Gazetecilik anılarımın 46. bölümünde Recep Tayyip Erdoğan’ın takip ettiğim tek yurtdışı gezisini anlattım. Bir Airbus dolusu, siyasetçi, iş insanı ve gazeteciydik. 2003 Ocak ayının ortasıydı, partisi iktidardaydı ama Erdoğan siyasi yasaklıydı. Buna rağmen Çin’de bir başbakan gibi ağırlandı. O ve diğer AKP yetkilileri Çin’den çok etkilendiler, sık sık hayranlıklarını ifade ettiler. Fakat dönüş yolunda, Şanghay’dan Türkiye için havalanan uçağımız teknik arıza nedeniyle Pekin’e zorunlu iniş yapmak zorunda kaldı ve ne olduysa tam iniş yaşanırken oldu…
Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz
35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”
Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 46. bölümünde Recep Tayyip Erdoğan’ın izlediğim yegâne yurtdışı gezisini anlatmak istiyorum: 2003 Ocak ayında Çin’e yaptığı gezi. Erdoğan’la şu âna kadar –herhalde bundan sonra da olmaz– bir buçuk kez aynı uçağa bindim. Bir buçuk kez dememin nedeni şu: Çin gezisinin öncesinde, 12 Aralık 2002’de Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapılan Avrupa Birliği zirvesini bir grup gazeteci olarak izlemeye gitmiştik. Erdoğan oraya Amerika Birleşik Devletleri üzerinden geldi; o dönemin başkanı Bush’la görüşüp onun desteğini alarak gelmişti Kopenhag’a. Biz Türkiye’den bir grup gitmiştik; o tarihte Erdoğan yasaklıydı, AKP Genel Başkanı’ydı, Başbakan Abdullah Gül’dü, Cumhurbaşkanı da Ahmet Necdet Sezer. Erdoğan parti lideri olmasına rağmen Amerikan Başkanı tarafından kabul edilmişti ve zirve toplantısına da katılmıştı. Buçuk dememin nedeni: Gidişte berâber değildik, ama dönüşte bütün heyet, gazeteciler, siyâsetçiler, bürokratlar hep birlikte Türkiye’ye dönüldü Kopenhag’dan. O uçakta, yani dönüşte birlikteydik; uçakta bâzı gazetecilerle tek tek sohbet ediyordu, benim sohbet talebimi kabul etmemişti, ama bizim gazeteden –ki ben o tarihte Vatan’da çalışıyordum– Murat Birsel –ki o, Amerika’dan îtibâren onu izliyordu– onunla sohbet etmişti.
Bunu saymayalım; esas olarak Çin gezisinde, yine bir Türk Hava Yolları uçağıyla gidildi ve çok kalabalıktı. 233 kişiymiş; Erdoğan o tarihte de siyâsî yasaklıydı, yani ben Erdoğan’ı ne başbakanken ne cumhurbaşkanıyken, bir yurtdışı gezisinde onun heyetiyle birlikte izlemedim. ABD’de gazetecilik yaparken, o geldiğinde tâkip ettiğim oldu; ama onunla aynı uçakta bir yurtdışı seyahatine gitme gibi bir şey olmadı. Yaptığım tek gezi Çin gezisi; orada da iş insanlarının, bürokratların, siyâsetçilerin ve çok sayıda gazetecinin olduğu bir heyetti: 233 kişi. koca bir Airbus dolusu insandık. Bakan olarak Ali Babacan vardı, Kürşat Tüzmen vardı, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım vardı, Turizm Bakanı Güldal Akşit vardı ve AKP Genel Başkanı olarak Erdoğan vardı.
Çin’e gitmek tabii ki heyecan vericiydi; hep merak ettiğim bir ülkeydi. Bir de sol hareketten gelen birisi olarak her ne kadar hiçbir zaman Maoculukla ilişkim olmasa da, Çin’e özel bir ilgi duyuyordum. Gitmeden önce Çin hakkında bayağı bir çalıştım; özellikle başta Fransız Le Monde Diplomatique olmak üzere bâzı güvenilir kaynaklardan bayağı bir istatistik okudum, siyâsî analiz okudum ve gittik. Orada dört gün geçirildi: Pekin, Şanghay, birtakım serbest bölgeler ve Erdoğan başta olmak üzere heyetteki birçok kişi Çin’e hayran kaldılar; hattâ sık sık, “Keşke bizim komünistler de burayı görse, keşke onlar da böyle olsalar” diye espri yaptılar. O komünistlerden birisi de bendim; ben onlar kadar etkilenmedim açıkçası. Onun nedeni de herhalde komünist olmamdı; çünkü Çin’de ilginç bir komünizm vardı, hâlâ öyle sürüyor; kapitalizmle iç içe geçen bir komünizm.
Tabii oradaki temaslarda birçok şey yaşadık; en önemli hususlardan birisi, Uygur Türkleri meselesinin gündeme gelmiş olmasıydı ve Erdoğan bu konuda çok sıkı bir şekilde, bağlayıcı bir şekilde Çinlilere rahat olmalarını telkin etti ve nitekim Başbakan Zhu Rongji şöyle demişti — notlarımdan bakıyorum: “Türk hükûmeti bir kez daha Çin aleyhtarı faaliyetlere izin vermeyeceğini, Doğu Türkistan Millî Kurultayı’nın topraklarında üslenmesine izin vermeyeceğini teyit etmiştir. Bu memnûniyet verici bir husustur” diye açık açık söylemişti ve bunları da kayıtlara geçirmişti. Zâten Doğu Türkistan meselesinin AKP iktidârının önemli bir meselesi olmadığını, buradaki konularda genellikle alttan aldığını, sesini çıkarmadığını, özellikle son dönemde Batı dünyasında, Batı medyasında ve Batı yönetimlerinde çok büyük tepkilere yol açan uygulamalar konusunda da Türkiye’nin genellikle –Erdoğan başta olmak üzere– sessiz kalmayı tercih ettiğini biliyoruz. Devlet Bahçeli de onun gibi hareket ediyor — bunu bir not olarak düşelim.
Bir diğer unutmadığım husus şu: Çin’deki bu yabancı sermâye girişi çok heyecanlandırmıştı Erdoğan’ı ve heyetindeki iş insanlarının ve siyâsetçilerin gözünde, Türkiye’deki Turgut Özal döneminden de ilhamla sıfır bürokrasinin olduğu ya da sıfıra yakın bir bürokrasinin olduğu zannı vardı. Yani nedir? Gidiliyor, yabancı sermâye gelmek istiyor ve hızlı bir şekilde onun onayı çıkıyor. Halbuki hiç de böyle olmadı; gittiğimiz bir serbest ticâret bölgesinde, oradaki en üst düzey yetkili her türlü başvurunun doğrudan Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından onaylanmak zorunda olduğunu söylemişti. Buradaki mesele, herhalde büyük ölçüde bunu hızlı bir şekilde yapıyor olmalarıydı; ama çok merkeziyetçi bir yönetim olduğunu da özellikle vurguluyorlardı. O tarihlerde Erdoğan ademimerkeziyetçi bir çizgideydi; ama özellikle başkanlık sistemini Türkiye’ye taşıdıktan îtibâren tamâmen merkeziyetçi bir çizgiye geldiğini görüyoruz ve bu anlamda yıllar sonra da olsa Çin’i taklit ettiğini varsayabiliriz. Tabii Çin’de tek adam yönetimi yok. Bir tek parti yönetimi var; parti yöneticileri tarafından paylaşılan iktidar var. Türkiye’de onun da ötesinde, kimseyle paylaşmayan bir Erdoğan var — neyse.
Çin gezisinden hatırladığım başka bir detay: Çin Seddi’ni geziyorduk ve Kürşat Tüzmen o sırada dış ticâretten sorumlu devlet bakanıydı ve dünyanın gündeminde Saddam Hüseyin vardı; yaklaşan Amerika’nın Irak’a müdâhalesi vardı ve Türkiye orada çok zor durumdaydı. Kürşat Tüzmen hükûmet adına Saddam’la görüşmeye gitmişti ve bu da Türkiye’deki Amerikan yanlılarının ve savaş yanlılarının çok tepkisini çekmişti. Bu olaydan kısa bir süre sonra, Çin gezisine Erdoğan’la berâber katıldı Kürşat Tüzmen ve Çin Seddi’nin eteklerindeki bir merkezde, bir gazetenin muhâbirinin Saddam’la görüştüğü için onu nasıl sıkıştırmaya çalıştığını çok iyi hatırlıyorum. O muhâbirin daha sonra nasıl siyâsete atıldığını ve en keskin isimlerden birisi olduğunu da hatırlıyorum — adıyla “Gomaşinen”i çok fazla kirletmemekte yarar var.
Bu gezinin benim için en önemli yönü, tabii ki orada dört gün boyunca Çin’i görmek ve Çin’de bu süre içerisinde bakanlarla görüşebilmekti. Erdoğan’la görüşme şansımız hiç olmadı. Biz gazetecilerle baş başa görüşmesini muhtemelen dönüş yoluna bırakmıştı; çünkü genellikle liderler öyle yaparlar, giderken değil dönüşte gazetecilerle sohbet ederler ve yaptıkları gezinin değerlendirmesini yaparlar; fakat bizim böyle bir şansımız olmadı, çünkü dönüş yolumuz çok belâlı geçti. Şöyle ki: Şanghay’dan dönüyorduk; Şanghay’dan dönüşte iki saat elli dakika uçtuktan sonra, uçak teknik bir ârıza nedeniyle Pekin Havaalanı’na zorunlu iniş yaptı ve küçük çaplı bir panik yaşandı. Önce uçağı indirdiler, uçağın içerisinde bir süre beklettiler; sonra, önce yetkilileri, yani Erdoğan ve diğerlerini, daha sonra gazetecileri ve iş insanlarını bir barakaya topladılar ve biz o arada yaşanan teknik ârızanın giderilmesini bekledik. Tabii bu zorunlu iniş meselesi Türkiye’de ânında duyulmuş ve çok büyük bir panik olmuş; birçok kişi, yani orada geziye katılanların aileleri, ama onun ötesinde, daha yeni seçimden birinci parti çıkmış bir iktidar söz konusu ve onun lideriyle bakanları söz konusu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Çok kötü bir durumdu, yani olağanüstü bir durumdu ve şunu gördük: Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım bize açıklama yaptı. Dedi ki: “Kelepçe gibi bir şeyden bir kaçak var, onu hallediyorlar”. “Fakat” dedi, “uçak içinde hiçbir şekilde cep telefonu açılmaması gerekirdi, ancak uçağın hemen inişi esnâsında cep telefonu açıldığı tespit edildi, bu çok büyük bir riskti, Allah’tan bir şey olmadı” dedi. Yani o cep telefonu konuşmaları nedeniyle biz o zorunlu iniş sırasında çok daha kötü bir durumla karşı karşıya kalabilirmişiz — bunu uçağın pilotları da teyit etti. Şimdi, bu haber gazetelere ajans tarafından geçildi. ben o sırada Vatan gazetesindeyim ve Türkiye’de geceyarısı gibi bir şey, gece geç saatler; çünkü bayağı bir saat farkı var vs. ve ben bir şekilde indiğimiz yerden gazeteyi aradım. Onlar ajanstan almışlar haberi koymuşlar; ben onun içerisine bir iki cümle ekledim, o cümleler de gazetenin son baskılarına yetişti. Yani bütün Anadolu Taşra baskılarına değil İstanbul baskılarına yetişmiş; orada da Habertürk televizyonunun Ankara temsilcisi Taki Doğan’ın telefonla konuştuğunu ve bunun uçak içerisinde özellikle iş insanlarının tepkisini çektiğini haberin içerisine ekledim. Bunu yazan bir tek ben ve Vatan gazetesi olmuş. Ve oradan bir kriz çıktı.
Nasıl bir kriz çıktı? Habertürk derken, bugünkü Habertürk’ü düşünmeyin; o tarihteki Habertürk bambaşka bir şeydi. Ufuk Güldemir ve onunla berâber hareket eden bir grup gazeteci, önce bir internet sitesi yapmışlardı. Türkiye’nin ilk haber sitelerinden birisiydi ve çok da etkili olmuştu; daha sonra bunu bir televizyona dönüştürdüler. Televizyon da kendi çapında az imkânla bayağı bir şeyler yapmaya çalışıyordu ve o televizyonun da Ankara temsilcisi Taki Doğan denen kişiydi, geziyi de o izliyordu. Bu arada televizyondan aldıkları cesâretle bir günlük gazete de çıkarmaya başlamışlardı o sırada ve ben bunu yapınca, benim aleyhime çok ciddî bir kampanya başlattılar — hem Habertürk televizyonunda, hem o çıkan gazetede. Daha o gazete ve televizyon Turgay Ciner tarafından satın alınmamıştı; hattâ gazete bir süre sonra kapandı zâten. Ufuk Güldemir kapattı, ama televizyonu devredip satmıştı. Benim hakkımda çok büyük bir kampanya yürüttüler o gazetede; ben manşet oldum. Ne alâkası varsa manşetleri ben oldum. Nereden bulmuşlarsa benim bir dik fotoğrafımı koymuşlar; neredeyse tam sayfa, öyle hatırlıyorum. Bir de televizyonda Taki Doğan oturdu ve… oturmuş daha doğrusu, ben önce bilmiyordum, bana haber verdiler, sonra açtım baktım: Altta sürekli şey yazıyor: “Ruşen Çakır eğer cesâretin varsa ara şu telefonu, ara, bağlan ve kendini savun” diye. Ben aramadım. Tabii Taki Doğan’a önce soruyorlar, ondan sonra geziye katılan birtakım iş insanları –ki hepsi belli ki Taki Doğan’ın tanıdığı kişiler– bunlar sırayla bağlanıp, işte, Taki Doğan’ın ne kadar iyi bir gazeteci olduğunu, kesinlikle telefon etmediğini vs. vs. anlatıp durdular ve ben orada birkaç saat linç edilmişim; çünkü dayanamadım, belli bir süre sonra bıraktım. Ama bunu meselâ uzun uzun yaptılar.
Buradaki sorun şu — yani sorun çok da, en önemli sorun şu: Ufuk Güldemir benim çok yakından tanıdığım, çok da sevdiğim bir gazeteciydi; kendisi Milliyet gazetesinin başına geçtiği zaman ben zâten Milliyet’te çalışıyordum ve çok da iyi bir işbirliği yaptık onun genel yayın yönetmenliği dönemi sırasında ve Habertürk’ü ilk internet sitesi olarak kurduğu zaman bana da çağrı yaptı; ben o sırada bir yerde çalışmıyordum, ama orada onunla berâber hareket eden bazı isimler nedeniyle ben orada imtinâ ettim. Sonuçta kendisi çok yakından tanıdığım, sevdiğim ve beni sevdiğini düşündüğüm birisiydi; yanındaki ekipten Milliyet’te berâber çalıştığımız insanlar vardı — ki onları sevdiğim konusunda hiç emin değilim, daha doğrusu sevmediğime eminim; isimlerine gerek yok. Ama zâten Habertürk’ün her şeyi Ufuk’tu ve hiç anlam verememiştim. Bu süre içerisinde beni hiçbir şekilde aramadılar etmediler, beni bir güzel linç ettiler; ama bir şey olmadı tabii.
Çünkü şöyle bir şey var: Yani ben gördüm, her ne kadar kendileri yok deseler de gördüm; hattâ önce, “Uçağın zorunlu inişini Türkiye Habertürk’ten öğrendi” diye duyurmuşlar. Biz tabii bilmiyoruz, sonra öğreniyoruz. Ondan sonra bu “Uçakta zorunlu iniş sırasında telefon edildi, bu az kalsın çok kötü fâcialara yol açabilirdi” açıklamasından sonra, bunu yapmamış gibi davranmaya kalktılar. Her neyse, ben kendimden eminim, onlar da kendilerinden emin olduklarını söylüyorlar. Ama bu olay böyle; benim gazetecilik hayâtımın ilginç anlarından birisi ve aslında tatsız anlarından birisi olarak kayda geçti. 2019’da Taki Doğan öldü, hayâtını kaybetti; onunla zâten hiçbir muhabbetim yoktu. Ufuk Güldemir ise uzun bir kanser sürecinden sonra hayâtını kaybetti. Artık iyice kötü olduğunu öğrendiğim bir dönemde e-posta adresini bulup ona bir e-posta yollamıştım; bu özel bir şey olduğu için detaylarını vermek istemiyorum, ama kırgınlığımı tekrarlayıp ona iyi niyetlerimi sevgilerimi iletmiştim. Ondan sonra o da bana çok kibar bir cevap vermişti ve bu e-postadan kısa bir süre sonra da hayâtını kaybetti.
Ufuk Güldemir çok değişik bir gazeteciydi; çok yaratıcıydı, çok zekiydi, ama o kadar kıt imkânlarla ya da az imkânlarla çok büyük işler yapmak istediği için çok da soruna yol açabiliyordu. Çok tez canlıydı, heyecanlıydı; bu heyecan kimi zamanlar çok güzel ürünler veriyordu, ama kimi zamanlar çok da soruna yol açabiliyordu. Ben onunla çalıştığım dönemden, özellikle Milliyet’ten genellikle iyi şeyler hatırlıyorum; benim önümü çok açmıştı, bana her istediğimi yapma imkânı vermişti. Meselâ 10 Kasım’da bana “İslamcılar ve Atatürk” yazısı dizisi yaptırmıştı. Ben demiştim ki: “Ya, yapma! Yani bu Milliyet gazetesi, bunun okuru belli; bu insanlar rahatsız olur”. “Yok” demişti, yaptırmıştı. Birçok yazı dizisine, meselâ Erbakan’ın ABD ziyâretinin ardından beni oraya yolladı. “Git, kimlerle konuştuysa sen de onlarla konuş, yazı dizisi yap” demişti Kendisi de eskiden Washington gazeteciliği yapmış olduğu için, birtakım kontaklarını da vermişti. Orada da çok bence çok iyi bir yazı dizisi çıkartmıştık. Bu anlamda Ufuk’la çok iyi şeyler hatırlıyorum; ama onun ekibinde yer alan birilerinin o tarihte de, Milliyet zamânında –Ufuk’un bilgisi dâhilinde mi değil mi emin değilim–, ama yaptıkları birtakım yanlışları da –bana yönelik yanlışları; genel olarak çok yanlış yaptılar da özel olarak bana yönelik yaptıkları– birtakım kötülükleri de hatırlıyorum — neyse, bunları bir kenara koyalım.
Şimdi dönüp bakıyorum: Erdoğan 2002 yılı sonunda AKP’nin başkanıyken Türkiye’de partisi tek başına iktidâra geldi. Yani kaç yıl oluyor? Neredeyse yirmi yıl olmak üzere. Ben Erdoğan’ı çok öncesinden İstanbul Refah Partisi İl Başkanı olduğundan beri gazeteci olarak tanıyorum. Türkiye’de onun yaptığı mitinglerin, kongrelerin yüzlercesini izlemişimdir desem abartmış olmam; ama kendisiyle bir kere AKP’nin kuruluş sürecinde Doğu’da, Güneydoğu’da yaptığı bir geziyi izlerken –o tarihte serbest çalışıyordum– ve Nurcan Akad Hürriyet gazetesinde önemli bir yerdeydi, onlara dışarıdan izlemiştim. Bir şehirden bir şehre giderken, yanılmıyorsam Bingöl-Muş arasıydı, otobüslerine binmiştim, AK Parti’nin o tarihte kuruluş döneminde. Onun dışında, dediğim gibi “bir buçuk uçak maceram” var ve bu uçakların hepsi de Türk Hava Yolları’nın uçakları, yani Başbakanlık ya da Cumhurbaşkanlığı’nın uçağına hiç binmedim. Bu benim tercihim değildi; yani “Ben reddettim” diyecek hâlim yok; uzun bir süre beni çağırmadılar. Erdoğan’ı çok yakından tanımama ve o parti hakkında çok yoğun bir şekilde yazmama rağmen, beni çağırmadılar.
Daha sonra Kemal Öztürk basın danışmanı olunca –Erdoğan başbakanken–, o bana, “Artık sen de bir uçağa gel” dedi. Ben de bu sefer dedim ki: “Yok, ben bu saate kadar gelmedim, bir daha da gelmek istemiyorum” dedim, onu kibar bir şekilde reddettim. Kemal’den sonra Lütfullah Göktaş oldu basın danışmanı — ki Lütfullah’la biz çok eskiden, 85-86’dan beri tanışırız, iyi de tanışırız; NTV’de aynı dönemde berâber de çalıştık. O da beni, bir yurtiçi gezisiydi galiba, Hatay’a mı ne? Öyle bir yere gidecekti Erdoğan. O tarihte başbakandı. Lütfullah, “Senin de siftah yapman lâzım” falan dedi. Ona da aynı şekilde, yok dedim. Lütfullah’la artık uzun bir süredir görüşmüyoruz, o notu da düşeyim. Ve uçağa hiç binmedim; yani o meşhur “gazeteciler ve Erdoğan” fotoğraflarına hiçbir şekilde dâhil olmadım.
Bunu diğer gazetecileri suçlamak için söylemiyorum; gazeteci her yere gider, çağırıldığı her yere gider. Çok olağanüstü bir ters durum yoksa herkesle konuşur. Önemli olan gazeteciliğini alabildiğince şeffaf yapabilmesidir. Ben açıkçası ilk dönemlerde çağrılmamı beklerdim, çağrılmadım; daha sonra çağırılan insan sayısı azaldıktan sonraki dönemde, artık şimdi görüyorsunuz, tam anlamıyla birtakım sıfatlarla berâber anılıyor o gazeteciler. İlk başlarda daha renkli, birbirinden farklı gazetelerden farklı eğilimlerden insanlar olurdu. Erdoğan’ın ilk uçaklarında ben hiç olmadım, ama ilk başlarda çağırılan insanların geniş bir yelpâzeyi olabildiğince kapsadığı görülürdü. Bir süredir bundan vazgeçti; işte benim de kendisiyle yaptığım tek yurtdışı seyahatinde de direkten döndük, hani az kalsın hep birlikte güme gidiyorduk, basit bir teknik hatâdan çok daha ciddî bir sonuca yol açabilecek bir olaydı — böyle de bir gazetecilik anım var. Dönüşte bu olayı yaşadıktan sonra, tabii ki orada Erdoğan gazetecilerle bir daha baş başa oturup konuşmadı; dolayısıyla uçakta Erdoğan’la konuşma şansına erişemedim. Herhalde bu saatten sonra da erişmem. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.