Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Artık itibardan tasarruf zamanı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, vatandaşı yastık altındaki altın ve dövizlerini bozdurmaya, yani ekonomik bir seferberliğe davet ediyor. Ülkenin içinden geçtiği ekonomik kriz düşünüldüğünde makul gözüken bir çağrı, fakat Erdoğan başta olmak üzere devleti yönetenlerin kamu kaynaklarını müsrif bir şekilde kullanmaya devam etmeleri kafaları karıştırıyor.

Yayına hazırlayan : İlayda Öykü Biberoğlu

Merhaba, iyi günler! Normal olarak bugün MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Anayasa Mahkemesi hakkında söylediklerini yorumlamam gerekirdi. Onu yarına, Kemal Can’la yapacağımız “Haftaya Bakış”a saklamayı düşünüyorum. O zamana kadar herhalde hâlâ bir şekilde gündemde olur. Şimdilik kısaca şunu söyleyeyim: Anayasa Mahkemesi’nin HDP sürecinde alacağı kararın üzerinde bir ipotek oluşturmak istendiği kanısındayım. Yani, daha usul üzerinden iddianamenin iadesi söz konusu. Öyle çok büyük bir olay değil. Bunu çok büyük bir olay gibi göstermesi esas yargı sürecine müdahale anlamını taşıyor; ama olayın çok ciddi başka siyasî boyutları da var tabii. Onu yarına saklayayım.

Bugün başlığa çıkarttığım: “İtibardan tasarruf olmaz” meselesini ele almak istiyorum. Zira geçen Kürşat Ayvatoğlu’yla ilgili yaptığım yayın –ki izleyiciler çok ilgi gösterdi; “Pudra Şekeri” yayını–, orada, Youtube’da bir izleyicinin yorumundan ilhamla bu başlığı buldum. İzleyicimiz ne yazmıştı tam bilmiyorum, ama mealen bunu söylemişti. Şimdi, Türkiye’de çok ciddi bir ekonomik kriz var. Kriz derinleşiyor… Krizin birçok nedeni var, ama en belirleyici nedeni tabii ki kötü yönetim, yanlış yönetim. Birçok şey var tabii, ama öncelikle ekonominin damada teslim edilmesi, ondan sonra onun apar topar istifası –ki istifası, biliyorsunuz işleri birazcık olumlu anlamda etkilemişti–, ardından Merkez Bankası Başkanı’nın yine bir gece görevden alınması vs.. Bütün bunlar kötü yönetimin birer açık göstergesi. Türkiye ekonomik krizdeyken bir de koronavirüs salgınının ortasına düştü. Her ne kadar Erdoğan ilk aylardan itibaren –ki son dönemde pek demiyor–, bunun aslında bir fırsat olduğunu söylemiş olmasına rağmen, hiç de böyle olmadı. Bir yıl geçti ve buradan bir fırsat yaratamadı Türkiye. Yaratmasının da imkânı yoktu. Bir kere, salgın süreci çok kötü yönetildi ve kötü yönetilmeye devam ediyor. Ekonomi çok kötü yönetildi. Dolayısıyla salgın sürecinde ekonomiye sıçrama yaptırmanın iki ayağında da çok ciddi sorun vardı.

Hatırlayalım: Salgın ilk başladığında, devlet, mağdur olan vatandaşa ekonomik yardım yapmak yerine, mağdur olan vatandaşa yardım etmek için vatandaşı yardıma çağırdı. Devlet IBAN verdi, banka hesap numarası verdi ve insanlardan para toplayıp başka insanlara, yani daha mağdur olduğunu düşündüğümüz insanlara dağıtmaya kalktı — ki onda bile başarılı olamadı. Şu hâliyle baktığımız zaman, kısa çalışma ödeneği de sonlanmış durumda; ama bir yandan da birtakım seçilmiş kişilere yönelik devletin çok ciddi bir şekilde ekonomik kayırması da aynen devam ediyor. Zamlar doğrudan vatandaşı etkiliyor — ki doğalgaz başta olmak üzere zorunlu tüketim mallarına yönelik zamlar bunlar. Yani Türkiye şu anda yoksulun daha yoksullaştığı bir dönemi ve sınıf farklılıklarının, gelir dağılımı adaletsizliklerinin giderek arttığı bir dönemi yaşıyor. Ve böyle bir dönemde Cumhurbaşkanı yine insanları tasarrufa çağırıyor. Tasarruf derken de neydi? “Yastık altı…” Yine yastık altı — ki ona da geçenlerde değindik. İnsanlardan yastık altındaki paralarını, altınlarını, dövizlerini sisteme katmasını istiyor. Tam da işte o noktada, karşımıza, “İtibardan tasarruf edilmez” hususu geliyor. Siz vatandaştan diyelim ki altınlarını sisteme katmalarını istediniz. Ve bir aile, diyelim ki, elinde bir tür güvence olarak gördüğü, sakladığı parasını sisteme kattı. Ve bu aile sonra sokağa çıktığında bir bakıyor ki belediye başkanı, il başkanı, bakan vs. acayip şatafatlı bir hayat yaşıyor. “Hayat yaşıyor” derken, insanlar bu insanların özel hayatını görmüyorlar tabii. Kamusal alanda görüyorlar. Ama kamusal alana çıkan bir bakanın, belediye başkanının, özellikle iktidar yanlısı olanlarda, hele hele Cumhurbaşkanı’nın nasıl bir masrafa yol açtığını görüyor — korumalar, araçlar vs… Bütün bunlar bize bir zorunluluk olarak gösteriliyor. Ve bütün bu kaynakların, sisteme aktarılan ya da devlete aktarılan vergilerin nasıl harcandığı konusu çok ciddi bir şekilde önümüzde duruyor.

2016 Cumhurbaşkanlığı bütçesi açıklandığı zaman, Cumhurbaşkanlığı’nda bütçenin çok yoğun olması üzerine, yani çok büyük bir israfa işaret etmesi üzerine 5 Ekim’de bir açıklama yapılmıştı. O açıklamayı sık sık kullanıyoruz. Orada ne denilmişti: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en yüksek temsil makamı, dolayısıyla ülkemizin vitrini olan Cumhurbaşkanlığı nezdindeki faaliyetlerin, itibardan tasarruf olmaz anlayışıyla ülkemizin vakarına yaraşır şekilde yürütülme mecburiyeti vardır.” Bu, 20 yıla yaklaşan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının tamamına –özellikle son beş yılına diyelim, ama bütününe de– teşmil edilebilir, damgasını vuran bir yaklaşım oldu: “İtibardan tasarruf edilmez.” Halkın içinden gelmiş, İngilizce tâbirle “grass root” bir hareketten gelmiş Adalet ve Kalkınma Partisi’nin –tamamı değil tabii, bu hareketin taşıyıcıları kentli orta sınıflardır ama– çok ciddi bir şekilde de yoksul halk kitlelerinin fedakârca katılımının olduğu bir hareketin nasıl zaman içerisinde tüketim hırsına kapıldığına tanık oluyoruz — abur cubur bir tüketim bu; hem özel hayatta hem de kamu harcamalarında buna tanık oluyoruz. Şimdi şöyle bir husus var, onu özellikle vurgulamak istiyorum: Bazıları yolsuzluk meselesini gündeme getirmemek için, bundan çekindikleri için, israftan daha çok dem vuruyorlar. İsraf, gerçekten Türkiye’nin çok önemli bir meselesi. Özellikle devlet eliyle yapılan, devleti yönetenlerin, Türkiye’yi yönetenlerin ya da yönetenlere destek verenlerin, onlarla beraber hareket edenlerin yaptığı israf gerçekten çok hayâtî bir sorun. Ama israfın hayâtî bir sorunu olduğunu söylemek, Türkiye’nin çok ciddi bir yolsuzluk sorunu olduğunu söylemeyi de iptal ettirmez. Bunları birlikte almak lâzım. Bir yanıyla şöyle bir israf var: Açık olarak yapılan, kayıtlı yapılan, resmî olarak yapılan harcamalar. Normalde Türkiye’nin vakarı, vitrini vs. olabilir, itibar ihtiyacı olabilir; ama bu, hiçbir şekilde bu masrafları gerektirmiyor. Kesinlikle ve kesinlikle gerektirmiyor. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi başta olmak üzere, bir yerden bir yere giderken yapılan masraflar, her türlü ağırlamalar, şunlar, bunlar… ama burada şu hususu özellikle vurgulamak istiyorum: Bu olay sadece Cumhurbaşkanlığı’na özgü bir olay değil.

Hatırlanacaktır, yerel seçimlerden sonra HDP’li belediye başkanları görevi tekrardan devraldıktan sonra –ki kısa bir süre sonra yerlerine tekrar kayyum atandı biliyorsunuz–, kayyum döneminde yapılan harcamaları ortaya çıkartıp kamuoyuyla paylaşmışlardı. Acayip, dudak uçuklatan harcamalarla karşılaşmıştık. Şimdi benzeri olduğu yolunda çok ciddi iddialar var. Onun dışında kayyum olmayan yerlerin belediyelerinde de, birçok yerde kamu imkânlarının çarçur edilmesi olayıyla karşı karşıyayız. Burada, bunların muhalefet tarafından dile getirilmesi ya da duyarlı vatandaşlar tarafından, medya tarafından dile getirilmesini, “popülizm” deyip geçiştiremeyiz. Bunlar gerçekten hayâtî meseleler ve Türkiye’nin en temel meselelerinden birisi. Bugün eğer Erdoğan gerçekten, halktan, vatandaşlardan ekonomik sorunların çözümü için katkı istiyorsa, fedakârlık istiyorsa, öncelikle kendisinin ve kendisiyle beraber ülkeyi yönetme iddiasında olanların örnek teşkil etmesi gerekiyor. Burada bir fedakârlıktan bahsetmiyorum; olması gerekenden bahsetmeye çalışıyorum. Yani bu israftan kaçınmak ya da “İtibardan tasarruf olmaz” diyerek har vurup harman savurmaktan vazgeçmek, fedakârlık anlamına gelmiyor; normali bulmak anlamına geliyor. Değişik meselelerde, özellikle sosyal medyada bunu dünyada görüyorsunuzdur, hepimiz görüyoruz. Çünkü normal medya olarak bilinen yerlerde bunlar yok; dünyada bu işlerin nasıl yürüdüğünü, ülkeleri yönetenlerin masraflarının nasıl olduğu ve bunların nasıl denetlendiği konusunda çok çarpıcı örnekler var. Ama Türkiye, bu anlamda baktığımız zaman, ekonomik olarak birçok gerisinde olduğu ülkeye kıyasla çok ciddi bir şekilde kamu kaynaklarını müsrif bir şekilde harcayan bir ülke.

Erdoğan’ın değişik vesilelerle özellikle AKP teşkilatlarına seslenirken söylediği bir cümle var: “Lüksten, şatafattan, kibirden uzak durmalıyız.” Bu cümleyi söylemesi, öyle “lâf ola beri gele” bir şey değil. Gerçekten şu anda AK Parti teşkilatlarının ve AK Parti iktidarıyla birlikte ülkeyi yönetenlerin lüksten, şatafattan ve kibirden –kibri bir kez daha söylüyorum: Kibirden– uzak durmaları gerekiyor. Ama uzak duracaklarını açıkçası sanmıyorum. Zaten lüksten, kibirden, şatafattan uzak durmaya karar verdikleri andan itibaren… diyelim ki böyle bir karara vardılar: İktidarın da zaten kendilerinde olmadığını görecekler. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim: Bir gün gelecek, lüksten, şatafattan ve kibirden uzak duracaklar; zira lüksü, şatafatı ve kibri sürdürebilecek altyapıdan mahrum kalacaklar. Ama iktidar olduğu müddetçe, iktidarda kaldıkları müddetçe bu alışkanlıklardan vazgeçeceklerini açıkçası hiç sanmıyorum.

Şöyle bir şey söylememe izin verin: Gazetecilik hayatımda, şu anda ülke yönetiminde değişik kademelerde olan birçok kişiyi tanıma imkânım oldu — özellikle iktidarda olmadıkları dönemlerde. Diyelim İslamcı bir yazarken ya da bir avukatken, ya da Refah Partisi yöneticisiyken ya da –tabii yalnızca İslâmî hareketten değil–, MHP sempatizanı ya da Demokrat Parti’de, Doğru Yol Partisi’nde siyaset yaparken tanıdığım birçok insanın –ama özellikle İslami hareketle bir şekilde ilişkili olup da bugünlere gelen pek çok insanın– şu halleri, aslında ilk andan itibaren de vardı ama özellikle son yıllarda daha bâriz ve fütursuzca kendini gösteriyor. Nasıl yaşadıklarına baktığımda, yaşam tarzlarına ve üslûplarına baktığımda, çok büyük bir değişime tanık oluyorum. Bunu pek çok insan kendi hayatında yaşamıştır. Tabii ki insanlar değişir. Ama buradaki değişim genellikle bir çözülme hâli, bir dejenerasyon diyelim. Kötü bir şey, kötü bir yere doğru.. Tanıyamıyorsunuz… Hep şu geliyor insanın aklına: “Eski hâli bugünkü hâlini görseydi herhalde nefret ederdi” diyeceğiniz birçok olay yaşanıyor. Tabii ki herkes kendinden mes’uldür, herkes özel hayatında istediği gibi yaşamakta serbesttir, kimse kimsenin hayatına karışamaz, doğru. Ama kimsenin de kamunun imkânlarını kendi şatafatlı yeni hayatlarını sürdürmek için fütursuzca suiistimal etmeye de hakkı yoktur. Ve vatandaşların her birinin bu konuda uyarma hakkı vardır. Bunlar sonuçta popülizm gibi gelebilir, ama popülizm değil. Türkiye gerçekten düze çıkmak istiyorsa ve gerçekten ülkeyi yönetenler, vatandaşlarla milli bir seferberlik içerisinde ekonominin düze çıkmasını, kendini toparlamasını ve bunun için de vatandaşların fedakârlık yapmalarını talep ediyorlarsa, önce kendilerinin normal bir şekilde kamu kaynaklarını, titizlikle dikkat ederek, hiçbir aşırı harcamaya gitmeden, son derece tasarruflu bir şekilde hareket etmeleri gerekir.

Gazetecilik hayatım boyunca çok gördüm: Değişik iktidarlarda, hep Türkiye’de ekonomi paketleri açıklanırdı. Şimdi de geçenlerde yeni “Ekonomik reform” diye bir şey söylendi; ama ne olduğunu doğru dürüst anlayamadık. Bu paketlerin geçmişte ilk kalemi hep kamu harcamalarının kısılması olurdu. Bir ay böyle giderdi. Ondan sonra yine lüks makam arabaları vs. diye devam ederdi. Bu bir aldatmacaydı. Aynı aldatmacaya şimdi tanık oluyoruz; ama geçmişte bunun söyleyip hayata geçirmeyen iktidarların hepsinin ömrü kısa oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının eğer bir gün sonunu göreceksek —ki ben çok uzayacağını sanmıyorum—, işte burada kamu kaynaklarının bu kadar fütursuzca kullanımının birinci derecede etkili olacağı kanısındayım. Öte yandan şu var: Artık kaynaklar eskisi kadar bol değil. Bol olmayan kaynaklarda, ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde de aynı fütursuzca kaynak israfını sürdürmeye çalıştığınız zaman, işte bu sizin iktidarı kaybetmenizi hızlandırıyor. Evet, çok da fazla uzatmaya gerek yok. Bunun düzeleceğini sanmıyorum; ama vatandaşın, bilinçli seçmenin bunu çok ciddi bir şekilde not ettiğini ve bir dahaki ilk yapılacak olan seçimlerde bunu sandığa yansıtacağını düşünüyorum.

Son olarak, son yayınlarda tekrarladığım bir hususu, tekrar tekrar vurgulamak istiyorum. Böyle bir ülkede, çok ciddi sorunları olan ve bu sorunlarının medyada özgür ve nesnel bir şekilde tartışılmasının önünün alabildiğine kesilmek istendiği bir ülkede, özgür ve bağımsız gazetecilik yapmak isteyen kişi ve kurumlara, bu bağlamda Medyascope’a da tüm izleyicilerimizin sahip çıkmasını rica ediyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler! 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.