Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İklim değişikliğinin bilimi: Büyük sorulara kesin cevaplar

İklim krizi, küresel ölçekte sel felaketlerine, daha şiddetli fırtınalara, buzulların erimesine, deniz seviyesinin yükselmesine, yeni göç dalgalarına sebep oluyor. İklim krizinin yaşattıkları, tabii ki bunlarla sınırlı değil. Üzerinde durulması gereken en temel konu, küresel iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu. Önlem almak için zaman azaldı, neredeyse kalmadı. İklim değişikliğinin olmadığına inananların sayısı da çok fazla. Ancak, iklim değişikliği, düşündüğümüzden daha sağlam temellere dayanıyor ve çok geniş çapta kabul görmüş durumda. Konunun çok yönlülüğü ve gittikçe artan dezenformasyon, gerçeği kurgudan ayırmayı zorlaştırıyor.

Gazeteci ve jeolog Julia Rosen’in yazdığı makale, bize yalnızca en doğru bilimsel bilgileri değil, aynı zamanda bu bilgileri nasıl bildiğimizin de açıklamasını sunmaya çalışıyor, büyük sorulara kesin cevaplar veriyor. Rosen’in New York Times gazetesinde yayımlanan makalesini Medyascope’tan Enes Kerim Şafak sizin için tercüme etti.

İyi okumalar dileriz!

İklim değişikliğinin gerçekten olduğunu nasıl bilebiliriz?

İklim değişikliği, genellikle karmaşık bilgisayar modellemelerinin yaptığı bir tahmin olarak karşımıza çıkar. Fakat iklim değişikliğinin bilimsel temeli çok daha geniştir, modellemeler bu temelin yalnızca bir kısmını oluşturur (ki ilginç bir şekilde, bu modellemeler çok isabetlidir).

Yüz yıldan uzun bir süredir bilim insanları, sera gazlarının ısınmaya sebebiyet vermesinin ardındaki temel fiziği anlamış bulunuyor. Esasen bu gazlar, atmosferin çok küçük bir kısmını oluşturur ancak gezegenimizin ısısının uzaya kaçmasını engelleyerek, dünyanın iklimine büyük ölçüde etki eder. Bahsettiğimiz bu sera gazı etkisi oldukça önemlidir: Güneşten bu kadar uzak bir gezegenin sıvı su ve yaşam dolu olmasının nedeni bu etkidir.

Ne var ki Endüstri Devrimi’nden bu yana insanlık, fabrikaları ve buhar makinelerini çalıştırabilmek için kömür ve daha birçok fosil yakıtı yakmaya başladı. Bu durum kaçınılmaz olarak atmosferdeki sera gazlarını artırdı. O zamandan beri insan faaliyetleri gezegenimizi ısıtıyor.

1800’lü yılların ortalarından itibaren hava istasyonlarında ve gemilerde alınmaya başlanan sıcaklık ölçümleri sayesinde, bunun doğru olduğunu kanıtlayabiliyoruz. Daha sonrasında bilim insanları, uydular vasıtasıyla dünya yüzeyinin sıcaklığını takip etmeye ve jeolojik kayıtlarda iklim değişikliğinin ipuçlarını aramaya başladı. Tüm bu verileri bir araya getirdiğimizde hepsi aynı hikâyeyi anlatıyor: Dünyamız ısınıyor.

Ortalama sıcaklık değerleri 1880’den bu yana 1,2 derece arttı ve en büyük değişim 20. yüzyılın sonlarında yaşandı. Karasal bölgeler sulara göre daha çok ısındı ve en çok ısınan bölge, 1960’lı yıllardan bu yana 2,2 derece ısınan Kuzey Kutbu oldu. Bütün bunlarla beraber aşırı sıcaklıklarda da bir değişim yaşandı. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) günlük aşırı sıcaklık rekorları, en düşük sıcaklık rekorlarını ikiye katlamış durumda.

Bu ısınma, son jeolojik dönemimizde daha önceden hiç yaşanmadı. 1998’de yayımlanan, “Hokey sopası grafiği” olarak popüler olmuş illüstrasyon, sıcaklıkların yüzyıllar boyunca nasıl da sabit kaldığını (hokey sopasının düz kısmı), daha sonrasında ise nasıl keskin bir şekilde artış gösterdiğini (hokey sopasının uç kısmı) gösteriyor. Bu illüstrasyon, ağaç halkalarından, buz çekirdeklerinden ve diğer birtakım doğal göstergelerden elde edilen verilere dayanıyor. Onlarca yıldır iklimbilimcilerin ve muhalif kalemlerin yapmış olduğu ayrıntılı incelemelerden etkilenmeyen bir gerçek var: Dünyamız en az bin yıldır -ki muhtemelen çok daha fazla bir süreden bu yana- daha sıcak günlerini yaşıyor.

Esasen, yüzey sıcaklıkları iklim değişikliğinin ölçeğini ve kapsamını gizliyor çünkü aslında okyanuslar, sera gazlarının hapsettiği ısının yüzde 90’ını absorbe ediyor. Son altmış yılda oşinografik keşifler ve bazı yüzen araçlardan topladığımız ölçümler, okyanusun her katmanının ısındığını gösteriyor. Yapılan bir araştırmaya göre, 1997’den 2015 yılına kadar okyanuslar, 1997’den önceki 150 yılın toplamı kadar ısıyı absorbe etti.  

Tüm bunların haricinde, iklim değişikliğini biliyoruz çünkü etkilerini her yerde görüyoruz. Deniz seviyeleri yükselirken, buzullar eriyor. Kuzey Buz Denizi’ndeki buzullar kayboluyor. İlkbaharda karlar daha erken eriyor ve bitkiler daha erken çiçek açıyor. Hayvanlar daha serin koşullarda yaşayabilmek adına daha yüksek rakımlara ve enlemlere gidiyor. Üstelik kuraklıklar, seller ve orman yangınları olağanüstü şekillerde ve daha sık meydana gelmeye başladı. İlk başta bahsettiğimiz modellemeler, bu değişimlerin çoğunu öngörmüştü ancak gözlemlerimiz bu olayların artık bir öngörü olmaktan çıktığı gösteriyor.

Bilim insanları iklim değişikliği konusunda mutabık mı?

Bilim insanlarının eski moda argümanları sevdiklerini inkâr etmek mümkün değil. Ancak konu iklim değişikliğine geldiğinde, bilim dünyasında neredeyse hiçbir münazara yahut tartışma yoktur. Yapılan birçok araştırmaya göre, dünya iklimi üzerine çalışan bilim insanlarının yüzde 90’ından fazlası, dünyanın ısındığını ve bunun en önemli sebebinin insanlık olduğunu söylüyor. NASA’dan Dünya Meteoroloji Örgütü’ne kadar pek çok bilimsel organizasyon bu görüşü onaylıyor. Bu, çok önemli. Örneğin, dinozorları neyin öldürdüğü gibi sorular bilimsel düşünceye uygun olarak tartışılıyor. Bilim dünyasındaki bu tür örnekler göz önüne alındığında, iklim değişikliği konusundaki mutabakat, şaşırtıcı bir fikir birliği düzeyidir.

İklim değişikliği hakkında bilim dünyasının mutabık olması, 1980’li yılların sonlarından itibaren insan kaynaklı ısınmanın etkisinin, doğal iklim değişkenliğine nazaran çok daha belirginleşmesine dayanıyor. 1991’e geldiğimizde, fikir birliği konusunda bir ankete katılan dünya ve atmosferbilimcilerinin üçte ikisi, insan kaynaklı küresel ısınma fikrini kabul ettiklerini söyledi. 1995 yılında ise, bilimsel bilgileri periyodik olarak değerlendiren ve muhafazakâr bir organizasyon olan Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli, “Kanıtlar, dünyanın ikliminde fark edilebilir bir insan etkisi olduğunu gösteriyor” sonucuna vardı. Günümüze geldiğimizde, bilimsel yayınlar yapan iklimbilimcilerinin yüzde 97’si, iklim değişikliğinin varlığı ve nedeni konusunda mutabık. Genel nüfusa bakıldığında, örneğin ABD nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ının bu konuda fikir birliğine vardığını görüyoruz.

Peki, iklim değişikliği konusunda hala çok ciddi tartışmaların olduğu fikrini nereden edindik? Pek çoğu, iklim üzerine yapılan eylemlere karşı çıkan politikacıların ve şirketlerin koordine ettikleri mesajlaşma kampanyalarından geliyor. Birçoğu, yanıltıcı olsa da, bilim insanlarının iklim değişikliği konusunda hâlâ net bir karar vermedikleri anlatısını öne sürdü. Cumhuriyetçi bir danışman olan Frank Luntz, 2002 yılında muhafazakâr kanun koyuculara yazmış olduğu bir mesajında, halkın bilimsel meselelerin çözüldüğüne inanması halinde, küresel ısınma konusundaki düşüncelerinin de değişeceğini yazdı. Bugün hala iklim değişikliği konusundaki fikir birliğini sorgulamak bir konuşma konusu olmaya devam ediyor, yüzde 97 figürü ise bu konuşmaların bir paratoneri haline gelmiş durumda.

Hali hazırda devam eden ve yanlış bilgilere dayanan bilimsel şüpheleri güçlendirmek için bazı insanlar, Amerika Birleşik Devletlerini, bir uluslararası iklim anlaşması olan 1997 Kyoto Protokolü’nü reddetmeye çağıran Küresel Isınma Antlaşma Projesi gibi şeylere işaret ediyorlar. Bu antlaşmada, iklim değişikliğinin gerçekleşmediği ve gerçekleşse bile bunun insanlık için kötü bir durum olmayacağı ilan edildi. 1998’den bu yana, bir bilim dalına ait diplomaya sahip 30 binden fazla kişi bu antlaşmayı imzaladı. Ancak, bu kişilerin yaklaşık yüzde 90’ı Dünya, atmosfer veya çevre bilimi dışındaki alanlarda okudular; üstelik imzalayanlar arasında sadece 39 tane klimatolog (iklim bilimci) bulunuyordu. İmzalayanların çoğu mühendis, doktor ve eğitimleri iklimle pek ilgisi olmayan kişilerdi.

Birkaç tanınmış araştırmacı, bilimsel konsensüse karşı çıkmaya devam ediyor. Bazılarının, tıpkı Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezine bağlı araştırmacı Willie Soon gibi, fosil yakıt endüstrisiyle bağları var. Bazılarının ise bu tür bağları yok, ancak onların iddiaları kanıtların ağırlığı altında eziliyor. Hiç olmazsa bir kişi, septik, fizik dünyasında önde gelen isimlerden birisi olan fizikçi Richard Muller, “Berkeley Earth” projesinin bir kısmı olan tarihsel sıcaklık verilerini yeniden değerlendirdikten sonra fikrini değiştirdi. Muller’in ekibi, araştırdıkları şeyleri verileri analiz ederek onayladı. Bunun üzerine Muller insan eylemlerinin Dünyamızı ısıttığına dair kesin bir şekilde ikna oldu. Nitekim 2012’de “The New York Times” gazetesinde “Bana değişmiş bir septik deyin” diye yazdı.

Cumhuriyetçi anketör olan Mr. Luntz da iklim değişikliği konusundaki pozisyonunu değiştirdi. Artık politikacılara iklim değişikliği için harekete geçmeleri gerektiğini tavsiye ediyor.

Bu kısmı bitirmeden önce “belirsizlik” üzerine son bir not düşelim: İnkarcılar belirsizliği genellikle iklim biliminin tabiri caizse tam anlamıyla oturmadığının kanıtı olarak görürler. Ancak bilimsel açıdan baktığımız zaman belirsizlik, bilgi eksikliği anlamına gelmez. Aksine, bir şeyin ne kadar iyi bilindiğinin bir ölçütüdür. Örneğin iklim değişikliği konusunda, bilim insanları sıcaklık, yağış ve diğer birtakım önemli değişkenlerin gelecekte nasıl olacaklarına dair bir dizi olası değişik durumu tespit ettiler, ki bu büyük ölçüde emisyonları ne kadar hızlı azalttığımıza bağlıdır. Ancak belirsizlik, iklim değişikliğinin gerçek olduğuna ve buna insanların sebep olduğuna dair güvenlerini sarsmıyor.

Gerçekten sadece 150 yıllık iklim verisine mi sahibiz?

Dünyamızın iklimi, doğası gereği değişkendir. Bazı yıllar sıcak, bazı yıllar soğuktur, bazen on yıllar boyu hortumlar oluşur, bazen de çok uzun yıllar süren kuraklıklar. Buzul döngüleri, binlerce yıllık süreçler halinde gerçekleşir. Öyleyse bilim insanları, nispeten kısa süreyi kapsayan verilerin toplamına bakarak insanların gezegeni ısıttığı sonucuna nasıl varabilir? Cevap şu ki, elimizdeki sıcaklık verileri bize çok şey söylüyor ancak incelememiz gereken tek şey bu değil.

Tarihsel kayıtlarımız, insanların okyanuslardan geçerken hava istasyonlarında ve gemilerde düzenli olarak sıcaklık ölçmeye başladıkları 1880’li yıllara kadar uzanıyor. Bu veriler, 20. Yüzyılda çok net bir ısınma trendinin olduğunu gösteriyor.

Bazıları bu sıcaklık kayıtlarının çarpıtılıp çarpıtılmayacağını sorguluyor. Örneğin, orantısız bir şekilde bahsettiğimiz bu sıcaklık istasyonları şehirlerin yanında, dolayısıyla “şehir ısı adası” kavramı gereği burada yapılan ölçümlerin civar bölgelere nazaran daha sıcak sonuçları vermesi beklenir. Fakat araştırmacılar, küresel sıcaklıkları yeniden oluştururken veride oluşabilecek bu potansiyel sapmaları düzenli olarak düzeltirler. Buna ek olarak küresel ısınma, uydulardan yapılan gözlemler -ki bu gözlemler tüm Dünya’yı kapsıyor- ve birtakım başka sıcaklık ölçme metodlarıyla da doğrulanıyor.

Son 150 yılın yükselen sıcaklık trendini noktalayan küçük düşüşler ve duraklamalar da yaşandı. Ancak bu duraklamaları doğal iklim değişkenliğinin yahut sera ısınmasına geçici olarak karşı koyabilen birtakım insan faaliyetlerinin sonucu olarak yorumlayabiliriz. Örneğin: 1900’lü yılların ortalarında, iç iklim dinamikleri ve kömürle çalışan elektrik santrallerinden kaynaklanan ışık engelleyici kirlilik, küresel ısınmayı birkaç on yıl boyunca durdurdu. Nihayetinde ise, artan sera gazları ve kirliliği kontrol eden yasalar, dünyamızın yeniden ısınmaya başlamasına neden oldu. Benzer şekilde, 2000’li yılların ısınmada yaşanan sözde duraksama, atmosferi ısıtmak yerine okyanusa daha fazla ısının girmesine izin veren doğal iklim değişkenliğinin bir sonucuydu. O zamandan bu yana en sıcak yılları yaşadık.

Yine de, 20. Yüzyılın tamamı büyük, doğal bir iklim dalgalanması, değişkenliği olabilir mi? Bu soruyu ele alabilmek için, daha geniş bir bakış açısı sağlayan diğer veri türlerine bakabiliriz. Araştırmacılar, iklimin geçmiş kaydını genişletebilmek adına tarih öncesi iklimler hakkındaki bilgileri koruyan ağaç halkaları, buz çekirdekleri, mercanlar ve tortullar gibi jeolojik birtakım kayıtları kullanırlar. Bu verileri yan yana koyduğumuzda görülüyor ki, yüzyıllar boyunca küresel sıcaklık değeri düz bir çizgi halinde seyrederken son 150 yıldır keskin bir şekilde artmış durumda. Bu yorum, onlarca yıldır iklim değişikliğine karşı çıkanların hedefinde oldu. Ancak, yapılan pek çok araştırma bu yorumu doğruluyor. Bu araştırmalara göre gezegenimiz en az bin yıldır -muhtemelen çok daha fazla süredir- hiç bu kadar sıcak olmamıştı.

İklim değişikliğinin nedeninin insanlık olduğunu nereden biliyoruz?

Bilim insanları, gezegenimizin ısınmasına yahut soğumasına neden olabilecek faktörleri anlayabilmek adına geçmişteki iklim değişikliklerini incelediler. Büyük değişimler; güneş enerjisi, okyanus sirkülasyonu, volkanik aktivite ve atmosferdeki sera gazı miktarının değişimleridir. Tüm bunların her biri zaman zaman bir rol oynadı.

Örneğin, 300 yıl önce, azalmış güneş enerjisi ve artmış volkanik aktivitenin birleşmesiyle dünyanın bazı bölgeleri soğudu, Londralılar Thames nehrinin üzerinde düzenli olarak buz pateni yaptılar. 12.000 yıl önce, Atlantik sirkülasyonundaki büyük değişimler Kuzey Yarımküre’nin soğumasına neden oldu. 56 milyon yıl önce ise, volkanik aktivitelerden veya büyük metan birikintilerinden kaynaklanan dev bir sera gazı patlaması, gezegenimizin sıcaklığını aniden en az 5 santigrat derece arttırdı, iklimi bozdu, okyanusları adeta boğdu ve birçok canlı türünün yok olmasına neden oldu.

Bilim insanları günümüzde yaşanan iklim değişikliğinin nedenlerini belirlemeye çalışırken tüm bu faktörleri incelediler. Bu faktörler son birkaç yüzyılda biraz değişti ve bilhassa 1950’den önce iklim üzerinde etkileri az oldu. Fakat, özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısı için konuşursak, gezegenin hızla yükselen sıcaklığını açıklayamazlar. Nitekim bu zamanlarda güneş enerjisi esasen düşüş gösterdi ve volkanik patlamalar bir soğuma etkisi uyguladı.

Bu ısınma, artan sera gazı konsantrasyonlarıyla en iyi şekilde açıklanabilir. Sera gazları, iklimimiz üzerinde çok güçlü bir etkiye sahiptir (bir sonraki sorumuzda bunun nedenini anlayacağız). Sanayi Devriminden bu yana insanlar, karbondioksit miktarını arttıran kömür ve petrol gibi fosil yakıtları çıkararak ve yakarak atmosfere daha da fazla sera gazı ekliyorlar.

Buzun içerisindeki eski hava kabarcıkları, 1750’den önce atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun milyonda yaklaşık 280 parçacık (280 ppm) olduğunu gösteriyor. Bu miktar yavaşça arttı ve 1900’lü yıllarda 300 ppm’yi geçti. Nihayetinde, otomobillerimiz ve elektrik kullanımımız modern yaşamımızın bir parçası oldukça, 420 ppm’ye ulaştı. İkinci en önemli sera gazı olan metan gazı yoğunluğu ise iki kattan fazla arttı. Bugün artık 56 milyon yıl öncesine nazaran çok daha hızlı karbon salınımı yapıyoruz.

Sera gazlarındaki bu hızlı artışlar, iklimin aniden ısınmasına neden oldu. Esasen iklim modellemeleri, sera gazlarından kaynaklanan ısınmanın 1950’den beri yaşanan neredeyse tüm sıcaklık değişimlerini açıklayabileceğini öne sürüyor. Yayımlanmış bilimsel literatürü değerlendiren Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin son raporuna göre, doğal etkenler ve iklim değişkenliği, 20. Yüzyılın sonlarındaki ısınmanın yalnızca küçük bir kısmını açıklayabiliyor.

Bir başka araştırma, şu an yaşanan küresel ısınmanın insan kaynaklı nedenlerden olmama olasılığının 1/100.000’den bile daha küçük olduğunu hesapladı.

Unutulmamalıdır ki, insanların atmosfere saldığı, iklimi değiştiren bileşikler sadece sera gazlarından ibaret değil. Örneğin fosil yakıtları yaktığımız zaman, güneş ışığını yansıtan ve dolayısıyla gezegeni soğutan partikül kirliliği de üretmiş oluruz. Bilim insanları, bahsettiğimiz bu partikül kirliliğin sera gazlarının ısınma etkisini yarıya kadar azalttığını tahmin ediyorlar.

Sera gazları doğal olarak oluştuğuna göre, Dünya’yı ısıttıklarını nereden biliyoruz?

Su buharı ve karbondioksit gibi sera gazları, iklimde çok önemli bir rol oynar. Şayet onlar olmasaydı, Dünya sıvı suyu muhafaza edemeyecek kadar soğuk olurdu ve bunun sonucunda insanlık var olmazdı!

Gelin sıcaklık prensibinin nasıl çalıştığına bakalım: Gezegenimizin sıcaklığı; Dünyamızın güneşten emdiği enerji sayesinde artarken, Dünyanın kızılötesi radyasyon olarak uzaya yaydığı enerji nedeniyle azalır. Moleküler yapıları nedeniyle sera gazları, bu kızılötesi radyasyonların bir kısmını geçici olarak emer ve ardından her yöne doğru yeniden yayar. Bu durum, enerjinin bir kısmının yüzeye geri dönmesine ve gezegeni ısıtmasına yol açar. Bilim insanları, bu fiziksel süreci 1850’lerden beri anlamış bulunuyorlar.

Sera gazlarının yoğunluğu, geçmişte doğal olarak değişiklik göstermiştir. Milyonlarca yıl boyunca atmosferdeki karbondioksit seviyesi, gaz volkanlarının ne kadarının havaya püskürtüldüğüne ve ne kadarının jeolojik süreçlerle toprağın ve kayaçların yapısına katıldığına bağlı olarak değişti. Karbondioksit okyanus, toprak ve hava arasında dolaştıkça, yüzlerce ve hatta binlerce yıllık zaman ölçeklerinde karbondioksit yoğunluğu hep değişti.

Ancak günümüzde, fosil yakıtları jeolojik kaynaklarından alıp yakarak atmosferdeki karbondioksit seviyelerinin eşi benzeri görülmemiş bir hızla artmasına neden oluyoruz. 1750’den bu yana, karbondioksit miktarı neredeyse %50 oranında artmış durumda. Bir diğer insan kaynaklı sera gazlarından olan metan ve azot oksit, bilhassa tarımsal faaliyetlerden dolayı salınması sonucunda, son 250 yılda keskin bir şekilde arttı.

Yukarıda açıkladığımız fizik prensibi gereği, bu durumun iklimi ısıttığını biliyoruz. Ayrıca, sera ısınmasının varlığına dalalet gösteren birtakım işaretleri de görüyoruz. Örneğin, güneş battığında sera gazları yok olmadığı için, geceler gündüzlere nazaran daha hızlı ısınıyor. Üstelik atmosferin üst katmanları esasen soğudu, çünkü alt katmanlarda sera gazları daha fazla oluyor; bu da alt katmanlarda tutulan enerjiyi arttırıyor.

Tüm bunların haricinde, artan sera gazı miktarının sebebi olduğumuzu da biliyoruz. Üstelik bunu sadece egzoz borularından ve bacalardan çıkan karbondioksiti ölçebildiğimiz için değil, aynı zamanda karbondioksitteki karbonun kimyasal imzasında görebildiğimiz için de biliyoruz.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Karbonun üç farklı kütle hali vardır: 12, 13 ve 14. Organik maddelerden yapılan şeyler (ki bunlara fosil yakıtlar da dahil), nispeten daha az karbon-13’e sahip olma eğilimindedir. Volkanlar ise, daha fazla karbon-13’lü karbondioksit üretirler. Geçtiğimiz yüzyılda, atmosferde bulunan karbondioksitteki karbon hafifledi; ki bu durum da organik bir kaynağa (fosil yakıtlara) işaret ediyor.

Radyoaktif olan ve zamanla bozunan karbon-14’ün varlığına bakarak, bir maddenin eski ve organik olduğunu söyleyebiliriz. Fosil yakıtlar, içlerinde herhangi bir karbon-14 bulunamayacak kadar eski enerji kaynaklarıdır. Bu nedenle, eğer yükselen karbondioksit seviyelerinin sebebi fosil yakıtlar ise, atmosferdeki karbon-14 miktarının düşmesi beklenirdi, ki bu da aslında elimizdeki verilerin tam olarak söylediği durum.

Dünya sıcaklığının 1800’lerden bu yana 1,1 derece artmış olmasından niye endişelenelim?

İklim değişikliği söz konusu olduğunda ortaya çıkan tartışmaların yaygın bir nedeni, hava durumu ve iklim arasındaki farktır. Hava durumu, dışarı çıktığımızda deneyimlediğimiz, sürekli değişen meteorolojik koşulların toplamıdır. İklim ise, bu koşulların genellikle 30 yıldan uzun süre boyunca hesaplanan, uzun vadeli ortalamasıdır. Bazılarının dediği gibi: Hava durumu sizin ruh haliniz, iklim ise kişiliğinizdir.

Bu temel farktan dolayı, 1,1 santigrat derece, hava durumunda büyük bir değişikliği temsil etmese bile, iklim için önemli bir değişikliktir. Halihazırda gördüğümüz üzere bu değişiklik; buzulları eritmeye, deniz seviyelerinin yükselmesine, dünyadaki yağış sistemlerini değişmesine, ekosistemlerin yeniden düzenlenmesine, hayvanların daha serin habitatlara doğru koşturmasına ve milyonlarca ağacın yok oluşuna yeterlidir.

Ayrıca bahsettiğimiz bu 1,1 santigrat derecenin ortalamayı temsil ettiği, dünyanın birçok bölgesinde bu değerden çok daha fazla sıcaklığın arttığını belirtmek gerekir. Misalen, karasal alanlar su alanlarının yaklaşık 2 katı kadar ısındı. Kuzey Kutup Bölgesi ise, yaklaşık 2,7 santigrat derece ısındı. Bunun nedeni, yüksek enlemlerdeki kar ve buz kaybının (örneğin Kuzey Kutup Bölgesi), zeminin daha fazla enerji emmesine izin vermesi; böylelikle sera ısınmasının üzerine ek bir ısınmaya neden olmasıdır.

İklim ortalamalarındaki nispeten küçük olan bu değişiklikler, uzun vadede aşırı uçları önemli bir şekilde etkiliyor. Örneğin, sıcak hava dalgaları hep olmuştur ancak son yıllarda rekorları alt üst etmiştir. 2020 Haziran’ında, Sibirya’daki bir köy 37,7 santigrat dereceyi gördü. Avustralya’da ise meteorologlar, sıcaklıkların 100 Fahrenheit’ı (yaklaşık 51,6 santigrat dereceyi) aştığı alanları göstermek için hava durumu haritalarına yeni bir renk eklediler. Yükselen deniz seviyeleri, şiddetli rüzgarların çok artmasıyla ve yüksek gelgitler nedeniyle sel ve taşkın riskini arttırdı. Tüm bunlar iklim değişikliğinin öncü haberleri.

Üstelik tüm bunlar sadece başlangıç, bizi çok daha büyük değişiklikler bekliyor. 21. Yüzyılın sonuna kadar, en kötü senaryo gerçekleşirse, küresel ısınmanın ortalama 5 santigrat dereceye çıkması bekleniyor. Bunun nasıl bir şey olduğunu açıklamak için şunu söyleyebiliriz: Bugün ile, buzulların Kuzey Amerika ile Avrupa’nın büyük bölümlerini kapladığı son buzul çağının zirve dönemi arasındaki küresel ortalama sıcaklık farkı yaklaşık olarak 6,1 santigrat derecedir.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Joe Biden’ın kısa süre önce yeniden katıldığı Paris İklim Antlaşması gereğince ülkeler, sanayi devrimi öncesi zamanlardan bu yana toplam ısınmayı 1,5 ila 2 santigrat derece arasında sınırlamak konusunda anlaştılar. Bu yarım santigrat derecelik küçük aralığın bile çok büyük etkileri var. Yapılan bilimsel araştırmalara göre, yarım santigrat derece farkı; mercan resiflerinin yok olup olmayacağını, Kuzey Buz Denizi’nin yaz aylarında tamamen eriyip erimeyeceğini belirleyecek. Tüm bunların haricinde, kaç milyon insanın su kıtlığından, tarım sıkıntılarından etkileneceğini, yükselen deniz seviyesi nedeniyle kaç kişinin evlerini terk edeceğini de belirleyecek. Bir başka deyişle: Bu yarım santigrat derece fark, bir dünya fark yaratıyor.

İklim değişikliği gezegenin doğal ısınma ve soğuma döngülerinin bir parçası mı?

Dünyanın iklimi, her zaman değişti. Yüz milyonlarca yıl önce, tüm gezegenimiz donmuştu. 50 milyon yıl önce ise, Kuzey Kutup Bölgesinde timsahlar yaşamaktaydı. Son 2,6 milyon yıldır gezegenimiz, buz tabakalarının Kuzey Amerika ve Avrupa’nın çoğunu kapladığı buzul çağları ile şu anda içinde bulunduğumuz gibi daha ılıman, buzullar arası dönemler arasında döngü yaşadı.

İklim değişikliği inkarcıları, bu doğal iklim değişikliklerine işaret ederek bugün insanların iklimin değişmesine neden olduğu fikrine şüphe düşürmeye çalışıyor. Ancak, bu argümanın bir safsata (logical fallacy) olduğunu söylemek mümkün. Sosyal bilimcilerden oluşan bir ekibin yazmış olduğu, iklimle ilgili mitlerin ardındaki yanlış bilgileri açıklayan “The Debunking Handbook”ta bahsettiğimiz safsata, “öldürülmüş bir cesedi görmek ve geçmişte insanların doğal sebeplerden öldüğünü fark edip, bu nedenle öldürülmüş kişinin de doğal yollarla öldüğü sonucuna varmak” benzetmesi ile açıklanıyor.

Hakikaten de, geçmişte iklimin değişmesinde hangi mekanizmaların rol oynadığını biliyoruz. Örneğin buzul döngüleri, Dünya’nın yörüngesindeki periyodik değişimler tarafından tetiklenir. Bu periyodik değişimler, çok uzun zaman aralıklarında gerçekleşir ve güneş enerjisinin dünya çapından ve mevsimler boyunca nasıl dağılacağını etkileyen değişimlerdir.

Bu değişimler, gezegenin sıcaklığını tek başına fazla etkilemez. Ancak iklim sisteminde bir dizi başka değişim başlatır. Örneğin, Kuzey Yarımküre’nin geniş buz tabakalarını büyütür yahut eritir, okyanus sirkülasyonunu değiştirir. Bu değişimler, güneş ışığını yansıtan kar ve buz miktarını değiştirerek sera gazı miktarını etkiler, ki bildiğimiz üzere bu durum da iklimi etkiler. Esasen bu süreç, sera gazlarının Dünya’nın sıcaklığını önemli ölçüde etkileme yeteneğini bilmemizin bir parçası.

En az 800.000 yıl boyunca, atmosferdeki karbondioksit miktarı, buzul çağlarında 180 ppm, sıcak zamanlarda 280 ppm değerleri arasında değişkenlik gösterdi. Bu değişkenlik, küresel sıcaklığın kilit noktasıdır. Üstelik sadece donmuş kutupların değil, tüm gezegenin buzul döngüleri sırasında ısınmasının yahut soğumasının ana nedenidir.

Ancak bugün, karbondioksit miktarı, en az 3 milyon yıldır ulaştığı en yüksek seviyede: 420 ppm. Atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu da, son buzul dönemin sonuna nazaran yaklaşık 100 kat daha hızlı artıyor. Bu durum, işin içinde başka bir şeyin olduğunu gösteriyor ve biz bunun ne olduğunu biliyoruz: Sanayi Devrimi’nden bu yana insanlık, fosil yakıtları yakıyor ve şu anda gezegeni ısıtan sera gazlarını atmosfere veriyor. (5. Soruda bunu nasıl bildiğimizi, 4 ve 8. Soruda ise doğal değişkenliğin neden suçlu olmadığını okuyabilirsiniz.)

Önümüzdeki bir veya iki yüzyıl içerisinde, ekosistemler ve insanlık, iklim değişikliğinin sonuçlarını yaşayacaklar. Ancak atmosfere saldığımız bu sera gazlarının daha kalıcı jeolojik etkileri olacak: Bazı araştırmalara göre, şu anki sera gazı seviyeleri Dünyanın bir sonraki buzul döngüsünün başlangıcını en az 50.000 yıl geciktirmiş olabilir.

Küresel ısınmanın güneş veya volkanik patlamalardan kaynaklanmadığını nereden biliyoruz?

Güneş, iklim sisteminin yegane enerji kaynağıdır, bu nedenle iklim değişikliğine neden olmak için doğal bir adaydır. Güneş aktivitesi de (solar activity) zamanla kesinlikle değişiyor. Uydu ölçümlerinden ve diğer astronomik gözlemlerimizden, güneş aktivitesinin ve dolayısıyla enerjisinin, 11 yıllık döngüler halinde değiştiğini biliyoruz. Astronomların yüzyıllardır takip ettiği jeolojik kayıtlarından ve güneş lekelerinden, 1600’lerin sonlarında ve 1800’lerin başlarındaki bazı istisna sessiz dönemler de dahil olmak üzere, güneş aktivitesinde uzun vadeli varyasyonların olduğunu gösteriyor.

1900’den 1950’lere kadar güneş ışımasının arttığını biliyoruz. Yapılan araştırmalar, bu artışın 20. Yüzyılın başlarındaki ısınma üzerinde az bir etkisi olduğunu, 1800’lerin sonlarından bu yana yaşanan ısınmanın yüzde 10’unu açıkladığını söylüyor. Ancak, en fazla ısınmanın yaşandığı 20. Yüzyılın ikinci yarısında, güneş aktivitesi esasen azaldı. Bu ayrım, güneşin iklim değişikliğinin arkasındaki itici güç olmadığını bilmemizin ana nedenlerinden biridir.

Güneş aktivitesinin son zamanlarda ısınmaya neden olmadığını bilmemizin bir başka nedeni de, şayet öyle olsaydı, atmosferin tüm katmanlarının ısınması gerektiğiydi. Ancak bunun böyle olmadığını biliyoruz. Elimizdeki veriler, atmosferin üst katmanlarının son yıllarda esasen soğuduğunu gösteriyor, ki bu da sera ısınmasının bir özelliği.

Peki ya volkanlar? Volkanik patlamalar, güneş ışığını yansıtan kül ve aerosol parçacıklarını atmosfere vererek gezegeni soğutur. Bu etkiyi, çok büyük volkanik patlamaları takip eden yıllarda gözlemledik. Bu bağlamda, Avrupa’da tarım kıtlığına yol açan 1783’deki Laki yanardağının patlaması ve “yazsız yıl”ın yaşanmasına neden olan 1815’te Endonezya’nın Tambora Dağı’nın patlamasını tarihsel örnek olarak değerlendirebiliriz.

Volkanik aktivite esasen iklim soğutucu bir işlev gördüğünden, son zamanlardaki ısınmayı açıklayamaz. Ancak bilim insanları, 20. Yüzyılın başlarında yaşanan sıcaklık artışlarına biraz da olsa katkıda bulunmuş olabileceğini söylüyorlar. Bunun nedeni, 1800’lerin sonunda birçok büyük volkanik patlamanın yaşanması ve gezegeni ısıtması, ancak onu takip eden on yıllar boyunca herhangi bir büyük volkanik patlama olmaması. Ancak 20. Yüzyılın ikinci yarısında, Dünya hızla ısınırken birkaç büyük volkanik patlama meydana geldi. Böylelikle volkanik aktivite dünyayı ısıtmadı, bilakis, insan kaynaklı ısınmayı geçici olarak hafifletti.

Volkanların iklimi etkilemesinin ikinci yolu, karbondioksit yaymaktır. Bu durum, milyonlarca yıllık zaman ölçeklerinde önemlidir ve gezegeni yaşanılabilir kılan şeydir. (Sera etkisi hakkında daha fazla bilgi için 5. Soruyu okuyabilirsiniz). Ancak modern zamanların insan kaynaklı sera etkisiyle kıyaslandığında, Krakatoa ve St. Helens Dağı gibi büyük volkanik patlamalar bile okyanusta bir damla misali kalıyor. Günün sonunda, biz fosil yakıtları 7-24 yakarken, volkanik patlamalar sadece birkaç saat veya gün sürer. Yapılan araştırmalar, karbondioksit salınımının sadece yüzde 1 ila 2’sinin volkanik patlamalar nedeniyle oluştuğunu söylüyor.

Gezegen ısınıyorsa, kışlar ve belirli bölgeler nasıl soğuyor?

Amerika Birleşik Devletleri’ni büyük bir kar fırtınası vurduğunda, iklim değişikliği inkarcıları bu afeti, iklim değişikliğinin olmadığının kanıtı olarak göstermeye çalışabilirler. 2015 yılında Oklahoma Cumhuriyetçi Senatörü James Inhofe, Senato’ya bir kar topu getirerek iklim bilimini kınamıştı. Ancak bu olaylar aslında iklim değişikliğini çürütmüyor.

Son yıllarda bazı unutulamayacak fırtınalar yaşansa da, kış mevsimleri aslında tüm dünyada ısınıyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde; Aralık, Ocak ve Şubat aylarının ortalama sıcaklığı bu yüzyılda yaklaşık 1,4 santigrat derece arttı.

Öte yandan, soğuk gün rekorlarının sıcak gün rekorlarına nazaran daha az yaygın hale gelmeye başladığını görüyoruz. Amerika Birleşik Devletleri’nde, sıcak gün rekor sayısı, soğuk gün rekor sayısını ikiye katlamış durumda. Bunun yanında, ülkede her zamankinden daha az bölge, aşırı soğuk kış sıcaklıklarına maruz kalıyor. Üstelik bu durumun tüm dünyayı kapsadığını da belirtmek gerek.

Peki ya kar fırtınaları? Hava durumu, hep değişken bir kümedir; dolayısıyla ortalama sıcaklık artsa bile çok şiddetli kar fırtınaları görmemiz bir sürpriz değil. Fakat bazı araştırmalar, iklim değişikliğinin bu tür fırtınalar için suçlanabileceğini iddia ediyor. Bu ihtimal, hızlı Kuzey Kutup Bölgesi ısınmasının atmosferik sirkülasyonu etkilediğini söylüyor; ki buna Kuzey Kutbunda yüksek irtifalı hortumlar ve hava akımları da dahil (bakınız: Polar Vortex). Bununla birlikte bazı araştırmalar, bu değişikliklerin düşük enlemlere daha soğuk sıcaklıklar getirdiğini ve hava sistemlerinin akışkanlığını bozduğunu; dolayısıyla bu tür yerlerde daha fazla kar yağışının üretilmesini ve fırtınalar yaşanmasını sağladığını söylüyor. Bu, son birkaç on yıldır ABD’de yaşananları ve Sibirya’da kış mevsiminde yaşanan soğuma trendini açıklayabilir. Ancak, Kuzey Kutbu’nun küresel hava durumunu nasıl etkilediğinin hâlâ devam eden bir bilimsel tartışma olduğunu hatırlatmakta fayda var.

İklim değişikliği, Dünya üzerinde fazla ısınmamış bazı bölgelerindeki paradoksu da açıklayabilir. Örneğin, Güney Atlantik’teki bir su kütlesi son yıllarda soğudu; bilim insanları, Grönland’da eriyen tatlı su buzulların akışının okyanus sirkülasyonunu yavaşlattığını ve bu soğumanın nedeninin de bu durum olduğunu söylüyorlar. Şayet bu sirkülasyon geçmişte olduğu gibi neredeyse durma noktasına gelirse, dünyadaki hava durumunu değiştirecektir.

Elbette tüm soğuk havalar, iklim değişikliğinin bazı beklenmedik sonuçlarından kaynaklanmaz. Ancak Dünya’daki iklim sistemlerinin karmaşık ve kaotik olduğunu, bu nedenle insan kaynaklı değişimlerin etkilerinin farklı bölgelerde farklı şekilde sonuçlanabileceğini hatırlatmak gerekir. Bu nedenle “küresel ısınma” tabiri olayı aşırı basitleştiriyor aslında. Bu ifade yerine bazı bilim insanları, insan kaynaklı iklim değişikliğinin “küresel tuhaflık” olarak adlandırılması gerektiğini düşünüyorlar.

Orman yangınları ve kötü hava durumları hep vardı, yaşanan olayların iklim değişikliği ile bir bağlantısı olduğunu nereden biliyoruz?

Aşırı hava durumları ve doğal afetler Dünyadaki yaşamın bir parçasıdır. Fakat iklim değişikliğinin sıcak hava dalgalarını, kuraklığı ve sel gibi belirli felaketlerin sıklığını ve şiddetini arttırdığına dair elimizde sağlam kanıtlar bulunuyor. Son araştırmalar, bilim insanlarının iklim değişikliğinin belirli bazı doğa olayları üzerindeki etkisini anlamasını sağladı.

Sıcak hava dalgalarıyla başlayalım. Yapılan araştırmalar, anormal derecede yüksek sıcaklıkların, iklim değişikliği nedeniyle beş kat daha sık gerçekleştiğini ve daha uzun sürdüğünü gösteriyor. İklim modellemeleri, 2040’lı yıllara gelindiğinde sıcak hava dalgalarının yaklaşık 12 kat daha sık gerçekleşeceğini öngörüyor. Bu durum, bilhassa yaşlı ve sağlık hizmetlerine erişimi olmayan insanlarda hastalıkların ve ölümlerin artmasına neden olduğu için, oldukça endişe vericidir. Örneğin 2003 yazında gerçekleşen sıcak hava dalgası, Avrupa genelinde tahminen 70.000 kişinin ölümüne neden oldu (maalesef ki insan kaynaklı ısınma ölüm sayısını arttırdı).

İklim değişikliği aynı zamanda, buharlaşmayı arttırarak kuraklıkları da şiddetlendirdi. Kuraklıklar, rastgele iklim değişkenliği ve Pasifik’te El Niño veya La Niña koşullarının hüküm sürmesi gibi faktörler nedeniyle doğal koşullarla meydana gelir. Ancak bazı araştırmacılar, sera ısınmasının, Dust Bowl kuraklıkların öncesinde bile, kuraklığı etkilediğine dair kanıtlar buldular. Bugün hâlâ bu etki devam ediyor. Yapılan bir analize göre, 2000’den 2018’e kadar Güneybatı Amerika’yı etkileyen kuraklık, iklim değişikliği yüzünden neredeyse yüzde 50 daha şiddetli oldu. Bölge, 1000 yıldan uzun süredir bundan daha kötü bir kuraklık yaşamamıştı.

Artan sıcaklıklar, aşırı yağışların şiddetini ve bunun neticesinde gerçekleşen sel ve taşkınları da arttırdı. Örneğin, yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, sıcak havanın maksimum nem miktarı daha fazla olduğundan, 2017’de Houston eyaletini vuran Harvey Kasırgası, iklim değişikliği nedeniyle yüzde 15 ila 40 kadar daha fazla yağış bıraktı.

İklim değişikliğinin kasırgaların sıklığını arttırıp arttırmadığı hâlâ belirsiz bir konu, ancak onları şiddetlendirdiğini söyleyebiliriz. Küresel ısınma, 2019’da Midwest’te yıkıcı bir sele neden olan “Midwest Su Hortumu” gibi olan belirli türdeki hava durumlarını daha çok etkiliyor gibi görünüyor.

Doğal afetlerde birden fazla faktörün rol oynadığını unutmamalıyız. 2019’da Midwest’te yaşanan taşkınlar, soğuğun toprağı dondurmasından sonra gerçekleşti. Bu durum, toprağın yağışı emmesini engelledi ve yağış donan toprağın üstünden Missouri ve Mississippi nehirlerine doğru hızla aktı. Bu su yolları, nehir mühendisliği kapsamında yapılan setler nedeniyle de değişikliğe uğradı, ki bu setlerin bir kısmı taşkınlarda başarısız oldu.

Orman yangınları, birden fazla nedeni olan bir başka doğal fenomendir. İnsanlar, yangınlara kontrolsüzce müdahale ettiği ve o bölgenin sakinlerinin geleneksel yangın pratiklerini uygulamalarını engellediği için yangın riski artmış bulunuyor. Bu durum, mevcut yangınları daha da kötüleştirdi.

Fakat, iklim değişikliği, ormanları ısıtarak ve kurutarak önemli bir rol oynuyor ve böylelikle ormanları her an yanmaya hazır riskli bir hale sokuyor. Yapılan araştırmalar, orman yangınlarındaki son artışların ardındaki nedenin ısınma olduğunu gösteriyor. Örneğin bir analize göre, 1984’den 2015’e kadar Batı Amerika’da yanan alanın iki katına çıkmasının sorumlusu iklim değişikliğinin ta kendisi. Araştırmacılar, ısınmanın gelecekte yangınları daha da büyük ve tehlikeli hale getireceğini söylüyorlar.

(Buraya bir parantez açalım ve Türkiye’yi sarsan orman yangınlarını takip eden Medyascope ekiplerinin hazırladığı videolardan oluşan YouTube oynatma listemizi paylaşalım)

İklim değişikliğinin hayatımıza etkisi ne kadar kötü olacak?

İklim değişikliğiyle ne kadar mücadele edeceğimize bağlı. Her zamanki gibi devam edersek, yüzyılın sonlarına doğru, Orta Doğu ve Güney Asya’da sıcak hava dalgaları yaşandığı zaman hava dışarı çıkılamayacak kadar sıcak olacak. Kuraklık, Orta Amerika’yı, Akdeniz’i ve Güney Afrika’yı etkisi altına alacak. Üstelik Teksas’tan Bangladeş’e kadar birçok ada ülkesi, birçok alçakta kalan bölge, yükselen denizler tarafından ele geçirilecek. Öte yandan, iklim değişikliği Kuzey Midwest’e, Kanada’ya, İskandinav ülkelerine ve Rusya’ya hoş bir ısınma getirecek ve böylelikle tarımsal büyüme mevsimlerini uzatacak. Ancak bu tür bölgelerin daha da kuzeyinde; kar, buz ve donmuş toprağın kaybı, o bölge yerlilerinin kültürlerini tepetaklak edecek ve bölgenin altyapısını tehdit edecek. 

Karmaşık durumlar, ancak altında yatan mesaj oldukça basit: Kontrol edilmeyen iklim değişikliği muhtemelen yaşanan eşitsizlikleri daha da kötüleştirecek. Uluslar ölçeğinde düşünecek olursak, tarihsel açıdan ısınmaya neden olan sera gazlarının yalnızca küçük bir kısmını salmış olmalarına rağmen fakir ülkeler, en çok etkilenecek. Bunun nedeni, az gelişmiş pek çok ülkenin, ısınmanın tarımı ve insanları dayanılmaz hale getireceği tropik bölgelerde bulunma eğilimidir. Bu uluslar ayrıca, büyük kıyı nüfusuna ve fırtınalarda kolayca zarar görebilecek konutlara sahiptirler. Bu da onları ekstra savunmasız yapar. Tüm bunlara ek olarak, uyum sağlamak için gerekli olan kaynaklarının sayısı azdır. Şehirleri yeniden tasarlamak, kıyı şeritlerini düzenlemek ve insanların tarım yapma şeklini değiştirmek onlar için daha da zor ve pahalı bir süreç olacak.

Halihazırda bunu yaşıyoruz. 1961 ila 2000 yılları arasında iklim değişikliği, bu krize en çok neden olan en zengin ulusların servetlerini artırırken, en yoksul ülkelerin ekonomilerine zarar vermiş görünüyor. Öyle ki, iklim değişikliği küresel ekonomik eşitsizliği %25 daha arttırdı. Buna benzer olarak, Küresel İklim Risk İndeksi, geliri az olan ülkelerin (Myanmar, Haiti ve Nepal gibi), 1999 ila 2018 arasında yaşanan aşırı hava olaylarından en çok etkilenen ülkeler olduğunu söylüyor. İklim değişikliği aynı zamanda göçlerin artmasına da neden olmuştur, ki bu göçlerin çok daha fazla artacağını öngörüyoruz.

Zengin ülkelerde dahi, yoksullar en çok zarar görecek. Ekonomik anlamda daha bol kaynaklara sahip insanlar, sıcak hava dalgaları sırasında klimalarıyla evlerini serinletebilirler ve elektrik faturalarını ödemek için yeterli paraya da sahiptirler. Ayrıca afetlerden önce evlerini tahliye etmeleri ve sonrasında geri gelmeleri çok daha kolaydır. Ancak düşük gelirli insanlar bu avantajların çok azına sahiptirler, daha sıcak mahallelerde yaşarlar ve dış mekanda çalışmak zorundadırlar; böylelikle iklim değişikliğinin en ağır darbesiyle karşı karşıya kalırlar.

Bu eşitsizlikler; birey, topluluk ve bölgesel ölçekte kendini gösterecek. 2017’de Amerika Birleşik Devletleri’ni analiz eden bir çalışmada, Güneyde toplanmış en fakir eyaletlerin üçte birinin, tarımsal problemlerinin yüzde 20’sini tek başlarına yaşadığı, bu eyaletlerin Kuzey kısımlarının ise, az da olsa ekonomik kazançlar elde ettiği ortaya çıktı. Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nden ekonomist ve bahsettiğimiz bu çalışmanın baş yazarı olan Solomon Hsiang, iklim değişikliğinin “ülke tarihinde yoksullardan zenginlere doğru en büyük servet transferiyle sonuçlanabileceğini” söyledi.

İklim değişikliğinin “kazananları” bile tüm iklim etkilerinden muaf olmayacaktır. Gözde bölgeler büyük göçmen akımlarıyla karşı karşıya kalacak. Üstelik koronavirüs pandemisinin de gösterdiği üzere, bir yerde yaşanan felaketler küreselleşmiş ekonomimizde hızla dalgalanıyor. Örneğin bilim insanları, iklim değişikliğinin farklı bölgelerde aynı anda tarımsal kıtlık olasılığını arttırması sonucunda dünyayı bir gıda krizine sürüklemesini öngörüyorlar.

Her şeyden önce sıcak hava, bulaşıcı hastalıkları ve onları ileten keneler ve sivrisineklerin yayılmasına neden oluyor. Yapılan bir araştırma, artan sıcaklıklar ve artan bireysel suçlar arasında tedirgin edici bir korelasyonun var olduğunu gösteriyor. İklim değişikliği bu noktada, ülkeler içinde ve uluslararası ölçekte daha büyük çatışmaların yaşanma olasılığını arttıran bir “tehdit çarpanı” olarak kabul edilmektedir. Bir başka deyişle, iklim değişikliği hiçbir paranın durduramayacağı birçok değişikliği beraberinde getirecek. Bu konuda yardımcı olabilecek tek şey, ısınmayı sınırlamak için harekete geçmektir.

Hiçbir şey yapmamak ile kıyaslandığında, iklim değişikliği konusunda bir şeyler yapmanın maliyeti nedir?

İklim değişikliğiyle agresif bir şekilde mücadele etmeye karşı en yaygın argümanlardan birisi, bunu yapmanın meslekleri öldüreceği ve ekonomiyi sakatlayacağıdır. Ancak bu argüman, iklim değişikliği için hiçbir maliyetimizin olmadığı bir alternatif olduğu anlamını içeriyor ve maalesef ki, böyle bir alternatifimiz yok. Gerçekte olan durum, iklim değişikliğiyle mücadele etmemenin çok pahalıya mal olacağı, çok sayıda insanın yaşayacağı acılara sebep olacağı ve ekolojik hasara neden olacağıdır. Bunun aksine, daha yeşil bir ekonomiye geçiş, dünya çapında birçok insana ve ekosisteme fayda sağlayacaktır.

Öncelikle, iklim değişikliğiyle mücadele etmenin ne kadar pahalıya patlayacağına göz atalım. Isınmayı 2 santigrat derecenin (Paris İklim Antlaşması hedefi) çok daha altında tutabilmek için, insanlığın bu yüzyılın ortalarına kadar şunu başarması gerek: Atmosfere saldığı sera gazlarının genel toplamda sıfıra ulaşması. Bu, yenilenebilir enerji, elektrikli arabalar ve şarj altyapısı gibi sektörlere çok büyük yatırımların olmasını zorunlu kılıyor. Bunun yanında, şu an halihazırda olan iklim değişikliğinin kaçınılmaz sonuçlarından olan yüksek sıcaklıklarla, yükselen deniz seviyeleriyle ve birtakım başka etkilere uyum sağlayabilmemiz gerekiyor. Ve tüm bunların hepsini çok hızlı yapmamız gerekecek.

Tüm bunların maliyet hesaplamaları ise oldukça değişkenlik gösteriyor. Son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre, ısınmayı 2 santigrat derecede tutabilmek için 4 trilyon ila 60 trilyon dolar aralığında (16 trilyon dolar medyanı olmak üzere) yatırım yapmak gerekecek. Bunun yanında, ısınmayı 1,5 santigrat derecede tutabilmek için ise 10 trilyon ila 100 trilyon dolar aralığında (30 trilyon dolar medyanı olmak üzere) yatırım lazım olacak (karşılaştırma yapabilmek adına: tüm dünya ekonomisi 2019 yılında 88 trilyon dolardı). Diğer araştırmalar, net sıfır emisyonuna ulaşmanın, küresel gayri safi milli hasılanın %1,5’inden %4’üne kadar değişen yıllık yatırımlar gerektireceğini saptamıştır.

Şimdi ise, herhangi bir önlem alınmayan, en çok yoksullara zarar verecek olan iklim değişikliğinin maliyetini düşünelim. Bu maliyetler arasında; yükselen deniz seviyesinin ve aşırı hava durumlarının zarar vereceği konutlar ve altyapılar, doğal afetlere bağlı olarak gerçekleşecek olan ölüm ve hastalıklar, artan sıcaklıklar nedeniyle azalan tarımsal verim ve işgücü verimliliği kaybı, azalan su kaynakları ve artan enerji maliyetleri, canlı türlerinin yok olması ve habitatların tahribatı bulunuyor. Dr. Hsiang, Berkeley ekonomisti, bunu “bin kesik ile ölüm” şeklinde tanımlıyor.

Sonuç olarak, iklim değişikliğinin hasarlarını ölçmek oldukça zor. Moddy’s Analytics’in yaptığı hesaplamaya göre, 2 santigrat derece ısınma bile 2100’e gelindiğinde dünya ekonomisine 69 trilyon dolar zarar verecek, üstelik uzmanlar artan sıcaklıklarla beraber bu maliyetin artacağını düşünüyor. Ekonomistlere yönelik yapılmış bir başka anket çalışmasında, 3 santigrat derece artışın küresel GSYH’nin yüzde 5’i kadar maliyeti olacağını; 5 santigrat derecelik artışın ise küresel GSYH’nin yüzde 10’u kadar maliyeti olacağı belirtiliyor. Başka bir araştırma ise, eğer bu ısınma trendi devam ederse, küresel  kişi başına düşen milli gelirin yüzyılın sonuna kadar yüzde 7 ila yüzde 23 kadar düşeceğini belirtiyor (her yıl birden fazla koronavirüs pandemisine eşdeğer büyüklükte bir ekonomik düşüş). Bazıları ise, bu saydıklarımızın iklim değişikliğini çok hafife almış tahminler olmasından korkuyorlar.

Araştırmalar, iklim değişikliğinin halihazırda en yoksul ülkelerdeki gelirleri yüzde 30’a kadar azalttığını ve 1961’den bu yana küresel tarım verimliliğini yüzde 21 oranında azalttığını gösteriyor. Aşırı hava durumları da iklim faturasını büyük ölçüde arttırdı. 2020 yılında, sadece ABD’de, iklimle ilişkili doğal afetler olan kasırgalar, kuraklıklar ve orman yangınları, işletmelere, konutlara ve altyapıya yaklaşık 100 milyar dolar zarar verdi. 1980’li yılların yıllık ortalaması ise 18 milyar dolar zarardı.

Yukarıda görüldüğü üzere, eylemsizliğin yüksek bedeli göz önüne alındığında, birçok ekonomist iklim değişikliğiyle mücadele etmenin daha kârlı olacağını düşünüyor. Tıpkı eski bir İngiliz atasözü gibi: Bir gram önlem, bir kilo tedaviye bedeldir. Bu durumda, ısınmanın sınırlandırılması, iklim değişikliğinin neden olacağı hasarı ve eşitsizliği büyük ölçüde azaltacaktır. Önlem almak aynı zamanda hava kirliliğini azaltacak, daha sağlıklı ve iklim dostu diyetleri yaygınlaştıracak ve tüm bunlar sayesinde milyonlarca yaşamın kurtulmasına vesile olacak. Hatta bazı uzmanlar, Paris İklim Antlaşması’nın hedeflerine ulaşabilirsek yeni mesleklerin oluşacağını ve küresel GSYH’nin artacağını söylüyor. İklim değişikliğini dizginlemek, tüm bunların yanında, birçok canlı türünün ve ekosistemin kurtulmasını sağlayacaktır.

Şu an, daha sonraki zararlardan kaçınabilmek için emisyonu azaltmamız gerekiyor; bunu da on yıllar boyunca yapacağımız büyük yatırımlarla başarabiliriz. Ve ne kadar geciktirirsek, Paris hedeflerine ulaşmak için o kadar çok efor sarf etmemiz gerekecek. Yapılan bir çalışmaya göre ABD, şimdi harekete geçmek yerine 2030’a kadar beklerse, 2050’ye kadar net sıfır emisyona ulaşabilmesi iki katına mal olacak. Ancak Paris hedefini kaçırsak bile, ekonomik durum iklim eylemi için hâlâ güçlü bir neden olacak. Çünkü ısınma arttıkça maalesef ki kaybımız daha da fazla olacak; hem para, hem de can olarak.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.