Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (39): 7 Temmuz 2005 Londra bombaları ve El Kaide’nin arka bahçesi Pakistan

Gazetecilik anılarımın 39. bölümünde, 7 Temmuz 2005’te dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ABD’de izlerken El Kaide’nin Londra metrosunda intihar saldırıları düzenlemesini, ardından Vatan Gazetesi adına Pakistan’da örgüte militan yetiştirdiği iddia edilen medreselerde yaptığım röportajları anlattım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba. İyi günler. “Gomaşinen”in 39. bölümünde 16 yıl öncesine gidelim istiyorum. 7 Temmuz 2005 tarihinde İngiltere’nin başkenti Londra’da metroda yapılan terör saldırıları, intihar eylemcilerinin de hayâtını kaybettiği, 52 kişinin öldüğü, 700 kişinin yaralandığı saldırılar sırasında ben ABD’nin Sun Valley kentindeydim — Idoha eyâletinin turistik bir kenti. Birçok gazeteci arkadaşımla beraber buradaydım; Washington’da Vatan gazetesi adına çalışıyordum. Washington ve New York’tan çok sayıda Türk gazeteci olarak Sun Valley’ye gitmiştik. Zîra Sun Valley’de her yıl yapılan yıllık konferansların o sene (2005) konuğu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı. İddiaya göre, danışmanlarından Cüneyt Zapsu ayarlamıştı onun konuk olmasını; burada ABD’nin önde gelen iş insanları bir araya geliyor, kapalı olarak kendi aralarında konuşuyorlar; bir de konuk alıyorlar. O senenin konuğu Erdoğan’dı. Çok îtibarlı bir şeydi; hattâ orada ünlü oyuncu Morgan Freeman’ı da gördüğümüzü hatırlıyorum, o da konferansa bir şekilde dâvetliydi. Erdoğan oraya eşiyle berâber gelmişti; tabii ki korumaları ve danışmanlarıyla berâberdi ve birkaç tâne de Türkiye’den genel yayın yönetmeni vardı. Ve orada biz toplantılarda neler olduğunu göremedik tabii; çünkü kapalıydı, ama Erdoğan oraya gelmiş olduğu için biz de Washington ve New York’taki gazeteciler ve Türkiye’den gazeteciler, dışarıdan da olsa Erdoğan’ı tâkip ediyorduk. Hattâ bir ara dışarı çıktı, eşiyle berâber açık havada yürüyüş yapıyordu; NTV’nin o sıradaki Washington temsilcisi, rahmetli arkadaşım Ümit Enginsoy, eski arkadaşım, genç yaşta kaybettik. Ümit biraz değişik birisiydi; izleyenler bilir: kılık kıyafeti, saç şekli, sakalı ve sesiyle ve onun yayınlarını hep bir bitirişi vardır: “Ümit Enginsoy, NTV Washington” diye bitirir. Orada hep berâber yürürken… 

Bir de Ümit’in şöyle bir özelliği vardı: Yaz kış fark etmez, muhakkak ceket, pantolon ve kravatlı olurdu. O gün de hava pek sıcaktı, ama o yine kravatlıydı — Erdoğan da Ümit’i severdi. Ümit, dolaşırken Erdoğan’ın yanına gidip bir şey sormak istedi ve orada korumalar onu engellediler; bunun üzerine –Ümit biraz tersti, yani sinirlerine hâkim olamayan birisiydi–, “Dedik ya, tamam” dedi; “Ya, ne şey yapıyorsunuz? Öyle önemli bir şey değil” falan gibi bir şey söyledi. Bunun üzerine Erdoğan onun omzuna elini attı ve sâhip çıktı, yani korumaların elinden aldı ve aynen bu demin söylediğimi söyledi: “Ümit Enginsoy, NTV Washington” dedi ve hep berâber güldük — her neyse. Daha sonra CHP’de siyâset yapan ve milletvekili seçilen Faruk Loğoğlu’nun büyükelçi olduğu zamandı; tabii ki o da Sun Valley’e gelmişti Erdoğan’a eşlik etmek için. 

İşte, akşam oldu, ertesi gün Erdoğan doğrudan San Francisco’ya devam edecek; sabahleyin bir basın toplantısı yapacaktı. Basın toplantısında ne konuşabilirdi? Çok fazla bir şey yok diye düşünürken, geceyarısı biz gazeteciler, hepimiz ayrı ayrı kaldığımız otellerde, pansiyonlarda arandık. Zîra Londra’da bombalar patlamıştı, haber geldi. Ben El Kaide üzerine çalışan bir gazeteci de olduğum için, NTV bana bağlanıp yorum yaptırdı falan; öyle bir geceyi, orada saat farkından dolayı tabii orada geceyarısı biz bayağı bir ayaktaydık ve sabahleyin tabii ki Erdoğan’ın basın toplantısını bekledik. Basın toplantısında Erdoğan’ın tabii bütün tadı kaçmıştı; her şey tamâmen değişmişti. Erdoğan’ın basın toplantısı kısa oldu; biz Türk gazetecilerin dışında bir ya da iki tâne Amerikalı gazeteci vardı. İşte, olayı kınadı, İngiliz halkının yanında olduklarını söyledi vs.; ben oradan sonra Faruk Bey’e (Loğoğlu’na) dedim ki: “Ya, çok zayıftı”. “Neden?” dedi. Dedim “Yani bir şey yapması lâzım. Hani teröre karşı İslâm dünyasını bir tavır almaya çağırsa”. Yani ne kadar yer bulur medyada bilmiyorum, ama yapmadı, böyle bir şey yapmadı; hatta daha sonra genel yayın yönetmenleriyle konuştuğumuzda yine benzer bir şey söyledim. Onlar bana, “Ya, daha ne desin? İşte, çok sertti, kınadı; işte, İngiliz halkıyla beraberiz dedi” vs. diye şey yaptılar. 

Bence orada Erdoğan bir fırsatı kaçırdı; ama demek ki onun için bir fırsat değilmiş. Halbuki orada teröre karşı duruşunu çok net bir şekilde koymanın ötesinde, İslâm dünyasının o tarihlerde çok ilgi gören bir ülkesiydi Türkiye ve Erdoğan hükûmeti; yani Sun Valley’deki bu toplantının onur konuğu olarak çağırılmıştı. Herhalde bugün böyle bir şeyin lâfı bile edilemez Erdoğan için. O tarihte belli çevrelerde belli bir îtibârı vardı. 

Her neyse, böyle bir şey olmadı. Ondan sonra İngiltere bombaları çok konuşuldu. İngiltere bombaları konuşulurken, tabii Londra’daki intihar eylemcilerinin geçmişleri araştırılıyor. Bunların aslında Pakistan kökenli İngiliz vatandaşları oldukları ve Pakistan’daki medreselerde eğitim gördükleri yolunda bayağı bir haber çıktı. Ve bunların üzerine Vatan gazetesinin sâhibi ve üst en üst düzey yöneticisi Zafer Mutlu bana, “Pakistan’a gider misin? Medreseleri yapar mısın?” dedi. “Ben Washington’dayım, giderim” dedim; çünkü daha önceki “Gomaşinen”lerde söylediğim gibi Washington’da çok yaratıcı bir gazetecilik yapamıyordum, biraz da canım da sıkılıyordu. “Neden olmasın?” dedim ve ilginçtir, İstanbul üzerinden Pakistan’a gittim; yani Türk Hava Yolları’yla Washington’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Pakistan’a gittim. Foto muhâbiri arkadaşım Burak Kara’nın nedense bir sorunu çıktı, benden bir iki gün sonra geldi ve Pakistan’a gittim yerleştim. İslamabad’a gidip kolları sıvadım.

Orada daha önce gazetecilik yapmış olan bir Türk meslektaş üzerinden, orada yaşayan bir başka Türk öğrenciyi buldum; onun üzerinden de, Cemal İsmail adında, Abu Dabi televizyonunun ordaki temsilcisi olan, Usame Bin Ladin ile de röportaj yapmış Filistinli bir gazeteciyi buldum. Çok ilginç, çok değişik birisiydi; onu buldum, sağolsun bana çok yardımcı oldu, birçok randevuyu almama yardımcı oldu; çünkü onun tanımadığı kimse yoktu. Hayâtımda bu kadar kısa süre içerisinde bu kadar çok insanla –ve bunların ezici bir çoğunluğu da İslâmcı– röportaj yaptığımı hatırlamıyorum. Çok yoğun geçti; önce tek başıma başladım, sonra Burak gelince onunla berâber devam ettik. Bilenler bilir, benim Twitter’da falan ilk profil resmim, bir medresede küçük çocuklarladır. O fotoğrafı Burak çekmişti Pakistan’da; çok güzel fotoğraflar çekmişti Burak. Orada Pakistan’daki fotoğraflarımız ve benim orada ilk röportaj yaptığım kişi, yani şöyle söyleyeyim Cemal İsmail’le sohbetten sonra o bana İslamabad’ın çok meşhur bir medresesi vardı, Lal Mescid deniyordu. Başında kurucusu Mevlâna Muhammed Abdullah adında birisi, onun oğlu Abdül Raşit Gazi ile bir röportaj ayarladı. Abdül Raşit Gazi o tarihte kaç yaşında? 42 yaşında. 

Bu medrese 1966’da kurulmuş. İlk kurulduğunda 35 öğrenciyle başlamış, ama ben 2005’te gittiğimde, iki şehirde 3500’ü kız 6000 öğrencisi vardı medresenin ve burada ben Abdül Raşit Gazi’yle röportaj yaptım. Çok iyi İngilizce konuşuyordu, benden daha iyi İngilizce konuşuyordu ve meselâ ona Usame Bin Ladin’i sordum. “Usame’nin yaptığı yanlış bir şey yok, zâten 11 Eylül’ü de o yapmadı” deyip komplo teorilerini falan söylemişti, fotoğraf çektirmek istememişti. Burak yoktu yanımda, ama kendim de çekebilirdim, fakat fotoğraf çektirmek istememişti. İlk röportaj siftahımı onunla yaptım. Şimdi, bu yaptığım röportajın benim için önemli olduğunu zâten biliyordum, ama iki yıl sonra, 2007 yılının Temmuz ayında Pakistan Güvenlik Güçleri Lal Mescid’i bastılar, orayı boşaltmak istediler. Abdül Raşit Gazi ve arkadaşları direndi ve güvenlik güçleriyle çatışmada hayâtını kaybetti. Benim ilk röportajı yapmamdan iki yıl sonra; çok çarpıcıydı, çok ilginç bir deneyimdi. 

Bir başka İslâmcı röportajı, orada Leşker-i Tayyibe Pakistan Ordusu diye bilinen, Keşmir’e mücahit yollayan –Keşmir’de Hindistan’ın işgali var ve orada sürekli bir silâhlı mücâdele yürütüyorlar– buraya militan yetiştiren birtakım örgütler var; bunların en önde gelenlerden birisi Leşker-i Tayyibe. Ama daha sonra biz oraya gittiğimizde, adını Cemaat-ül Dâvâ’ya çevirmiş; bunun başında Hafız Said diye birisi vardı, çok meşhurmuş; bu da çok nâmı olan birisi ve hiç fotoğrafı yok denildi; bir tâne fotoğrafı varmış, gizli çekilmiş, gerçekten de aradık o kadar Google’da falan, bir tâne o söylenen fotoğrafı bulduk. Onunla röportaj yapmayı düşündüm; ama zor olur diye düşündüm, imkânsız olur diye; ama Filistinli gazeteci Cemal İsmail, “Bir deneyin” deyip bize Hafız Said’in basın sözcüsünün numarasını vermişti. Muhammed Yahya Mücahit adında çok irikıyım, çok iyi İngilizce konuşan bir arkadaştı; onunla konuştuk ve “Gelin” dedi. Lahor’da Kadsiye Câmii’nde bir cuma namazıydı ve câmi bu cemaatin, yani Cemaat-ül Dâvâ’nın câmii, altı bin kişi dediler bize –ki rakam doğru olsa gerek–, tek tek özel güvenlik tarafından üstleri aranarak câmiye alındılar, namazdan sonra Hafız Said bir elinde âsa, bir elinde mikrofon, insanlara hitap etti. Ben de orada tabii ki cemaatle beraber cumayı edâ ettim, daha sonra Muhammed Yahya Mücahit bizi Hafız Said’in yanına götürdü ve röportaj yaptık. Çok şaşırdım ve çok hoşuma gitti tabii; ama fotoğraf çekmek yasaktı, fotoğraf istemiyordu. 

Orada da şöyle bir sistem vardı: Ben sorumu İngilizce soruyorum; yanılmıyorsam Muhammed Yahya Mücahit çeviriyordu ona, o da kendi dilinde konuşuyor, Urduca, artık hangi dilse, sonra böyle bir çeviri oluyordu; ama bir yerde ben, İngilizce, “Usame Bin Ladin ile hiç tanıştınız mı?” diye sordum. Hafız Said hiç çeviri falan beklemeden, doğrudan –çünkü çok iyi İngilizce biliyordu; Pakistan’da İngilizce bilmek çok sıradan bir şey, özellikle onun durumundaki birisi için–, hemen, “Kesinlikle hiçbir şekilde görüşmedim, kendisini tanımıyorum” diye İngilizce cevap vermişti; öyle bir gülümsemiştik, sonra tekrar aynı sistemle röportaja devam etmiştik. 

Daha başka birçok medreseyi dolaştık; istediğimiz yerlerin hemen hemen hepsine gidebildik. Pakistan’da gidenler bilir, orada Türkiye’nin îtibârı acayip. Türk olduğumuzu söylediğimizde, Türkiye’den geldiğimizi söylediğimizde herkes bize iyi davrandı; yani hiç kötü bir şey hatırlamıyorum. Dünyanın birçok değişik yerinde çalıştım gazeteci olarak; gazeteci olduğunuz için, hele böyle karışık yerler, yani Londra bombalarından sonra bütün gözler medreselere çevrilmiş, dünyanın dört bir tarafından gazeteciler akın etmiş; biz tabii bombalardan yaklaşık bir ay sonra gittik, ama yine de bayağı bir ilgi vardı ve biz istediğimiz her yere girdik ettik, insanlarla röportaj yaptık. Meselâ Londra bombacılarından Şehzat Tenvir’in eğitim gördüğü iddia edilen Manzur-ül İslâmiye diye bir medreseye de gittik, insanlarla konuştuk, önde gelenlerle konuştuk, fotoğraflar çektirdik. Cemaat-i İslâmî benim hep duyduğum, Pakistan’ın en önde gelen İslâmcı partilerinden; onun en üst düzey ismi Gazi Hüseyin Ahmet’le konuştuk. 

Nasıl diyeyim? Çok bereketli bir gezi oldu; ama ele aldığımız konuların hepsi çok sertti tabii ki: İslâmcılık,  El Kaide,  terör vs.. Tabii burada beni en çok etkileyen, bütün bunların dışında Ahmet Raşit adında Pakistan’ın en önde gelen gazetecilerinden birisi –benden yaşça büyük, hâlâ yaşıyor olması lâzım– yıllar önce onun Taliban kitabını alıp okumuştum, çok etkilenmiştim, çok şey öğrenmiştim; hattâ o kitabı okuduğum zaman İçişleri Bakanı olan Saadettin Tantan’a önermiştim; o da kitabı bir şekilde edinmişti falan, onu hatırlıyorum. Ahmet Raşit bizi kabul etti ve çok güzel bir röportaj yaptık, çok iyi ağırladı, çok güzel sohbet ettik. O benim tabii bir gazeteci olarak en parlak hâtıralarımdan birisidir; yıllarca bilip takdir ettiğim bir gazeteciyle buluşmak. 

Evet, çok gezdik dolaştık, hiçbir zorlukla karşılaşmadık; tahminimin ötesinde yorucu bir yolculuktu, yaşam standartları Türkiye’nin gerisinde — hele ben ABD’den geliyordum, onun da çok gerisinde olan çok kalabalık ve sıhhî koşullar anlamında sorunları olan bir ülke. Ama güzel bir ülke, dinamik bir ülke ve çok karışık bir ülke. Şimdi, Pakistan İslâmcılığı’nı devletten ayrı düşünmek mümkün değil; Pakistan İslâmcılığı’nı Afganistan’dan ayrı düşünmek mümkün değil. Pakistan İslâmcılığı’nı Pakistan Gizli Servisi ISI’den ayrı düşünmek mümkün değil ve bölgedeki bütün büyük güçlerin –Hindistan dâhil, tabii ki bir şekilde Çin, bir eliyle Rusya ve tabii ki Amerika Birleşik Devletleri, hepsinin ve İran tabii ki– bütün bunların bir şekilde ilgi gösterdiği bambaşka bir yerdi, ilginç bir deneyimdi, çok yoğun bir deneyimdi; ama tabii ki burada çok çarpıcı bir terör saldırısının ardından gitmiş olduğumuz için bir yanıyla zordu, ama bütün zorluklara rağmen çok verimli bir gazetecilik yapıp çok kişiyle konuşmuştuk. 

Bütün farklı farklı kesimlerle konuştuk; meselâa Pakistan’da çok ciddî bir mezhep meselesi vardır: Şiîlik sayıca az olmakla birlikte, Şiîler’le Sünnîler arasında çatışmalar da olur. Biz Şiîler’in câmilerine de gidip Şiîler’le de röportaj yapmıştık, bayağı bir bereketli olmuştu. O tarihten bu yana, Londra bombası, Madrid bombaları gibi bombaların daha değişik versiyonları daha sonra IŞİD’le berâber oldu ya da Charlie Hebdo saldırısı oldu. Charlie Hebdo saldırısının ardından Paris’e gitmişliğim var; belki onu ileride anlatırım. Tabii bunun kadar etkileyici değildi; ama o zamandan beri El Kaide’nin popülerliğinin azaldığını, yerini IŞİD’ in aldığını biliyoruz. Umarım bir daha böyle büyük saldırılar yaşanmaz diyorum, ama dünyanın değişik köşelerinde yaşanacağına adım gibi eminim. Fakat artık ben yaşını başını almış birisi olarak, bu tür saldırıların ardından sâhada bu tür, yani 12 yıl, 16 yıl önce yaptığım gibi herhalde gazetecilik yapma defterini kapattım diye düşünüyorum. Evet, “Gomaşinen”i sonlandırırken bir kere daha bağımsız ve özgür medyaya destek vermeye sizleri dâvet ediyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.