Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yerine kayyum atanan Kars Belediye Eşbaşkanı Ayhan Bilgen HDP’deki durumunu ve “Müslüman sol” bir hareket arayışını Ruşen Çakır’a anlattı

Yerine kayyum atanan HDP’li Kars Belediye Eşbaşkanı Ayhan Bilgen, Ruşen Çakır’a HDP içindeki durumunu, partiye yönelik eleştirilerini, nasıl bir siyaset arayışı içerisinde olduğunu ve yeni bir parti kurup kurmayacağını anlattı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Konuğumuz, devlet tarafından yerine kayyum atanan HDP’li Kars Belediye Eşbaşkanı Ayhan Bilgen. Kendisi daha sonra Kobane Davası’ndan içeri alınmıştı ve yakın zamanda tahliye oldu. Merhaba, hoş geldiniz Ayhan Bey. Birçok açıdan geçmiş olsun diyelim. Belediye başkanlığınızın alınması, gözaltı, tutuklama, tahliye, sonra tekrar tutuklama. Bütün bunlar kaç yıla sığdı? 

Ayhan Bilgen: 3 yılın başı ve sonu. Yani 2 dönem. Dolayısıyla 1,5-2 yılı cezaevinde geçirmiş oldum. 

Çakır: Mahkeme sürüyor ama. Nasıl sonuçlanacağı belli değil. Sizden sonra da yeni tahliyeler oldu diye biliyorum. 

Bilgen: Evet, 4 arkadaşım daha tahliye oldu. Benimle birlikte 4 kişi tahliye olmuştu. İki hafta sonra 4 kişi daha tahliye oldu. Dolayısıyla 8 tahliye oldu şu âna kadar. Daha önce gözaltı sürecinde tutuklanmayanlar vardı zaten, 4-5 kişi de tutuksuz yargılanıyordu.

Çakır: Ama hâlâ bayağı tutuklu olan var, değil mi?

Bilgen: Evet. Şu anda 20 civarında tutuklu var. 

Çakır: Konuşacağımız çok şey var. Sizinle arada yazıştık da. Burada arkadaşlarınızla da sohbet ettik. Sizin henüz Kars Belediye Başkanı’yken cezaevine giriş sürecinizde yaptığınız açıklamalarla ilgili, “Ayhan Bilgen ne demek istiyor, ne yapmak istiyor?” diye bazı soru işaretleri oldu. Bir îtiraz vardı. Bu îtiraz tabii ki bir yönüyle devlete, ama bir yönüyle de bulunduğunuz siyasî hareket içerisinde bir arayış. Yanılıyor muyum?

Bilgen: Evet. Ama bunun öncesi var. Sonuçta ben uzun bir süredir parti içerisinde bazı ihtiyaçları dile getiriyor, tıkanmayı paylaşıyorum. Parti kurullarında, tek tek ilgili arkadaşlara, kendimce önemsediğim atılması gereken adımları da paylaşıyordum. Tutuklanmadan önceki haftalarda da birkaç röportaj vermiş, kamuoyuna açık olarak paylaşmıştım.  Özellikle çok sık şu tepkiyi aldığım için bunu izninizle belirteyim: “Niye bunları parti kurullarında paylaşmadın, kamuoyuyla paylaştın?” eleştirisini hiçbir şekilde kabul etmiyorum. İki nedenle kabul etmiyorum: birincisi, parti kurullarında zaten paylaştım; ikincisi, ben zaten siyasetin kurullar merkezli siyaset olmasına îtiraz ediyorum. Bana göre siyasetin gerçek sahibi toplumdur. Parti yönetimi koordinatördür, kolaylaştırıcıdır. Yoksa tek karar alıcı organ gibi temsilî demokrasiyi esas alarak hareket ederseniz, HDP’nin varlık sebebini algılamamışsınız demektir. HDP’nin, siyaset yapma iddiasının dışında, “egemen, yaygın siyaset”e teslim olmuşsunuz demektir. Ben dillendirmiştim. Sizin dikkat çektiğiniz, son tutuklanırken yaşadığım süreç şöyle bir şeydi: Ben çok net bir biçimde, belediyelere kayyum atanmasının önüne geçebilmek için, özellikle Kars’ın da kendine özgü sosyolojisi ve belediye meclisi dengesini de dikkate alarak… Zaten hakkımda çok sayıda dosya var. Daha önce tutuklanıp yargılanmaya devam ettiğim Kobane dosyası sürüyordu. İfade özgürlüğü kapsamında attığım mail’ler, katıldığım toplantılarla ilgili açılmış dosyalar vardı. 

Biliyorsunuz, HDP Belediye Meclisi’nde çoğunlukta değil Kars’ta. Ama buna rağmen 1,5 yıl boyunca şehri yönettiysek, yine bir uzlaşmayla, benden dolayı şehrin ve partinin cezalandırılmasını da önlemek için, “Ben istifa edeyim, yeni başkan da bir uzlaşmayla Belediye Meclisi içinden seçilsin” dedim, “sonuçta bunun sonu tutuklamaya gidecek”. Bildiğimiz rutin iş. Önce tutuklanıyorsunuz, sonra kayyum atanıyor. İki dönem def’aten örneğini gördüysek, bunu bir kez daha yaşamak yerine, bunu önleyecek küçük bir adımı deneyelim. Başaramayabiliriz, buna rağmen kayyum atanabilir, ama en azından deneyelim istedim. Siyaset yapmak bunu gerektirir. Bir hamle yaparsınız. Hamleniz başarılı olur ya da olmaz. Kaybedeceğiniz bir şey yok. Ama ne yazık ki bu önerime çok sert bir tepki geldi. Bir kısım, HDP’den istifa olarak yorumlandı. Oysa ben sadece belediye başkanlığından istifa ettim. Birçok şehirde kayyum atanıyor. Bâri Kars’ta kayyum atanmasın düşüncesinin bir denemesiydi. Gördüğüm tepkiler üzerine siyasetsizliği eleştirmeye başladım. 

Çakır: Kars, kayyum atamalarda en son şehirlerden birisi oldu. Hem de bayağı göstere göstere oldu. HDP’li belediyelere kayyum atamalarda Kars gündemde değildi. Daha sonra gündeme geldi. Galiba onun ayrı bir öyküsü var, onu merak ediyorum. Kısaca anlatır mısınız? Bir de, kayyum atandıktan sonra neler duyuyorsunuz vatandaşlardan ve partililerden? Herhalde haber alıyorsunuzdur. Kars ne durumda?

Bilgen: Kars’ta daha önce MHP’den istifa etmiş bağımsız bir belediye başkanı vardı. Özellikle son aylarda, yani parti denetiminin de kalktığı ve seçimlerin yaklaştığı süreçte, belediye kurumsal olarak bitmişti. Bunu sadece ben söylemiyorum. Sayıştay müfettişleri de bunu çok net olarak yazılı raporlarında da ortaya koydular.  Bunu bizlerle de paylaştılar, bütün şehir de bunu gördü zaten. Hem önceki belediyenin Kars’ta yaşattığı süreç, hem de seçimlerde AK Parti’nin son anda adayını çekip Cumhur İttifakı içerisinde MHP adayına destek vermesi, şehrin sosyolojinde bir depreme neden oldu. Yani, Ankara’da yapılan siyasî hesapların, yerel sosyolojik dengelerde hayal kırıklığının tipik bir örneğidir Kars. Sonuçta, Kars, Diyarbakır, Mardin, Van gibi, seçmenin, AK Parti ile HDP arasında bölündüğü şehirlerden değil. Son belediye seçiminde, Kars’ta 4 parti neredeyse birbirimize yakın oy aldık. 1-2 puan farkla biz kazandık. Bizden sonra MHP ya da Cumhur İttifakı vardı. Hemen arkasından CHP, sonra DSP ve sonra İYİ Parti geliyordu. Yani 4-5 parti birbirine yakın oy aldı. Belediye Meclisi’nde de bu çeşitlilik, zenginlik galiba bir tek Kars’ta var.  Belediye Meclisi’nde 5 parti temsil ediliyor. Biz çoğunluk olmadığımız halde, neredeyse 1,5 yıl boyunca aldığımız kararların yüzde 90’ını oybirliğiyle aldık. Bu çok önemli. Yani bir uzlaşma kültürü olan bir şehirden bahsediyoruz. Kamplaşmanın ya da siyasî ayrışmaların sosyal ilişkileri tahrip edemediği bir şehir yönetiminden bahsediyoruz. Bence bu siyasete taşınması gereken bir model aslında. Sadece parti kimliğinizle “Hayır” dememek, ya da sadece bizim partidense mutlaka “Evet” demek anlayışının dışında bir anlayışı, 1,5 yıl boyunca bütün partilerin duyarlığıyla ve herkes, kendi fanatik tabanından gördüğü tepkiye rağmen bunu yaptı orada. Bunu özellikle belirtmek isterim. Düşünün, MHP’li Meclis üyeleri, “Siz nasıl HDP’li bir belediyenin aldığı kararlara destek verirsiniz?” diye çok büyük bir baskı görüyorlardı. Şehirden ya da toplumdan değil, kendi partilerinden. Ben şunu çok net bir şekilde söylüyorum: Eğer biz yolsuzlukların veya suiistimallerin üzerine gitmeyi başardıysak, bunda şüphesiz CHP’li ve DSP’li üyelerin yanı sıra, AKP ve MHP’lilerin de verdiği destek var. Böyle bir atmosfer oluşmuşken, doğrusu daha önce yargılandığım bir dosya da gerekçe gösterilerek gözaltına alınıp tutuklanmam, tabii ki şehirde de bir hayal kırıklığı doğurdu. Çünkü seçim öncesinde Türkiye’nin birçok yerinde şöyle bir kampanya yürüyordu: “HDP kazanırsa hendekler kazılacak. Örgüt için halktan zorla para toplanacak.” Hatta, “Kars Kalesi’ne bir başka bayrak asılacak” kampanyası pek meşhurdur. Bu, ciddi ciddi bir propagandaydı seçim kampanyasında. Son 1,5 yıldaki dönemdeyse 2 anket yaptırdık. Bunlar daha çok hizmet memnuniyeti eksenliydi. Bazı kararları şehirle birlikte almak için yaptırdığımız anketlerde, seçmen davranışlarındaki değişimi de sordurduk. Burada çok ilginç bir tabloyla karşılaştık: Bize oy veren seçmenin içerisinde, 1 puanlık bir düşüş var. Belli ki bizden başka bir şey beklemiş ve o beklediğini görememiş muhtemelen. Her partide olan ruhsat merkezli, inşaat sektöründen kaynaklı beklentiler. Çünkü onlarla ilgili çok kriz yaşadığımız için söylüyorum. Bu, bütün belediyelerin derdi. Ama bunun yanında, oy vermeyen seçmende yüzde 10’luk bir artış gözüktü. Bu, Türkiye’de en düşük oy oranıyla seçilmiş bir belediye için çok büyük bir rakam. En düşük oyla seçildiğimi îtiraf ediyorum, çünkü şehir çoğulcu. 4-5 partinin yarıştığı bir şehirde yüzde 50-60 ile seçilmek bir şey değil. Ancak böyle bir siyaset tablosu çıkardı. 

Şu anda da benim görebildiğim tablo şu: Özellikle tutuklandığım zaman şehirde gelişen tepkide, bugün de, insanlar parti ayrımı yapmaksızın şehre yapılmış bir haksızlık olduğunu düşünüyorlar. Oysa ben seçim kampanyasında hep “İki yıl yapabilirsek, yeter. İki yılda en azından iki örneği şehirde gösterebiliriz” diyordum. Evet, belki şehrin birikmiş sorunlarını çözemeyiz; çünkü yoksulluk, işsizlik, altyapı sorununa kadar çok ciddi sorunları olan bir şehir. Ama iki şeyi çözersek bu çok önemli. Birisi, şeffaf ve katılımcı yönetimi çözeriz. Yani hesapları açık ilan etmek; borçları alacakları, gelir giderleri ilan etmek. İkincisi, kimseye ayrımcılık yapmadan, şehrin sosyolojisine, Azerî, Kürt, Türkmen gibi kitlelere, “Bu bizim belediyemiz, istediğimizi yaptırırız” ya da “Bu belediye HDP’nin belediyesi. Bize kesinlikle haksızlık, ayrımcılık yapılır” duygusunu şehirden kaldırdık. Bunu başardığımızı düşünüyorum. 

Çakır: HDP için söylenen o meşhur “Türkiye partisi olup olmama” meselesinden bazı HDP’liler bunalmış durumda, farkındayım. Anladığım kadarıyla, Kars’ta bu anlamda bir örneğini yaşamışsınız. Kaynaklarımdan öğrendiğim bilgiye göre, sizin Kars’ta belediye başkanı olmanız, bir tür tepkinin sonucuydu. Çünkü siz HDP içerisinde, Genel Merkez’de, Meclis Grubu’nda çok öne çıkan bir isimdiniz. Hatta bir ara eş başkanlık için adınızın geçtiğini bile duyduk. Sonra birden, Kars Belediye Başkanlığı’nı kendi arzusuyla isteyen bir Ayhan Bilgen gördük. Biraz sert gelebilir, ama bu sanki bir gönüllü sürgün olarak yorumlandı. Bunda doğruluk payı var mıdır?

Bilgen: Ben, Ankara’daki siyaset tarzından muzdarip, rahatsız ve bu rolü oynamakta da hep zorlanan bir mizaç içerisine girdim. Parlamenter siyaset açısından baktığınızda, Grup başkanvekilliği bir partide galiba eş başkanlıktan sonraki en üst temsil. Oysa tersi olması lâzım. En azından HDP’nin iddiaları açısından, yerel demokrasinin parlamenter demokrasiden daha önemli ve öncelikli görünmesi lâzım. Çünkü Meclis’te sadece muhalefet yapabilirsiniz. Oysa yerelde, sözlerinizi ve programınızı uygulayabilecek bir küçük iktidarsınız. “Ne kadar demokrasi istiyorsunuz? Nasıl bir demokrasi istiyorsunuz? Ne kadar çoğulcusunuz? Size yapılan ayrımcılığın bir benzerini ötekine karşı yapmayacağınıza dâir rüşdünüzü ne kadar ispat edeceksiniz?” Bunları ancak belediyelerde hayata geçirmek mümkün. Yani iki boyutu da var. Birisi, Parlamento içi siyasetin tıkanmasına neden olan, insan psikolojisini bozacak ölçekte bir itişme kakışma, polemik yapma, mat etme siyaseti. Bu işi çok önemseyen arkadaşlarımı ve bütün partilerdeki grup başkanvekillerini tenzih ediyorum. Bu siyaset zaten topluma fayda sağlamıyor. Partilerin fanatik tabanlarını mutlu edebilir — ki ben de kendimde bunu gördüm. Sosyal medyada, Meclis’te yaptığım konuşmalardan en çok paylaşılanlar, benim en kızgın, en öfkeli, en tepkisel konuşmalarım. Sağduyulu, serinkanlı bir siyasetin asıl işlevi olan uzlaşmaya dâir bir mesaj verdiğinizde, o son derece silik ve pasif bulunuyor. Ama çok beğeni ve çok alkış alabilmeniz için, deyim yerindeyse, karşınızdakini “yerin dibine batırmanız” gerekiyor. Ama bu, siyasetin varlık sebebine, siyasetin toplumsal rolüne aykırı. Bizler bir savaş yapmıyoruz, kavga etmek üzere gönderilmedik. Biz oy veren insanların sorunlarını çözecek bir iklimi inşa etmek üzere seçildik. Dolayısıyla, hem HDP’nin iddiasını, sözünü bir laboratuvar gibi bir şehirde hayata geçireceksek, bunu Diyarbakır’da, Hakkâri’de, Van’da, kazanılması garanti gibi görülen ama sosyolojisi Kars’a göre görece homojen olan şehirlerde de… Şüphesiz her şehrin kendine göre farklı çoğulculuğu olabilir. Kars sosyolojisi, Türkiye’nin, batısındaki İstanbul, İzmir ya da Adana gibi büyükşehirlerine benzeyen bir şehirdir. Dolayısıyla, biz Kars’ta birlikte yaşamayı, birlikte yönetmeyi, birlikte siyaset yapmayı başarabilirsek, Türkiye için de bir örnek oluşturabilir umuduyla gittim. Bundan asla pişman değilim. Dokunulmazlığımın kalkmış olması, arkasından, fezlekelerimin davaya dönüşmesine sebep oldu. Bu benim için bir sürpriz değildi. Milletvekilliği kalktığında, vekillik döneminde ne kadar dokunulmazlık nedeniyle yargılanmadığınız fezleke varsa, hepsi önünüze gelecek ve belki vaktinizin büyük kısmını savcılıklar, Emniyet, mahkeme arasında geçireceksiniz. Ama ben buna rağmen, bu 1,5 yıl boyunca ortaya koyduğumuz pratiğe değdiği düşüncesindeyim. 

Çakır: Yıllar önce Konya’da karşılaşmıştık hatırlarsanız. 

Bilgen: Evet, hatırlıyorum. 

Çakır: Ben gazeteciydim, siz de o dönem bağımsız adaydınız. O zaman hangi parti vardı?

Bilgen: Sanırım DTP’den (Demokratik Toplum Partisi) BDP’ye (Barış ve Demokrasi Partisi) geçiş süreciydi. O dönemde “Bin Umut Adayları” olarak tarif edilmişti. 

Çakır: Yanlış hatırlamıyorsam Konya’dan adaydınız. 

Bilgen: Evet. 

Çakır: Aslında epeyce sohbet etmiştik. Hatta önce bir şaşırmıştım. Çünkü ben sizi MAZLUMDER’den, İslâmî hareketten biliyorum. Bir taraftan da, benim ayrı ayrı çalıştığım iki ayrı hareketin birleşme ânı gibi olmuştu. Böyle başka kişiler de oldu. Mesela şu anda cezaevinde olan Ömer Faruk Gergerlioğlu — ki o da eski MAZLUMDER başkanı. Ama sizin gibi milletvekili ya da belediye başkanı seçilen değil, kendi hâlinde, sıradan parti üyeleri de var. Kürt olup İslâmî hareketten HDP’ye ya da o harekete geçenler olabiliyor; bu daha kolay. Ama sizler için çok daha farklı bir durum var. Bir etnik kimlikle açıklanan bir durum değil, tam bir siyasî tercihti — sizinki de, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nunki de. Başka arkadaşlarınız da var. O nasıl bir buluşmaydı? O buluşma zenginleştirilebildi mi yoksa bir yerde tıkandı mı?

Bilgen: Sorunun nerede çözüleceğine dâir bir yaklaşım belirler bunu. Ben Türkiye’de sorunun, özellikle toplumsal barış, toplumsal buluşma, toplumsal tanışma, belki en önemlisi toplumsal empati zemininde çözüleceğine inanan birisiyim. Siyaseti de bunun için yaptım. Empati yapmak, aynı zamanda sorunu öğrenmek, anlamak, acıyı paylaşmak ve yalnız olmadıklarını hissettirecek bir dayanışma tavrı sergilemek. Benim için siyaset, bir tür insan hakları mücadelesi ve hak savunuculuğuydu. Ben öyle yaklaştım. Diğer arkadaşlarımızın da öyle yaklaştığını düşünüyorum. 

Etnik kimlikler üzerinden siyaset için ben hep Irak örneğini veriyorum: Seçime gerek yok. Nüfus sayımı yapalım o zaman. Nüfus sayımı yaptığınız zaman, herkes kendi etnik kökeni, mezhebi, inancı doğrultusunda oy kullanacaksa, liyâkat, kalite bir şey ifade etmiyorsa, boşuna tercih, propaganda yapmak yerine, sayalım. Kim çoğunluksa, kalabalıksa, herkes sayısı kadar konuşsun. Dolayısıyla şunu başarabilmemiz benim açımdan önemli: İnsanların, farklı âidiyetlere, farklı geçmişlere ve farklı geleneklere rağmen bir araya gelip, özgürlük, eşitlik, barış, adalet gibi daha insan merkezli değerler etrafında siyaset yapmayı başarması gerekiyor. Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da yaşananları düşündüğümüzde, belki 2000’li yılların Türkiye’si açısından çok değerliydi.  Ama şimdi, 2020’li yıllarda, daha başka şeyleri konuşmalıyız. Hem pandeminin ortaya çıkarttığı küresel kriz, hem iletişim araçlarındaki değişimin bilgiye ulaşma imkânlarında oluşturduğu avantajlar, yani bilgi tekelinin aynı zamanda siyasal hegemonya aracı hâline gelmesine karşı, yaygın bilgiye ulaşım gibi fırsatlar. Siyaseti hiyerarşikleştirmeyi zayıflatacak, azaltacak, daha yaygın katılımı güçlendirecek araçlar. Dolayısıyla, bence artık bizim, 120-140 yıl öncesinden devraldığımız siyasî akımlarla ülke sorunlarını anlamaya çalışmayı da sorgulamamız gerekiyor. Bu kamplaşmalar ya da bu siyasal âidiyetler, bu ideolojik kamplar ülke sorunlarını tek başına çözmeye yetiyor mu? Ya da bu birbirinin zıddı mı? Ben özellikle genç kuşaklar için bunun çok anlamsız olduğunu düşünüyorum. Hepimiz çocuklarımızda, yakınlarımızda görüyoruz. Yeni kuşaklar, örneğin, emekten yana olmakla vatanseverliğin, birbirinin zıddı şeyler olamayacağını… Bunlar bizim eski kamplaşmalarımız biliyorsunuz. “Emek” diyorsanız, sosyalistsiniz. Vatanseverlikle ilgili bir jargon kullanıyorsanız, milliyetçisiniz. Ya da dinle, ahlâkla ilgili bir şey söylüyorsanız, muhafazakâr ya da dindarsınız. “Özgürlük” diyorsanız, liberalsiniz. Bu kategoriler, artık bugünü anlamaya ya da geleceği kurmaya yetmiyor. Bir de daha vahimi: Kötü bir taklit yapıyoruz. Konuyu daha çok dağıtmadan bunu da paylaşmak isterim. Bu gelenekler, bu akımlar, Osmanlı’nın son dönemi. Yani, Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihat ve Terakki…  Onun içindeki ayrışmalarla birlikte, özellikle II. Mebûsan Meclisi’nde, o dönemin aydınları, sanatçıları, siyasetçileri, bugün çok benzerlerini yaşadığımız tartışmaları yaparken, ilginç biçimde, dönem dönem bu akımlara kendi hayatlarında inandılar, onları savundular. Aynı insanlar, aynı aydınlar, aynı kişiler, bir dönem Osmanlıcı, sonra, Osmanlıcılığın artık Osmanlı’yı kurtaramayacağını düşündüklerinde ümmetçi, İslâmcı, sonra bir dönem Turancı, Türkçü oldular. Bu bir arayıştı. 

Dolayısıyla, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar gelen o sürecin içinde, aynı kişilerin, hayatlarının belli dönemlerinde dünyadaki değişimi, Osmanlı’ya yönelik tehdîdi ve çözümün sistematize ettiği akımları, şimdi biz, her bir dönemini alıp kendimize bayraklaştırıyor, hatta dogmatikleştiriyoruz. “Bizi ancak Türkçülük, İslâmcılık ya da Batılılaşma kurtarır” diyoruz. O dönem, bir seyir, bir süreçken, bugün, beşikten mezara kadar savunacağımız bir kurtuluş reçetesi hâline getirdik. Bu çok vahim bir durum. Bu, siyasette fikrî değişimi, fikrî arayışı, fikrî sentezler geliştirip yeni durumu okumayı da imkânsızlaştırıyor. Bence şu anda siyasette yaşadığımız en büyük tıkanıklık sebebi sadece örgütlenme modeli değil. Parti içi demokrasi, lider merkezlilik ya da toplum-siyaset ilişkisi, dil değil. Aynı zamanda, bu yeni sentezi yapamamak, yeni durumu okuyamamak ve hâlâ, her birimizin, biraz da nostalji yapar gibi, 120 yıl, 140 yıl öncekileri okumaya çalışmamızdır diye düşünüyorum. 

Çakır: Burada “Zamanın Ruhu” meselesine vurgu yapıyorsunuz. Ama şu var: Sizin siyaset yaptığınız parti, çok geleneği olan, çok bedel ödemiş ve sürekli kendini saldırı altında hisseden bir hareket. Çok ciddi de bir bağlılık var. Özellikle tabanın bağlılığı. Tavandan memnun olsa da olmasa da, harekete bağlılığı var. Bu anlamda, sizin cezaevine giriş sırasında sosyal medya üzerinden yaptığınız paylaşımlarda veya verdiğiniz söyleşilerde söylediğiniz eleştirel ve özeleştirel şeylerden ciddi bir rahatsızlık da var. Bunu siz daha iyi biliyorsunuzdur. İçeriği tartışmaktan ziyade, böyle bir tartışmanın açılmasını bile kabullenmek istememek söz konusu. “Şimdi sırası mı? Zaten belediyelerimizi aldılar. Vekillerimizi, eş başkanlarımızı içeri attılar. Bunlarla uğraşmamız gerekirken, dışarıya bakmak gerekirken, içeriye bakmak ve tabii bunu kamuya açık bir şekilde yapmak. Bunun hiç zamanı değil!” gibi, bunu bir tür zaaf olarak ya da zayıflıkları düşmana dile getirmek olarak algılayan bir bakış açısı var. Herhalde bununla çok karşılaştınız. 

Bilgen: Şüphesiz. Ben, HDP’nin direngen, kararlı, inatçı tarafını önemsediğimi ve bunu değerli bulduğumu, her eleştirimle beraber ifade ediyorum. Ama siyaset sadece direnmek, inat etmek, kararlı davranmak değildir. Siyaset aynı zamanda, değişebilmek, dönüşebilmek, manevra yapabilmektir. Bazen durmak, hatta bazen bir iki adım geri adım atmak, belki daha güçlü bir genişleme stratejisi geliştirebilmektir. Bunları yapmadığınızda, siyaset boks ringine döner. Bu da bence en çok HDP’ye, HDP’nin talep ettiği iklime zarar verir. 7 Haziran’da alınan oy ve hemen arkasından Kasım’a giden süreçteki gerilimin ortaya çıkarttığı tabloya baktığınızda, bunu net olarak görebilirsiniz. Bu coğrafyada, toplumsal kesimler olarak biraz birbirimize benziyoruz. Hatta bazen, muhalefet olarak iktidara da benziyoruz. Eleştirilmeyi sevmiyoruz ve savunma reflekslerimiz var. “Mazeretim Var” şarkısındaki gibi, hepimizin çok haklı mağduriyetleri var. Eleştiriye karşı, “Şimdi bunun zamanı mı?” dedirtecek gerekçelerimiz var. Bunların büyük kısmı da haklı. HDP’nin, bugün bu durumda bulunmasının elbette tek sorumlusunun HDP yöneticileri, sözcüleri, başkanları olmadığını hep söyledim. Ülkedeki genel atmosfer, toplumun diğer kesimlerinin çekingenliği, muhalefetin fotoğraf çekilmekten bile imtina etmesi ya da iktidarın, bazen kriminalleştiren dili tercih etmesi. Bütün bunlar etkili, ama siyaset çözümü karşı taraftan bekleme işi değildir. Bunları değiştirecek, aşacak, bunların HDP’de bir daralmayı, geriye dönüşü doğurmasını önleyecek adımları, açılımları geliştirmek HDP’nin sorunudur. Yoksa, iktidarın dilinin değişmesini ya da muhalefetin cesaretlenmesini bekleyelim. Beklemek mi daha doğru, yoksa cesaretle, önce kendimizden başlayarak özeleştiri ve eleştiri yaparak, yeniden yapılanmak mı? Türkiye toplumunun yüzde 90’ının HDP’ye nasıl baktığı, HDP açısından hiç mi önemli değil? “Ben bu yüzde 10’la kendime yeterim” diyorsa, o zaman ülkeyi yönetme iddiası yok. Bir partinin böyle bir iddiası yoksa zaten, bu anlamda, parti olmaktan çıkar. 

Ben iki refleksin ikisini de “iktidarcı siyaset” olarak tarif ediyorum açıkçası. HDP’nin ilkesel olarak başından beri eleştirdiği iktidarcı siyaset. Birisi bölünme korkusu. Türkiye’de hangi sorunu konuşmaya kalksanız, “Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan günlerden geçiyoruz” tekerlemesiyle karşılaşırsınız. İkincisi de, “Kime yarar?”sorusu. Bu çok kompleksli bir psikoloji. Bu konuda samimiyetle bana dikkat çeken, uyarı yapan isimleri tenzih ediyorum. Şüphesiz iyi niyetle beni HDP içinde görmek, HDP içinde mücadele etmemi istiyorlar. Bunu anlıyorum. Ama buradan hareketle, “şuna yarar, buna yarar” şeklinde yapılan kurguların, tam da üzerine gidilmesi gereken yanlış bir perspektif olduğunu düşünüyorum. “Muhalefetin, toplumun, böyle bir değişime, dönüşüme ihtiyacı var mı?” diye bakmalıyız. Toplumun ihtiyacı varsa, kime yararsa yarasın. Ben Meclis’te, kurul toplantılarında, basın açıklamalarında da önceden beri, “Türkiye’de Kürt sorununu barışçı yollarla çözelim, HDP gibi bir partiye ihtiyaç kalmasın, HDP kapanmak zorunda kalsın” diye açıklama yapıyordum. Bunu şunun için önemsiyorum: Partiler bizim için bir amaç mıdır, yoksa ülkenin sorunlarını çözebilecek, bulunabilmiş en demokratik, modern araçlar mıdır? Ben araç olduğuna inanıyorum. Bunu din gibi bir dogma haline getirirseniz, değişip dönüşmezsiniz. Bir ömür boyu savunur, ama ne kadar işe yarayıp yaramadığını sorgulamazsınız. Dolayısıyla, burada galiba odaklanmamız gereken şu: Bu sözler sadece HDP için geçerli değil, diğer partiler içinde de benzer sorunlar olduğunu biliyorum. Türkiye’de siyasî parti kültürü, siyasî parti alışkanlıkları ve tarzı, gerçekten toplumsal mücadelelerin siyasete taşınmasına ya da tek tek, her biri bağımsız yurttaşın kendi geleceğiyle ilgili karar alma süreçlerine katılımına ne kadar katkı sağlayabiliyor? Ya da katkı sağlayamıyorsa, hangi nedenlerle sağlayamıyor? Partilerdeki hangi tutum, yaklaşım bunun önünü kesiyor? “Biz kurtarıcı bir lider bulacağız, hepimizi kurtaracak.” Ya da “Bir partiye oy vereceğiz, o parti hepimizi kurtaracak” diye düşünüyorsak, baştan ayrışıyoruz demektir. Böyle bir kurtuluş yok zaten. Böyle “Mesihyan” bir tarzla çözüm beklemenin kendisi, demokrasi mücadelesinin kendisine ters. 

Çakır: Size çok sorulduğunu düşündüğüm bir soruyu sormak istiyorum: HDP’de kalıyor musunuz, ayrılıyor musunuz? Biraz önce, üçüncü şahıslara atfen, “HDP’de kalın” dediklerini söylediniz. Orada bir mesele var anlaşılan. İnsanların en çok merak ettiği hususlardan birisi öncelikle bu. Ayhan Bilgen, bütün bunları HDP’nin içerisinde kalarak, ona sahip çıkarak mı yapacak, yoksa dışarıda mı kalacak?

Bilgen: Alevî felsefesinde, Alevî türkülerinde, “Yol bir sürek binbir” diye bir ifade vardır. Ben, Alevî kültürünün, Alevî felsefesinin, bugün içinde bulunduğumuz kavgaları, gürültüleri aşma konusunda müthiş bir yol haritası içerdiğine inanırım. Bazen bir deyiş, bin yıldır Anadolu’da tekrarlanan bir türküdeki 2 mısra, her şeyi özetler. Ben siyasette hiçbir zaman hedefçi yaklaşmaktan yana olmadım. Şüphesiz stratejiye, metoda ihtiyaç var, bunlar çok değerli şeyler. Benim de erken yaşta okumaya başladığım alanlar. Ben, varılacak duraktan çok, yolu ve yürüyüşü daha fazla önemseyenlerdenim. Ben, “Bugün îtibâriyle şu tarihte parti kurmamız lâzım. Şu seçimde böyle yapmalıyız. Bu ittifakta böyle olmalıyız” demek yerine, “Ben bu siyaset tarzını ifade etmeye devam edeceğim” demeyi daha sağlıklı buluyorum.  Şimdi bu platformda olduğu gibi, sosyal medya, televizyon, gazete, konferans, panel, hangi imkânları bulursam, çevremdeki insanlarla paylaşacağım. Bunlar benim îcat ettiğim şeyler değil, savunan sadece ben de değilim. Bunlar HDP tabanında da, diğer partilerde de, geçmişte siyasette bulunup şimdi olmayanlarda, küsüp çekilenlerde de çok yaygın ortak eleştiriler aslında. Dolayısıyla, bunları dillendirdiğimizde, bu doğrultuda siyasette bir şekillenme olursa, –HDP’de de olursa– bu, benim için bir memnuniyet kaynağı olur. Ama bu sözler bir süre sonra birilerinde alınganlık oluşturursa, çevreye rahatsızlık vermeye başlarsam –bunu ben de asla tercih etmem–, “Bildiğim doğruları söylüyorum, ne yaparsanız yapın” diyecek karakterde birisi değilim. Nezâketle, nasıl birlikte çalıştıysam, hukuku koruyarak, değerlerle çelişecek bir pozisyona asla girmeden kenara çekilmeyi, başka tartışmalara, başka arayışlara girmeyi de bilirim. Ama tartışmayı netleştirmeden, en azından, kendi arayış ve niyetimi târif etmeden, “Benim de bir partim olsun. Türkiye’de 110 tane var, 111.’yi de ben kurayım, bunun bir yerinde olayım” modunda bir arayışın içerisinde hiç değilim; bunu çok net bir biçimde söylemiş olayım. Sadece HDP için değil, toplumsal muhalefetin tümü için bu hassasiyeti gösteririm. Gerçekten yeni bir fikir, yeni bir söz varsa, yeni bir tarzı örgütleyebilecek yeterince nitelikli bir kadro varsa, yeni bir siyasî parti kurmak anlamlıdır. Yoksa 110 tanesi kuruldu. Belli ki derdimize çare olmadı ki sürekli yeni partiler kurulmaya devam ediyor. Dolayısıyla, sözü söylemeyi rota belirlemenin bir kriteri olarak kabul ediyorum. O yol haritası böyle şekillenecek. Tabii ben de eksik veya yanlış söylüyor olabilirim. Benim tartışmaya açtığım konulara da eleştiriler, tepkiler gelebilir. Ama bugüne kadar böyle bir şeye rastlamadım, bence bu çok daha ilginç. HDP çevresi de dâhil olmak üzere insanlar, “Hayır, sen yanlış söylüyorsun” demiyor. Sizin az önce söylediğiniz, “Bunlar doğru, ama şimdi bunları tartışmanın zamanı değil” diyorlar. 

Ben de tam tersini düşünüyorum. Türkiye’de muhalefet, güven verecek güçlü bir alternatif hâline gelmezse, iktidarın yıpranması tek başına seçmen davranışını değiştirmeye yetmez. Çünkü zaten Türkiye’de seçmenin 1/3’e yakını, kerhen oy kullanıyor. Diyelim ki, HDP düşmanlarını sevindirmemek için HDP’ye oy veriyor. Ya da, aslında CHP ile ilgili ciddi eleştirileri var. Ama CHP dışında bir yere oy vermenin kendisiyle çelişeceğini düşündüğü için bunu yapıyor. Burada şuna vurgu yapmak istiyorum: Toplumsal kesimler, ülke geleceğinde siyaseti, demokrasi mücadelesini benimseyen herkes, önce kendi mensubu olduğu çevreden başlayarak, iyileştirmek için, yapıcı anlamda eleştiri yapmayı bir görev hâline getirmeli. Siyasî partiler de bundan alınganlık gösterip, “fitne, ihânet” gibi, her çevrede farklı literatürle târif edilen dışlayıcı yaklaşıma girmemeli. Ama buna rağmen, “Türkiye’de şöyle bir boşluk var. Bu, siyâseten doldurulması gereken bir boşluktur” dediğimiz anda, gayet tabii, ben de bunu medenice partimle ve kamuoyuyla paylaşırım. Ve bu düşüncedeki insanlarla yeni bir yol haritasını tartışmaya açarım. 

Çakır: AKP’den kopan 2 partimiz var. Gelecek Partisi ve DEVA Partisi. Kongrelerini de yaptılar. Hem hareketlerin kendilerini, hem de insanların birçoğunu tanıyorsunuzdur. Onlarla ilgili genel değerlendirme, bu partilerin beklenen kıvama gelmedikleri. Ben de bu değerlendirmeye katılıyorum. Siz bu düşünceye katılır mısınız ve neden?

Bilgen: Muhalefetin muhalefeti eleştirmesiyle ilgili meşhur bir söz vardır, oraya düşmemeye elimden geldiğince dikkat ederek söyleyeceğim.

Çakır: Ben analiz anlamında soruyorum. 

Bilgen: Sizin o niyetle sorduğunuzu biliyorum, ama ben o zemine düşmemek, böyle algılanmamak üzere bir parantez açarak ifade edeyim: Doğrusu, bu yeni partilerden çok ciddi bir özeleştiri beklentisi olduğunu hissediyorum. Türkiye yönetiminin 2000’li yıllarının başından, geçtiğimiz birkaç yıla kadarki dönemiyle ilgili tartışma, geçiştirilecek bir tartışma değil. Oradaki insanların cesaretini, yeni bir sayfa açmalarını çok cesur bulmakla birlikte, toplumun, geriye dönük başka beklentisinin olduğunu ifade etmeliyim. Çünkü bu iki partinin başındaki isimler, Türkiye’nin hem ekonomi politikalarında hem dış politikasında iki kritik isim. Lütfen bunu kimse yanlış anlamasın. Ben hem milletvekili seçim kampanyalarında hem de belediye başkanlığı seçim kampanyasında bunu çok sık dillendirdim: “Siyasetçiler, nasıl demokrasiyi kandırma sanatına dönüştürmüşlerse, halk da siyasetçileri kandırıyor, siyasetçilerle oynuyor.” Yani, gelen herkesin sırtını sıvazlıyor, “Çok iyi söyledin” diyor. Ama sonra oturup kendisi bir plan, bir hesap yapıyor. Bazen stratejik oy kullanıyor, bazen çok ilginç bir öngörüyle bir denge kuruyor. Ben burada şunun çok önemli olduğunu düşünüyorum: Türkiye’nin yaygın muhalefet tabanının, son 25 yılımızın muhasebesini yaparken, hatta diğer muhalefet partilerine de örnek olacak bir tarzda, bir tutumu ve dili bu iki partiden beklediğini düşünüyorum. 

Nedir bu kastettiğim şey? İktidar blokundan oy alabilecek –ki bu 2 partiye dâir asıl beklenti budur– farklı bir muhalefet tarzına ihtiyaç var. “Müzmin muhalefet” diliyle siyaset yaptığınızda, gard alma başlıyor, kamplaşma derinleşiyor ve iktidar bloku kendi içinde kenetleniyor. Buna fırsat vermeyecek bir dil geliştirme sorumluluğu var. İyi yapılana iyi demek, doğruya doğru demek, sırf parti rekabeti gerekçesiyle “Her şeye karşıyız” tavrında bir siyaset, evet, bir tabanı kenetler, ama karşı taraf da kenetlenir. Bu sefer de sizin istediğiniz tablo ortaya çıkmaz. Beklentinin birincisi bu. 

İkincisi de, ekonomi politikası ve dış politika ile ilgili. İç politika başka bir şey. Ayrışma nedenleri, parti içi rekabetler, iktidar içi tartışmalar başka bir şey. Ama bu iki temel politika –ki bunlar Türkiye’de biraz daha teknik alanlar, hatta devlet politikası gibi algılanan alanlardır–toplum bunlarla ilgili daha çok şey bilmek istiyor. Örneğin, insanlar, Türkiye’nin Kobane Olayları’nda ne yaşadığını Sayın Davutoğlu’dan dinlemek ister herhalde. O günlerde ne yaşandığını niye biz sadece mahkemede anlatalım? O dönemde ülkenin başbakanı benden ya da yargılanan diğer arkadaşlardan daha fazla şey biliyordur herhalde. Sadece bizim arkadaşlarımız mı o günlere dâir olan biteni anlatacaklar?

Ekonomi politikasıyla ilgili, şüphesiz Sayın Babacan’ın olduğu dönemle sonraki dönem arasında daha kötüye giden şeyler vardır. Ben Meclis’teydim, hatırlıyorum: Sayın Babacan, partisi adına yaptığı bir bütçe konuşmasında, neredeyse bir muhalefet lideri gibi konuşmuştu: “Ekonomide yapısal reformlara gidilmezse, sonumuz felaket” diye özetlenebilecek bir bütçe konuşması yapmıştı. O zaman da çok dikkatimi çekmişti. Sayın Babacan, o zaman da birtakım eleştiriler yapıyordu belli ki — açık ortamlarda yaptığına göre. Türkiye ekonomisinin en ciddi handikaplarından birisi cârî açıksa, cârî açığa dayalı büyüme politikası 2000’li yılların başında başladı. Ekonomiyi yakından takip edenler, gayet tabii sormak, anlamak isterler ki bundan sonra ne yapılacağına dâir bir güven oluşsun.  Sonuç olarak, bu iki alanda, ekonomide ve dış politikada, “Biz hiç yanlış yapmadık” tavrı, geleceğe dâir güven vermez. Suriye politikası ve dış politikadaki handikap, ciddi bir arka plana dayanıyor. Ekonomideki yapısal reform ihtiyacı da ciddi bir arka plana dayanıyor. 

Bu soruyla ilgili son olarak şunu söyleyeyim: Sonuç îtibâriyle, sistem ikikutupluluğu zorunlu kılıyor. Çünkü iki turlu bir seçim sistemi var. Başkanlık, Cumhurbaşkanlığı Sistemi varsa, muhalefetin geleceğe dâir vaatlerinin, sadece Erdoğan karşıtlığına odaklı değil, “Gitsin de nasıl giderse gitsin” ya da “O gittikten sonra her şey çözülür” moduna indirilmesi veya sadece “parlamenter sistem” gibi, topluma çok da değmeyen… Bunun altını özellikle çizmek istiyorum. Daha önce de bana gönderdiğiniz sorulara cezaevinden verdiğim cevap çok polemik konusu olmuştu. Söylemek istediğim şu: Sadece sistem tartışmasına ya da sadece Erdoğan karşıtlığına dayalı bir muhalefet olmamalı. Sosyal demokrat bir parti ile liberal bir parti ekonomi politikasında nasıl uzlaşacak? Dış politikada, HDP tabanı ile İYİ Parti tabanı, nasıl bir dış politika ve güvenlik politikasında uzlaşacaklar? Geleceğin Türkiye’sinde ne öngörüyorlar? Bunun için de bence yeni partiler, eski partilere örnek olacak bir tarz geliştirmeliler. Eğer biz eski siyaset yüzünden tıkandıysak, eski alışkanlıklar yüzünden siyaset kilitlendiyse, toplum, doğal olarak yeni yüzlerden, yeni partilerden yeni bir tarz, daha cesur bir özeleştiri, ezber bozan söylemler bekler diye düşünüyorum. Bu tabii ki benim dışarıdan değerlendirmem. Hiçbir partinin içişlerine karışmayı ve onların değerli çabalarını küçümseyen bir noktaya düşmeyi asla istemem.  

Çakır: Toparlarken, nâçizâne değerlendirmemi söyleyeyim: Anladığım kadarıyla, bir arayışınız var. Bu arayışınızın, HDP içerisinde sürebileceği konusunda bir öngörüde bulunamıyorum açıkçası. Tabii bu süreci siz yaşıyorsunuz. Siz bunu yaparken tek başınıza mısınız, yoksa bir arkadaş grubu veya bir çevreniz, beraber tartıştığınız kişiler var mı? Bir hareket gibi bir şey mi bu? Yoksa tamamen bireysel, siyasetin içerisinden birisinin kişisel arayışı mı?

Bilgen: Ruşen Bey, siyasette nostalji yapmayı sevmem. Tarihin hiçbir dönemi, diğerinin aynısı değildir. Ben siyasete üniversite yıllarında, daha sağ, hatta biraz Türk milliyetçisi sayılabilecek bir çevre içerisinde başladım. Gençlik yılları siyasetinden bahsediyorum. Yoksa ülkeyi yönetme iddiası ölçeğinde, kitlesel bir parti değil. Ama sonrasında, insan hakları mücadelesinin hemen akabinde, sadece insan hakları mücadelesinin, sadece sivil toplumun ülke sorunlarını çözmeye yetemeyeceği düşüncesiyle, bir parti kuruluş süreci içerisinde bulundum. Bu kastettiğim şey, kamuoyunda gazetecilerin “Müslüman Sol” diye târif ettikleri, bugün siyasette CHP’de ve bir süre AK Parti’de bulunmuş kimi isimlerin olduğu bir platformdu. Neredeyse iki yıl boyunca parti programını tartıştık. Ben kısa bir süre sözcülüğünü yaptım. İsimleri burada söylemeyeyim, ama herkes neyi kastettiğimi anlamıştır. Bu, 2003-2004 yıllarındaydı. Evet, AK Parti vardı, ama “Türkiye siyasetinde de bir yeni siyaset ihtiyacı var” diye bir deklarasyon yayınladık o zaman. Ama bu, sürdürülebilir olmadı; belki partileşme imkânı bulunmadı. O zaman bazı arkadaşlarımız AK Parti’ye katıldı. Ben de onlarla birlikte davet edildim; ama ben, bir muhalefet sorunu olduğuna, bir muhalefet ihtiyacı olduğuna inandığım için, iktidar blokunda siyaset yapmayı o gün için kendime uygun görmedim. Sonra bazı arkadaşlarımız CHP’ye katıldı. Ben de o dönemde Konya’da, “Bin Umut” adayı oldum. Bir ezber bozalım istedim. Muhafazakâr çevrelerde insanlar doğal olarak Millî Görüş, Fazilet geleneğinde veya AK Parti’de aday olmamı bekliyorlardı; “Sol bir partide nasıl siyaset yaparsın?” tepkisi veriyorlardı.  Ben o dönemdeki arayışı formüle edemediğim için, sadece hak temelli bir siyaset adına, Kürt siyasetiyle dayanışma içinde olmayı önemsedim. 

Ama hâlâ böyle bir boşluğun olduğunu düşünüyorum. “Müslüman sol” kavramı çok polemik doğuran bir kavram. Çok da tartışıldı o dönemde. Hem bir yandan solun bir kısmı, “Sol aydınlanmacıdır, ilericidir. Müslüman kavramıyla nasıl bir araya gelir? Din dogmatiktir” diye konuşuyordu. Hem de muhafazakâr kesim tepki verdi. O dönem, muhafazakâr kesimin gazeteleri, “Müslüman, sağcı olur” demeye getiren sözler söyleyerek, Kur’an’dan referanslar verdiler. Ben hâlâ bu ihtiyacın olduğu kanaatindeyim. Yani sosyal adaletçi, dayanışmacı, emeği, özgürlüğü benimseyen, ama bir tarafıyla da ayağı Anadolu’ya basan, Anadolu geleneğine, kültürüne, mistisizmine dokunan, moral dünyayı, moral değerleri önemseyen bir yeni senteze ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Dolayısıyla bu eksendeki bir arayışı, tartışmayı arkadaşlarımızla yürüteceğiz. Zaten bir süredir yapıyorduk da. Ama bunu partileştirmek mi, yoksa bir toplumsal hareket gibi sürdürmek mi ya da ikisini birlikte yapmak mı? Bunlar yöntem tartışması. Ben bir tek örnekle bitireyim: HDP farklı bir süreçte kuruldu. Ben HDP’nin çok önceki “Çatı Partisi Girişimi” arayışları içerisinde bulunan ve şu anda HDP içerisinde kalan birkaç kişiden biriyim. O dönemden kimse kalmadı galiba. Ama o dönemde hep şu önemsendi: Türkiye siyasetinde, toplumsal dinamiklerin siyaset yapabilmesi için, toplumsal öznelerin buluştuğu bir HDK (Halkların Demokrasi Kongresi) kuruldu. Bir de, temsîlî demokrasinin mekanizmalarını işleten, Parlamento’da siyaset yapan, seçimi esas alan HDP kuruldu. Bir toplumsal hareketle bir siyasal öznenin, birlikte dayanışma ve paylaşım içinde siyaseti kurgulaması bence doğru bir formüldü. Türkiye’de siyasî partiler de bunu fiilen farklı şekillerde yaparlar. Kimisi ocaklar üzerinden, kimisi dergâhlar üzerinden yapar. Ama bir şekilde bunlar yapılır. Dolayısıyla böyle bir süreci daha güncel versiyonuyla tartışmaya açmak lâzım. Çünkü siyasetin yapısal sorunları olduğunu düşünüyorum. Sorun sadece HDP, şiddet, mesafe tartışmasına hapsedilmeyecek kadar derin ve köklü bence. 

Çakır: Siz “Müslüman sol” deyince hatırladım. Bir ara çıktı ve ilgi uyandırdı. Ama sonra saman alevi gibi söndü. Tam da sizin söylediğiniz gibi, kendini sol gören ve Müslüman görenlerin aynı anda, “Böyle bir şey olmaz!” dedikleri bir olaydı. Şimdi tekrar böyle bir şey çıkartılırsa, bu kez adlandırma üzerinden bir kavga çıkar. Ama belki de ilgiyi çekebilir. 

Bilgen: Ben çok uzatmadan sadece şunu ekleyeyim: Sizin o “saman alevi” dediğiniz, doğru, gerçeklik oydu; ama bence o, dikkat çekmesi ve içinin boşaltılmasıyla ilgili bir şey. Dikkat çektiği için o kurucu pozisyonundaki 5-6 arkadaşımızdan birisi bakan, birisi komisyon başkanı, diğerleri de milletvekili oldular. Daha 1 yıllık bir çalışma ile sadece 1 metnin deklarasyonundan ve 1-2 röportajdan ibâret bir çalışma, bu temsil imkânını o dönemde bulmuşsa, belli ki birilerini rahatsız etmiş.

Çakır: Bu biraz Süper Lig’in futbolcu yetiştiren Anadolu takımı gibi olmuş. 

Bilgen: Evet, biraz öyle. Bir de tabii bu söylediğimiz, 15 yıl öncesi. Bu 15 yıl boyunca, bence İslâmî çevreler de sola ve sol değerlere dâir ya da İslâm’la ilgili özeleştiri, İslâm’la siyaset anlayışıyla ilgili çok şey öğrendi. Solun da çok şey öğrendiğini düşünüyorum. Solun da, bu değerleri kendi tekeline alıp, “Sadece biz ilericiyiz. Sadece biz emekten ve özgürlükten yanayız” dememesi gereken bir tablo var. Bu anlamda, bu çizginin, “zamanı gelmiş fikir” olduğuna inanıyorum. O tarihten bu yana daha çok yayın yapıldı. Siyasetin içinde olmasa da birtakım isimler, kitaplar yayınladılar, toplantılar düzenlediler. Bu fikir ve söylem etrafında kimi gençlik hareketleri oluştu. Sanki biraz daha ilerlediğimizi düşünüyorum.

Çakır: Vaktimizi biraz zorluyoruz ama, bir taraftan da, AKP deneyiminden dolayı birçok kesimde, AKP’ye yönelik tepkinin, dine dâir tepkiye doğru yöneldiği gerçeği de ayrı bir husus olarak var. AKP’nin, özellikle Erdoğan’ın, son birkaç senede dini, yama örtmek üzere kullanmasıyla beraber, millet biraz ikrah etmiş durumda. 

Bilgen: Hatta bunu sadece Türkiye ölçeğiyle değil, bence “Arap Baharı” ile birlikte, bütün Ortadoğu ölçeğinde okumak lâzım. “Arap Baharı”nda, Tunus ve Gannuşi deneyimi dışında, demokrasiyi içselleştirmiş, ya da iktidarı paylaşarak yönetmeyi becerebilen neredeyse bir şey yok. Hangisine baksanız, daha kötü kamplaşma ve çatışmalar var. Dolayısıyla bu anlamda küresel bir sorgulama yaşanıyor. IŞİD ve El Kaide kökenli hareketlerin şiddet arayışında, siyasetle eklemlenmiş entegrist yaklaşımı da düşünürseniz, bu köklü ve çok iyi bir sorgulama. Ben bunun tıpkı Ortaçağ Rönesansı gibi, yeni bir İslâmî liberasyon teorisi doğurabileceğini de düşünüyorum. Bunun İslâmî çevrelerde doğurduğu tartışmayı değerli buluyorum. Sadece soldan gelen eleştiriyi değil, İslâmî çevrenin, küçük küçük de olsa kendi içinde yaptığı özeleştiriyi de değerli buluyorum. 

Çakır: Bunları bir sonraki yayına saklayalım. Çünkü özgürlük ilâhiyatçılığı gibi konular benim özel ilgi alanım. Ona girersek, bitmez bu yayın. O yüzden burada noktayı koyalım. Tekrar çok geçmiş olsun. Çok verimli ve güzel bir sohbet oldu. Devamını daha detaylı bir şekilde stüdyoda yapacağız umarım. 

Bilgen: Teşekkür ederim. Memnuniyetle. 

Çakır: Ever, yerine kayyum atanan Kars Belediyesi Eş Başkanı HDP’li Ayhan Bilgen’le konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.