Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (48): Iraklı El Kaide liderinin Türkiye’de yakalanıp ABD’ye iade edilmesinin öyküsü (Ekim 2006)

Gazetecilik anılarımın 48. bölümünde Abdulhadi el Iraki adını kullanan Musullu bir Kürt olan Neşvan Abulrezzak Abdulbagi’nin 16 Ekim 2006’da Gaziantep’te tutuklanıp Afganistan’a yollanıp ABD’ye teslim edilmesinin öyküsünü anlattım. El Iraki halen Guantanamo’da tutuklu bulunan en üst düzey El Kaide mensuplarından biri. Yargılanması sürüyor fakat ona Türkiye’de yardım ve yataklık eden beş kişi de Irak, Suriye ve Türkiye’de ayrı ayrı çatışmalarda güvenlik güçleri tarafından öldürüldü.

Olayın tüm detaylarını şu yazıda okuyabilirsiniz: Musullu Kürt El Kaideci Abdulhadi el Iraki’nin öyküsü

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayâtımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 48. bölümünde bir El Kaide öyküsü anlatmak istiyorum. Afganistan’dan başlayan İran’da devam eden, bir ara Türkiye’de noktalanan, sonra tekrar Afganistan’da devam edip ardından Guantanamo Adası’ndaki Amerikan hapishanesinde sonlanan bir öykü. Abdülhadi El Irakî adında, El Kaide örgütü içerisinde bu adı kullanan, Irak Musullu bir Kürt bu. Bambaşka bir gerçek adı var, onu da size söyleyeyim: Gerçek adı Neşvan Abdürrezzak Abdülbaki, 1961 doğumlu, yıllardır Guantanamo’da. Guantanamo’daki en önemli mahkûmlardan biri kendisi. Şimdi, bunun öyküsü benim gazetecilik hayâtımın ilginç olaylardan birisidir. Şunun farkındayım: El Kaide artık eskisi kadar önemli değil; yerini IŞİD aldı; hattâ IŞİD de bir süredir artık çok fazla konuşulmaz oldu; fakat Afganistan meselesi tekrar gündemimize giriyor. Bunun nedeni nedir? Amerikan kuvvetleri çekiliyor; Türkiye orada başta Kâbil Havaalanı olmak üzere önemli yerleri korumayı üstlendi ve Taliban iyice ülkenin yönetimini ele geçirmeye başladı. Akın akın insanların kaçtığı söyleniyor ve hattâ bunların önemli bir kısmının İran üzerinden Türkiye’ye gelmeye çalıştığı söyleniyor; yani Afganistan meselesini bir şekilde tekrar konuşuyor olacağız. 

Fakat benim için burada önemli olan husus, şu gazetecilik hayâtımda İslâmî hareketler üzerine çok çalıştım; ılımlısından radikaline kadar, El Kaide ve IŞİD üzerine de çok çalıştım. Abdülhadi El Irakî olayı da gazetecilik hayâtımın ilginç olaylarından birisidir; birazdan onu anlatacağım zâten. Bâzılarınızın çok ilgisini çekmese de, madem “Gomaşinen”de benim gazetecilik hayâtımı ele alıyoruz, bunu anlatmamam söz konusu olamazdı. Şimdi, aslında Ekim 2006’da yaşanan bir olay var: Abdülhadi El Irakî Türkiye üzerinden Irak’a geçmek üzereyken yakalanıyor ve Amerika Birleşik Devletleri’ne teslim ediliyor. Bunu biz ne zaman öğrendik? Dünya kamuoyu aslında bunu Mayıs 2007’de öğrendi; bunun da nedeni Afganistan’daki bir El Kaide sözcüsü Al Jazeera’ya verdiği bir röportajda dedi ki: “Önemli bir arkadaşımız, Abdülhadi El Irakî Türkiye’de yakalandı ve Amerikalılara teslim edildi” diye bir açıklama yaptı. İlginçtir, bu açıklama tabii ki uluslararası ajanslara da düştü, Al Jazeera yayınladı ve Türk medyasında da bayağı geniş yer buldu; hattâ o tarihte benim çalıştığım Vatan gazetesi bunu manşetten vermişti; yanlış hatırlamıyorsam bir pazartesi günü çıkmıştı bu manşet. Genellikle tatil olduğu için gazetelerde pazar günleri fazla haber olmaz; pazartesi günleri birtakım haberler çok büyüyebilir, bu da öyle oldu diye tahmin ediyorum. Normalde Vatan gazetesi bunu o kadar manşete çıkartır mıydı emin değilim. Her neyse bu açıklama çıktı. El Kaide Türkiye’yi suçladı. Ardından MİT adına yapılan bir açıklamayla böyle bir kişinin Türkiye’ye girmediği, Türkiye’de böyle bir kişinin yakalanmadığı ve dolayısıyla Amerikalı yetkililere teslim edilmediği açıklaması yapıldı. Bu da çıktı medyada ve bu olay unutuldu. Bu arada, dönemin Amerikan Başkanı oğul Bush da yaptığıbir açıklamada, medyaya dünya çapında bir El Kaide liderini yakaladıklarını, üçüncü bir ülkede yakalanan birisinin kendilerine teslim edildiğini söyledi ve burada da referans Abdülhadi El Irakî’ydi.

Şimdi, ben bu olayın detaylı bir öyküsünü bütün bu El Kaide açıklaması ve ondan sonraki yalanlamanın ardından, bir iki yıl sonra başka bir şey için görüştüğüm bir haber kaynağından bunun bilgilerini aldım. Bayağı bir uzun, olayı madde madde detaylı anlatan bilgilerdi. Ve büyük bir heyecanla Vatan gazetesine gittim ve dedim ki: “Çok güzel bir haber var. Hani bir ara bir adam yakalanmıştı da şöyleydi böyleydi, bunun bütün öyküsü bende var, bunu yapalım” dedim. Ve o sırada Tayfun Devecioğlu Genel Yayın Yönetmeni –ki kendisi çok yakın da arkadaşımdır– bana, “Yok, yapmayız, yapamayız, istemem” falan dedi. “Ne oldu?” dedim ve bana şunu anlattı: Daha önce Al Jazeera’da çıkan haber manşetten verildikten sonra, gazeteye çok önemli yerlerden telefonlar gelmiş, “Aman bu olayın üstünü örtün, peşine gitmeyin. Bu olay hassas bir olay” denmiş ve dolayısıyla bir daha başına dert almak istemediği için, Tayfun benden bunu yapmamamı istedi ve o olayı anlatan bilgiler benim çekmecemde yıllarca kaldı; hep arada sırada bakıp bakıp duruyordum, gerçekten ne yapacağımı bilemiyordum, çünkü gerçekten güzel bir haber, bir polisiye öykü. 

Şimdi öyküyü anlatalım, şöyle oluyor: 7 Haziran 2006’da Irak’taki El Kaide lideri Ebu Musab El Zerkavî Amerikalılar tarafından öldürülüyor. O Filistin asıllı Ürdünlü birisiydi, çok efsânevî biriydi, değişik biriydi; ilk defâ El Kaide adına Şiîlere saldırıyı başlatan kişiydi. Usame Bin Ladin, Zerkavî’den çok hoşlanmıyordu, ama onun kendisini temsil etmesine de izin vermişti; fakat iddiaya göre onu denetlemek için birtakım insanlar da yollamıştı. Bunlardan birisi de Abdülhadi El Irakî denen bu kişi, Musul’un kuzeyinde doğmuş bir Kürt ve Saddam yönetiminin ordusunda yüzbaşılığa kadar yükselerek görev yapmış; daha sonra ayrılıyor ve El Kaide’ye katılıyor ve El Kaide’de hızla yükseliyor. Yabancı medyada bayağı bir taradım; onunla ilgili bu kişinin Usame Bin Ladin tarafından Irak’a Zerkavî’yle görüşsün diye yollandığı, hattâ Zerkavi’nin ona, “Afganistan’da canın sıkılırsa gel burada beraber yapalım bu işleri” dediğini falan… bunların hepsini yabancı medyada bulmuştum. O arada Irak’ta El Kaide çok güçlüydü; Amerikan hedeflerine, Irak yönetimine, Şiîlere yönelik saldırılarla çok güçlüydü. Daha sonra Zerkavî öldürülünce oraya takviye olarak Abdülhadi El Irakî’yi yolluyor Bin Ladin. Abdülhadi El Irakî de oraya eşi ve dört çocuğuyla berâber yola çıkıyor; hepsinde İran pasaportları var. İran’dan Türkiye’ye bir şekilde giriyorlar; Yüksekova’da kendilerini, daha önce Pakistan’da El Kaide’yle ilişkisi nedeniyle gözaltına alınıp Türkiye’ye yollanmış olan Türkiyeli bir El Kaide sempatizanı ya da militanı diyebileceğimiz bir kişi alıyor; adını söyleyeyim: Mehmet Reşit Işık ve Mehmet Yılmaz; iki kişi var, bunlar El Kaide’nin Gaziantep kolu olarak biliniyorlar. Bunlar gidiyorlar, bir tânesi İran’a geçiyor, diğeri Yüksekova’da karşılıyor; otobüsle Antep’e doğru yola çıkıyorlar, ama bunların cep telefonları teknik tâkipte olduğu için, başından îtibâren nereye gittikleri saptanıyor. 

Belli ki Abdülhadi El Irakî’nin Türkiye’ye gireceği istihbârâtı da gelmiş ve bu kişiler tâkip ediliyor. Olayı garantiye almak için Bitlis’te polis uygulama yapıyor ve otobüste insanların kimliklerine bakıyor; ama gözaltı yapmıyorlar, yola devam etmesine izin veriyorlar. Ondan sonra da El Irakî, eşi ve dört çocuğu Antep’te yine El Kaide’ye sempatizan olduğu anlaşılan bir evde kalıyorlar ve o tarihlerde Suriye’de hiç savaş yok. Suriye hiçbir şekilde karışık değil. Irak’a geçişler de Antep’ten Suriye’ye, Suriye’den Irak’a şeklinde oluyor — El Kaide’nin o tarihteki güzergâhı buydu. El Irakî ve ailesi bu kişiler tarafından Türkiye’deki Mehmet Yılmaz ve Mehmet Reşit Işık tarafından tam götürülecekken, bunları Ekim ayında güvenlik güçleri yakalıyor. Alıp götürüyorlar ve üzerlerinden İran pasaportları çıkıyor Muhammed Rıza, Rençber Rızayi, eşinin  pasaportu Şehnaz Fotoşeyna Abad, çocukların adı Muhammed, Fatima, Ali ve Leyla; çocukların birisi 4, birisi 6, birisi 7, birisi 9 yaşında. 16 Ekim 2006’da bu kişiler yakalanıyorlar ve üzerlerindeki İran pasaportuyla sorguları başlıyor — bu arada, avukatları Osman Karahan. Osman Karahan da çok ilginç birisiydi; hep eldivenli olurdu ve El Kaide davalarını üstlenirdi. Daha sonra kendisi Suriye’de bir çatışmada öldü; belli ki Suriye’ye IŞİD saflarında ya da El Kaide saflarında savaşmaya gitmiş, orada da hayâtını kaybetti — ona birazdan tekrar geleceğiz. Osman Karahan bunlar adına mültecilik başvurusu yapıyor; böyle yapılınca da Yozgat’taki mülteci kampına sevk ediliyorlar. 

Normal şartlarda bu kişilerin üzerlerinden İran pasaportu çıkmış, ama kendilerinin Afgan olduğunu söylüyorlar; pasaportların sahte olduğunu, kendilerinin aslında Afgan olduklarını söylüyorlar ve Afgan isimleri söylüyorlar. Ekonomik nedenlerle mülteci olduklarını söylüyorlar; Türkiye’de kalmayı ya da Türkiye’den başka bir yere geçmelerine izin verilmesini talep ediyorlar. Ama başından îtibâren herkes biliyor ki bunlar ne İranlı ne Afganistanlı; bu kişi Iraklı El Kaideci, ama bu hiç geçmiyor, çünkü bu kişinin ve ailesinin Türkiye’de işlediği tek suç sahte pasaport; bunun da cezâsı belli, verilebilecekleri yer Irak. Irak’la Türkiye arasında suçluları iade anlaşması yok; dolayısıyla şöyle bir yöntem izliyor Türkiye: “Tamam” diyor, “siz Afganistanlısınız, biz sizi Afganistan’a geri yolluyoruz”. Çünkü Afganistan’a yollayabiliyorlar ve bir uçağa bindiriliyorlar, Türk Hava Yolları uçağıyla Afganistan’a gidiyorlar. Afganistan’da, muhtemelen uçakta da CIA görevlileri var, iner inmez Kâbil Havaalanı’nda bunlar alınıyor ve Amerikalıların ünlü Bagram Askerî Üssü’ne götürülüyor. Hava üssü Bagram geçtiğimiz günlerde boşaltıldı; Afganistan’daki Amerikan operasyonlarının en önemli yeriydi. Bunun ardından Abdülhadi El Irakî’nin gizli CIA hapishanelerinde –ki bir dönem çok meşhurdu bunlar– sorgulandığı ve artık bir yerden sonra, sorgusu bittikten sonra da Guantanamo’ya götürüldüğü kabul ediliyor ve yıllar sonra ilk kez hâkim karşısına 18 Haziran 2014 günü çıktı bu kişi. Yani yakalanış tarihi 2006, hâkim karşısına çıkışı 2014. 

Ben bu haber elimde eskiyor falan derken, sonunda adamın ilk kez hâkim karşısına çıkışını da saptadım ve o arada, 2014 yılı Kasım ayıanda IŞİD büyük bir patlama yapmış, Irak’ta devlet ilânı var, IŞİD ilanı var vs. ve ben de Habertürk’te çalışmaya başlamıştım. Habertürk’teki arkadaşlara dedim ki: “Ya, size çok güzel bir öyküm var: IŞİD’in kuruluş öyküsü”. Nasıl? IŞİD’in kuruluş öyküsünün temelinde Irak El Kaidesi var önce; eğer El Irakî Irak’a gidebilmiş olsaydı, bambaşka bir El Kaide yaşanacaktı belki Irak’ta; o gidemediği için orada önce Ömer El Bağdadî diye bir kişi IŞİD’ in başına geçiyor, onun ardında da Ebubekir El Bağdadî geçiyor ve Ebubekir El Bağdadî de El Kaide’den kopuyor, yani Irak El Kaidesi’ni İslâm Devleti diye bir başka örgüte dönüştürüyor ve Suriye ayağını da kurup Musul ve Rakka’yı  merkez alarak bir İslâm Devleti ilânı yaptıç Bu öyküyü aslında ben böyle bir şekilde pazarladım ve insanların da hoşuna gitti; aradan da zaman geçmişti ve ben bu bilgileri o tarihte kullanabildim; bayağı güzel grafikler haritalar falan yapıldı, bu kişinin mahkemede –Guantanamo’da yargılanırken fotoğraf çekmek yasak; ama ressamlar var biliyorsunuz, gazeteci ressamlar– onun böyle beyaz cübbeli sarıklı ve sakallı yargı karşısındaki çizimini falan da bulduk, şu oldu bu oldu, bu haberi yaptık; hattâ birkaç gün yazı dizisi gibi oldu ve ben nihâyet dedim ki: “İşte, bu elimde patlamadı, kullanabildim yıllar sonra; yani yaklaşık 6-7 yıl sonra ben bunu kullandım”. Ve bu olay burada bitmedi; ilginçtir, şöyle bir şey oldu: Bir kere El Kaide üzerinde dünyada çalışan çok yer var; gazeteciler de var, birtakım araştırma kuruluşları da var. Fark ettim ki bu benim haber hızlı bir şekilde İngilizceye çevrildi; çünkü El Irakî hep biliniyordu, bir şekilde adı geçiyordu, önemli birisiydi ama hakkında çok fazla da bilgi yoktu. İlk defa bu kadar detaylı bir haber gördüler, çok somut bilgilere dayanan haber gördüler ve bu birçok yerde yayınlandı, bunu fark ettim. Daha da ilginci, daha sonra bir gün bana bir elektronik posta geldi ve dediler ki: “Biz Abdülhadi El Irakî’nin avukatlarıyız”. Şöyle ki: Guantanamo’da yargılanan herkese savunma için Amerikan ordusu avukat atıyor; bunlar genellikle bir heyet oluyor, bir ekip oluyor ve bunlar da subay oluyor. Mail’de dediler ki: “Sizin yazınız çok önemli, biz Türkiye’ye geliyoruz; zâten sizle de konuşmak istiyoruz”. Benim de ilgimi çekti; “Gelin buyrun” falan dedim; ama sonra böyle bir acayip bir şey oldu; bir garip insanlar, yani şöyle garip: Avukatlar, doğru, ama anladığım kadarıyla adamı savunmak çok umurlarında değildi; böyle çok ıvır zıvır şeyler sordular ve ben de zaten çok uzatmadım, işim var falan deyip yolladım. Bir garipti; yani sanki gerçekten savunmaları için materyel toplamaktan ziyâde transatlantik bir yolculuk yapmaya gelmiş gibiydiler. Gittiler, ondan sonra yaklaşık bir buçuk yıl sonra bir başka kişiden e-posta geldi; o da dedi ki, yine aynı şekilde: “Ben Abdülhadi El Irakî’nin savunma heyetindeyim, seninle görüşmek istiyorum”. Ben de dedim ki: “Daha önce arkadaşlarınız geldi, çok alâkasızdılar, hiçbir şey anlamadım, kimseyle görüşmek istemiyorum” deyip reddettim. Hattâ o da bunun üzerine, “Evet, zâten biz de onların ihmalkârlıklarını telâfî etmeye çalışıyoruz; bu savunmada çok büyük eksiklikler var” vs.. “Kusura bakmayın, bensiz yapın; zâten haberde her şey var” dedim; “ekstradan söyleyecek bir şey yok”. Evet, haberde her şey vardı; nasıl kullandılar ne yaptılar bilmiyorum; ama hâlâ içeride olduğunu biliyorum, hâlâ yargılanıyor. Çıkar mı çıkmaz mı? Şu anda 60 yaşında bir adam olarak Guantanamo’da Amerika’nın elindeki en değerli El Kaide militanlarından yöneticilerinden birisi olarak duruyor. 

Evet, burada tabii şöyle bir husus var: Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri ile o sıralarda –2006-2007– ABD’nin gündeminde El Kaide vardı, Türkiye’nin gündeminde PKK vardı; ABD tüm müttefiklerini, hattâ müttefik olmayan herkesi El Kaide’ye karşı mücâdelesinde kendisine destek olmaya çağırıyordu. Türkiye de ABD’yi PKK ile mücâdelesine destek olmaya çağırıyordu ve şikâyet ediyordu genellikle Ankara, diyordu ki: “Bize yeterince istihbârat, özellikle anlık istihbârat paylaşımı yapmıyor Amerikalılar; halbuki biz kendilerinin terörle mücâdelelerine çok katkıda bulunduk” diyordu. Ama detay vermiyorlardı; işte onlardan bir tanesi buydu — Türkiye’nin, Ankara’nın, “Biz fedakârlık yaptık, size de yardım ettik; ama siz bize bunun karşılığını yeterince vermediniz” derken. Başka olaylar da olduğunu tahmin ediyorum; bâzılarını da duydum, ama esas olarak en çarpıcı olaylardan birisi, bir istihbârat paylaşımının ötesinde bir operasyon yapılıyor ve önemli bir El Kaide unsuru Irak’a geçmesine izin verilmeden yakalanıyor gidiyor. Şimdi burada bir başka ilginç husus var, onunla da bitireyim: Burada bir kişi var: Abdülhadi El Irakî. Bu kişi Afganistan’dan yola çıkıyor, Irak’a gidemeden yakalanıyor ve Guantanamo’da hâlâ yaşıyor. Kaç yıl olmuş? 15 yıl olmuş. İlginç bir şekilde bunun Türkiye’deki güzergâhında kendisine yardım eden hiç kimse artık yaşamıyor ya da bildiğimiz hiç kimse yaşamıyor. Şöyle bakalım: Demin söyledim, Osman Karahan 2012 Ağustos’unda Halep’te El Kaide saflarında savaşırken ölüyor; avukat yani yaşı başı da vardı, gidiyor Halep’te El Kaide saflarında ölüyor; onun dışında, ilk bahsettiğim, El Irakî’nin İran’dan Antep’e kadar gelmesinde ona yardım eden Mehmet Yılmaz ve Mehmet Reşit Işık; bunlar da iki önemli kişi. Bunlar da 23 Haziran 2007’de, yani bu olay olduktan 8-10 ay sonra Irak’ta Kerkük’ün güneyindeki Havice kenti yakınlarında Amerikan askerleri tarafından öldürüldü. Çok ilginç, yani yaklaşık bir yıl sonra bunlar öldürüldü; meselâ Amerikan askerî sözcüsü o tarihte bu operasyonun ardından “çok önemli iki uluslararası terörist” diye bahsetti bu kişilerden. Hâdi El Türkî bir tanesinin adı –Mehmet Yılmaz’ın adı oymuş–, Mehmet Reşit Işık da yardımcısıymış. Bunlar tabii Türkiye de sadece adam kaçırma falan gibi suçlardan kısa bir süre tutuklu kalıp serbest bırakılıyorlar ve Irak’a gidiyorlar; sanki Abdülhadi El Irakî’nin yakalanmasında sorumlulukları var da bunun diyetini ödemek için gitmişler gibi, Irak’a gidiyorlar ve daha bir yıl dolmadan onlar da hayatını kaybediyor. Bir diğer olay daha var, o da çok acayip: 24 Ocak 2008’de, yani bu olayların yaşanmasından, yani Abdülhadi El Irakî’nin yakalanmasından bir buçuk yıl sonra, Gaziantep’teki evde El Irakî’yi saklayan Mehmet Polat’la oğlu Mehmet Zeki Polat Türkiye’de güvenlik güçleriyle, polisle çatışmaya giriyorlar; aynı evde onlar da hayatlarını kaybediyor, polis tarafından öldürülüyorlar. Yani bir avukat, bunları alıp Antep’e getiren iki kişi, iki de onları evinde saklayan kişi –beşi de kısa bir süre içerisinde, en geçi 2012 Ağustosu’nda– ki Osman Karahan hep söylüyor; bütün bunlara neden olan kişi ise 15 yıldır Amerikalıların elinde Guantanamo’da tutuklu bir şekilde yargılanıyor. Evet, böyle ilginç bir haber ve bu haber elimde patlayacak kullanamayacağım derken yıllar sonra geniş bir şekilde kullanabilmiş olmanın keyfini yaşamış bir gazeteci olarak, size yıllar sonra, yani haberi çıkmasından 7 yıl sonra bunları anlatıyorum. İlginizi çekti mi çekmedi mi bilmiyorum, ama İslâmcılık, Radikal İslâmcılık, El Kaide, IŞİD… bu tür konular benim gazetecilik hayâtımda çok önemli bir yer tutuyor; onun için bunları anlatmak istiyorum ve anlatırken de açıkçası keyif alıyorum. Umarım siz de bir ölçüde de olsa keyif almışsınızdır. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.