Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (20): Salgının etkisinde dünyada siyaset

Koronavirüs salgını siyaset yapma biçimlerini, siyasetçinin niteliğini, siyasi rejimleri değiştiriyor mu değiştirecek mi? Siyaseten nereye gidiyoruz? Medyascope’ta Siyasetname’nin 20. yayınında, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, salgının dünya siyasetindeki etkisini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi günler. Medyascope’un aylık programlarından Siyasetname’nin 20. yayınında karşınızdayız. Sürekli konuğumuz Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu da bizimle birlikte. Hocam hoş geldiniz. 

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu: Merhabalar, iyi günler dilerim.

Pişirici: Geçen ay, 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni de konuşarak, TBMM’nin kuruluş yıldönümü olan 23 Nisan’dan bir gün önce, Meclis’in işlevini, itibarını, kurumsallaşıp kurumsallaşamadığını konuştuğumuz iki yayınlık ‘’siyasette temsil’’ konusunu sonlandırmıştık. Bu ay, bir başka iki yayınlık konunun ilk yayınını gerçekleştireceğiz: Koronavirüs salgınının dünya ve Türkiye siyaseti üzerindeki etkisi. Salgın,siyaset yapma biçimlerini, siyasetçinin niteliğini, siyasi rejimleri değiştiriyor mu değiştirecek mi? Siyaseten nereye gidiyoruz hocam? Söz sizde.

Kalaycıoğlu: Koronavirüs salgını 2020’de dünyada önemli bir etki yapmaya başladığında, aslında Soğuk Savaş’ın bitiminin 30. yılıydı. Soğuk Savaş bittiğinde şöyle bir manzarayla karşılaşmıştım: 1945-1991 arası Soğuk Savaş süresince -biliyorsunuz 1989 Kasım’ında Berlin Duvarı yıkıldı, bir kısım meslektaşımız, bunun Soğuk Savaş’ın sonu olduğunu söylüyor. 31 Aralık 1991’de de Kremlin’in üzerindeki Sovyet Bayrağı son defa olarak indirildi; benim de içinde bulunduğum bir grup, 31 Aralık 1991’i de Soğuk Savaş’ın sonu olarak kabul ediyor; hangisini kabul ederseniz, 89-91 arası, ortalama 90 deseniz, 30 sene geçmiş- Soğuk Savaş’ta iki süper güç vardı ve iki farklı ideoloji çatışmaktaydı. Bunların hem siyasi hem iktisadi ideolojiler olduğunu düşünmemiz lazım. Siyasi bakımdan, bir tarafta ‘’halk demokrasileri’’ diye adlandırılan, Doğu Avrupa’daki, Sovyetler Birliği’ndeki demokrasiler, kendilerini ‘’demokrasi’’ olarak ilan ediyorlar, bunların örgütlenmesindeki temel mantığın ‘’eşitlik’’ olduğunu vurguluyorlardı. İnsanların bu ülkelerde eşit şartlarda yaşadığını, herkesin iş sahibi olduğunu, herkesin aşının garantilendiğini, çok farklı ölçülerde olmasa da benzer koşullarda, herkese ev temin edildiğini, eğitimden sağlığa her türlü sağlık ve sosyal hizmetlerin bedava temin edildiğini, dolayısıyla eşitlik üzerine kurulu bir siyasal sisteme sahip olduklarını, bunun da demokrasi olduğunu iddia ediyorlardı. 

Bunun karşısında, bizim ‘’liberal demokrasi’’ dediğimiz Batı demokrasileri vardı. Özgürlük vurgusu üzerine kurulmuştu. Onlar, bu durumun, halk demokrasilerindeki insanların özgür tercihleriyle gerçekleşmediğini iddia ediyorlar, özgürce yaşayamadıklarını belirtiyorlardı. Sonuç itibariyle, Batı Avrupa’da, Kuzey Amerika’da, Japonya’da, Okyanusya’da, Latin Amerika’nın belli bölgelerinde yaşanmakta olanın, özgürlük esaslı hukuk devletiyle bağlantılı kurumlar ve kurallar çerçevesinde işleyen bir demokrasi olduğunu söylüyorlardı. Bu iki demokrasi türü arasında bir ideolojik yarış devam etmekteydi. 

Bir de, bunların iktisadi bakımdan iki farklı ideolojik temeli vardı. Batı demokrasileri kapitalizme, halk demokrasileri ise sosyalizme dayalı iktisadi yapılanmalardı. Sosyalizm, merkezi planla çalışmaktaydı. Merkezi planlamadaki bürokratlar, herkesin ne tür istekleri ihtiyaca çevireceğini düşünerek, ihtiyaç listelerini ona göre tanımlayıp, mal üretimini ve ticareti belirliyorlardı. Zaman zaman bunlarda bir takım sıkıntılar, uyumsuzluklar, darboğazlar meydana geliyordu. Bunlar da tatminsizliklere sebep olduğu için, yer yer belirli sektörlerde, özellikle tarımda, bir ölçüde insanların, bu sistemin dışında kendi kendine üretim yapıp ihtiyaçlarını aldıktan sonra ticari meta olarak satılabilmesine de fırsat veriliyordu. Ama sosyalizmin temel mantığı, kamu mülkiyetine dayanması, özel mülkiyeti kabul etmemesi üzerineydi. Özel mülkiyetin bir sömürü aracı olduğu savından hareketle, özel mülkiyet ilga edilmişti. Bunun yerine, kamu mülkiyetine dayanan ve merkezi planlama ile yönetilen bir iktisadi sistem kurulmuştu. Bunun karşısında ise liberal piyasa ekonomisi veya İsveç’te, Almanya’da örneklerini gördüğümüz sosyal piyasa ekonomisi denilen bazı kapitalizm uygulamaları gerçekleştirilmişti. Japonya ve Güney Kore’de örneğini gördüğümüz daha kolektivist, devletin ağırlık taşıdığı kapitalist uygulanmaya başlamıştı. Bu tür bir ayrışma söz konusuydu. 

Soğuk Savaş bittiğinde, sosyalizmin çöktüğünü, halk demokrasisi fikrinin de gözden düştüğünü ve artık mümkün olamayacağını gördük. Dolayısıyla bu iki model içerisinden, ABD gibi bir süper devlet ve onun önderliğinde, onu takip etmekte olan müttefiklerin de içinde bulunduğu dünyada, kapitalizm ve liberal demokrasi; piyasaya ağırlık veren, piyasanın, özel mülkiyete ve insanların özgürce yaptıkları anlaşmalara göre çalışan, anlaşmaların ihtilâfı durumunda, bunu çözecek mekanizmaların, özellikle hukuk devleti içinde yargıda oluşturduğu yapılarla yönetildiği bir piyasa ekonomisi ve bununla uyum içerisinde çalışan, yine hukuk devleti ilkelerine dayalı, özgür ve adil seçimlerle hükümetin seçilmesini sağlayan demokratik bir yapı. 

1990’ların başında, özelikle Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu kitabı çok dikkat çekmişti. Tarihin sonunun geldiğini, bundan böyle, insanların, demokrasinin türleri ve kapitalizmin türlerini tartışacakları, o çerçeve içerisinde siyasal ve ekonomik sistemlerin oluşturularak yönetileceklerini varsaydığı bir aşamaya gelmiştik. Bunun sonucunda, aslında biraz daha öncesinde, 1979’da İngiltere’de Margaret Thatcher’ın iktidara gelmesi, Türkiye’de de 1980’lerde, Turgut Özal’ın, neredeyse darbeyle birlikte anılan ‘’24 Ocak 1980 Kanun Kuvveti Kararnameleri’’ ile ve bu kararnamenin yarattığı pazar ekonomisini geliştiren bilişimleri ile Özal -ki askeri hükümet döneminde kendisi ekonomiden sorumlu devlet bakanı idi- Anavatan Partisi ile iktidara geldikten sonra, Anavatan Partisi’nin uygulamaları da aynı nitelikte oldu; piyasa ekonomisini ön plana çıkarttı. 1981’den itibaren de ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak Ronald Reagan Başkan seçildi ve 1981 Ocak ayında yemin etti. Başkan olduğunda da Margaret Thatcher’ın uyguladığı türden bir serbest piyasa ekonomisini uygulamaya geçirdi. Buna Fransızcada laissez faire laissez passer diyorlar. Türkçe’de bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler olarak da kullanılıyor. Düzenlemeleri sınırlandıran, regülasyonları azaltan, piyasayı olabildiğince serbest bırakan bir sistem. Zaten böyle bir eğilim vardı. Bu eğilim, 1990’lardan itibaren daha da güçlenerek bütün dünyaya yayıldı. 

Bunun sonucunda, dünyadaki birçok ülkede, oldukça hızlı bir şekilde gelişme sağlandı. Bunların arasında Çin de katıldı. Çin, 1978’den sonra bir takım değişiklikler yapmıştı; sosyalizmden ayrılarak, kapitalizm esaslı bir ekonomik modele geçmişti. Bu modeli kuran Deng Şiaoping’e “Sizin önerdiğiniz model, Komünist Parti totaliter rejiminde nasıl mümkün olacak?’’ diye sorulduğunda, ‘’Önemli olan, kedinin siyah veya beyaz olması değil, fare tutmasıdır. Dolayısıyla, biz kapitalizmle de totaliter bir yapıyı devam ettiririz’’ demişti. 

Pişirici: Daha ilerlemeden bir parantez açmak istiyorum. Fukuyuma 1992’de, 31 Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin bayrağı Kremlin’den indirildikten sonra Tarihin Sonu kitabını yazıp ‘’bu iş burada bitti’’ dedi ama daha sonra, 2000’lerde, Devlet İnşası diye bir başka kitap yayımlayıp, kimilerine göre yanıldığını itiraf etti. Sizce öyle midir?

Kalaycıoğlu: 2020’nin Ağustos’unda Foreign Affairs’da yayınlanan bir makalesinde açık bir şekilde ‘’Bu krizden çıkmak için devlet gerekiyor’’ dedi. Ve piyasanın devlet tarafından yönetilmesi gerektiğini söyledi. İlginç olan nokta bu. Zaten bu noktaya geleceğim. Bu uygulanan monetarist Neo-klasik iktisat, özellikle Von Hayek’in fikirlerinden yararlanan ve Milton Friedman’ın öncülüğünü yaptığı uygulamalar, özel mülkiyetin garanti altında olduğu ve ihtilaf doğuran akitlerin çözümündeki mekanizmaların güçlü çalıştığı hukuk devletinde, çok hızlı ve ciddi ölçüde iktisadi büyümeye sebep oldu.  Dünyada da, Çin’de de büyük bir refah artışı söz konusu oldu. Çin’de 1,4 milyar bir nüfus var. Dünyada yaşayan her 6 kişiden 1’i, Çin’de yaşıyor. Dolayısıyla onların durumu iyileşince, küresel olarak bir iyileşme söz konusu oldu. 1990’ların sonundan, 2000’lerin başından itibaren, Hindistan’da da büyük bir iktisadi gelişme söz konusu olmaya başladı. Kişi başı gelir artmaya başladı. Orada da yüz milyonlarca kişi, fakirlikten çıkarak, yoksulluğun azaldığı bir yapıya geçtiler. Böylece, dünyada kitlesel olarak iktisadi hayat iyileşti ve insanların maddi durumlarında önemli bir yükselme oldu.

Ama buna rağmen, çok küçük bir zengin grubu, dünya tarihinde görülmemiş boyutlarda müthiş bir servete kavuştular. Onlarla, geri kalanlar arasındaki uçurum giderek açılmaya başladı. Bu uçurumun kapatılacak gibi olmadığı görülmektedir. Bunların servetlerinin herhangi bir devletin denetiminde olmadığı, ‘’vergi cenneti’’ denilen yerlerde bulunduğu ve bu servet miktarının trilyonlarca dolara ulaşmış olduğu görüldü. Bu önemli bir sorun olarak gündemde mevcudiyetini sürdürüyor. 2020’ye geldiğimizde hal zaten böyleydi. Dolayısıyla, küresel süreçlerin, özellikle ekonomik süreçlerin ve teknolojik süreçlerin, yani üretimde kullanılan araçların, üretimin hammaddelerinin, dünyanın çok farklı yerlerinden gelip, uzun tedarik zincirleri ile belli üretim merkezlerinde toplanması, bunların çoğunun Çin’de olması gibi bir dönemle karşılaştık. Hizmet alanında da, özellikle Hindistan’da bu hizmetleri veren, örneğin çağrı merkezleri gibi hizmetleri sunan merkezlerin çoğu, Hindistan’da bulunuyor. Dolayısıyla, artık dünyanın üretim platformu Çin, hizmet üretim platformu da Hindistan olacak gibi bir dizi iddialar vardı. 

Biz, bu şekilde bir küreselleşme sürecinin yaşandığı bir ortamda, bu salgınla karşılaştık. Aynı zamanda, bu dönemde teknoloji muazzam değişti; İletişim teknolojisinde müthiş hızlara ulaşıldı. Dünyada muazzam bir enformasyon dolaşımı yaşanmaya başladı. Bunun içerisinde enformasyon olduğu gibi, İngilizcesi ile misinformation ve disinformation dolaşmaya başladı. Misinformation, kaynağına iyi bakılmaksızın bir yorum yapılmış, dolayısıyla yanlış bir yorum ama orada kötü niyet yok. Disinformation ise, bilhassa kötü amaçla, kasten yaratılmış yanlış bilgi. Bunlar da milyarlara varan sayılara ulaşmaya başladı. Aynı zamanda, sermaye bu teknolojiyi kullanarak muazzam bir akışkanlık kazandı. Bankacılık aynı şekilde muazzam bir meblağa ve kolaylığa ulaştı. Uluslararası iletişim, özellikle bilgisayar ve bilgisayar teknolojisindeki müthiş değişimlerle öyle bir noktaya verdi ki, artık internette sadece insanlar değil, eşyalar da birbiriyle konuşur hâle geldi. Büyük bir teknoloji ilerleme oldu. Bunların tamamı, Fukuyama ve birçok başka meslektaşın, bunun artık büyük bir küresel olgu olduğu, değişmeyeceği, bunu değiştirmenin maliyetini kimsenin karşılayamayacağı,  bu çerçevede, devletlerin ve milli devletlerin öneminin azaldığı iddiası, gündemde ağırlığıyla belirdi. Bu ortam, aynı zamanda sadece enformasyon ve mal dolaşımını değil, insanların yolculuk yapmasını da kolaylaştırdı. Dolayısıyla hem turizm rakamlarında hem göçlerde büyük artış oldu. İnsanlar memnun olmadıkları yerlerden, daha büyük mutluluğa kavuşacaklarını düşündükleri yerlere göçmeye başladılar ve sayılar muazzam rakamlara ulaşmaya başladı. 

Bu, iki beklenmedik sonuç yarattı. Bunlardan bir tanesi, özellikle bu insanların göç etmeyi daha çok tercih ettiği Kuzey Amerika, özellikle ABD, Kanada, Batı Avrupa ve kısmen Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerde, orada doğmuş ve büyümüş insanlar arasında ciddi bazı endişelerin ve tepkilerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu, Soğuk Savaş’ın bitimiyle başlayan süreçlerdir. Yani, hem insanların daha fazla dolaşması hem de bu şekilde meydana gelen göçler vasıtasıyla, bu toplumun bileşimi değişti; daha fazla sayıda farklı renkten, farklı aksandan ve farklı kökenden olan insanlardan oluşan toplumlar ortaya çıkmaya başladı. Oranın daha önceki ahalisi bu değişimi yadırgamaya başladı. Sayılar biraz artınca ve bunlar görünürlük kazanınca, birçok ülkede, bunların kültürü etkilediği, zedelediği, tehdit ettiği görüşleri ortaya çıkmaya başladı. Örneğin ABD’de güneyden gelen Latin Amerikalıların (Hispaniklerin)  adeta Amerika’yı istila ettiğine dair kitaplar yayınlanmaya başladı. Samuel Huntington’un ölmeden önce yayınladığı Who Are We? (Biz Kimiz?) kitabındaki temel iddia, ABD’nin, Avrupa’dan göçmüş Anglosakson Batılılar tarafından kurulmuş olduğu ve bu kültürün bir meziyeti olan demokrasiyle yaşadıklarıdır. Bu kültür ortadan kalktığında, Amerika’nın demokrasi olarak devam edemeyeceği ve çok şey kaybedeceğini iddia ediyordu. Yine bu kitaptaki iddiaya göre, Amerika’nın güneyinden, Arizona, New Mexico, Nevada, California’dan başlayarak, kuzeye, Utah ve Idaho’ya doğru, bir Hispanik çoğunluk ağırlığını koyuyor. Texas, Alabama vesaire bütün bu bölgeler, bunlar tarafından neredeyse dalga dalga gelen göçlerle, yeniden istilâ ediliyor. Unutulmamalıdır ki, ABD kurulurken bu bölge, daha önce yerleşen İspanyolların elindeydi. ABD, bir kısmını da savaşla bunlardan kurtararak, güneye doğru, Meksika’ya iterek kurulmuştur. Yani ‘’Savaşla kazandığımızı şimdi insanların gücü ile kaybediyoruz.’’ Türkiye’de de aynı argümanları Suriyeliler için duyuyoruz. ‘’Savaşmadan ülkenin içerisine 5 milyon göçmen aldık. Geleceğimiz ne olacak? Söylemleri sıkça kullanılıyor. Aynı duyarlılıklar, Amerika Birleşik Devletleri’nde, aynı duyarlılıklar, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, çöken Britanya İmparatorluğu’nun geride kalan Milletler topluluğundan birçok kimse, Karayip Adaları’ndan Pakistan’a, güneyde Güney Afrika’ya kadar İngiltere’ye göç edip orada yerleşmeye ve iş tutmaya başladılar. 

Bu, iki reaksiyona sebep oldu. Birincisi işini kaybetmiş olan kimseler ki iş kaybetmesinin nedeni de bu teknolojik değişim; yeni üretim kapasitesi, yeni teknoloji. Robotlaşma başlamış durumda. Otomasyon güçleniyor. Dolayısıyla eski meslekler yavaş yavaş devre dışına çıkıyor. Ve eski meslekler aslında çevreyi kirletir nitelikte. Ülkeler, çevreyi kirleten teknolojiyi terk edip, çevreye daha duyarlı yeşil teknolojiye geçtikçe, bu kişilerin çalıştıkları meslek dalları, sektörler yavaş yavaş ortadan kalkıyor ve iş sahaları yok oluyor. Şimdi 50’li yaşlarda olan kişilerin iş kaybı durumunda, bunların yeniden yeni iş öğrenip, yeniden istihdam imkanı bulmaları giderek zorlaşıyor. Bu insanlar esas itibariyle şunu algıladılar: Bu farklı kökenli insanlar geldi, bu iş dalları kapandı. Bunlar bizim çalışacağımız yerlerde daha ucuza çalışıyorlar. Benim işimi elimden aldılar. Bu da yetmedi, aynı zamanda bunlardan iş bulamayanlar suça yöneldiler, hırsızlık yapıyorlar, adam öldürüyorlar. Ülkemizin güvenliği tehlike altına girdi ve biz bunlardan kurtulmalıyız.’’ Bu gelişme, siyasette özellikle ırk vurgusu yapan sağ siyasal partilerin ortaya çıkmasına yaradı. Kuzey Avrupa’da, Batı Avrupa’da ve ABD’de, halihazırda mevcut olan partiler yanında, Cumhuriyetçi parti içinde, güçlü bir beyaz ırk üstünlüğüne dayanan bir düşünce biçimi, birdenbire kendisini büyük bir olanak karşısında buldu. Bunun çok alıcısı olduğu ortaya çıktı. Dolayısıyla siyasiler, bu işin mesleğini yapanlar, bu fırsatı görünce bunu örgütlemeye başladılar ve şöyle bir söylem ortaya çıkmaya başladı:  ‘’Bu gelişmelerin nedeni, saf, temiz halkımızın çıkarlarını sömürerek iktidarda bulunan, bizim karşımızdaki liberaller, solcular, özgürlük düşkünü olan siyasetçilerdir. Bunlar bu değişimlere karşı duyarlıdır. Üstelik yeterince ağırlıklarını koyup, bu tür akımları durdurabilecek adımları atmaktan da imtina etmektedirler. Zayıftırlar ve zayıf kişiliklerdir. Dolayısıyla bunların yerine biz iktidara gelirsek, kapıları kapatıp, bu insanları geri göndeririz ve tekrar saf ve temiz halkımızın mükemmel yaşamasını temin ederiz’’ diye bir dizi iddia ile ortaya çıkmaya başladılar.  Gerçekleşmesi mümkün olmayacak bazı şeyleri de önermeyi ihmal etmediler. Çünkü bunlar gerçek dışı da olsa, duyulduğu vakit seçmenin hoşuna gideceğini var saydılar. Bunun için bir tâbir de üretildi: ‘’Gerçek Ötesi söylem.’’ Yani, gerçeğin, beş duyumuzla varlığını iddia edebileceğimiz şeylerin dışında başka bir takım şeyler olduğunu iddia eden ve onların da gerçek olduğunu ileri süren, bu gerçeklere dayanarak onları gerçekleştirmeyi hedefleyen birtakım siyasi girişimciler ortaya çıktı. Bunların en belli başlılarından bir tanesi Trump’tır. Bir diğeri, İngiltere’de Johnson’dır. Daha önce Nigel Farage diye bir başka politikacı vardı; o pek oy elde edemedi ama kritik zamanlarda önemli etkileri oldu bu tür gelişmelere. Bunlar Avrupa’da da büyük bir yaygınlık gösterdiler. Orada da, kendileri gibi düşünmeyen ve yurtdışından gelmiş olan Yahudiler, Müslümanlar, kara derililer, kahverengi derililer, sarı derililere karşı bir söylem geliştirmeye başladılar. Küresel değişikliğin ve hareketliliğin birinci etkisi bu oldu. 

İkinci etkisi, bu değişen ortamda, hareketliliğinin artması ile birlikte insanlar çok daha fazla yolculuk yapmaya başladılar. Hem iş insanları, hem turizm ve aynı zamanda göçler. Turizm patladı. İmkanlar el verdiği için oteller, uçaklar ucuzladı. Buna göre gelirler biraz yükseldi ve bunun sonucunda, insanlar daha kolay gezmeye başladılar. Bu gezme, birçok virüsün veya zararlı mikropların dünyada kolay yayılmasını sağladı. İlk olay Covid-19 değil. Bundan daha önce, SARS Virüsü ile benzer bir salgın yaşandı. Buna benzer, Ortadoğu Solunum Sendromu Koronavirüsü olarak tanımlanan Mers-CoV, yine insanların akciğerlerini mahveden ve solunum yollarını etkileyen bir hastalık olarak yaygınlaştı. Bunların önü alınabildi. Ebola, HIV, AIDS büyük ölçülerde yaygınlaştı. Böyle bir salgının yolda olduğu, 2000’li yılların başından itibaren söylenmeye başladı ve bunun için, Obama döneminde ABD’nin, bazı kurumlar kurduğunu ve önlemler almaya çalıştığını biliyoruz. Nitekim iktidara gelir gelmez Trump’ın ilk yaptığı şeylerden biri, bu kurumları kapatmak oldu. Bu da son derece ilginç. Dolayısıyla, bu hazırlığı bir şekilde bir kenara koymuş oldular. Bizim Sağlık Bakanlığımızın da bu konuda bir hazırlık yaptığını ve bir program hazırladığını biliyoruz. Uygulamaya konulmadı ama böyle bir hazırlık mevcutmuş, bunu da gördük. İlk başlarda bu konuda bazı söylentiler ortaya çıktı ama daha sonra gündemin bir parçası haline geldi. 

Sonuç itibariyle, bu iki olay ve demin söylediklerimin hepsi, Soğuk Savaş bitiminden itibaren başlayan ve küresel etkilerde bulunan, iktisadi, teknolojik değişimin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Ve dolayısıyla, etnik temelleri vurgulayan, milliyetçi, yerlici bir söyleme dayanan, güçlü siyasal hareketlerin ve partilerin ortaya çıkması, İngiltere’deki Muhafazakâr Parti ve ABD’deki Cumhuriyetçi Parti gibi bazı partilerin dönüşüm geçirerek, bu tür söylemleri kabul ederek, o söylemler üzerinden siyaset yapmaya başlaması sonucunu doğurdu. Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nde de aynı tür bir değişim olduğunu söyleyebiliriz. Bu, birdenbire bütün bu ülkelerin siyasetini, demokrasi içerisinde kalıp kalmayacağı belli olmayacak ölçüde sağa kaydırdı. Çünkü o kadar sağa giderseniz, otoriter veya totaliter bir yapıya doğru kaymış olursunuz. Birinci etkisi buydu. 

İkincisi, bu salgınla birlikte, Fukuyama’nın 2020 Ağustos’unda yazmış olduğu makalede olduğu gibi, bu salgının piyasa tarafından karşılanabilme şansı yok. Dolayısıyla, bu tür bir salgınla karşılaşıldığında, sağlık politikasını ve sosyal refah konularını yeniden düzenlemek işi piyasaya değil, devlete düşüyor. Devlet, piyasayı, sosyal yardım ve sağlık kurumlarını, eğitimi ve diğer kurumları yeniden örgütleyerek bu salgının etkilerini azaltmak ve salgın bittikten sonra da, yeniden bunları genel refaha yardım edecek şekilde hayata geçirmek yükümlülüğü ile karşı karşıya kalmış durumda. Bu, bir taraftan milliyetçiliği, öbür taraftan devlet kurumunu çağrıştıran sonuçlar doğurdu. Yani Milli Devleti güçlendirmeye başladı. Milli Devlet güçlendiği zaman, küreselleşme, bir sorun olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Öbür taraftan, milliyetçiliğin, özellikle etnik ırkçılığa dayanan bir içeriğe doğru dönüşmesi demokrasi ile uyumlu değil.

Pişirici: Hocam, yeri gelmişken şunu sormak isterim: Soğuk Savaşı kazanan, her fırsatta, ‘’Bırakın bizi, yapalım. Bırakın bizi, geçelim’’ diyen, devlet yakalarından düşsün isteyen bu kapitalistler, liberaller, koronavirüs salgını ile karşı karşıya kalınca devlete sarıldılar ya, bu bir trajedi değil mi?

Kalaycıoğlu: Hayır, bu ilk defa değil. Her zaman oluyor. Hatırlarsanız 2007 sonu, 2008 başında, yine bir mali kriz yaşanmıştı. Zaten Soğuk Savaş’tan itibaren bu üçüncü büyük kriz. Birincisi 1994-98 arasında, 99’a kadar, Asya’da, Meksika’da, arkasından Asya’da ve arkasından Rusya’da yaşandı. 99 krizi bizi de vurdu. 2001’de Türkiye’de, İsveç’te ve Arjantin’de mali kriz yaşandı. 2007-2008 de ise, ABD başta olmak üzere, Batı Avrupa’da ciddi bir mali kriz yaşandı. ABD’deki çok ciddi bir krizdi. Çünkü Amerika’da devlet müdahale etmeseydi bütün bankacılık sistemi çöküyordu. Lehman Brothers’ı kapattılar. Ondan sonra, diğer bazı şirketleri kurtardılar. Obama iktidara geldikten sonra, ünlü General Motors’u kurtardı. Dolayısıyla, bu daha önceki krizlerde de karşılaşılmış bir durumdur. Şimdi bu bize tekrar, piyasa mekanizmasının mükemmel bir mekanizma olmadığını, çökebileceğini gösterdi. Bunu biliyorduk. 

Pişirici: Ama bir yandan şunu da biliyoruz: Bildiğimiz dünya tarihinde, sosyalist uygulamaların hiçbiri, kapitalizmin ürettiği büyük ekonomik krizleri üretmiş değil. Buna rağmen, ‘’Biz sosyalizmi yendik’’ diyen bu arkadaşlara, siyaseten dahi olsa, yapmaları ve geçmeleri için izin vermek çok akıllıca bir şey gibi görünmüyor. Koronavirüs salgının da etkisi ile bu düzen onarılabilir mi, değiştirilebilir mi? Dünya sosyalizme bir şans daha verir mi?

Kalaycıoğlu: O sorunun yanıtını bilmiyoruz. Ama ona şöyle bakmanız lazım: Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkışından beri üç büyük ideolojik sistem, birbiriyle yarışıyor, mücadele ediyor ve çatışıyor. Bunların bir tanesi, demokrasi. Demokrasi fikri, yönetmenin halkta olduğu ve halkın yönetim egemenliğinin bulunduğunu ileri süren bir içeriktedir. Bu, İngiltere’de 18. yüzyılda, hatta 17. yüzyıldan başlayan bir süreçtir. ABD’de ise 18. yüzyıl sonu 19. yüzyıl başında ortaya çıkmıştır. Hollanda’da da, İngiltere ile benzer bir şekilde ortaya çıkmıştır ve devam etmektedir. Buna, özellikle Fransız İhtilali’nden sonra milliyetçilik eklendi. Sadece halkın değil, seçmen olarak, bir milletin yönetmesi gerektiği, yani halkın niteliğini ‘’millet’’ olarak vurgulayan bir ideoloji. Çünkü demokraside böyle bir ayrım söz konusu değil. Belli bir ülkenin vatandaşı olan herkes, oranın seçmeni olarak kabul edilebiliyor. Oysa milliyetçilik, özellikle etnik milliyetçilik, belli bir etnik grubun yönetme hakkının bulunduğunu, oranın doğma büyüme insanları da olsa, diğerlerinin o hakka sahip olamayabileceğini iddia ediyor. Buradan azınlık karşıtı ve azınlığı baskılayan birtakım yönetimler çıkabiliyor. Üçüncü bir ideoloji de, sosyalizm. 19. yüzyılda başladı ve 20. yüzyılda etkili oldu. 

Bu üç ideoloji, birbirleriyle sürekli olarak yarışan, çatışan ideolojiler. Zaman itibariyle, bunların içeriklerinde şöyle bir ayrışma oldu: Demokrasi ile uyumlu hale gelen, ‘’yurttaş esaslı milliyetçilik’’ dediğimiz bir milliyetçilik türü ortaya çıktı. Bu, esasında Fransız İhtilâli ile ortaya çıkmış olan bir türdür. Vatandaşlık tanımını, toprak bağına indirgedi. Bunun karşısında ise, kan bağı esaslı bir millet anlayışı olan ‘’etnik milliyetçilik’’ çıktı. Yani Alman kanından olan, Alman ana babadan doğan gibi. İlk defa Almanya’da güçlü bir şekilde ortaya çıkmış olduğu için bu örneği veriyorum. Bu Türkiye’ye de yansıdı. Bizde de etkili olan milliyetçilik türlerinden bir tanesidir. 

Diğeri ise, toprak bağını esas olarak kabul ediyor. O toprak üzerinde doğmuş olan herkes, çoğunluk, azınlık farkı gözetmeksizin, eşit olarak milletin saygın vatandaşı ve üyesi olarak kabul ediliyor. Yurtseverlik esasına ve toprak bağına bağlı olan olan anlayış, demokrasi ile gayet uyumlu olarak çalışabiliyor; bunu Avrupa’daki örneklerinden biliyoruz. Öbürü, yani etnik milliyetçilik, genellikle demokrasi ile uyumlu çalışmıyor, çatışıyor. Onun yerine otoriter bir yapı kurma eğilimi içerisine giriyor. Daha da köktenci bir hâl aldığı zaman faşizme dönüşüyor. Bunu, Almanya’da Hitler ve Nazi örneğinde, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Falanjlar, Portekiz’de Salazar rejimi ve Latin Amerika’nın çeşitli uygulamaları ile gördük. Dolayısıyla bu, böyle bir ayrışma oldu.

Sosyalizm de ikiye ayrıldı. Özellikle 1959’daki Alman Sosyalist Partisi’nin, Sosyal Demokrat Parti olarak demokrasiye uyumlu olacağı ve demokrasi dışı bir hedef gütmeyeceğini kabul etmesiyle birlikte, demokrasi içerisinde sosyal demokrasiye dönüşen sosyalizm, demokrasiyi reddeden ve sınıf savaşı olarak gören ve burada burjuva sınıfının tamamen yok edilerek, yerine proleter diktatoryasının kurulmasını öneren sosyalizm olarak ikiye ayrıldı. 

Dolayısıyla bu çerçeveden bakacak olursanız, özellikle sosyal demokrasinin belirli bir etkinlik içerisinde, Amerika gibi piyasa kapitalizminin çok yaygın olduğu, serbest piyasa kapitalizminin çok geniş kitleler tarafından adeta bir din gibi kabul edildiği bir ortamda bile, 1929-30 Buhranından itibaren, çeşitli uygulamalara temel oluşturduğu görülüyor. Bir kere, bunların hepsi sosyal refah devleti kurdular. Avrupa’daki ülkeler, başta İngiliz muhafazakârları olmak üzere, en muhafazakâr olanlar bile sosyal refah devletini kabul ettiler. Sağlığın sosyalizasyonuna gittiler. İngiltere’de NHS (Ulusal Sağlık Sistemi) var. Amerika Birleşik Devletleri’nde çeşitli adımlar atıldı; 65 yaş üstü ve engelliler için Medicare ve düşük gelirliler için Medicaid programları kuruldu. Aynı zamanda, işsizlik sigortaları gibi benzer uygulamalar geliştirildi. Bunların hepsi, ideolojik olarak ifade edildiği şekli ile veya teoride, geçerli olan piyasa koşullarının, uygulamada son derece istikrarsız olabildiğini ve zaman zaman, büyüme ve daralmalardan, inişli çıkışlı bir süreç seyrettiğini, piyasaların zaman zaman çökebileceğini ortaya koydu. Zaten çeşitli örnekleriyle de bunu biliyoruz. 

Bu çöküş dönemlerinde ortaya çıkan geniş işsizlik ve refah kaybını giderebilmek için, bir kamu otoritesi gerekiyor. O da devlet tarafından temin edilebiliyor. Onun için, bu salgından sonra da, muhtemelen salgının getirdiği etkiler çerçevesinde bazı adımlar atılacakmış gibi görünüyor. Zaten ABD’de 2000’li yılların ikinci 10 yılında, yani Obama döneminde, bu konuda bir sağlık reformu yapılmıştı. Orada rakamlar değişiyor. Yapılan çeşitli tartışmalarda, 330 milyon nüfuslu ABD’de, sağlık hizmetlerinden yararlanamayan 25 milyon ile 60 milyon arasında Amerikan vatandaşı olduğu belirtiliyor. Bunları sağlık sisteminin içine alabilmek için bazı adımların atılmasını öngören Affordable Health Act denilen -Satın Alınabilir Sağlık Kanunu diyebiliriz- bir yasa çıkartıldı. İnsanların, piyasa koşullarına uyumlu şekilde sigortalandırılabileceği, bu sigortalandırılma işinin eyaletler tarafından yapılabileceğini ön plana getiren uygulamaları içeriyor bu yasa.  Şimdi bu tür bazı adımların daha fazla konuşulmaya başlandığını görüyoruz. Daha önce Cumhuriyetçi Parti’nin, özellikle Reagan uygulamasından beri yapmış olduğu temel iddialardan bir tanesi şu: Kaskad sistemi gibi düşünün. Bir şelale terası gibi. En üste koyuyorsunuz, orası dolunca, daha aşağı iniyor, orası da dolunca daha aşağı iniyor. Buna Trickle-down Economy diye İngilizce bir tâbir buldular. Bu sisteme göre, en üstteki gelir grubunun vergilerini azaltırsanız, bunların gelirleri astronomik rakamlara çıkar. Bu astronomik gelir elde edenler, bu gelirlerle yatırım yapacaklar. Yatırım yapınca yeni iş sahaları çıkar, istihdam söz konusu olur. İstihdam söz konusu olunca, insanların ücret ve maaşları artar, Dolayısıyla başka sektörlerdeki daha küçük işletmelerin iş sahası gelişir, böylece ekonomik refah topluca yükselir. Dolayısıyla ‘’en üste sağlayacağınız bu olanaklar, daha aşağı, daha aşağı ve ekonominin tamamına yayılır’’ diye iddia ettiler. Ama bunun böyle olmadığını, Obama’nın Çalışma Bakanı Robert Reich, bir dizi makalesinde ve gazete makalesinde, bu kazanılan paraların böyle kullanılmadığını ve bir işe de yaramadığını iddia etti.  Dolayısıyla Biden Hükümeti, doğrudan en üste değil, orta sınıfa ve daha alt düzeyde olanlara bazı imkanlar sağlama yoluna gidiyor. Tabii burada çatışan şeylerden bir tanesi, bu insanlara para vermek mi, yoksa hızlıca, bunların belli kurumlar çerçevesinde, ekonomide anlamlı olabilecek işlere kaydırılmasını temin edebilmek mi? Ya da, ikisini bir ölçüde birleştirmek mi? Bu yolla, yoksulluğu iane ve ihsana dayalı olarak tutmak yerine, yoksullaşmadan çıkmanın ve insanların kendi ayakları üzerinde durmanın yolu görülsün isteniyor. 

Bir de geniş tartışılan ‘’vatandaşlık geliri’’ argümanı var ve bu uzun zamandır devam ediyor. Türkiye’de de tartışılmaya başlandı. ‘’Herkese, doğumundan itibaren belli bir gelir verilebilir mi? Bu, yaygın olarak uygulanabilir mi? Böylece insanların aç, açık ve muhtaç olmasını tamamen engellemek mümkün müdür’’ diye düşünülüyor. Bunun daha önce tartışılmaya başlamasının nedeni, üretim teknolojisinin değişmesi, otomasyonun güçlenmesi ve robotlaşma idi. Üretimde artık insan kullanılmayacak. Dolayısıyla imalat sanayii sadece robotlardan oluşan ve 7/24 çalışan, yemek yemeyen, su içmeyen, çay içmeyen, sigara içmeyen eve gitmeyen, gibi birtakım işçiler bulmuş olacaksınız. Tabii bu muazzam bir kapasite artışı. Ama buna karşılık, insan kullanamayacaksınız. Dolayısıyla, insan emeğinin yavaş yavaş belli sektörlerden dışlandığı bir ekonomiye doğru gidiyorsunuz. Bunların yeni iş bulma imkanı o kadar kolay olmayabilir veya çok kısa zamanda gerçekleşmeyebilir. Bu insanlar aç mı kalacak? Ne yapacaksınız? Dolayısıyla herkes için bir vatandaşlık geliri gibi bir şey düşünülebilir mi? İşten çıkmanın maliyetini düşürmek.  Sonuç itibariyle bu tür fikirler yaygınlaşıyor. 

Pişirici: Hocam, yayının sonuna geliyoruz. Hem toparlamak açısından iyi olur diye umuyorum. Şöyle sorayım: Bir taraftan, Koronavirüs salgınından önce de gelişmekte olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler, gelişmemiş ülkelerde kendini gösteren bir ekonomik kriz, onun üzerine patlayan Koronavirüs salgını, dünyada bu gelişmeye müdahale etmek için milliyetçi politikaların daha doğru olabileceği gibi bir kanı mı uyandırdı? Koronavirüs salgını sizin biraz önce ‘’İki çeşidi vardır’’ dediğiniz milliyetçiliğin, daha ulus temelli olanının öne çıkmasına mı neden oluyor? Önümüzdeki dönemde, milliyetçi partilerin, hatta daha ileri gidelim; ırkçı, sağcı faşist partilerin iktidara daha yakın olacağını mı göreceğiz?

Kalaycıoğlu: Bu olasılık var, yok değil. Özellikle Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve şimdi Latin Amerika’da da yaygınlaşıyor. Avustralya’da da ortaya çıktı bunlar. Dolayısıyla bunların mevcudiyeti söz konusu. Bu sadece salgınla ilgili değil, aynı zamanda göçle de çok yakından ilgili. Bunların güçlenmesi demek, insanlığın daha çok çatışmaya eğilimli hâle gelmesi ve birbirine yardımı geri plana atması demek. Yani kendi içine kapanması, kendi halkını… Trump’ın ünlü America First sloganını hatırlatacağım. ‘’Önce Amerika. Biz ne yaparsak önce Amerika’ya yapacağız. Kalırsa başkalarına da veririz.’’ Ama örneğin salgın için, Dünya Sağlık Teşkilatı’nı dinleyecek olursanız, bu en olmayacak politika. Çünkü dünyanın tamamında aşılama kampanyasını güçlü bir şekilde yapamazsınız, salgının önüne geçemiyorsunuz. Bugün herhangi bir şekilde yolculuğu tamamen ortadan kaldıramayacaksınız. Dolayısıyla sizin insanınız, sizin vatandaşınız, ne sebeple olursa olsun başka bir ülkeye gittiği vakit, oradan bunu kapıp size getiriyor. Nitekim Hindistan’daki yönetim, önce, kendisini çok büyük bir başarıyla bu Covid-19 salgınını atlattığını ilan etti. Oradaki uzmanlar ‘’böyle bir şey yok, Aman dikkatli olalım’’ dediler. Buna rağmen Başbakan Narendra Modi ve onun Hindu milliyetçisi yani dini milliyetçi Bharatiya Janata  Partisi, bunları reddetti. 8 eyalette seçim kampanyası düzenledi. ‘’Seçimleri ertele’’ dediler; hiçbir şekilde aldırmadı. Ağzına kadar dolu alanlarda, maskesiz, seçim kampanyası nutukları çekti. Özellikle bir günde halledebilecek Batı Bengal seçimlerini, 8 aşamalı, 1,5- 2 aya yayan bir seçim haline getirdi ve çok geniş kitlelerin bir araya toplanmasını sağladı. Sonuçta, Bengal tipi koronavirüsü çıktı ortaya. Buna Delta virüsü diyorlar Şimdi Delta virüsü gitti İngiltere’ye, İngiltere’de patlak verdi. Oradan Rusya’ya gitti, Rusya’da patlak verdi. Şimdi oradan bütün dünyaya yayılıyor. Oradan turist gönderiyorlar. Mesela biz Rus turist alıyoruz, bize de yayılacak. Bunu engellemeniz mümkün değil. Nasıl engelleyeceksiniz? Hintlileri de aşılayacaksınız. Hindistan’daki aşı oranı, yüzde 1 civarında. Aşılamayı orada da yüzde 70’e çıkaracaksınız. Çin’de de, Rusya’da da İngiltere’de de. Ki İngiltere’de aşılama bayağı başarılı; ona rağmen engelleyemediler. Aynı şey İsrail’de yaşanıyor. İsrail aşılamada çok başarılı; Yüzde 85 civarında aşılama yapmış durumda. Ona rağmen İsrail’de de yayılıyor. Dolayısıyla, her yere aşıyı yayıp çok kısa bir sürede hemen herkesi aşılayamazsanız, bunun önüne geçemeyeceksiniz. Bu, milletçiliği arka planda bırakmanız anlamına gelir. Önemli olan paylaşma. Oysa milliyetçilik paylaşmaz. Kendisini farklı, hatta üstün olarak gördüğü için kendisini korumayı önceler. ‘’America First.’’ Dolayısıyla ‘’diğerlerinin canı cehenneme’’ diye düşünerek hareket eden bir yaklaşım içerisine girer. Böyle bir yaklaşımla küresel sorunları çözme ihtimaliniz yok. 

Küresel sorunları Milli Devlet olduğunuz halde çözebilir misiniz? Tabii. Milli Devletlerin işbirliği ile çözülebilen sorunlar söz konusu. Aşılamalar mesela. Daha önce, benim çocukluğumda çok büyük problem olan “Polio” yani çocuk felci Aşısı. Polio aşısı bütün dünyada çok büyük bir başarıyla uygulandı; şu anda böyle bir dertle uğraşmıyoruz. Bu kuşaklar bilmiyor bile. Böyle bir olayla karşı karşıya kalmıyorlar. Dolayısıyla bu yapılabiliyor. Mesela çiçek aşısı. Çok büyük bir başarıydı. Aşılama 1800’lerde başlamıştı ve şu anda çiçek hastalığı çok büyük ölçüde yok edilmiştir. Geçenlerde bir laboratuvardan çiçek virüsü dağıldı, biraz salgın gibi oldu ama onun önüne aldılar. Aşılamada böyle örnekler var. Ayrıca ozon deliğinin tamirinde örneği var. 1987’de Montreal’de bir protokol imzalandı. Bu protokole uygun davranan Birleşmiş Milletler üyeleri, sonunda ozon deliği üreten gazların kontrolü sağladılar ve şu anda ozon deliği hemen hemen kapanmış durumda. 2020 senesinde Nature dergisinde bu konuda bir makale yayınlanmıştır. Orada da gösteriyor ki, bu milli devletler bir araya gelirse bu işi yapabilirler. Bunun yapılabilmesi için, özellikle demin saymış olduğumuz türden ‘’beyaz ırk üstünlüğü’’ gibi, etnik milliyetçilik gibi ‘’öncelikle bizim kendi ırkımızı korumamız’’ gibi birtakım endişeleri geri plana bırakıp, bunların bir arada çalışmasını temin edebilmek gerekiyor. Devletler bu duyarlılığı gösterebilecek mi, devamını gösterebilecek mi, onu bilmiyoruz. 

Şu andaki Amerikan hükümeti, Biden yönetimi, böyle bir eğilim içerisine girmiş durumda. İklim değişikliği vs. konularında çeşitli duyarlılıklar gösteriyor. Ama Trump yönetimi bunların hepsine savaş açmıştı. 2024 seçimlerini tekrar Cumhuriyetçiler kazanırsa ve benzer bir ideoloji ile iktidara gelirlerse, Amerika tekrar bunun dışına çıkacak ve bununla savaşacak demektir. Amerika’nın bundan iktisadi çıkarı olur mu, onu bilmiyorum ama dünyanın büyük bir kaybı olacağı kesin. Dolayısıyla onu tehdit eder bir özelliği var. 

Bir de şunu unutmayın: Dünya savaşları, 1870’ten itibaren süregelen bir süreçle Avrupa’dan çıkmıştır. I. Dünya Savaşı, Avusturya tahtının veliahdı Arşidük Ferdinand’ın, Sırbistanlı bir terörist tarafından öldürülmesi ile Avrupa’nın ortasında patlak verdi. II. Dünya Savaşı da Almanya’nın Polonya’ya saldırması ile başladı; yine Avrupa’da çıktı. Bunu engellemek için, ABD’nin ve Jean Monnet, Robert Schuman gibi Avrupalı diplomatların da öncülük ettiği bir fikirle, milliyetçiliği geri plana bırakıp Avrupalılığı ön plana getiren ve dolayısıyla aralarındaki sorunları tarihe terk ederek, sınırları ortadan kaldırıp bir arada yaşamanın koşullarını üreterek, milliyetçi olmayan bir Avrupa Birliği kurulması yoluna girildi. Şimdi Avrupa’da milliyetçilik güç kazanır da, Avrupa Birliği çökecek olursa, II. Dünya Savaşı’nın bırakmış olduğu sorunların, yeniden askerî güç kullanarak çözülmesi fırsatı doğmuş olacak demektir. Avrupa, bir III. Dünya Savaşı’nı dünyaya hediye edebilir. Böyle bir riziko var. Böyle bir şey olduğu zaman benim tavsiyem, ‘’Evinizin yakınlarında bir yere atom bombasının etkilerinden korunmuş bir sığınak kazmaya başlayın’’ demek olacaktır. Onun için, Avrupa Birliği projesi, insanlık için önemli bir projedir. Barışı koruyabilmek, milli devletler eliyle bir III. Dünya Savaşı’nı çıkarmayı engellemek için kurulmuş bir projedir. Onun demokrasi kısmı, ekonomik refah kısmı, çok geride gelen unsurlardır. Önemli olan, bunların birbirlerinin tekrar boğazına sarılmasını engelleyebilmektir. Bunu başarabildiği ölçüde bu proje önemlidir. 

Onun için, milliyetçiliğin ön plana çıkması böyle bazı rizikoları ön plana getiriyor. Ondan sonrasının ne olabileceğini tahmin edebilmek, siyaset biliminin veya sosyal bilimin elindeki araçlarla mümkün değil. Ama çok vahim gelişmelerle karşı karşıya kalabiliriz. Dolayısıyla, evet, devletler güçlenebilir. Milliyetçilik olgusu, 1945’de azgelişmiş ülkelere terkedilmiş şeklinden çıkarak, tekrar bütün dünyada güçlü bir şekilde yayılmaya başladı. Bu, demokrasiyi aşındırabilir ve bu, devletler arasındaki eski sorunları tekrar gün yüzüne çıkararak, yeniden bir çatışma ve oradan savaşa yol açabilecek bir potansiyel doğurabilir. Karşı karşıya bulunduğumuz esas önemli tehlike budur. 

Ama onun dışında, bir dizi adım atılıyor. Demin de bahsettim, devam eden bir sanayi devrimi var. Otomasyon, her alanda olduğu gibi siyasette de etkili hâle geliyor. Enformasyon yaygınlaşıyor; içinde Misenformasyon ve Disenformasyon olmak şartıyla. Dolayısıyla, bizim haberleri anlamamız değerlendirmemiz, onlara dayanarak karar almamız giderek güçleşiyor. O nedenle, demokrasi ile yönetim, giderek daha zorlanan bir niteliğe dönüştü. Bazı yenilikler üretmek gerekiyor. Örneğin, bugün CNN’i izleme imkanı bulduysanız, New York’taki Demokrat Parti ön seçimlerinde, ‘’sıralı tercih’’ diye adlandırdıkları bir yeni yöntemle, kimin seçileceğini belirleme yoluna girmiş durumdalar. Biz bunu, rahmetli Murat Sertel hocamızla birlikte Türkiye için böyle bir formül uygulanması için 1990’ların başında önermiştik. Biz uygulayamadık. Ama New York Şehri, kendisinin belediye başkan adayını belirlemek için böyle bir formülü Demokratlar tarafından uyguluyor. O uygulamaları görelim, belki ondan sonra bizim siyasilerimiz de ‘’Yabancılar uyguluyor’’ diye buna özenirler, alıp getirir ve uygularlar. TÜSİAD, bunu o zamanlar bir rapor olarak basmıştı. Kütüphanelerde de mevcuttur. Fikrimizin böyle çok farklı yerlerde yayınlanması önemli. Tabii başkaları da benzer görüşler bildirdi. Dolayısıyla bütün bunların sonucunda bazı uygulamalara -özellikle Amerika’da- konu olmaya başladı. Bu başarı sağlarsa, biz de ‘’Amerikalılar uyguluyor’’ diye belki Türkiye’ye getirir ve bazı değişiklikler yapabiliriz. Dolayısıyla, seçim sistemlerinde de bu tür değişik uygulamalara doğru gideceğimiz bir döneme girmiş bulunuyoruz

Pişirici: Hocam, çok teşekkür ederim değerlendirmeleriniz için.

Kalaycıoğlu: Rica ederim. 

Pişirici: Efendim, Medyascope’ta ‘’Siyasetname’’nin 20. yayının sonuna geldik. Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimciProf. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile koronavirüs salgınının dünyadaki etkisini değerlendirmeye çalıştık. Gelecek ay, Türkiye’deki etkisini konuşacağız. Umarım bugünkü değerlendirmeler, izleyiciler için zihin açıcı olmuştur. Gelecek ay görüşmek üzere, hoşça kalın.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.