Merkezi İngiltere’de bulunan The Open University – Açık Üniversite’den gezegen ve uzaybilim profesörü Monica Grady’nin, 2 Mart 2021’de BBC Future sayfasında yayımlanan “If there is a God, would they be bound by the laws of physics?” (Eğer bir Tanrı varsa, fizik yasalarıyla bağlı olabilir mi?) başlıklı makaleyi, Enes Kerim Şafak’ın çevirisiyle sunuyoruz.

“Bir seminerde Einstein’ın öne sürdüğü bir soruyu dinlerken hâlâ Tanrı’ya inanmaktaydım, şu an ateistim. O inanılmaz zarif ve derin soru şuydu: ‘Eğer tüm evreni ve içerisindeki fizik yasalarını yaratan bir Tanrı varsa, Tanrı kendi yarattığı kurallara uymak zorunda mıdır? Ya da Tanrı, kendi koyduğu yasaların sınırlarını aşabilir mi? Örneğin ışık hızından hızlı gidebilir mi, yahut aynı anda iki yerde birden bulunabilir mi?’ Bu sorunun cevabı Tanrı’nın varlığı ya da yokluğunu ispatlayabilir mi? Ya da bu soru, bilimsel deneyler ile dini inancın kesiştiği, doğru cevabın olmadığı bir yer midir?” David Frost, 67, Los Angeles.
Bu soru ilgimi çok çekti. Soruyu okurken karantinadaydım. Doğrusu bu sorunun zamanlamasına şaşırmamalı. Çünkü trajik olaylar, misal içinde bulunduğumuz salgın dönemi gibi, Tanrı’nın varlığı hakkında sorular sormamıza neden olur: “Eğer merhametli bir Tanrı varsa, neden bu tür felaketler yaşanıyor?” Bunun dışında, Tanrı’nın fizik yasalarına -kimya ve biyolojiyi de yarattığı için onların yasaları da dahil olmak üzere- uymak zorunda olduğu düşüncesi, keşfetmek için oldukça ilgi çekici bir fikir.
Eğer Tanrı fizik yasalarını aşamıyorsa, muhtemelen O, yüce ve üstün bir varlıktan beklediğimiz kadar güçlü değildir. Ama eğer aşabiliyorsa, neden fizik yasalarının bozulduğuna dair evrende herhangi bir kanıt bulamadık?
Bu soruyu ele almadan önce biraz ara verelim. İlk olarak, Tanrı ışık hızından hızlı gidebilir mi? Gelin bu soruyu nicel değerler üzerinden tartışalım. Işık boşlukta saniyede yaklaşık olarak 299 bin 500 km hızla gider. Okulda öğrendiğimize göre hiçbir şeyin hızı, ışık hızını aşamaz. Bu kurala, dilityum kristallerini maksimum seviyeye ayarladığımızda Star Trek’teki USS Enterprise aracı da dahil.
Fakat bu kural doğru mudur? Birkaç yıl önce, bir grup fizikçi “takyon” denilen bir parçacığın ışık hızını aşabileceğini ileri sürdü. Neyse ki bu teorik parçacıkların gerçek bir parçacık olma ihtimali epey düşük. Olsalardı bile bu durum onların hayali bir kütleye sahip olmasına ve uzay zamanın bozulmasına yol açardı -ki bu durum da Tanrı için pek iyi bir şey olmasa gerek.
Şu anki bilimin verilerine göre henüz ışık hızını aşabilen bir obje bulunamadı. Bu durum esasen Tanrı hakkında hiçbir şey söylemiyor. Fakat sadece ışık hızının oldukça yüksek bir hız olduğu bilgisini güçlendiriyor.
Işığın en başından beri ne kadar yol aldığını düşünmeye başladığımızda ise işler biraz ilginç bir hale geliyor. Eğer klasik Big Bang kozmolojisini düşünürsek ve ışık hızını saniyede 300 bin km olarak varsayarsak, 13,8 milyar yıllık evrenin tarihinde ışığın yaklaşık olarak 1,3 x (10^23) km yol kat ettiğini hesaplarız. Tabii gözlemlenebilir evrenin içerisinde.
Evrenimiz ise her 30 kentilyon kilometrede yaklaşık olarak saniyede 70 km genişlemektedir. Dolayısıyla, şu anki hesaplamaların söylediğine göre evrenin sınırları arasında 46 milyar ışık yılı vardır. Zaman geçtikçe ve evren genişledikçe, ışığın bize ulaşması için daha fazla yol kat etmesi gerekiyor.
Bizim gözlemleyebildiğimizin ötesinde de evrenin çok büyük bir kısmı bulunuyor. Ancak şu ana kadar görebildiğimiz en uzak obje bir galaksi oldu, ismi ise GN-z11, bu galaksiyi Hubble Uzay Teleskobu sayesinde gözlemleyebildik. Bu galaksi yaklaşık 13,4 milyar ışık yılı uzaklıkta. Bu da demek oluyor ki ışık 13,4 milyar yılda o galaksiden bize ancak ulaşabiliyor. Ancak bu ışık yola çıktığında, GN-z11 bizden, Samanyolu’ndan, sadece 3 milyar ışık yılı uzaklıktaydı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Tüm evreni asla gözlemleyemeyiz. Çünkü Big Bang’in ilk saniyesinin kesirlerinden bu zamana kadar, her şeyi gözlemleyebilmemiz için yeterli zaman oluşmadı! Kimileri, “Bu nedenle belki de evrenin başka kozmik bölgelerinde, fizik kurallarının bozulup bozulmadığından emin olamayız” diyorlar. Belki de bu fizik yasaları sadece yerel, tesadüf sonucu oluşmuş yasalardır. Tüm bu fikirler, bizi evrenden de daha büyük bir şey üzerinde düşünmeye itiyor.
Çoklu Evren
Birçok kozmolog, evrenin daha büyük bir evrenin parçası olabileceğini düşünüyor. Bu teoriye göre birçok farklı evren beraberce varlık sahnesindeler fakat birbirleriyle etkileşim içerisinde değiller. Çoklu Evren Teorisi esasen kozmolojik enflasyon teorisi üzerine kurulmuştur. Kozmolojik enflasyon teorisi der ki: Big Bang’in 10^-32 saniyesi ile 10^-33 saniyesi arasında evren çok büyük bir şekilde genişledi. Bu teori, evrenimizin belirli bir yapısının ve şeklinin olmasını açıklaması bakımından önemli bir teoridir.
Peki, yaşanan bu büyük genişleme neden birçok kez olmasın? Yaptığımız deneylerden bildiğimiz üzere kuantum dalgalanmaları, parçacık çiftlerinin aniden oluşmasına ve hemen ardından yok olmasına neden olabilir. Peki bu dalgalanmalar parçacıkları oluşturabiliyorsa neden atomları yahut evreni oluşturamasın? Yapılan bir araştırma, yukarıda bahsettiğimiz, kaotik büyüme gerçekleşen Big Bang anında her şeyin aynı oranda gerçekleşmediğini öne sürüyor. Bu araştırmaya göre bahsettiğimiz genişleme anındaki kuantum dalgalanmaları, ileride kendi başına patlayarak bir evrene dönüşebilir halde olan baloncuklar üretebilirdi.
Peki ya Tanrı, Çoklu Evren teorisine uyumlu mudur? Görünen o ki Evren, yaşamın oluşması için ince ayarlanmış -ki bu durum da kozmologlar için hala bir soru işareti. Nitekim Big Bang’de oluşan temel parçacıklar, hidrojen ve döteryumun oluşması için doğru özelliklere sahipti. Hidrojen ve döteryum ise ilk yıldızları oluşturdu.
Bu yıldızlardaki nükleer reaksiyonlara şekil veren fizik yasaları daha sonra yaşamın oluşmasını sağlayan karbon, nitrojen ve oksijenin oluşmasını sağladı. Nasıl olur da evrendeki tüm fiziksel yasaların ve parametrelerin yapısı birleşerek yıldızların, gezegenlerin ve nihayetinde yaşamın oluşmasını sağlar?
Bazıları, bunun sadece şanslı bir tesadüf olduğuna inanıyor. Başka bir argüman ise, biyoloji dostu fiziksel yasaları görme konusunda şaşırmamamız gerektiğini söylüyor: Nitekim zaten o yasalar bizi oluşturdu, başka ne görmeyi umuyorduk? Bazı teistler ise, bu durumun Tanrı’nın varlığına işaret ettiğini ve dolayısıyla O’nun evreni uygun koşullarda yarattığını söylüyor.
Ancak Tanrı, bir bilimsel açıklama değildir. Çoklu Evren Teorisi ise bu muammayı çözüyor. Çünkü birçok farklı evrenin ve kendilerine ait birçok fiziksel yasanın oluşabilmesini kabul ediyor. Dolayısıyla, kendimizi biyolojik yaşamı destekleyen bir evren içerisinde bulmamız şaşırtıcı bir şey değil. Fakat Tanrı’nın çoklu evrenleri yaratmış olabileceği fikrini ise elbette çürütemeyiz.
Tabii bu söylediklerimizin hepsi varsayımsal fikirlerdir. Bu nedenle Çoklu Evren Teorisi’nin en büyük eleştirilerinden biri; kendi evrenimizle başka evrenler arasında bir etkileşim olmadığı için, çoklu evren kuramını asla direkt olarak test edemeyeceğimizi söyler.
Kuantum tuhaflığı
Şimdi ise, Tanrı’nın aynı anda birden fazla yerde olup olamayacağını düşünelim. Uzay biliminde kullandığımız birçok bilgi ve teknoloji, kuantum mekaniğine dayalıdır.
Kuantum teorisi, kuantum dolanıklık kavramını da içerir: Parçacıkların ilginç bir şekilde bağlanması. İki parçacık birbirine bağlandığında, birisi üzerinde yapacağınız etki diğer parçacığı da etkileyecektir; bu iki parçacık birbirinden çok uzakta olsalar dahi. Kuantum dolanıklığının çok daha güzel açıklamaları olsa da, bu yazı için bunun yeterli olduğunu düşünüyor ve bu açıklamadan devam ediyorum.
Bir parçacığın, iki alt-parçacığa ayrıldığını hayal edelim: Bunlar A ve B parçacıkları olsun. Korunma ilkesine göre, alt-parçacıkların özelliklerin toplamı, orijinal parçacığın özellikleri olmalıdır. Örneğin, bütün parçacıklar bir kuantum özelliği olan “dönme” özelliğine sahiptir. Bir benzetme yapacak olursak, parçacıklar küçük pusula iğneleri gibi hareket ederler. Eğer ilk baştaki parçacık 0 dönmeye sahipse, alt-parçacıklardan birisinin pozitif diğerinin negatif dönmeye sahip olması zorunludur. Bu da aslında A ve B parçacıklarının yüzde 50 ihtimalle pozitif ya da negatif dönmeye sahip olduğu demektir (kuantum mekaniğine göre parçacıklar, siz onları ölçene kadar birbirinden farklı durumların bir karışımı halindedir).
A ve B’nin özellikleri birbirinden bağımsız değildir, birbirine dolaşıktırlar; ayrı laboratuvarlarda yahut gezegenlerde olsalar bile. Farz edelim ki siz A parçacığının dönme durumunu hesapladınız ve pozitif buldunuz. Aynı anda, bir arkadaşınız ise B parçacığının dönme durumunu hesapladı. Korunma ilkesine göre, arkadaşınız kesinlikle B’yi negatif olarak hesaplayacaktır.
Ancak -ki şu an tam da zihinlerin bulandığı noktaya geliyoruz- tıpkı A parçacığı gibi, B parçacığının da yüzde 50 şans ile pozitif olma ihtimali vardı. Dolayısıyla B parçacığının negatif olma durumu, A parçacığının pozitif olma durumu hesaplandığı an belli olmuş oldu. Diğer bir deyişle; dönme durumları hakkındaki bilgi, parçacıklar arasında anında iletilmiş oldu. Böylelikle bu tür bir kuantum bilgi transferi, teorik olarak ışık hızından da hızlı bir şekilde gerçekleşti. Oldukça tuhaf hissettik, değil mi? Einstein bile kuantum dolanıklığını “uzaktan gerçekleşen ürkütücü hareket” olarak tanımlarken, bence bizim bunu oldukça tuhaf bulmamız affedilebilir bir durum.
Öyleyse, ışık hızından daha hızlı giden bir şey bulmuş olduk: Kuantum bilgisi. Bu, Tanrı’nın varlığını ya da yokluğunu ispatlamıyor; ancak Tanrı’yı fiziksel kavramlarla düşünmemize yardımcı oluyor. Belki de Tanrı, birbirine bağlanmış parçacıkların bir derya haline geldiği, her an kuantum bilgilerini ileten ve aynı anda birçok yerde bulunabilen bir Tanrı’dır? Ve hatta birçok evrende aynı anda bulunabilen?
Bende Tanrı hakkında, Tanrı’nın galaksi büyüklüğündeki tabakları çevirirken gezegen büyüklüğündeki toplarla hokkabazlık yaptığı imajı var. Bunu da her şeyi hareket halinde tutmak için bir evrenden diğerine bilgileri fırlatarak yapıyor. Ve tabii ki, Tanrı aynı anda birçok şeyi yapabilir. Uzay-zamanı düzgün işleyen bir yapı halinde tutabilir. Tüm bunların doğruluğu için sadece inanç gereklidir.
Bu yazı, sorulan soruları cevaplayabildi mi? Sanıyorum ki hayır. Eğer Tanrı’ya inanıyorsanız, tıpkı benim gibi, Tanrı’nın fizik yasaları tarafından kısıtlandığı fikri anlamsız hale geliyor. Çünkü Tanrı her şeyi yapabilir, ışık hızından da hızlı gidebilir. Eğer Tanrı’ya inanmıyorsanız, o zaman sorunun kendisi bile o derece anlamsızlaşır çünkü Tanrı yoktur ve hiçbir şey ışık hızından hızlı gidemez. Belki de bu soru agnostikler içindir, yani Tanrı’nın varlığı hakkında kesin konuşmayanlar için.
Esasen bilim ile dinin farklılaştığı bir noktadır burası. Bilim kanıt gerektirir, dini inanç ise iman. Bilim insanları, Tanrı’nın varlığını ya da yokluğunu kanıtlamaya çalışmazlar çünkü hiçbir deney yoktur ki Tanrı’yı tespit edebilsin. Ve eğer Tanrı’ya inanıyorsanız, bilim insanlarının evrene dair keşfettiklerinin bir önemi yoktur. Çünkü herhangi bir kozmolojik yaklaşımın, Tanrı ile tutarlı olduğu düşünülebilir.
Tanrı, fizik yahut herhangi bir şey hakkındaki düşüncelerimiz günün sonunda bakış açımıza bağlıdır. O halde gelin, gerçekten yetkin bir kaynaktan bir alıntıyla bitirelim. Hayır, bu kaynak İncil değil, ya da bir kozmoloji kitabı da değil. Alıntımız Terry Pratchett’ın yazmış olduğu Reaper Man romanından geliyor:
“Işık, her şeyden hızlı hareket ettiğini düşünür fakat bu yanlıştır. Işık ne kadar hızlı giderse gitsin, gittiği yerde bulunan ve onu bekleyen bir karanlığı her zaman bulacaktır.”