Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Mısır ile normalleşme yolda, sırada Türkiye mi var?

Temmuz 2013’teki askeri darbenin ardından kesilen Türkiye ile Mısır ilişkilerinin normalleşmesi için heyetler arası görüşmeler bugün Kahire’de başladı. Bu, Ankara’nın dış politikada şahinlikten güvercinliğe terfi etmesinin ilk örneği değil, sonuncusu olacağa da benzemiyor. Fakat dış politikada yaşanan normalleşmeyi Türkiye içeride yaşayamıyor.

Yayına hazırlayan: Senem Görür 

Merhaba, iyi günler. Bugün Mısır’ın başkenti Kahire’de Türkiye ile Mısır arasında Dışişleri bakan yardımcılarının başkanlık ettiği heyetler istikşafi görüşmelere başlıyorlar, yarın da sürecek. Burada amaç, ikili ve bölgesel bağlamda normalleşmeye yönelik hangi adımların atılabileceğini konuşacaklar. Türkiye heyetinin başında Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal var. Mısır’da da Hamdi Sanad Loza, o da Dışişleri Bakanı Yardımcısı. Bu neden önemli? Çünkü Türkiye Mısır’la ilişkilerini en alt düzeye indirmişti. General Sisi’nin darbesinin ardından, 2013 Temmuz ayında yapılan darbenin ardından, bu zamana kadar bölgenin en önemli ülkelerinden ikisi arasında ilişki yok denecek gibiydi ve bu da özellikle Türkiye’yi çok ciddi bir şekilde zorluyordu — herhalde Mısır’ı da zorluyordur, ama Türkiye’nin daha zorlandığını son Doğu Akdeniz krizinde bir kere daha gördük. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin Yunanistan’la olan çekişmesinde, orada söz sahibi olan ülkeler üzerinde –Libya hariç– herhangi bir etkisi olmadığı ortaya çıktı ve Mısır burada çok önemli bir rol oynamıştı, Türkiye’nin iyice yalnızlaşmasında. 

Bu normalleşmeyi tetikleyenin Doğu Akdeniz olduğu görülüyor, öyle bir algı var; ama bunun da ötesinde, aslında Mısır’la normalleşmeyi son dönemde Erdoğan iktidarının dış politikada uygulamaya başladığı genel çizginin bir devamı olarak görmek lâzım. Aslında bu ilk normalleşme değil. Doğu Akdeniz’de bunu büyük ölçüde yaptı Türkiye. Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bunu yapmaya çalışıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde yeni Biden yönetimiyle birlikte de bunu yapıyor. Özellikle Biden’ın Ermeni soykırımı tâbirini kullanmasının ardından Türkiye’nin sembolik bile olsa herhangi bir cevap vermemesi de, dış politikada Erdoğan yönetiminin şahinlikten iyice güvercinliğe doğru gittiğini gösteriyor. 

Bu arada Suudi Arabistan’la –her ne kadar Veliaht-Prens ile görüşülmese de– Erdoğan’ın Kral ile görüşmeleri oluyor. Birleşik Arap Emirlikleri Türkiye’nin en çok sorunlu olduğu ülkelerden birisiydi, hâlâ çok sorun var. Hatta 15 Temmuz darbesinin ardında bir şekilde Birleşik Arap Emirlikleri’nin olduğu iddiası Türkiye’de iktidar çevreleri tarafından çok dile getirilmişti. Orada da 1 Mayıs itibariyle Büyükelçi Tugay Tunçer göreve başladı. Sırada bir diğer ülke de İsrail. İsrail ile Türkiye bir normalleşme arzuluyor, fakat orada işler biraz karışık. Zira bir yandan İsrail’de bir hükümet krizi var. Diğer yanda da, eğer Netanyahu yine İsrail’in başında olacaksa –ki fiilen öyle–, Ankara’dan gelen bu ısrara aynı ölçüde aynı şevkle cevap vermeyecek olabilir. Fakat Türkiye’nin bir şekilde İsrail’le de ilişkileri iyileştirmek istediği düşünülüyor. Geriye galiba bir tek Suriye kalıyor. Suriye konusunda da istihbarat servisleri üzerinden görüşmeler olduğunu en son resmî olarak açıkladılar. Erdoğan da söyledi. Daha öteye de pekâlâ gidebilir. 

Bütün bunlar neden oluyor? Şimdi baktım, geçen yıl haziran ayında –yani tam bir yıl önce diyelim–, 11 ay önce, “Türkiye-Mısır: Bitmeyen Kavga” diye bir yayın yapmıştım. Mısır benim özel olarak çok ilgilendiğim bir ülke. Darbenin hemen ardından Vatan gazetesi adına foto muhabiri arkadaşım Burak’la gitmiştik, orada günlerce kalmıştık ve meydanda direnen Müslüman Kardeşler ile çok sayıda yayın yapmıştık, röportaj yapmıştık. Ama biz döndükten kısa bir süre sonr,a o meydandaki –Adeviyye Meydanı’ndaki– bütün göstericilere, protestoculara yönelik bir katliam oldu. Ardından çok büyük tutuklamalar oldu. Özellikle, seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi zaten tutuklanmıştı darbeyle beraber, çok sayıda Müslüman Kardeşler yöneticisi cezaevinde hayatını kaybetti. Çok ağır cezalar aldılar, bir kısmı kaçtı ve bütün bu süreçte Türkiye Mısır’da Müslüman Kardeşler Örgütü’nü dünya çapında destekleyen ender ülkelerden birisi oldu, iyice yalnızlaştı ve Müslüman Kardeşler’in sürgündeki yöneticileri Türkiye’ye geldiler. Türkiye’de özellikle Mısır’a yönelik medya faaliyetlerini –sosyal medya üzerinden özellikle– televizyonlar ve diğer yollarla Türkiye üzerinden yaptılar. Burada Müslüman Kardeşler’in bir örgütlenmesi oldu ve bir anlamda Erdoğan’ın himayesinde oldu. Erdoğan bunun ötesinde Mısır meselesini iç politikada çok ciddi bir şekilde kullandı. Tıpkı zamanında, 2009’un Ocak ayında Davos Zirvesi’ndeki, Şimon Perez’e yönelik “one minute” çıkışını kullandığı gibi, Mısır meselesini de kullandı ve o meşhur, biliyorsunuz “Râbia” işareti artık AKP’nin bir tür sembolü haline geldi. Bunu birçok kişinin kullandığını görüyoruz. Erdoğan son âna kadar halen bunu kullanıyor, ama bütün bunlara rağmen şimdi bir normalleşme var. 

Geçen sene yaptığım yayında şöyle demişim: “Acayip bir olay söz konusu. Erdoğan gibi pragmatist bir siyasetçinin, sürekli olarak çizgi ve ittifak değiştirebilmiş ve böyle böyle önünü açmış bir siyasetçinin geri adım atmaması çok acayip” demişim. Bu konuda sürekli rivayetler oluyor, ama Erdoğan adım atmıyor, şimdi atıyor ve geri adım atarken böyle bir özelliği var. Attığının geri adım olduğunu söylemiyor. Böyle bir îmâ bile yok. Normali buymuş gibi yapıyor ve zaten bu tür şeylerle genellikle Erdoğan kendisi hamle yapmıyor. Ne diyor mesela? “Benim büyükelçim, benim dışişleri bakanım” diyor ve onları öne sürüyor. “Benim bakan yardımcım gitti Kahire’ye orada görüşüyor.” Ama burada şöyle bir tutumu var Erdoğan’ın — bugüne kadar izlediği çizgi hep böyleydi, bundan sonra da böyle olacak: Buradan eğer olumlu bir sonuç çıkarsa… ki umarız çıkar — özellikle şunu vurgulamak istiyorum: Bu tür olaylarda bunun geri adım olduğunu tespit etmek, geri adım atmanın yanlış olduğunu söylemek anlamına gelmiyor; nihayet reel-politikaya göre bir diplomasinin devreye girdiği bir döneme giriyor Türkiye birçok konuda, birçok ülkeyle ilişkilerinde. Normalde olması gereken buydu. Tabii ki Mısır’da darbe kötüydü. Tabii ki orada darbeyle işbaşına gelen General Sisi’ye ve onun destekçilerine saygılı davranmak diye bir zorunluluğu yoktu. Ama Türkiye gibi bir ülkenin Mısır gibi bir ülke ile sıfır bağ, sıfır ilişki ile gitmesi akıl alır gibi değildi. 

Aynı şekilde İsrail’le de böyle, aynı şekilde İran’la — ki İran’la sorun pek yok, en azından diğerleri kadar değil; çünkü bölgenin en önemli ülkeleri, 4 tane ülke: Türkiye, İran, Mısır ve İsrail. Bu bir realite. Yani bunlar arasında herkesin çok yakın, çok dostluk içerisinde olması gerekmiyor. Daha sonra sayılacak olursa belki Suudi Arabistan, genel olarak Körfez, ama özel olarak Suudi Arabistan ve bir ölçüde Suriye. Türkiye bunların hemen hemen hepsiyle, İran dışında –ki İran’la da sorunları var, ama çok ciddi bir diplomatik ilişkisini hep sürekli sürdürebildi– ama bunun dışındaki ülkelerin hepsiyle çok ciddi sorunlar yaşıyor. Bu akıl alır gibi değildi ve nihayet normale dönülüyor ve iyi oluyor. 

Ama şunu özellikle vurgulamak lâzım: Bunca zaman yapılan yanlışın ne tür bedelleri oldu? Türkiye ne tür bedeller ödedi — görünen, görünmeyen? Ve şimdi de Mısır’la ilişki kurarken ya da İsrail’le kurulacağı zaman, bütün bunlarda Türkiye, eli nispeten daha zayıf bir ülke olarak oturuyor. Çünkü geçmişte ilişkilerin kopmasında da en aktif rol oynayan taraf Türkiye idi. Dolayısıyla şimdi, kopmada belirleyici olmuş tarafın tamirde daha fazla taviz vermesi herhalde daha mâkul ya da anlaşılır olur. Sonuçta Mısır’la ilişkilerin normalleşmesi iyi bir şey. İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi iyi bir şey. Yanlış olan geçmiştekilerdi. Şimdi buralara geliyor olması iyi bir şey. Fakat burada da yine tekrar demin söylediğim gibi, Erdoğan bunları zaten hep böyleymiş gibi sunmaya çalışacak ve bir ârıza çıkarsa, değişik şekillerde ârıza çıkarsa, bunun sorumluluğunu, hayatta her şeyde yaptığı gibi, sorumluluğunu asla kendisi üstlenmeyecek. Ama olumlu olan şeylerin hepsini de kendisine alacak. Yani böyle bir sınırsız sorumsuz –yani sorumsuz derken, sorumluluk üstlenmeyen anlamında– bir başkanlık sistemi var; bütün olumlular alınıyor, problemlerin hepsi başka taraflara atfediliyor. Tabii dış politikada atılan adımların ya da atılmak istenen adımların birçoğunun geçmiş dönemlerde değişik muhalefet sözcüleri tarafından, özellikle CHP tarafından dile getirilmiş olduğunu ve bu yüzden de CHP’nin çok ciddi bir şekilde aşağılanmış olduğunu da unutmayalım. Hatta yerel seçimlerde bile bu argümanı çok ciddi bir şekilde kullanmıştı Adalet ve Kalkınma Partisi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Binali Yıldırım’ın karşısında –ne alâkası varsa?– sanki Mısır’daki darbeci Sisi varmış gibi açıklamalar yapmıştı. 

Her neyse, zararın neresinden dönülse kârdır diyelim ve başlığa çıkarttığımız hususa gelelim. Sırada Türkiye mi var? Esas normalleşmesi gereken… Aslında Erdoğan’ın esas normalleşmeyi Türkiye’de yapması gerekiyor. Ama yapmıyor, yapacağa da benzemiyor. Ve anladığım kadarıyla da dış politikadaki normalleşmelerin hepsini, iç politikadaki normalleşme dayatmalarına direnebilmek için yapıyor. Yani dışarıda ilişkilerini normalleştirecek ve dışarıdaki güçlerin Türkiye’nin içerisiyle çok fazla ilgilenmemesini bu yolla temin edecek. Yani çok basit: Avrupa Birliği, işte, mülteciler mi? Tamam. Şu mu? Tamam. Doğu Akdeniz mi? Tamam. Birçok konuda uzlaşan bir Ankara olacak, ama bunun karşılığında Avrupa Birliği’ne ya da Amerika Birleşik Devletleri’ne ya da bölgedeki diğer önemli güçlere, “Sizinle aramız iyi, karşılıklı çıkarlar üzerinde ilişkilerimizi sürdürüyoruz, içişlerimize hiçbir şekilde karışmamanız gerekiyor”u dayatacak. Yani bu normalleşme, dışardaki dış politikadaki normalleşme, artık iç politikada katlanılmaz hâle gelen anormalliği korumak için yapılıyor. Konu özellikle ekonomi. Çok ciddi bir ekonomik krizden geçiyor Türkiye. Ekonomik krizin iç politikada çok ciddi etkileri var ve daha da olacak. Bunun için de içeride çözemediğini dışarıda çözmeye ya da en azından belli ölçülerde dışarıdan destek almaya çalışan bir Erdoğan var. Sonuç olarak baktığımız zaman, darbeci Sisi’yle de, sürekli “siyonist Siyonist” diye saldırılan İsrail’le de bir normallik olacak. Düne kadar, başkan seçilene kadar hakaret etmekten geri durmadıkları Amerikan Başkanı’yla da belli bir normalleşme olacak. Avrupa Birliği ile, “Ey ey!” diye hitap edilen Macron ile ve diğerleri ile de olacak. Fakat burada bize yine sabah kalktığımızda Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri, İçişleri Bakanlığı Genelgeleri, yaşam tarzlarına müdahaleler, içki yasakları, salgınla mücadele iddiasıyla yapılan her türlü engellemeler vs… bizim nasibimize bunlar kalacak. Esas normalleşmenin Türkiye’de olması ise, Türkiye normalleşirse, Türkiye daha demokratik bir hukuk devleti olursa, laikliğine çok ciddi bir şekilde sahip çıkan ve bunu toplumsal barışın en önemli harcı olarak kullanan, temel hak ve özgürlüklere saygılı bir ülkeye dönüşürse, zaten böyle bir Türkiye’nin dış politikada da çok normal şeyleri izleyeceğine öngörebiliriz. Yani Atatürk’ün meşhur sözü: “Yurtta sulh, cihanda sulh”, yani içeride barış, dışarıda barıştır. Siz içerideki barışı temin etmeden, içerideki çatışma hâlini, kutuplaşma hâlini muhafaza etmek için mecburen dışarıda yapmaya çalıştığınız sulh adımları, barış adımları bir yerden sonra çok da fazla yürümeyecektir. Dışarıdaki normalleşmenin teminatı da içerideki normalleşmedir. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. 

Bir duyurum var, ne zamandır yapamıyorduk, yarın Bekir Ağırdır ile bir yayın yapacağız. Yarın saat 19.00’da bir aksilik olmazsa –ki olacağını sanmıyorum ve umuyorum– o yayında uzun uzun Bekir Ağırdır ile tabii ki salgınla mücadeledeki son değişik uygulamaların ortaya çıkarttığı birçok gerçek var. Özellikle başkanlık sisteminin nasıl bir çözülme içerisinde olduğu gerçeği, bunun seçmen davranışlarına nasıl etki ettiği ya da edebileceğini konuşacağız. Eğer sorularınız varsa YouTube üzerinden de yollayabilirsiniz. Ya da bana rusen@medyascope.tv mail adresine de soruları yollayabilirsiniz. Ve tekrar her yayında yapmaya çalışıyorum. Bağımsız ve özgür medyaya sahip çıkmanız Türkiye’nin bir an önce normalleşmesi için — ki kaçınılmaz olarak olacak, buna eminim; bu saf bir iyimserlik değil, bir realite. Bunun bir an önce olması için Türkiye’de bağımsız ve özgür medyaya çok ciddi bir şekilde ihtiyaç var ve bu da ancak sizlerin destekleriyle mümkün olabilir. Bunu unutmamanızı rica ediyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.