Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (49): Türkiye’ye Irak’tan iki büyük Kürt göçü (Ağustos 1988 ve Mart 1991)

Gazetecilik anılarımın 49. bölümünde yerinde tanıklık ettiğim iki Kürt göçünden izlenimlerimi anlattım. 1988 Ağustosunun son günlerindeki ilkinde yaklaşık 50 bin, 1991 Mart ayının son günlerindeki ikincisindeyse yaklaşık 400 bin Kürt, Saddam Hüseyin rejiminden kaçıp ülkemize sığınmıştı.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba. İyi günler. “Gomaşinen”in 49. bölümünde iki ayrı tarihte –birisi 1988 Ağustos sonu diğeri 1991 Mart sonu– yerinde gözlediğim, Türkiye’ye yönelik iki ayrı Kürt göçünü anlatmak istiyorum. Mâlûm, bugünlerde Afganistan’dan yeni bir göç dalgasının geldiği, geleceği gibi tartışmalar var. Daha önce Türkiye’ye Suriye’den çok büyük göç dalgaları olmuştu; yine Afganistan’dan ve Orta Asya’dan göçler de hep söz konusu. Türkiye’de çok ciddi bir göçmen meselesi de var. Ben bunların ilk örneklerinden, çarpıcı örneklerinden birisi olan Kürt göçlerinin ikisini de yerinde izledim. İlki 1988 Ağustos sonundaydı. İlginç bir şekilde, ben o sırada herhangi bir yerde çalışmıyordum; serbest gazeteciydim diyelim, Nokta dergisinden ayrılmıştım. Yunanistan’dan gelen bâzı arkadaşlarla beraber iki araba Türkiye turuna çıkmıştık; bütün Karadeniz’i geçmiştik; Karadeniz’den, benim memleketim Hopa’dan Şavşat, Ardahan diyerek aşağıya indik ve Diyarbakır’a kadar gittik, Diyarbakır’dan da İstanbul’a geri döndük. Bu arada, biz Diyarbakır’dayken, tam Ağustos sonu Diyarbakır’da bir şeyler konuşuluyordu, bir hareket vardı; ama tam ne olduğunu anlamadık. İstanbul’a varınca, o tarihte yanılmıyorsam Cumhuriyet gazetesinde bir gazeteci Kürt Peşmergelerin Türkiye’ye doğru kaçtıkları yolunda bir haber yazdı, ama doğrulanmamıştı; kısa bir süre içerisinde bu haber doğrulandı. 

Olay şuydu: “Enfal” adı verilen, Saddam Hüseyin’in Kürtlere yönelik uzun zamandır süren bir tür imhâ operasyonu söz konusuydu; bunun zirvesi 16 Mart 1988’de Halepçe Katliamı’yla olmuştu; orada kimyasal silâh kullanılmıştı biliyorsunuz, çok sayıda Kürt sivilin hayâtını kaybettiği bir olaydı. Bundan birkaç ay sonra, Halepçe Katliamı, KYB bölgesinde yani İran sınırına yakın bir bölgede olmuştu. Ama bundan birkaç ay sonra Ağustos ayında bu sefer KDP’nin, yani Barzani’nin güçlü olduğu bölgede Peşmergeler ve Peşmerge âilelerine yönelik saldırı olunca, yeni bir kimyasal saldırı endîşesiyle binlerce kişi Türkiye’ye kaçtı –yaklaşık 50 bin kişi olduğu söyleniyor– ve bunların Türkiye’ye girmek istediği o tarihte başbakan olan Turgut Özal’la Genelkurmay’ın arasında sorun çıktığı söylendi. Turgut Özal’ın Washington’ın desteğini alarak Kürtleri Türkiye’ye kabul ettiği söylendi kulis bilgisi olarak ve galiba bu da doğruydu. Özal’ın Kürtlere yönelik attığı ilk ciddî adımlardan birisi olarak kayıtlara geçti bu. Bu kişiler üç ayrı yere yerleştirildiler; birisi Diyarbakır’da yapılmış olan ama sorunlu olduğu için halka dağıtılmayan sosyal konutlardaydı, bir diğer grup yine benzer bir şekilde Muş’taki sosyal konutları yerleştirildi, bir bölümü de Mardin Kızıltepe’de yapılan çadırkentlere yerleştirildi. 

Ben o tarihlerde, dediğim gibi İstanbul’a döndükten sonra serbest çalışıyordum ve Fransa’nın  en önemli ikinci kanalı olan Antenne 2’den –“ikinci kanal” diyelim–, oradan gazeteciler beni buldu ve Diyarbakır’a gitmek istediklerini, benim onlara mihmandarlık yapıp yapamayacağımı sordular — kim aracılığıyla bulduklarını hatırlamıyorum; ama Fransızca konuşan ve Türkiye’deki Fransız gazetecileri tanıyan birisiydim, işim de yoktu ve olayı da görmek istiyordum açıkçası. Tamam dedik atladık gittik Diyarbakır’a uçakla ve Diyarbakır Kızıltepe’de sosyal konutlardan dönüştürülen o kampa gittik, bayağı röportajlar yaptık ettik, bayağı bir çalıştık. Türkiye’den de çok sayıda gazeteci geliyordu, yurtdışından da çok sayıda gazeteci geliyordu ve çok ciddî bir denetim vardı. Özellikle güvenlik güçleri ve istihbârat birimleri bayağı hareketliydi. 

O tarihlerde, 1988 sonunda Diyarbakır’ın en gözde kalma yeri Turistik Otel’di. Hemen hemen bütün gazeteciler Turistik Otel’de kalıyorduk; akşamları çok büyük masalar kuruluyordu, herkes berâber orada yiyip içiyordu ve tabii ki masalara bizleri kontrol etmek isteyen birtakım devlet görevlileri de –kendilerini genellikle öğretmen olarak tanıtıp– oturuyorlardı böyle. İlginçti; onların öyle olduğunu tabii otelde çalışan birtakım personelden öğreniyorduk; böyle ilginç bir atmosferdi. Bütün gün kamplarda çalışılıyor, filmler çekiliyordu; kameralar şimdiki gibi cep telefonları vs. dijital değil, bayağı ekipler hâlinde gidiliyordu. Benim gittiğim ekipte bir muhâbir, kameraman ve sesçi vardı; öyle çalışıyorlardı, bayağı yoğun bir şekilde çalıştık. Daha sonra benim eşlik ettiğim ekip Ankara üzerinden aktarmalı dönecekti ülkelerine; Ankara’ya gittik, ben onları Ankara’da havaalanından uğurladım ve bu arada bana dendi ki, bu sefer Fransa’nın birinci kanalı TF1 –yani çok daha büyük bir kanal– oradan bir ekip geliyormuş ve mihmandar arıyorlarmış. Aslında çok istemedim, çok yorulmuştum; ama bir şekilde paraya da ihtiyâcım vardı. Sonuçta yine bir muhâbir, bir kameraman ve bir sesçiyle berâber, Ankara’da havaalanından bir araç kiraladılar, onlar kullandılar, ben araba kullanmayı pek beceren birisi değilim. Gece geç saatte Diyarbakır’a gelip, yine tabii ki Turistik Otel’e yerleştik. 

Bu sefer bir farklılık vardı; çünkü en çok konuşulan husus burada da bir kimyasal saldırının olup olmadığıydı. Röportaj yaptığımız herkes bize kimyasal saldırı olduğunu söylüyorlardı, târif ediyorlardı; ama kanıt yoktu ve bu gelen ekip, yanılmıyorsam İsviçre’de kimyasal silah konusunda uzman bir laboratuvarla anlaşıp gelmişlerdi ve birtakım kanıtlar toplayarak o laboratuvara götürüp ondan sonra tahliller yapıp, olup olmadığının haberini yapacaklardı ve bir anlamda “atlatacaklardı”. Dolayısıyla benden bu konuda birtakım delilleri bulmamızı istediler. Yani üzerinde çalışılabilecek hususlar; bu da nedir? Yaralılardan birtakım tahlillerin –kan ya da idrar bilemiyorum– şimdi alınmasıydı. Kamplarda bunu yapmanın imkânı yoktu; çünkü kamplarda zaten herkes sağlamdı ve çok sıkı bir denetim vardı. Hastânelerde olabileceğine karar verdik; ama hastânelerde de çok sıkı denetim vardı. Fakat bir şekilde Diyarbakır’da olan tanıdıkları aracılığıyla hastânelerden bu istenen tahliller alındı — tabii ki gizli bir şekilde alındı, orada çalışanlar sâyesinde alındı ve ben bunları birinci kanalın (TF1) muhâbirine teslim ettim; onlar da İsviçre’ye yolladılar ve bir süre sonra cevap geldi. Yani onlar döndükten sonra geliyor tabii cevap; bana da haber verdiler: Kimyasal silâh çıkmamıştı, yani en azından kimyasal saldırıya mâruz kaldıklarını söyleyip hastânede yatan kişilerden alınan tahlillerde kimyasal bir bulgu çıkmamıştı; ama bir korku vardı, Halepçe gerçeği vardı, insanlar kaçmışlardı ve bu, her şey bir yana, siyâsî olarak çok önemli bir hâdiseydi: Kürtler toplu olarak geliyor; özellikle de Türkiye’de belli kesimler tarafından hep düşman olarak tanımlanmış, hep öcü olarak gösterilmiş Barzani’nin, Talabani’nin Peşmergeleri ve Peşmerge âileleri — yani sıradan insan her türlü insan değil; daha çok Saddam’a karşı mücâdeleye angaje olmuş kişiler, yani bir anlamda askerler kaçmıştı, askerler ve âileleri. Özal burada bir tepkiyi göze alarak bunu Amerikan desteğiyle yaptı. 

Bu olaydan bir süre sonra Irak’ın kuzeyinde “uçuşa yasaklı bölge” ilan edilmesiyle bu kişiler daha sonra Türkiye’den ülkelerinin topraklarına döndüler. Bir diğer olay, daha büyük bir olay, 1991 Mart sonunda yaşandı: Mâlûm, Birinci Körfez Savaşı, Kuveyt’in işgali vs., Baba Bush… 16-17 Ocak 1991’de Irak bombalanıyor ve bundan yaklaşık iki ay sonra, 4 Mart 1991’de kuzeyde Kürtler de bir ayaklanmaya geçiyor; yani Amerikan saldırısının ardından bunu bir fırsat olarak görüyorlar ve bunun ardından da Saddam Hüseyin’e bağlı birlikler çok büyük bir harekâta giriştiler ve 1991 Mart sonunda yüz binlerce diyebiliriz –ki yaklaşık rakam 500 bine yakın insan– bu sefer Peşmergeler ve âilelerinin değil her türlü insanın kaçtığı bir olay yaşandı. O tarihte iki bölgeden gelip Şırnak ve Hakkâri’ye sığındılar bunlar. O tarihte aldığım notlara bakıyorum: Şırnak’ın nüfusu 260 bin civarıymış, bir o kadar sığınmacı gelmiş. Hakkâri’nin nüfusu 175 bin civarıymış, ondan daha fazla, 200 bine yakın mülteci ya da göçmen geldi ve bu sefer içeriye alınmayıp sınırda tutuldular. 

Benim buraya gitmemin ilginç bir öyküsü var: Tabii bu olanları duyduk, ama ben yine herhangi bir yerde çalışmıyordum; o sırada Paris’te araştırmacı bir arkadaşım Semih Vaner — rahmetli oldu, nur içinde yatsın. Çok sevdiğim, benden yaşça büyük bir ağabeyimizdi, çok değerli birisiydi. Fransa’da yıllarca Türkiye ve Akdeniz üzerine çalışmalar yapardı ve CEMOTI (“Doğu Akdeniz ve Türkiye-İran Dünyası Üzerine Çalışma Defterleri”) adında bir düzenli dergi çıkartırdı. Semih Türkiye’ye gelmişti; benimle bir yemek yedi, beni birisiyle tanıştırdı: İlginç bir olay, BernardKouchneradında bir doktor vardı, bu Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’nün kurucusu olan bir doktor ve uzun bir süre Irak’ta Kürdistan’da gönüllü doktorlarla beraber çalışmış, Fransa’nın önde gelen Kürt savunucularından birisi. Ve o tarihlerde Mitterrand yönetiminde yeni bir bakanlık kurulmuştu: İnsan haklarını gözetme gibi, İnsânî İşler Bakanlığı gibi bir bakanlık ve Bernard Kouchner  onun başına geçirilmişti. Bunun ardından da, onun bakan olmasından kısa bir süre sonra da, çok iyi bildiği bir konu olan Kürtleri doğrudan ilgilendiren bir insânî trajedi yaşanıyordu ve Bernard Kouchner bu trajedi hakkında kendisine rapor hazırlaması için bir kişiyi görevlendirmiş bakanlıktan. Bu kişi aslen Dışişleri Bakanlığı personeli olan birisiymiş. Semih Vaner bana dedi ki: “Ya, işte bunun oraya gidip rapor yazması lâzım; ama içeriye girmesi sorun olur vs., sen ona mihmandarlık yapar mısın?” dedi. “İyi” dedim. Ben de gidip görmek istiyordum zâten. Diyarbakır’a kadar uçtuk; Diyarbakır’da bir taksi kiraladık, şoförüyle berâber ve gittik. Bu arada bu şahıs, Fransız diplomat, bana sürekli olarak –yani Fransızları bilenler bilir; hele diplomatlarını…–, sürekli olarak bana, “Sakın benim diplomat olduğumu söylemeyin, sakın benim diplomat olduğumu söylemeyin” diyor. “İyi” diyorum ben de ve Hakkâri’nin girişinde çok ciddî bir çevirme var; güvenlik güçleri, sivil güçler ve tabii ki bizi de çevirdiler: “Hayrola? Nereye gidiyorsunuz?” Zâten gazeteciler gitmeye başlamış. Ben çıkartıp kimliğimi gösteriyorum, gazeteci olduğumu söylüyorum; bir baktım yanımdaki diplomatik pasaport çıkarttı. Neye uğradığımı şaşırdım. Bana o kadar süre “Benim diplomat olduğumu söylemeyin” vs. diyen kişi… Bunun üzerine, diplomatların bir yerden bir yere gitmesi için galiba izin almaları falan gerekiyormuş; ben dedim ki: “Herhalde buradan içeriye giremeyiz”. İşte, ben dilim döndüğünce anlattım; bu aslında doktordur şudur budur falan bir şekilde, ya iknâ ettim ya da çok büyütmek istemediler, bizim geçmemize izin verdiler. 

Biz orayı geçtik; gittiğimiz Hakkâri’de bir iki tane otelde bir yığın yabancı ve Türk gazeteci de var ve ondan sonra o çok kötü, olağanüstü kötü şartlarda insanlar, beş derecenin altında Mart sonu ve aç susuz –öyle diyeyim–, tamâmen yardımlarla yaşadılar. Ve uzun bir süre uluslararası yardım gelmedi. Türkiye gerçekten bu insanlara sâhip çıktı; ama stratejik nedenlerle içerilere girilmesine izin verilmedi; askerler bu yüzbinlerce kişiyi belli noktalarda tuttular ve çok acıydı. Hattâ şunu dediğimi hatırlıyorum kendi kendime: “Herhalde hayâtımda bir daha böyle büyük bir trajediye tanık olmam”. Çok duygulandım; bir önceki, 88’deki olay da çok etkileyiciydi, ama orada yine daha meskûn yerlere yakın yerlerde kurulmuş, daha düzenli evlerde kalıyorlardı, çadırkentlerde kalıyorlardı vs.. Ama burada çok farklı bir durum vardı; çok kötü, olağanüstü şartlardaydılar; çok ciddî güvenlik sorunu vardı ve işin acısı gazeteciler vardı. Orada yaptığım işten büyük ölçüde tiksindiğimi hatırlıyorum. İnsanların büyük bir kısmının –yerli yabancı fark etmiyor–, meslektaşlarımın oradaki tutumları vs. beni insânî olarak çok rahatsız etti; hepsi değil tabii ki, ama insânî olarak çok rahatsız etti, onu hatırlıyorum, yani çok moral bozucuydu. 

Bu arada benim diplomat, genellikle olay yerlerine gitmek yerine, otelde yabancı gazetecilerden bilgi almayı tercih etti; acayip bir adamdı, bir kere zahmet edip geldi. Bir de işin başka bir acı tarafı, bizi götüren taksi şoförü ve başka taksi şoförleri de bir şekilde kendi aralarında konuşup ederek, anlaştığımız fiyatları birdenbire acayip yukarıya çıkarttılar. Yani diyelim ki günlüğü bin liraya anlaşmışken, üç bin lira dediler. Hakkâri’ye gelmişsiniz ve hattâ bizim anlaştığımız şoför –adı hâlâ aklımda, ama söylemeyeyim–, arabasının lastiklerini de yenilememiz gerektiğini falan da söylemişti. Ben çok kızdım, ama sonuçta parayı ben vermiyordum. Diplomatla bir şekilde anlaştılar ve diplomat Diyarbakır’a döndü ve gitti ben bu arada başka bir gazeteci grubunu bekledim, onlar geldi, Fransız gazeteciler, onlarla yine gezdik ettik vs.. Sonra ben de onlarla berâber Diyarbakır’a döndüm. 

O sırada ilginç bir şekilde, tam ben Diyarbakır’dayken, Amerikan Dışişleri Bakanı –James Baker olması lâzım o tarihte– Türkiye’ye Diyarbakır’a geldi ve yine o tarihteki Türkiye’nin Dışişleri Bakanı –bunları kontrol etmedim, ama yanıldığımı sanmıyorum– Ahmet Kurtcebe Alptemuçin olsa gerek, onunla buluştu. Nerede buluştu? Diyarbakır’da havaalanında buluştu; biz de bir grup gazeteci orada onları izlemeye gittik. Hep aklımdadır; orada yaşadıklarımı, ayrılmış olmama rağmen Nokta dergisindeki arkadaşlara söylemiştim, “Yazayım mı?” diye. Yazmamı istemişlerdi, yazdım ve Nokta dergisi almıştım, unutmuyorum, rulo yapıp ceketimin iç cebine koymuştum ve orada izliyoruz: Ahmet Kurtcebe Alptemuçin, James Baker’in uçağı gelmiş, uçağın da hepsi güneş gözlüklü korumalar vs.. O ve yanında Dışişleri Müsteşarı –birazdan gelir aklıma– onunla berâber biraz bekletildikten sonra içeri alındılar, sonra kısa bir basın açıklaması yaptılar. Bu arada onlar basın açıklaması yapmadan önce, Baker’in korumalarından iki kişi beni hemen arkadan yakaladılar ve meğer uzaktan bakıp benim o Nokta dergisinden kıllanmışlar, üstümü aradılar. Ben de onlara, “Ne yapıyorsunuz? Ben Türk gazetecisiyim” falan diyorum; ama tek kelime bile etmediler, sonra bir şey olmadığını anlayınca bıraktılar — onu da iyi hatırlıyorum. 

Sonra Diyarbakır’da, bu sefer 1991’de, artık Turistik Otel gözden düşmüştü; Demir Otel bayağı prim yapıyordu. Uzun bir süre hep Demir Otel oldu; şu anda hangisidir bilmiyorum, ama Demir Otel o tarihlerde çok gözdeydi. Demir Otel’de kalıyordum ve dönecektim. Agence France-Press’in Ankara’daki Türkiye merkezinin şefi –ki kendisini tanıyordum–, onunla karşılaştım. O bana, “Ne yapıyorsun, ne ediyorsun?” dedi. “Döneceğim” dedim. “Ya” dedi, “bir arkadaşım geldi, çok sevdiğim bir meslektaşım, onu tekrar Hakkâri’ye götürür müsün? Ben dedim ki: “Vallahi istemiyorum, bıktım, lânet olsun” falan dedim; ama sonra da beni tanıştırdı. Yemekte, oturuyoruz, Jean-Marc Gonin –sonra iyi arkadaş olduk– ona anlattım, dedim ki: “Ben gazeteci milletinden nefret ediyorum”. O da bana “Haklısın” dedi vs.., baktım kaçamıyorum, parayı iyice yükselttim. “Tamam” dedi ve mecbur kaldım, Jean-Marc’la gittim ve bir kere daha bir tur daha attık. O acıları bir kere daha gördüm. Bu insanlar gerçekten çok kötü durumdaydılar; onları tekrar yaşadık. Ondan sonra ben Türkiye’ye döndüm. Çok büyük bir acıydı. “Gomaşinen”de İsrail-Filistin’i anlattığımda hatırlayacak olanlar vardır, yıllar sonra Gazze’ye gittiğimde Fransız Kültür Merkezi’nde karşıma Jean-Marc Gonin çıktı. Onun sâyesinde, anlattığım gibi Gazze’deki birçok işi onun sâyesinde, onun mihmandarıyla berâber yapmıştım. Böylece Jean-Marc Gonin’le orada tanışmış olmanın da bir hayrını çok ciddi bir şekilde gördüm. 

Çok acı bir olaydı; ikisi de çok ayrı ayrı acı olaylardı, özellikle ikincisi çok ayrı bir olaydı. Bana Kürt meselesi konusunda sık sık yazıyor olmamdan, bu sorunun çözümü için ısrarcı olmamdan şikâyet eden bâzı izleyiciler, dinleyiciler oluyor; ama bütün bu yaşanmışlıklar, zâten benim hep, daha ortaokul yıllarından itibaren âşinâ olduğum Kürt meselesini çok daha yakından görmeme neden olan iki büyük çarpıcı olaydır. Bunları aklımdan çıkartmam mümkün değil. Bu mültecilik meselesi başlı başına bir konu, dünyanın en önemli sorunlarından birisi hâline geliyor. Buralarda yapılan ayrımcı, hattâ yer yer ırkçı yaklaşımlarla da öteden beri hep bir sorunum oldu, olmaya da devam edecek umarım. Her ne olursa olsun insânî nedenlerle, hayatlarını kurtarmak için, ayakta kalabilmek için topraklarını terk etmek zorunda kalan insanlara karşı her zaman vicdanla yaklaşmanın en doğru olduğunu düşünüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.