Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (50): ABD’nin Irak işgali arifesinde Bağdat’tan izlenimler (Şubat 2003)

Gazetecilik anılarımın 50. bölümünde, Vatan Gazetesi adına, foto muhabiri arkadaşım Burak Kara ile 2003 yılının Şubat ayında, yani ABD işgalinin hemen öncesinde gittiğimiz Irak’ta yaşayıp gördüklerimizi ve hissettiklerimi anlattım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen’in” 50. bölümünde Amerikan Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgalinin hemen arifesinde Irak’ta, daha doğrusu Bağdat’ta yaşadıklarımı anlatmak istiyorum. Açık söylemek gerekirse, bu olayla ilgili hâfızam çok kötü; bunu anlatmak istiyordum, ama birçok şey hâfızamdan silinmişti. Ama bereket benden daha genç ve hâfızası taze olan foto muhâbiri arkadaşım Burak Kara’dan yardım istedim; o bana bayağı güzel notlar da geçti ve onun notlarını okuyunca, hakîkaten böyleydi dediğim çok olay oldu. Meselâ bize bir mihmandar verildiğini ve hep yanımızda olduğunu unutmuşum. Çünkü mihmandar –sonra, düşününce hatırladım– genellikle bizim çalışmamızı değil de çalışmamamızı sağlamaya çalışan bir arkadaştı, neyse. Olay şu: Vatan gazetesinde çalışıyorum, çalışıyoruz ve 11 Eylül’ün ardından önce Afganistan’a gidilmişti, daha sonra sıra Irak’a geliyordu. Irak işgal edilecekti — El Kaide bahanesiyle, ki sonradan anlaşıldı zâten El Kaide ile Saddam Hüseyin bağlantı iddialarının asılsız olduğu, ama bir işgal olacağı belliydi. Gazete de bizi, Burak’la beni Irak’a yolladı. 

Türkiye’de izinler alındı, gittik Bağdat’a. Bağdat Havalimanı uçuşlara tam kapanmamıştı; ama Türkiye’den direkt de gidiş yoktu. Biz önce Amman’a (Ürdün) gittik, oradan geçtik Bağdat’a. Tarih: 10 Şubat 2003, İstanbul-Amman uçuşumuzdan sonra, bir ucuz bir otel bulmuştuk Amman’da, iki gece orada konakladık; çünkü uçağımız 12 Şubat’taydı. Bağdat’a uçtuk. Amman’dan aklımda çok fazla bir şey kalmamış; zâten orada sâdece günleri geçirdik. En büyük heyecan tabii ki Irak’a gidişti, Bağdat’a varıştı. Gitmeden önce Irak’la ilgili bir yığın bilgi toplamıştım. Bu bilgileri de –hâlâ öyledir herhalde, ne zamandır bakmıyorum– Amerikan Merkezî Haberalma Teşkilâtı CIA’in herkese açık internet sitesinde ülke bilgileri vardır, yani nüfusundan tarım üretimine vs.’sine kadar her türlü bilginin olduğu, siyâsî partilerin tarihi olan bilgi notları vardır ülkelerle ilgili. Irak’la ilgili de oradan foto kayıt yapıp çıkış almıştım, onları bayağı bir okumuştum, notlar almıştım. Amman Havalimanı’nda, hatırlıyorum, ne olur ne olmaz bunlara bir şekilde bakarlar ve CIA’i görürler ve anlatamam diye onların hepsini son dakika uçağa binmeden önce teker teker çöpe attığımı hatırlıyorum.

Neyse, Bağdat’a vardık; Bağdat’a vardığımızda gazeteci olduğumuzu tabii ki söyledik ve bizi çoğu bıyıklı, irikıyım, yaşları genellikle otuzun üzerinde olan üniformalı kişiler karşıladı. Tabii kafamızda şöyle bir şey vardı: Saddam hep böyle bir direnmekten bahsediyor; çok büyük bir direniş olacak, Saddam’a bağlı insanlar var, bunlar son kanlarının son damlasına kadar direnecekler falan… sert bir atmosferle karşılaşacağımızı düşünüyorduk ve havaalanında bunun ilk başlangıcı olarak karşımıza çıktı. Havalimanı’nda “Down USA” (Kahrolsun ABD) yazısıyla karşılandık hepimiz; bu bir bayrak, bunun üzerine basarak içeriye geçiyorsunuz pasaport kontrolüne. Bavullarımızı aldık ve hepimiz ekipmanlarla birlikte didik didik arandık. Bir uydu telefonları vardı, bilgisayarlar… bunların hepsinin seri numaralarını daha önceden vermiştik zâten Ankara’daki büyükelçiliğe. Bunlar kontrol edildi, uydu internet Irak’ta kullanımı yasak listesinde olduğu için mühürlendi; ama daha sonra Burak, ben ayrıldıktan sonra ve işgal başladığı zaman, o mührü açıp bunları kullanmış. Bizim o tarihte buna çok fazla ihtiyâcımız olmamıştı. Girdik ve bizi bir odaya aldılar. Sorgulayacaklar ve bizi sıkıştıracaklar diye bekliyorum; hiç de öyle bir şey olmadı. Bütün hikâye, açıkçası rüşvet, yani bahşiş. Artık neyse, bunu istediler. Neye uğradığımı şaşırdım; kafamdaki imajla daha ilk anda orada bunu görünce, yani böyle kanının son damlasına kadar savaşacak milliyetçi Iraklılar beklerken, böyle “Ne koparırsam kârdır” diye düşünen, benim her birinde bir potansiyel direnişçi gördüğüm insanlar bizden para koparmak istediler ve bir ölçüde de kopardılar. 

Daha sonra bir otele yerleştik; nispeten lüks bir oteldi: Koral Otel. Orada NTV’den Yunus da vardı, kameraman arkadaşı İlker’le berâber. TRT ekibi de oradaydı; başka yabancı ekipler de vardı. Tabii orada en büyük îtibârı Amerikan televizyonları görüyordu. İşin acı tarafı da, bu Amerikan işgali beklenirken, CNN başta olmak üzere Amerikan medyası bayağı bir ilgi görüyordu. Önce ilk iş olarak 13 Şubat’ta Enformasyon Bakanlığı’na gittik, basın kartlarımızı aldık; her yerde onları boynumuza takmak zorundaydık ve daha sonra gazetecilerin olduğu bir yerde, çadırların falan olduğu bir yerde diğer gazetecilerle birlikte herkes bir şeyler yapmaya çalışıyordu ve bunlar, genellikle hep bize verdikleri mihmandarlarımızın yanında ve genellikle de resmî programları takip etmek şeklinde oluyordu. Yani bir yerde diyelim ki Baas Partisi’nin önde gelen isimleri bir açılış yapıyor ya da bir törende konuşuyor, oraya gidiyorduk, orada görüntü alıyorduk vs. böyle şeyler. 

Bu arada Türkiye’den “canlı kalkanlar “gelmişti. O günleri hatırlayanlar olacaktır; bunlardan birisi, şimdi bizde Medyascope’ta yorum da yapan ve “Adını Koyalım”da berâber tartıştığımız Ayşe Çavdar’dı. Bir başkası, Fatma Bostan Ünsal’dı; kendisi AKP kurucusuydu. Fatma Bostan’ı biliyordum, ama ağabeyi Osman benim çok yakın arkadaşımdı. Fatma Bostan’la da orada karşılaştık. Bir diğeri, Nil Demirkazık olması lâzım; o tarihte sosyal medya yoktu, ama medyada çok öne çıkan bir kadındı, o da bir şekilde oraya gelmişti. Onu da otelde gördüğümüzü hatırlıyorum ve burada haberler yapmaya çalıştık. Bekliyorduk açıkçası; çok fazla haber yapma imkânı yoktu. Genellikle diğer gazetecilerden alıyorduk; arada gittiğimiz yerlerde o protokolleri çekiyorduk vs.. 

Açıkçası, can sıkıcı bir işti ve çok tedirgin edici bir işti. Ben hiçbir zaman savaş muhâbiri olmadım, olmak da istemedim; ama savaş muhâbiri olan arkadaşlarımı hep takdir ederim. Bunun örnekleri vardır — ki Burak bunlardan birisiydi. Zâten öyle anlaşmıştık: Ben belli bir süre kalacaktım, biraz kalıp dönecektim; Burak ise kalmaya devam edecekti —ki nitekim kaldı. O 28 Mart’ta dönmüş; yani bakarsak: 10 Şubat’tan 28 Mart’a, neredeyse iki ay geçirmiş. Ben daha Şubat ayı bitmeden döndüm; herhalde bir hafta on gün kaldım, tam emin değilim. Çok sıkıcıydı, ama bir ülkenin ne hâle geldiğini çok çıplak gözle gördüğümüz bir yerdi. Özellikle yabancı gazeteciler merkezinde, işgal etmesi beklenen Batı ve ABD’nin orada bile belli bir ölçüde psikolojik tahakkümü çok şeyi anlatıyordu. 

Daha o sıralarda Şiilik meselesi, El Kaide meselesi şunlar bunlar çok fazla gündemde yoktu. Olay çok basit bir şekilde ABD’yle, OğulBush’la Saddam arasındaki bir meseleydi. Her an olabilecek olan, gelmekte olan işgali beklemekti, savaşı beklemekti ve savaş başlayana kadarki süre açıkçası çok can sıkıcıydı. Ben işte o can sıkıcı döneme denk geldim. Savaş başladıktan sonraki kısım sıkıcı olmayabilir; ama çok ürkütücüydü herhalde. Orada olmadığıma da açıkçası minnettarım, yani memnun kaldım. Orada kalmak istemezdim ve kalmadım da zâten. Meselâ nereleri gezdirdi bize? Bir hastâneyi, okulları, petrol rafinelerini, ilk Körfez Savaşı’nda vurulmuş bir sığınağı, camileri vs. gezdik. 

Bizim istediğimiz şeylere mihmandar genellikle “Bakarız ederiz” diye cevap verdi; ama ya üstlerinin onay vermesi durumunda kabul ediyordu ya da geçiştiriyordu. Ama zâten haber yapılacak çok fazla bir şey yoktu. Çünkü olağanüstü bir hal vardı; böyle gidip sokaklara karışıp halkla röportaj yapmak, her istediği kapıyı çalmak, Iraklı gazetecilerle konuşmak falan gibi imkânlar yoktu — belirli bir çizili alan içerisinde kalıyorduk. Yemek yemeye büyükelçilik personelinin de gittiği bir restorana gidiyorduk; içki de içiliyordu, orada başka gazeteciler de vardı. Ve burada benim için en çarpıcı olan: Savaştan bahsediyoruz, savaşı görememiş birisiyim, ama o bekleme ânının sıkıntısını yaşamış birisiyim. Bana en acı gelen olay şu oldu: 

Normal şartlarda öyle bir uygulaması vardı Enformasyon Bakanlığı’nın, her yabancı gazeteci kaldığı gün başına belli bir miktar para ödemek zorundaydı. Her neyse, onların bize sunduğu ya da sunduğu söylenen hizmet karşılığı az buz bir para değildi ve ülkeyi terk etmeden önce o parayı ödediğinize dâir bir belge almak zorundaydınız ve ben gitmeden önce o belgeyi almam gerekiyordu. Kaldığım günün karşılığında, işte, diyelim ki bin dolar vermem gerekiyordu. O arada tanıştığımız diğer yabancı gazetecilerin içerisinde oraya çok vâkıf olan insanlar vardı. İşte, gideceğimi söyledim, belge alacağımı falanç “Ne yapacaksın? Ne kadar vereceksin? Parası neyse vereceğim” dedim. “Olur mu öyle şey? Sakın öyle bir şey yapma!” falan dediler. Önce anlamadım, gerçekten anlamadım. Dediler ki: “O kadar para verilir mi?” “Ya” dedim “kural bu, öyle yazıyor; işte, yönetmelikte böyle”. “Sen deli misin, aptal mısın?” falan dediler. “Eh kaç para vereceğim?” Şimdi rakamları hatırlamıyorum, ama ben bin düşünüyorsam onlar kırk dolar dediler. Yani bu kadar büyük bir fark nasıl olacak? “Çok basit” dediler, o imzayı verecek olan kişiye gideceksin. Gittik, bir masada bir adam oturuyor; hattâ parmaklarında bir sorun vardı, tırnakları mı yoktu öyle bir değişik bir şeydi; gittim “Ben” dedim, “işte şey yapacağım, ülkeyi terk ediyorum”. “Ne kadar kaldın?” “Şu kadar kaldım, işte”. Adam parayı söyledi, dedim “Yok ya, o kadar para vermem” dedim; ben bana söyledikleri parayı verdim, kırk dolar ya da elli dolar her neyse, adam önce îtiraz eder gibi oldu. Ben “Ya, yanımda başka yok” falan dedim. Hâlâ gözümün önündedir: O parayı aldı, çekmeceyi açtı, içine attı, damgayı vurdu verdi. Yani devletinin talep ettiği bin doları alabilir miydi? Aslında beni diğer gazeteciler, yabancı gazeteciler, Batılı gazeteciler uyarmasaydı, ben o parayı bir şekilde verecektim — uyardılar vermedim. O kişi de, rakamları tekrar söylüyorum, bire bir aynı değil ama oran böyleydi: Gerçekten bin dolar yerine kırk doları kabul etti, bana o damgayı verdi; ben de o parayı, yani diğer kalan parayı orada kalacak olan arkadaşım Burak’a bıraktım.

Sonrasında tekrar uçağa biniyorum; üzerimde çok çok az bir para kalmış, çünkü hepsini Burak kalacağı için ve ihtiyacı olacağı için ve de ayrıca para göndermek zor olacağı için bütün paralar Burak’ta kaldı; benim üzerimde ya hiç ya da bir yerden bir yere gidecek kadar para kaldı. Bu sefer Amman’a gideceğim ve Amman’dan direkt Türk Hava Yolları’yla döneceğim öyle bir şekilde gidiyorum. Bağdat Havaalanı’na geldik; hani olur ya, gösterirsiniz bavulunuzu ve bagaja alırlar; bavulum orada duruyor, bir tâne genç bir adam var çocukla adam arası yaşı ufak. Gösterdim, hareket etmiyor; gösterdim, hareket etmiyor. Neye uğradığımı şaşırdım. “Ya, işte bu!” falan diyorum; bir de dil falan da bilmiyor. Tabii anladım ki para istiyor ve inanın üzerimde para yoktu; yani orada ağlamam geldi, yani açık söylüyorum ağlamam geldi. Neye uğradığımı şaşırdım; ama işte neyse sonuçta bir şekilde nasıl hallettim şu anda inanın hatırlamıyorum, o ânı çok iyi hatırlıyorum da gerisinin nasıl olduğunu hatırlamıyorum. 

Ondan sonra bindim uçağa Ürdün’e, Amman’a gittim; Amman’dan Türkiye’ye dönerken de, konuyla alâkası yok ama, orada Tebliğ Cemaati’nden, Türkiye’den Ürdün’e tebliğe gitmiş insanlarla uçakta karşılaştım. Yani nasıl oluyor? Bu Tebliğ Cemaati apayrı bir cemaat, belki onunla ilgili bir “Gomaşinen” yapmakta da yarar var; çünkü Pakistan’daki merkezlerine de gitmiştim. Pakistan’ı anlatırken onu anlatmamıştım. Tebliğ Cemaati’nden bu insanlarla uçakta karşılaştım, beni tanıyorlardı. Değişik bir cemaatti, onlarla bayağı bir sohbet ettik; açıkçası Irak’ın işgali falan çok da umurlarında değildi, onlar zâten Müslüman olan bir ülkeye gidip orada İslâm’ı tebliğ ediyorlardı, o da ilginç bir vakaydı. 

Ve ben oradan Türkiye’ye çok kırık döndüm açıkçası; yani yola çıkıştaki düşüncelerimle, beklentilerimle, orada yaşadıklarım arasında dağlar gibi fark vardı. Ondan sonra Irak’a, Irak’ın kuzeyine defâlarca gittim; Çözüm Süreci bağlamında Süleymaniye’ye, Erbil’e, Kandil’e, birçok yere gittim, o ayrı; ama Bağdat’a bir kere günübirlik olarak Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğundaki bir ziyâretinde gittim; hâlâ olağanüstü koşullar vardı. Tabii işin özellikle ilginç tarafı, olmayan El Kaide için işgal edilen Irak’ta işgal nedeniyle (yüzünden ya da sâyesinde, nasıl isterseniz) El Kaideciler yarattı Amerikalılar; yani El Kaide’yle ilişkisi yoktu, işgal ettiler, özellikle Saddam yanlıları içerisinde, yani ülkenin sayıca az olan ama iktidârı Saddam döneminde büyük ölçüde kontrol eden ve işgal sonrasında imtiyazlarını kaybeden Iraklı Sünni Araplar içerisinde çok güçlü bir El Kaide olayı çıktı ve sonra bu da IŞİD’e dönüştü. Bbu da acayip bir olay olarak tarihe geçti. Orada gerçekten emperyalizmin nasıl bir şey olduğunu ve emperyalizmle mücâdele iddiasındaki rejimlerin çok sağlam temellere oturmadığı zaman, demokrasiden yoksun olduğu zaman, yozlaşma ve yolsuzluk egemen olduğu zaman, nasıl ona karşı direnç gösteremediğine de bir ölçüde tanıklık ettim. Ben oradayken savaş başlamamıştı; ama benim orada tanık olduğum kadarıyla Irak’ın o savaşı kazanmasının imkânı yoktu. Amerika Birleşik Devletleri kazandı mı? Onlar da kazanmadı. Olan bir ülkeye oldu ve ben de bunun bir ânına, bir kesitine, en önemli ânı olmasa da arifesine tanıklık ettim. Umarım bir daha böyle tatsız bir tanıklık yaşamam. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.