunu görmüştük. 

Tabii ki Adeviyye Meydanı’na gittiğimizde de tam tersi oluyordu, Türk gazeteci olduğumuzu duyduklarında, hepsi AKP iktidarını ve Erdoğan’ı biliyorlardı ve seviyorlardı. Burada çok röportaj yaptık. Biz bütün bu işleri yaparken, tabii ki Kahire gibi bir yerde, oraları bilen birisine ihtiyacımız vardı. Gazeteci Metin Turan bize mihmandar oldu, kendisiyle anlaştık, o bize her türlü şeyi sağladı. Onun arabasıyla bir yerden bir yere gidiyorduk. Arapça gerektiğinde tercümelerimizi o yapıyordu, birtakım randevularımızı o ayarlıyordu. Biz döndükten bir süre sonra, Metin’in başına uzun süreli bir gözaltı geldi ve daha sonra diplomatik temaslar sonucu serbest bırakılıp Türkiye’ye döndü — orada bir devlet kurumunda çalışıyordu, Anadolu Ajansı’ydı yanılmıyorsam ya da TRT. Ama kurumla arasında sorun yaşadığı için biz gittiğimizde işsizdi ve bize mihmandarlık yaptı. Metin sayesinde herkese çok kolaylıkla ulaşabilmiştik. Bizi birinci elden –yıllardır orada yaşıyordu çünkü– birinci elden her türlü detay hakkında bilgilendirdi, onun sâyesinde olayı çok daha hızlı ve iyi kavrayabildik. Tekrar buradan kendisine minnetlerimi iletiyorum. 

Orada bir de böyle bir ilginç bir tanışıklık oldu. Aslında olmasaymış daha iyi olurmuş; şimdilerde çok popüler olan, daha sonra bir ara çok daha popülerdi, şimdi biraz iyice ne olduğu ortaya çıktı diyelim, Fatih Tezcan adında, adını duyduğum ama hiç tanımadığım bir kişi Metin’i aradı. Ona da Metin’in adını vermişler, o da gelmişti Kahire’ye ve bir anlamda bize yapıştı belli bir yerden sonra. Arabayla gittiğimiz zaman Adeviyye Meydanı’na falan, onu da götürdük ve orada kendisiyle tanıştık. Tanışmanın ardından, Türkiye’ye döndükten sonra da kendisiyle sohbetimiz vs. oldu; ama onunla sohbet etmek pek mümkün değil, genellikle kendisi konuşuyor biliyorsunuz. Sonra sosyal medyadan bir gün bana da sataştı ve çok şükür böylece onunla Kahire’de kurulmuş olan temasım sonlandı. Keşke daha önceden hiç tanışmamış olsaydık dediğim bir şeydir; ama Kahire deyince aklıma hep o geliyor. 

Evet, biz orada Müslüman Kardeşler’in değişik kademelerinden insanlarla, sıradan insanlarla, sıradan destekçilerle bayağı bir görüştük ettik. Bu arada ben Türkiye’de NTV’ye bağlanıp yorumlar da yaptım oradan, canlı yayınlara da katıldım; ama esas olarak Vatan gazetesinde bunları anbean yazdım. Sonra biz gelmeden hemen önce, daha doğrusu biz 9 Temmuz’da oradaydık, 8 Temmuz’da, bizden bir gün önce bu Cumhuriyet Muhafızları Kışlası’na Mursi’yi kurtarmak için giden göstericilere ateş açılmış, 50’den fazla kişi ölmüştü. Biz hemen onun ardına denk gelmiştik. Aslında çok ilginçti. Mısır’a, yani Kahire’ye ilk indiğimizde bir darbe olduğuna dâir olağanüstü görüntüler yoktu, hayat normal akıyor gibiydi. Daha sonra Adeviyye Meydanı’na geldiğimizde gördük ve ülkenin değişik kentlerinde de protestolar oluyordu; ama protestonun merkezi Adeviyye Meydanı’ydı, orada görebildik. Onun dışında hayat büyük ölçüde akıyordu. Adeviyye’den çıkıp Kahire’de başka yerleri dolaştığımızda, çok sayıda başka, Mübarek’in devrilmesine katılmış olan, ama İslâmcı olmayan kişilerle de röportajlar yaptık, sohbetler ettik, oralarda hayat normal akıyordu. En önemli olaylardan birisi de, bu meydanda, İslâmcı olmayan –daha doğrusu İslâmcılar’ın bir kısmı da destek vermiyordu– Müslüman Kardeşler yanlısı olmayan kişi hemen hemen yok gibiydi. Bu çok ilginçti, çok ilgimi çekmiştir. 

İlk Mübarek’in devrilmesi sürecinde toplumun farklı kesimlerinden insanlar vardı, kadınlar vardı, gençler vardı. Burada sadece Müslüman Kardeşler destekçileri vardı. Bunu da bize diğer kesimden insanlar şöyle açıkladılar: “Biz bu devrimi birlikte yaptık; hattâ Müslüman Kardeşler, İhvan, çok öne çıkmamaya dikkat etti. Lâkin devrimden sonra yapılan ilk seçimde iktidara geldiler, cumhurbaşkanı kendilerinden seçildi ve iktidarı paylaşmaya yanaşmadılar”. Sonuçta iki yıl içerisinde oluyor bu — 1 Temmuz 2011’de Mursi iktidara geliyor, 2 Temmuz 2013’te de kaybediyor iktidarını. İki yıl içerisinde İhvan’dan olmayan, yani Müslüman Kardeşler’den olmayan kesimlerin Mursi yönetimine desteği iyice azalmış, hatta yok olmuş. Ve bunların belli bir kesimi de açıkçası Sisi’nin darbesini desteklemiş. Darbeyi doğrudan desteklemese bile, Mursi yerine Sisi olmasını tercih edenler de olmuş. Mursi’nin sonunda 17 Haziran 2019’da, duruşma salonunda, mahkemede öldüğünü de bu arada hatırlatayım. 

Biz burada bir hafta on gün gibi kaldık Burak’la beraber. Sonra, Temmuz’un ortası yani 20’si gibi ayrıldık Mısır’dan. Ve bizim ayrılmamızdan çok kısa bir süre sonra, yani 14 Ağustos’ta, artık Adeviyye Meydanı’ndaki olayın bitmesini isteyen Sisi yönetimi buraya çok büyük operasyon düzenledi ve 1000’den fazla kişiyi katletti, çok acı bir olaydı. Yakın tarihin en büyük katliamlarından birisiydi. O tarihten sonra Müslüman Kardeşler’i terör örgütü ilân edip tamamen etkisizleştirme yolunda çok ciddî operasyonlar yapıldı. Bu arada Müslüman Kardeşler’in çok sayıda üyesi ve yöneticisi tutuklandı, işkence gördü, idam edilenler oldu, yargılamaları hâlâ sürenler var. Bâzıları iyice radikalleşti, silâhlı örgütlenmeye gitti. Öte yandan zâten Mısır’da geleneksel olarak var olan radikal İslâmcı örgütler darbenin üzerinden çok ciddî bir şekilde güçlendiler. IŞİD, El-Kaide gibi yapılar etkili oldu; özellikle çölde çok etkili oldular. 

Bu arada ilginç bir başka not: Mısır’daki bâzı Selefî partiler de Sisi yönetimine destek oldu Müslüman Kardeşler’e karşı. Bu da çok ilginç bir olaydır. Bu da Selefîliğin, her Selefî olanın ille de radikal İslâmcı olmayacağının, pekâlâ İslâmcılığa karşı inşa edilmiş bir totaliter rejimin de işbirlikçisi olabileceğinin ilginç bir örneği olarak Mısır’ın Selefî partileri gösterilebilir. Evet, Mısır’da bütün bu yaşananlardan sonra, Mısır’la Türkiye arasında bir normalleşme olur mu? Bir şekilde bölgenin en önemli ülkelerinden ikisi. Bana göre Ortadoğu’nun en önemli dört ülkesi: Türkiye, İran, İsrail ve Mısır. Suudi Arabistan buraya katılabilir mi çok emin değilim. Burada tabii dikkat çeken tek Arap ülkesi Mısır. Mısır her şeye rağmen hâlâ Arap dünyasının meerkezi olarak kabul edilebilecek bir ülke, çok güçlü bir ülke. Yani güçlü derken, ekonomik anlamda güçlü değil; nüfusu çok büyük ve çok ciddî tarihsel bir geleneği olan bir ülke. 

Ne olursa olsun, ekonomik anlamda ne sorunlar yaşarsa yaşasın, siyâsî anlamda ne sorunlar yaşarsa yaşasın, Mısır hep önemli bir ülke olmaya devam edecek, Türkiye kezâ öyle, İran kezâ öyle ve sonradan kurulmuş olmakla birlikte İsrail de öyle. Dolayısıyla Türkiye ile Mısır’ın bu alt düzeydeki ilişkisini çok da sürdürülebileceğini sanmıyorum.

Evet, bölgede gördüğüm ülkeler içerisinde Mısır en sevdiğim ülke değil; gördüğüm ülkeler içerisinde en sevdiğim ülkenin İran olduğunu daha önce söylemiştim; hâlâ öyle, ama en etkileyici ülkelerden birisi Mısır’dı. Daha sonraki “Gomaşinen”lerde biraz Irak da anlatmak istiyorum; ama esas İsrail-Filistin, buralarda gazeteci olarak yaptıklarımı daha sonra anlatacağım. Bir de Pakistan var, o biraz daha uzak, ama buraların hepsi bir gazeteci olarak benim hayatımda çok önemli yer tutan ülkeler. Evet, umarım –Türkiye ile Mısır devletleri arasında ne olur bilmiyorum ama– halklar arasında dostluk temin edilir, tesis edilir. Şu hâliyle bakıldığı zaman, birbirine uzak iki ülke ve halk gibi gözüküyor. Mısır’ı görmediyseniz muhakkak bir şekilde görmenizi tavsiye ederim. Ama tabii bunun için öncelikle koronavirüs belâsından dünya olarak kurtulmamızı beklemeniz herhalde isâbetli olur. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.