Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Siyasi iktidarın yönetememeyi yönetememe krizi

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı 

Merhaba, iyi günler. Bugün biraz fazla mesai yapıyorum, yapacağım. Saat 16.00’da Olivier Roy ile –ki kendisi Afganistan’ı çok iyi bilir, uzun yıllar Afganistan’da mücahitlerin arasında kaldı ve ilk kitabını onun üzerine yaptı ve dünyanın önde gelen siyasal İslam uzmanlarından–, Olivier Roy ile Fransızca bir yayın yapacağım, “Afganistan’ın bir geleceği var mı?” diye — bu yayının Türkçesini yarına yetiştirmeye çalışacağız, büyük bir ihtimalle yarına da Türkçesini görme, izleme, okuma imkânı olacak. Bir de saat 18.00’de Galip Dalay’la Afganistan’da Türkiye’yi nelerin beklediğini konuşacağız. Galip, şu anda Türkiye’de benim gördüğüm en iyi uluslararası ilişkiler öğrencilerinden birisi, konuya çok hâkim. Onunla da uzun uzun Türkiye’yi nelerin beklediğini konuşacağız. Aslında, şimdi konuşmayı düşündüğüm hususun içerisinde bu olay da var. 

Bugünkü yayının başlığı aslında biraz daha uzun olacaktı: “Siyasî iktidarın yönetememe krizini yönetememe krizi”. Çok fazla olur diye, “yönetememeyi yönetememe” krizi olarak yazdım, tercih ettim. Biliyorsunuz, ben yıllardır artık bunu söylüyorum ve benimle çok dalga da geçildi; ama iktidarın yönetememe krizini, yönetememe hâlini artık birçok kişi –hatta kendi içlerinde, kendilerine yakın olan insanlar da bu açıklıkta olmasa bile– kabul ediyor. Yönetememe krizi aslında soldan gelen bir şeydi; benim de ortaokul, lise yıllarından beri bildiğim, ama daha çok teorik olarak bildiğim bir şeydi. Şimdi gazeteci olarak bunu Türkiye’de, değişik dönemlerde çok ciddi bir şekilde yaşıyoruz ve AKP-Erdoğan iktidarının son yılları bunun en bâriz yaşandığı bir durum. 

Nedir yönetememe krizi? Sorunlar var, sorunları çözmek isteyen iktidar var, ama sorunları şu ya da bu nedenle çözemiyor, büyük ölçüde de sorunları çözme kapasitesinden mahrum kaldığı için çözemiyor ve tam da aksine, çözemediği gibi sorunları daha da derinleştiriyor. Türkiye’de özellikle Gezi’den itibaren olan süreçte, bunun çok bâriz bir şekilde yaşandığı kanısındayım. Fethullahçılar’la olan savaşta darbe girişimi, ardından yaşananlar; bütün bunlar ve günümüz Türkiye’si, şu anda yaşanan, içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz, hepsi siyasal iktidarın, Erdoğan iktidarının ülkeyi yönetemediğini ve buradan toparlanmasının da artık mümkün olmadığını bize gösteriyor. Bunu sürekli dile getirmek bazılarına rahatsız edici gelebilir; ama bunu sürekli olarak vurgulamak lâzım, çünkü burada yine çok dile getirdiğim bir başka önerme karşımıza çıkıyor: Aslında iktidar çoktan kaybetti, Erdoğan çoktan kaybetti; ancak kazanan henüz ortada olmadığı için bu iktidar ömrünü sürdürüyor. Bugün konuşmak istediğim husus da bunun bir sonraki aşaması bence. Aslında bunu da ne zamandır yaşıyoruz. 

İyi kötü, Erdoğan ve iktidarın diğer sözcüleri diyelim, bu yönetememe krizini en azından yönetiyorlardı; hani meşhur lâf var ya? “Batı bizi, Almanya bizi kıskanıyor” vs. gibi iddialarla bu krizi örtme, bu kriz yokmuş gibi yapma, her şey yolundaymış gibi yapma — ki bu hakikat sonrası çağın en temel özelliklerinden birisi, dünyanın dört bir tarafında bunu yapan diğer otoriter, popülist liderler var ve bunu da büyük ölçüde medya üzerinden yapıyorlar. Türkiye’de de medya, geleneksel medyanın ezici bir çoğunluğu iktidarın kontrolünde olduğu için, bunu görmediği zaman, göstermediği zaman yokmuş gibi olabiliyor. Berat Albayrak’ın istifasını düşünün; Instagram’da ilan etti ve birçok haber kanalında uzun bir süre haberi bile yapılamadı, ama sosyal medya bunu konuştu. Şimdi burada, sosyal medya çok ciddi bir sorun olarak iktidarın karşısında duruyor ve bunu da AKP lideri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ısrarla da vurguluyor — ki bu olaya da bir çözüm bulacaklar. Nasıl bulacaklar onu bilmiyorum, ama bulmaya çalışacaklar. 

Bu yayını aslında dün yapmayı düşünüyordum, bugüne kaldı. Dün yaşadığımız birkaç tane örneğe bakalım: Sabah işe gelirken oğlum bana dedi ki: “Dördüncü aşı hakkı çıkmış.” —“Allah Allah! Nereden çıktı?” Baktım e-nabıza, evet, hakikatten dördüncü aşı hakkı var. Ben iki kez Sinovac olanlardanım, üçüncüyü de geçtiğimiz günlerde Biontech oldum ve dördüncü aşı hakkı çıkmış, randevu alma seçenekleri vardı, ben de dedim ki: “Ya, işe gidince yaparım, alırım.” Çünkü hakikaten olmak istiyorum, çünkü bir de orada dördüncü hakkın çıkmasıyla beraber aklımıza gelen ilk şey nedir? Birçokları öyle düşündü: “Demek ki biz o Sinovac’ları boşuna olmuşuz ki dördüncü hakkı tanıyorlar.” İşyerine geldim, bir süre sonra, alayım şu randevuyu dedim ki, iptal olmuş. Sonra baktım, benimle yaşıt olan lise arkadaşlarıyla WhatsApp gruplarında aynı olay var. “Ya aşı olacaktık, olamadık; ne oldu ne bitti?…” Sonra bir baktık ki bakan kem küm bir şeyler söyledi, “İşte, böyle bir zorunluluk yok, Batı ülkelerinin bazıları Sinovac’ı tanımadığı için” vs. falan bir şeyler söyledi, çok abesti; ama burada tam bir, –nasıl söyleyeyim?– hani “yönetememeyi yönetememek” gibi bir olay var; ama daha farklı bir olay da 15 yaş üstü için oldu; o da, 15 yaş üstü için de aşı hakkı tanımlandı biliyorsunuz, yine dün sabah, bu dördüncü aşıyla beraber duyuruldu. Sonra bir izleyicimiz bana bir mesaj yolladı, dedi ki: “Ya, böyle dendi, ama biz gittik, çocuğumuzu yaptıramadık; randevumuz var, ama yapmıyorlar, çünkü iptal olmuş.” Allah Allah filan, sonra bir araştırdık baktık ki, tüm Türkiye’de aynı şey geçerli, saat 13.30’a kadar aşı olan olmuş, diğerlerini geri yollamışlar ve hiçbir açıklama yok. Yapıldıysa bile ben fark etmedim, böyle ciddi, tatminkâr bir açıklama yok, yani tam bir –kaba saba olacak ama– “saldım çayıra Mevla’m kayıra” olayı. Yani bir hata yapıyorsun, yanlış yapıyorsun, ânında, hangisi doğruydu hangisi yanlış açıkçası onu bilmiyorum. Yani dördüncü aşı doğru muydu ve sonradan ne olduysa geri mi aldılar? Yoksa dördüncü aşı uygulaması yanlıştı, son anda fark edip onu mu toparladılar? Açıkçası hiçbir şekilde bilmiyorum. 

15 yaş meselesi de çok ciddi bir şekilde aileler –benim o yaşta bir çocuğum ya da çok yakınımda kimse olmadığı için bizzat o deneyimi yaşamış değilim– ama bir araştırdık baktık ki, arkadaşlarımız araştırdı, tüm Türkiye’de, sosyal medyada insanlar neye uğradıklarını şaşırmışlar ve açıklama yok, herhangi bir açıklama yok. Bu artık bambaşka bir şey, yani daha önce bunun değişik versiyonlarını Resmî Gazete’de görüyorduk biliyorsunuz; Başkanlık sisteminde her şey Cumhurbaşkanlığı kararnâmesiyle oluyor ve Cumhurbaşkanlığı kararnâmesi çıkıyor, ondan sonra, çok kısa süre sonra, bazen aynı gün içerisinde, bazen bir iki gün sonra, o kararnâmeyi düzenleyen yeni bir kararnâme vs.. 

Burada da sağlık, salgın gibi en önemli konulardan birisinde –ki en önemli konu aslında şu anda Türkiye’nin önündeki–, bir bakıyorsunuz, ânında kararlar değişiyor ve kimse artık bir açıklama yapma ihtiyacı bile duymuyor. Bu bir vurdumduymazlık değil; bu başka bir şey. Bu artık tamamen arabanın freni boşalmış bir şekilde gitmesi olarak görülebilir. Artık hatayı gizlemeye çalışmak vs. bunlardan da uzaklaşan bir devlet yapılanması var. Kezâ, pazartesi günü kabine toplanacak. Biliyorsunuz, bir ara Resmî Gazete bekledik, bir ara da uzun bir süre pazartesileri bekledik; kabine toplanacak, açıklama yapılacak. Örneğin en çok beklenen konu: Okullar meselesi. “Okullarda yüz yüze eğitim yapılacak” dendi. Ailelerin büyük bir kısmı da bildiğim kadarıyla bunu istiyor; ama herkes, her an, vazgeçtik diye bir açıklama gelirse buna şaşırmayacak halde; çünkü artık devletle toplum arasındaki bu tür hayatî konulardaki bağlar tam anlamıyla aşındı; hatta aşınmanın ötesinde kopmuş durumda. İnsanlar her türlü sürprize açık bir şekilde yaşıyorlar. Neydi? “Bakalım kabine toplantısından ne çıkacak?” diye beklerken, kabine toplantısı iptal oldu. Neden iptal oldu bilmiyoruz. 

Böyle acayip bir durum; hani bu, yönetememe krizi değil, yönetememe, hatta yönetmeme hâline doğru evriliyoruz. Bunu orman yangınlarında gördük, sel felâketinde gördük; birileri bir yerlere gittiler, ettiler, göründüler; ama birinin dediği diğerinin dediğini tutmuyor, birisi başka bir açıklama yapıyor, diğeri başka bir açıklama yapıyor ve bütün dert en fazla bunun görünmesini engellemeye yönelik; ama tam bir koordinasyonsuzluk. 

Daha vahimini ise, şimdi Afganistan meselesinde yaşıyoruz. Bunu, Galip Dalay’la uzun uzun konuşacağız bugün; ama ben şimdiden konumuzu ilgilendiren kısmına geleyim: Afgan mülteciler meselesi günlerdir Türkiye’nin gündeminde; daha Taliban Afganistan’ı ele geçirmeden Türkiye’nin gündeminde ve bunun üzerinden bayağı bir tartışma başladı, beni ve Medyascope’u da yalan yanlış şekillerde hedef alanlar oldu. Düzensiz, kontrolsüz göçün iyi bir şey olmadığının özellikle altını çizmemize rağmen. Devlet ise bu konuda son derece duyarsız, ilgisiz davrandı, yokmuş gibi yaptı. Birtakım AKP’li isimler, birtakım açıklamalar yaptılar; ama bunların hiçbirisi bağlayıcı değildi. Sonra birden bir baktık ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bu ciddi bir mesele, duvar örüyoruz” falan dedi, sonra yine sesini kesti ve Afganistan tam anlamıyla düştü; Kâbil düştü, Türkiye ne yapacak? Orada havaalanına talipti Türkiye, havaalanının güvenliğine ve işletmesine talipti. Hiçbir açıklama yok ve biz havaalanı görüntüleriyle karşılaştık; insanlar uçaklara binmeye çalışıyor, havalanan uçakla beraber dışarıda tutunmaya çalışıp aşağı düşüp hayatını kaybeden insanlar, acayip görüntüler ve biz hâlâ, “Türkiye orada kalacak mı, havaalanında duracak mı?” 

Hiçbir şeyden haberimiz yok, herhangi bir açıklama yapılmıyor ve Reuters’in haberine bakıyoruz, Reuters’in iddiasına göre, adını açıklamayan yetkililer bu planın rafa kalktığını söylemişler, henüz resmî bir açıklama yok; ama bu arada ne var? MHP lideri Devlet Bahçeli, Türkiye’nin Afganistan’da olması gerektiği üzerine acayip açık, net bir çıkış yapıyor. Cumhurbaşkanı’ndan ses yok, Devlet Bahçeli bunu söylüyor. Neden? Ne için? İşte, o klasik “Türkiye’nin savunması Suriye’den geçer”, “Türkiye’nin savunması Irak’tan geçer”den, “Türkiye’nin savunması Afganistan’dan geçer”e kadar gitti. Ne alâkası varsa, Afganistan’a kadar gitti. Bu arada, Türkiye’de yetkililer konuşmazken, Mevlut Çavuşoğlu’nun bir açıklamasını gördüm yayına girmeden önce: “Taliban’dan gelen mesajlar, temaslar var, Türkiye Taliban’la temasta; genellikle olumlu” diyor ve Türkiye Taliban’la bir anlaşmanın yolunu bulacağa benziyor. 

Taliban’la görüşmek, Taliban’la anlaşmak nasıl bir fikirdir? İyi bir fikir midir? Bunun sonradan ne gibi sonuçları olabilir? Bu konuda herhangi bir şey yok. Bir diğer husus da çok daha çarpıcı: Türkiye’yi yönetenler bu konuda bir şey demezken, konuşmazken; açık bir şekilde, net bir şekilde kamuoyuna seslenmezken; bir bakıyoruz: Almanya Başbakanı Merkel, Afganistan meselesinden konuşurken, pat diye Türkiye’yi söylüyor. “Türkiye’yle yakın işbirliği” diyor. Ne alâkası var Türkiye’nin? Tabii ki alâka şu: İran’a geçiyorlar, İran önlerini açıyor, Türkiye’ye geliyorlar, Türkiye Batı’dan önceki son çıkış, orada tutmak lâzım. Aynı şekilde Fransa Cumhurbaşkanı Macron Afganistan’la ilgili açıklama yapıyor. Düşünün; bunlar açıklama yapma ihtiyacını hemen hissediyorlar ve diyor ki Macron: “Pakistan, İran ve Türkiye’yle yakın temasta olacağız.” Yine aynı mesele tabii. Burada mesele Afganistan’ın geleceği falan değil; Afganistan’dan kaçacak olan insanların Avrupa’ya girişini engelleme meselesi. 

Bizi birinci derecede ilgilendiren bu konuda herhangi bir açıklama yapılmıyor. İnsanlar bunun üzerine kendi kendilerine akıl yürütüyorlar, tartışıyorlar, acayip acayip tartışmalar yaşanıyor Taliban üzerinden vs. ve bu arada, tabii, iktidarın bu şekilde, “Taliban geldi, ne olacak ki?” hâli. Şu anda görünen o; hâlinden hareketle biraz insanlar açık açık, “Taliban, ne var canım Taliban’da? İşte onlar da emperyalistleri ülkelerinden kovdular” vs. gibi açıklamalarla bir garip Talibanperverlik yapıyorlar — ki bunlar arasında, kendilerini solda tanımlayan bazı isimlerin ve kurumların da olduğunu görüyoruz. Böyle bir ortamda, yine siyasal bir iktidar yok. Çok ciddi bir kriz bu. Zaten içinde yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz bir kriz Afgan meselesi, Afgan mülteciler meselesi. Şimdi, çok daha büyük bir şekilde yaşayacağımız belli ve bu krizle ilgili herkes konuşurken ve konuşanlar da Türkiye’yi işaret ederken Türkiye’den bir ses çıkmıyor. Türkiye salgın sorununda tamamen zincirlerinden boşalmış gibi gidiyor, bir aldığı kararı ertesi gün bozuyor, ne olacağı belli değil; okullar meselesi olacak diye düşünüyoruz, ama her an her şey olabilir; böyle bir hal içerisinde Türkiye’de artık yönetememenin ötesinde, yönetememeyi de yönetemeyen bir Erdoğan iktidarıyla karşı karşıyayız. 

Bunun karşılığında muhalefet ne yapıyor? Mesela Kılıçdaroğlu, Afganistan meselesiyle ilgili üst üste açıklamalar yapıyor ve Afganistan’dan gelecek olan kişilerin Türkiye’ye İran’dan geldiğini söylüyor. Şöyle dedi en son: “Niye Taliban’la konuşuyorsunuz, İran’la konuşun” dedi ki çok doğru söylediği, çünkü Türkiye’ye gelmek için İran’a geliyorlar; İran’dan Türkiye’ye geçmek durumundalar, dolayısıyla Türkiye’nin muhatabı İran olmak durumunda. Onların normal şartlarda İran’da kalmaları gerekiyor, Türkiye’ye geçmemeleri gerekiyor; söylediği bu anlamıyla doğru, ama burada çok ilginç başka bir nokta var –ki dün bunu Kemal Can “5 Soru 10 Cevap”ta bir şekilde ele aldı–; burada ilginç bir şey şekilleniyor, işte, yönetemeyen Erdoğan iktidarı, iyice sıkışmış olan, çözümler üretemeyen Erdoğan iktidarı, ekonomik krizle de boğuşan iktidar, böyle uluslararası, çokuluslu bir sorunda, küresel bir sorunda Batı’ya “Benimle iş görebilirsiniz” demeye devam ediyor. Yani Merkel’in, Macron’un ağızlarını açtıkları zaman Türkiye demeleri hiç boşuna değil; çünkü bunu Erdoğan’la yapabileceklerini düşünüyorlar, Erdoğan’ın buna muhtaç olduğunu düşünüyorlar, buradan Erdoğan’la pazarlık edebileceklerini düşünüyorlar. 

Bu noktada, Millet İttifakı’nın öne çıkan ismi olarak, Kılıçdaroğlu’nun Batı’ya da yönelik olarak, “Biz bu anlaşmaları tanımayacağız, biz bunların hepsini yok edeceğiz” vs. demesi, bir yanıyla siyâseten doğru olabilir; ama diğer yanıyla da Batı’nın tercihini var olan iktidardan yana yapmayı sürdürmesine de yol açabilir. Bu da çok ilginç bir paradoks olarak önümüzde duruyor. Yani şöyle düşünelim: Batı, Türkiye’de otoriter, temel hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin çok da fazla umursanmadığı bir rejim yerine daha çoğulcu, daha demokratik hukuk devletini tesis etmiş, yeniden kurmuş bir Türkiye’yi herhalde teorik olarak tercih eder; ama şu anda Batı’nın çok daha pratik bir sorunu var, en önemli sorun mülteciler sorunu ve bu anlamda bu sorunu otoriter bir yönetimle çözebiliyorsa pekâlâ bunu tercih edecektir.

Afganistan meselesini Türkiye yaratmadı, dünkü yayında söylemeye çalıştım; önce Sovyet işgali, ardından Sovyet işgaline karşı ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin ittifakı, daha sonra yine ABD işgali, bütün bunlar ve NATO… Bunların ürettiği bir sorun ve bu sorunun birinci derecede sorumlusu Batı. Batı, bu sorumluluğunun tüm faturasını ödemek yerine, kısmî bir faturayı Türkiye üzerinden ya da Pakistan üzerinden –pek İran söz edilmiyor, ama esas olarak Türkiye üzerinden– ödemeye râzı. Aksi takdirde, Afganistan’a yönelik olarak çok daha ciddi yatırımlar yapmak ve belki de tekrar Afganistan’a yönelik çok büyük askerî operasyonlar vs. yapmak zorunda kalacak. Dolayısıyla, “Nasıl olsa Türkler’in de çok fazla sesi çıkmıyor, otoriter rejim; Erdoğan’ın hâlâ sevenleri de var” deyip pekâlâ bununla da yola devam edebilirler, tercihlerini yine bu iktidarla yapabilirler, kendilerinin âcil sorununun çözümünü burada gördükleri için — böyle bir olay da önümüzde duruyor. Bunu Türkiye nasıl aşacak? Açıkçası bilemiyorum ve artık başlığa koyduğum “yönetememe krizini yönetememe hâli” de bu nedenle, Batı’yla kurulan bu tür ilişkiler ve daha sonra da kurulacak olan bu tür ilişkiler nedeniyle, Erdoğan iktidarını çok da fazla ırgalamıyor olabilir. Evet, bugün Fransızca bilenlere saat 16.00’da Olivier Roy yayınını, ama 18.00’de de Türkçe tabii ki, Galip Dalay’la “Afganistan’da Türkiye’yi neler bekliyor?” yayınını duyurmuş olayım. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.