Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (17): Siyasi iktidarın tabanı çözülürken tavanı ne durumda?

Başta AKP olmak üzere siyasi iktidarın seçmen nezdinde itibarının her geçen gün azaldığının kamuoyu yoklamalarıyla gözler önüne serildiği bir ortamda iktidar içi iktidar savaşları hakkında da çok spekülasyon yapılıyor. Böyle olmakla birlikte Erdoğan, iktidarını muhafaza etme konusunda tüm seçeneklerini tüketmemiş olabilir mi? Adını Koyalım’da Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek, Kemal Can ve Ruşen Çakır bunu tartıştı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Her çarşamba akşamı olduğu gibi yine “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la birlikte yeni bir konuyu ele alıp adını koymaya çalışacağız. Bu hafta, başta AKP olmak üzere siyasî iktidarın içinden geçtiği krizi aşma çabalarını konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. 

Çavdar-Özpek-Can: Merhaba. 

Ruşen Çakır: Programın başlığını“Siyasî iktidarın tabanı çözülürken tavanı ne durumda?” olarak belirledik. Kemal, seninle başlayalım önce. Taban hakikaten çözülüyor mu? Bunun işaretleri nedir? Mesela en son, eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın, meslektaşımız Altan Sancar’a anlattıklarını, sekiz yıl sonra bu konuyu gündeme taşımasını, kendisi bilerek olmasa bile gayri insiyâkî, artık iktidarın çözülmesinin bir kanıtı olarak görüyorum. Söyleşinin bir yerinde, “o tarihlerde beni döver, öldürürlerdi” diyor ya? Şimdi biraz daha güven gelmiş sanki; çÇünkü iktidar artık çözülüyor. Ama buna benzer başka örnekler de vardır. Gerçekten çözülmeyi görüyor muyuz, hissediyor muyuz? Bunun ölçüleri nelerdir? Tabii ilk akla gelen, kamuoyu araştırmaları. Ne dersin Kemal?

Kemal Can: İktidarın tabanındaki çözülme aslında epeyce geriye dayanıyor. Ama bu çözülmenin bir erimeye ve giderek kopmaya dönmesi epeyce uzun bir vakit aldı ve çok yavaş cereyan etti. Ama tabandaki çözülme bence o kadar taze bir durum değil. O çözülmenin 10 yıllık bir mâzisi var. AKP’nin, 2010 ve özellikle 2011’deki zirve oyundan itibaren, tabanında bir gevşeme ve çözülme süreci başlamıştı. Bunun en temel nedeni de, tabanla iktidarın, yani tavanın kurduğu ilişkinin kimyasının bozulmaya başlaması. Bu, 2015 dönemecinden sonra, 15 Temmuz darbe girişimi ve asıl olarak referandum süreciyle birlikte ayyuka çıktı ve iktidarın tabanında önemli bir gevşeme oluştu. Bütün o konsolidasyon iddialarına rağmen, o ilişki devam etse bile, oya döndürülebilse bile –2015’te de bunun örneğini gördük– çok uzun bir süredir, kuvvetli, sıkı, güçlü ve birbirinden memnun bir ilişki hâlinde sürmüyor. Son ekonomik kriz, pandemi, yönetememe rezaletleri, skandalları, yolsuzluk ve diğer bütün iddialarla birlikte, bu artık daha ölçülebilir bir çözülmeye doğru yaklaştı. Artık erimeyi, hatta kopmayı sayısal olarak tespit eden araştırmalar var önümüzde; çeşitli katmanlarda bunun etkilerini görüyoruz. Erdoğan için de, iktidarın oy desteği açısından da bunun sonuçlarını görüyoruz. 

İkinci dinamik, bu sürecin bir devamı olarak, tabandaki gevşemeye paralel olarak –ki bunu birkaç kere tartıştık– Erdoğan’ın siyaseti bırakma tezi üzerinden anlatmaya çalıştığım bir şey vardı. Bu gevşemeyi tekrar siyasî enstrümanları kullanarak giderme ya da bunu terse çevirme gayreti içinde olmadı iktidar tavanı. Tam tersine, kendi tabanındaki gevşemeyi, onları biraz zorlayarak, hatta kendisine mahkûm olduğunu hatırlatarak ve genel olarak hem Türkiye’nin bütün siyasetinde hem kendi tabanında bir olağanüstülük ve kendisini savunmak üzerine bir teyakkuz çağrısıyla karşılamaya çalıştığı için, giderek tabanla tavan arasında bir kopma oluştu. Taban çözülürken, tavan da tabanından uzaklaştı. Başkanlık Sistemi’ne geçişle birlikte, ilk imhâ olan siyasî partinin AKP olması, daha sonra MHP’deki bölünme ve MHP’nin iktidarla kurduğu ilişkiden kaynaklanan kendi tabanıyla ilişkisindeki sorunlar gibi faktörlerle birlikte, iktidarın, kendi tabanının taleplerini, isteklerini ve genel eğilimlerini algılama ve ona cevap verme kapasitesi kayboldu. Bu, tabanla tavanın ayrışmasına yol açtı. 

Son geldiğimiz düzlükte ise, tavan kısmında da, Erdoğan Bayraktar olayında gördüğümüz gibi, bazen itiraflarla, bazen kapışmalarla,  Soylu olayında gördüğümüz gibi bazen pozisyon almalarla, bazen ekip faaliyetleriyle, bazen troller ve sosyal medyada gördüğümüz hareketlilikle ve sürekli tekrar edilen, giderek derinleşen yönetememe kriziyle ortaya çıkan tavandaki problem de görünür olmaya başladı. Bunu da, bazen Sedat Peker videolarından, bazen iktidar içerisindeki kapışmalardan, bazen kulislerden, bazen de gündelik hayata ve siyasete müdahale etme biçimlerinden gördük. Dolayısıyla orada, bir yandan çatışma, bir yandan zayıflama, bir yandan gerilim var. Ama ben, iktidar tavanının, burayı kendi hâline bırakıp, o çatışmalardan çıkacak sonuca râzı bir tabloyla ilerlediğini düşünmüyorum. Evet, yukarıda ciddi bir sıkıntı var; ciddi sorunlar ortaya çıkıyor. Muhtemelen, önümüzdeki günlerde başka itirafçılar, başka çatışma ve çatlak haberlerini alacağız. Ama bununla baş etme biçimi konusunda, iddia edildiği gibi bir sürüklenme içerisinde olduğu kanaatinde değilim.

Ruşen Çakır: Kemal, istersen ikinci turda ağırlıklı olarak tavan konusuna yoğunlaşalım. Onu o bölünde tartışalım.

Kemal Can: O zaman kısa iki not söyleyeyim, izleyiciler açısından da açıklayıcı olur. Bugün, Murat Yetkin’in Yetkin Report’ta ordunun yeniden yapılandırılmasıyla ilgili yazdığı bir yazı var. Ama bunu, yargıda, Diyanet’in genel olarak etkinliğinin ve siyasî rolünün artmasında ve bütün devlet kurumsal kapasitesinin, iktidarın tahkîmi ve tahakkümü için seferber edilmesinde çok net görüyoruz. İktidarın vermeye çalışacağı cevap, bu gevşemeyi, tam tersine, yine tabanına yaptığı gibi, sert bir mecburiyetle çözmeye çalışmak. İkinci turda da o konuya gireriz. 

Ruşen Çakır: Murat Yetkin’in yazısı ile ilgili söylediklerin, sosyal medyada söylediğin konuları, yani, bir anlamda iktidar içindeki iktidar savaşlarının dizaynı konusunu ikinci tura saklayalım. 

Ayşe, ilk turda konuştuğumuz “Tabanda gerçekten bir çözülme var mı? Bunun işaretleri neler?” sorusuna devam edeceğiz. Ama sana özellikle şunu sormak istiyorum: Daha çok, muhafazakâr kesim içerisindeki birtakım rahatsızlıklar ve çözülmelerin, İstanbul Sözleşmesi meselesinin özellikle kadınlarda bir kopuşa yol açıp açmadığını sorayım. Bir de tabii çok net bir örnek var önümüzde: Zaten Saadet Partisi vardı; onun dışında DEVA Partisi ve Gelecek Partisi çıktı. Bunların, kopuşun göstergeleri ve taşıyıcıları olması beklendi. Ama o partilerde hep bir tıkanıklık gözlüyoruz. Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Haklısın, bir tıkanıklık var. Oraya gelebilmek için, belki önce “AKP’nin kaç türlü tabanı var?” diye konuşmak lâzım. Çünkü en başından itibaren AKP’nin ve Erdoğan’ın stratejileri bir tür koalisyondu; içinde cemaatler var, çeşitli gruplar var, muhafazakâr ve sermayesini yükseltmeye aç sermayedarlar var. Bütün bunların oluşturduğu, hem hayır hasenat işleri üzerinden, muhafazakâr yoksulların muhafazakâr orta sınıflarla ilişkiye geçtiği sınıfsal bir koalisyondu; hem de birbirinden farklı, birbiriyle rekabet halindeki cemaat ve gruplar arasındaki bir koalisyondu. Dolayısıyla, AKP’nin ve Erdoğan’ın elinde, 2007 sonrasında –ki 2007 önemli bir aşamadır– Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasından sonra artık dizginleri iyice ele aldığını hissettikten sonra yaptığı şey, bu kesimlerin, daha evvel farklı partiler altında devletle ayrı ayrı ilişkilenerek, otonomi kazanmış bu ekiplerin elinden o otonomileri almaktı. Zaten o otonomileri ortadan kaldırarak güçlendi. Onların devletle ve birbirleriyle ilişkileri tamamen Erdoğan ya da AKP üzerinden gitmeye başladı. Ben şimdiki durumu taban açısından düdüklü tencereye benzetiyorum. Bir de, hayatımda ilk defa düdüklü tencere kullandım iki gün önce; onu gözlemleyerek söylüyorum. Düdüklü tencerenin düdüğünün ötmeye başlaması, içeride fazla basınç birikmesinin işareti. Erdoğan Bayraktar’ın açıklamaları son örneklerden bir tanesi. Ama aslında biz DEVA ve Gelecek partilerinin kurulmasını, düdüklü tencerenin çıkardığı sesler olarak düşünebiliriz. Farklı çıkarları olan, farklı türde otonomilerini kaybetmiş kesimler, yavaş yavaş oradan kopmaya, koparken de konuşmaya, ama çok da konuşmamaya çalıştılar. “Biz alternatifiz. Kendi yolumuzu bulacağız. Bağımsız ilişkiler kuracağız” demeye başladılar. Ama bu yetmiyor. Bunun sebebi, Erdoğan’ın elindeki seçmen kitlesinin özelliği ve Erdoğan’ın o kitlede nasıl bir boşluğu doldurduğu. Ben ona bir tür hissiyat segmenti diyorum. Bu da 2013 Gezi ve 17/25 Aralık sonrası gayet yüksek duygulardan oluşan bir şey. Erdoğan’ın ileriye dönük her hareketinin içinde, intikam var, “Gene çaktık” hissi var. Hem muhafazakâr kesimler arasında, hem muhafazakâr kesimler dışında kalanlara, sekülerlere, seküler orta sınıflara bir haset duygusu var. Daha evvelden dindar muhafazakâr kesimlerin, kendi tarihlerinde anlattıkları, onlar tarafından dışlandıklarını düşündükleri kesimler hakkında üretilmiş birtakım duygular var. Erdoğan, 2013 sonrasında, bu duyguların bir tür avatarı olarak işlev gördü. Bu ne demek? Bu kesimler, Erdoğan’ın her hareketiyle, kendilerinde bir siyasal tatmin, bir toplumsal tatmin, bir grup tatmini ve kişisel bir tatmin hissettiler. Fakat özellikle pandemi öncesinde başlayan ve pandemiyi de zorlaştıran ekonomik kriz nedeniyle bu da artık yetmemeye başladı.

Fakat şöyle ciddi bir sorun var: Bu kesimlerin otonomilerini kaybettiklerini söylemiştim; hem cemaatler hem özellikle yoksullar otonomilerini kaybettiler, çünkü yaşam yerlerinden oldular. Mahalleler dağıldı. Öyle bir hâle geldi ki, bu kesimler, yalnızca Erdoğan aracılığıyla hem devletle ve gene Erdoğan’la ilgili hisleri, Erdoğan’la ilişkilenmeleri dolayısıyla birbirleriyle ilişki kurabiliyorlar. Bu bir tür anomali. Erdoğan’ın siyaseti de bu anomalinin içerdiği çıkarları ve hissiyatı kontrol etmekle ilgili. Bir orkestra şefi gibi düşünebiliriz Erdoğan’ı. Birbirleriyle hiç hoşlaşmayan, birbirleriyle rekabet içerisinde, dünyadan da kopan, iktidar yanlısı medyanın oluşturduğu bir balon dünyayla da ile ilgili bir durum bu. Nasıl kuracakları, tekrar nasıl siyasallaşacaklarıyla ilgili bir yöntem henüz gelişmedi. Saadet Partisi’nin böyle bir gücü yok. Zaten Saadet Partisi’nin temsil ettiği yaş grubu önemli bir problem. Babacan’ın temsil ettiği daha orta sınıf diyebileceğimiz, teknokratlaşmış, eğitim almış, muhafazakâr, dindar kimliğini korumakla beraber başka kesimlerle başka diller üzerinden iletişim kurabilen biraz daha varlıklı kesim. Davutoğlu gibi, “Davayı kaybettik. Kendimizi kaybettik” gibi daha ahlâkî bir yerden, İslâmcılığın kendine dâir söylemi ve iddiasıyla ilgili bir yerden konuşanlar. Onlar da ayrıştılar; ama galiba şurada yanılıyorlar: Erdoğan’ın yarattığı, ürettiği siyaset, dindarları orta sınıflaştırmak üzerine kuruluydu. Orta sınıflaştırma, borçlandırma ve bağımlılık üzerinden, biraz gelecekten yeme, dolayısıyla imtiyaz ve risk, eş zamanlı olarak dağıtma üzerinden kuruluydu. O nedenle, Babacan ve DEVA Partisi’nin karşılık bulmamasının sebeplerinden bir tanesi, bu risk ve imtiyaz dengesine bir alternatif oluşturabilecek bir şey söyleyememeleri. Kendilerini bir figür olarak gösteriyorlar, “Burada biz varız” diyorlar; ama o bir şey ifade etmiyor, çünkü başka şeyler var orada. Gelecek Partisi ve Davutoğlu mevzuuna gelince, İslâmcılığın kendisi hakkındaki iddiaları, zaten Erdoğan’ın başlıca tüketim malzemelerinden bir tanesiydi, o bitti. Dolayısıyla orada karşılık bulması mümkün değil. Peki, elimizde nasıl bir şey var? Erdoğan, kendisine bağlı çok yoksullardan, bir de aralarındaki çıkar çatışmalarını idare ettiği çok zenginlerden oluşan, iki farklı ve birbirleriyle de kavgalı kesimle bir iktidar götürmeye çalışıyor. Bu ciddi bir kopuş. Çünkü toplumun geneliyle ilgili bir şey söylemiyor. 

İki hafta kadar önce, yazımı yazmak için aşı karşıtlarının neler söylediklerine, neler konuştuklarına bir baktım. Bugüne dâir de bir şey söylediği için özellikle AKP’li olan aşı karşıtlarının ne konuştuklarına bir göz attım. Şöyle bir durum var orada: Kemal, AKP iktidarını “Hükümet devleti” olarak tanımladı. Bence gayet doğru bir formülasyon. Bu hükümet devletinin kendileriyle kurdukları bu ikircikli, imtiyaz ve risk üzerine kurulu, bir tür, elinde sopayla, adı konmamış bir şantajla götürülen ilişki o güveni öyle sarsmış ki, aşının kaynağıyla olmaktan çok, aşıyı uygulayan kurumla, yani hükümet devletiyle ilgili bir güvensizlik söz konusu. O hükümet devletinin başka birtakım çıkarlarla başka birtakım ilişkiler kurmuş olabileceğiyle ilgili bir endişe yüzünden, tam da kendileriyle nasıl ilişkilendiyse, o başka görünmezlerle o şekilde ilişkilenmiş olabileceği üzerinden giden bir güvensizlik var. “Biz AKP’yi tanıyoruz. Bu devletin, bu iktidarın nasıl davrandığını, nasıl ayrıcalıklar ve riskler dağıttığını biliyoruz. Çünkü biz de ondan yararlandık, biz de bunun içindeydik. Şimdi bunu başkalarına yapıyor olmalı. O yüzden güvenmiyoruz. Çünkü bu bizim onayladığımız bir şey değil. O zaman, başkalarına yapıyor olmalı” gibi bir yaklaşım. “Bana sağladığı ayrıcalıklar yüzünden, şimdi o ayrıcalıkları başkasına sağlayacağından endişe ettiğim için, ben, bu iktidarın yapacağı aşıya güvenmiyorum” diyor. Bu ciddi bir paradoks. Hem AKP’nin, Erdoğan’ın kendilerine bir fâidesi olduğunu söylüyorlar; hem de bu fâideyi başkalarına dağıtabileceği endişesiyle güvenlerini kaybediyorlar. Dolayısıyla şimdi düdüklü tencere basıncı haber veriyor. İçeride, hem tabanda hem tavanda, geleceğinden ve AKP’nin ne tür işbirliği yaptığından duyulan ciddi bir endişe var. Bu, AKP’nin ve Erdoğan’ın kararlarının hem şeffaf olmamasıyla, hem de çelişkili ve öngörülemez olmasıyla ilgili. Buradan, bir siyasî iktidar, siyasî bir proje çıkaracak — ki o da biraz zor görünüyor. 

Galiba burada muhalefeti konuşmayacağız; konuşmayalım da. Burada bütün hikâye, dışarıda, AKP’nin önerdiğinin dışında bir iktidar alternatifinin hızla gelişmemesi. “Hızla” kelimesinin altını çiziyorum. Hızla gelişse, böyle bir tabanda, daha hızlı bir kopuş ya da alternatif görebiliriz. Ama hızla oluşmadığı için, çöküş veya dağılma da hızla olamıyor. Söylediğim gibi DEVA veya Gelecek partilerinin bunu taşıması mümkün değil. Çünkü bu ekipler, AKP ile aralarındaki ilişkinin içerdiği güvensizlik yüzünden, oradan çıkacak başka bir şeye de güvenemeyecek. “Biz AKP’nin, devletin bize sağladıklarından dolayı ne olduğunu biliyoruz. Bundan sonra da, başkalarına verecek, başkalarının olacak” güvensizliğini, onlar da içlerinde, kendi beraberliklerinde taşıyarak getirecekler.

Ruşen Çakır: Şimdiye kadar beklenti, hep iktidarın kendi kendine çözülmesi. Tabii ekonomik kriz önde gelen nedenlerden birisi. Ama birtakım tatminsizlikler, hayal kırıklıkları da var. Benim gördüğüm kadarıyla, iradî müdahale anlamında en başarılı hareket İYİ Parti. Her ne kadar bir mecburiyetten ortaya çıksa da, orada da partiden ziyade Meral Akşener öne çıkıyor. Çoğunlukla MHP’ye bakıyoruz; ama aynı zamanda AKP tabanından, hatta CHP’den ve başka yerlerden de oy alabildiğini görüyoruz. Bir de, bu son mülteci meselesinde çıkan bir sivil itiraz var. Her ne kadar iktidarı doğrudan karşısına almakta çok cesur olmasa da, bu itirazı, tabandaki çözülmenin bir işareti olarak görüyorum. Ne dersin Burak? 

Burak Bilgehan Özpek: Bilmiyorum, bu konu üzerinde çok da düşünmedim açıkçası. O yüzden ikinci söylediğiniz tespiti yapamayacağım. Ama şu bir hakikat ki, hükümetin yönetim konularındaki zâfiyeti çok net bir şekilde ortaya çıktı. Geçtiğimiz ay MetroPOLL Araştırma’nın yaptığı Cumhurbaşkanı’nın görev onayı sonucu, benim açımdan çok ilginç. Bu beni şaşırtmıyor. Çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, bir siyasî parti olarak kurumsal kimliği ve Tayyip Bey’in yönetim felsefesi hakkında bir şey söylüyor. Ben, mukadder olan bir sona doğru koştuğunu düşünüyorum. Bu havada uçuşan “Dava” söylemleri, Erdoğan Bayraktar’ın 8 sene sonra sesini duyurmaya çalışması ve eğer 8 sene önce konuşmuş olsaydı darp edileceğini veya zarar göreceğini söylemesi, 20 sene AK Parti içerisinde bulunmuş, daha sonra bir şekilde memnun kalmamış, eleştirel bir pozisyonda konumlanan insanların tavırlarına baktığınız zaman, AK Parti’nin, bir siyasî partinin dışında bir kavrama tekabül ettiğini görebiliyoruz. Siyasî partilerde klikler olabilir. Siyaset, zaten doğası gereği krizler barındırır. Siyasî kurumlar bu krizlerin nasıl çözüleceğine dâir bir şey söyler bize. Adalet ve Kalkınma Partisi, ilk kurulduğu günden beri devrimci bir parti psikolojisiyle hareket ettiği için, kendisini krizden arındırmakla mükellef. Bütün AK Parti mensupları, kişisel çıkarlarını bir tarafa bırakıp nurlu bir geleceğe doğru can atan, maneviyatı yüksek insanlardan oluşan bir oluşum gibi gözüküyor. Dolayısıyla AK Parti içerisinde itirazını dile getiren birisi, manevî anlamda bir zâfiyete düşmüş kişi olarak, ahlâken yargılanıyor. Bu yargılanma da biraz sıkıntılı bir şey olacak ki, insanlar, açık bir şekilde, normal bir siyasî partide siyaset yapan birisiymiş gibi itirazlarını dile getiremiyorlar. 

Biz bugün MHP’nin bile bölünüp içinden başka bir parti çıkarttığını gördük. MHP’de bile insanlar kongre toplamaya çalıştılar. Kongre sürecinde imza topladılar. Oldu, olmadı derken yeni bir parti kuruldu. Bu parti yaratıcı siyaset yapmaya çalışıyor. Ama siyaset dediğimiz kavram zaten budur. Sorunlardan arındırılmış bir siyasî parti mekanizması tasavvur edemeyiz. Ama AK Parti, 20 senedir ısrarla bu şekilde davranıyor. Halbuki yaptıkları şey, zaten hâlihazırda var olan krizi gizlemekten veya kamuoyunun gözünden kaçırmaktan ibaret. O krizi kamuoyunun gözünden kaçırdıkça, AK Parti yekpâre bir partiymiş, dava adamlarından oluşan kutsal bir ittifakmış gibi davrandıkça, hatta bunu daha ileriye taşıyarak, krizi, mesela üniversitelerden uzak tutmaya çalıştıkça… Erdoğan rektör seçimlerine niye itiraz etmişti? “Rektör seçildiği için üniversitelerde çatışma çıkıyor, hocalar birbirlerine kızıyor” demişti. Ya da Parlamento’yu ilgâ ettikçe… Parlamento’yu niye ilgâ ediyor? Çatışma, tartışma bir şekilde kamusal alanda müzakere etme veya farklı düşünme, Tayyip Erdoğan’ın dünyasında, karar alma süreçlerini yavaşlatan, ona zarar veren bir şeydir. Bütün bu süreçleri, bu kurumsal mekanizmaları ortadan kaldırdıkça, krizin de ortadan kalkacağını düşündü. Ama kriz ortadan kalkmıyor, bambaşka şekiller alıyor. Parlamento’da yaşamadığınız kriz, Beştepe’de, Külliye’de yüksek duvarların arkasında, birtakım klikler arasında yaşanmaya başlıyor. O zaman ne oluyor? Sedat Peker’i konuşmaya başlıyoruz; Davutoğlu’ndan itiraflar beklemeye başlıyoruz. Erdoğan Bayraktar’ın açıklamaları gündem oluyor. Ve kriz hiç umulmadık şekilde, şaşırtıcı anlarda kendisini belli ediyor. Bu da çok temel bir istikrarsızlık yaratıyor. Bu kriz kendisini klikler arası bir çalışma olarak gösterdiği için, biz sürekli olarak, Tayyip Erdoğan’ın halefinin kim olacağını, Tayyip Erdoğan’ın işlerini yürüten sadrazamın kim olacağı konusunda da bir tartışma yaşıyoruz. 

Dikkat ederseniz, Ahmet Davutoğlu, Berat Albayrak, Süleyman Soylu gibi isimlerin hepsi, Tayyip Erdoğan’ın becerisini veya beceriksizliğini gizleyen veya reklamını yapan insanlar. Fakat bu insanların öne çıkması, parti içerisinde bahsettiğim o kriz hatlarını daha da derinleştiriyor. O krizi önleyebilmek için, Tayyip Bey sürekli olarak adam değiştirmek zorunda kalıyor. Davutoğlu’nu değiştiriyor, Berat Bey’i görevden alıyor, Süleyman Soylu’nun etkinliği azalıyor. Biz nihayet, Temmuz 2020’de, çırılçıplak bir şekilde, herhangi bir zırha sarılmamış, herhangi bir piyon tarafından korunmamış Şah’ı orada gördük. Yani, Süleyman Soylu’nun, Berat Albayrak’ın sorumluluk üstlenmediği, herhangi bir grubun, bir cemaatin ya da bir yapının sorumlu tutulamayacağı bir Temmuz ayı yaşadık. Bu Temmuz ayında Tayyip Erdoğan’ın görev onayı çok ciddi bir şekilde düştü. Çünkü biz şu âna kadar hep, Erdoğan’ın dışındaki aktörlerin yönetim becerisi ya da beceriksizliğini konuştuk. O yüzden orada temel bir sorun var: AK Parti’nin siyasî parti kimliğiyle alâkalı bir sorun var. Kendisini devrimci bir parti olarak, krizden arınmış bir şekilde tanımlıyor. Fakat o tanımlama, beraberinde, parti içi çatışmanın, parti içi klikleşmenin yüksek duvarlar arkasında, kapalı kapılar ardında gerçekleşmesini beraberinde getiriyor. Bunu önleyebilmek için de buldukları çözüm, artık 2. Adam, parti içi mekanizma ya da Tayyip Bey’in işlerini yürüten sadrazamlık konumunun ilgâ edilmesi oldu. Şu anda böyle bir alt statü yok. Dolayısıyla, sistemin içerisinde bir tampon kişi de yok. Tampon kişinin ortadan kalkması, Tayyip Bey’i tamamıyla bir kuşatma altında bırakıyor. Türkiye’de orman yangınlarına müdahale edilememesinin, göçmenlerin tespit edilememesinin, Altındağ’da çıkan asayiş sorunlarının, yapı izin belgelerinin keyfî verilmesinin, sistem içerisinde ne kadar sorun ve keyfîlik varsa, hepsinin sorumlusunun Cumhurbaşkanı olmasını beraberinde getiriyor. Böylece görev onayı düşüyor. 

Ben bu durumu, açıkçası çok geç kalmış, ama hayırlı olarak görüyorum. Bugün Murat Yetkin’in yazısında bahsettiği gibi, eğer sistemi kendi kişisel uhdesine almaya çalışıyorsa –ki nihâî amacı buydu– bunu yapsın Tayyip Bey. Biz, Süleyman Soylu’yu, Berat Albayrak’ı, Ahmet Davutoğlu’nu veya Fethullahçılar’ı veya sistem içerisinde sorumluluk alan aktörler yerine kime oy verdiysek onu sorumlu tutalım. Bunu yapsın, bundan dolayı memnun olmak lâzım. Biz, nihayet 20 senenin sonunda Tayyip Bey’in yönetim yeteneğini görelim ve ona göre oy verelim.

Ruşen Çakır: Biraz önce isimleri sayarken, ilginçtir, Binali Yıldırım’ın ismi aklına gelmedi. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Doğrusu gelmedi. 

Ruşen Çakır: Binali Yıldırım ikinci adam olarak sunulmuştu, ama o kadar etkisiz kaldı ki. Kemal, Burak’ın bıraktığı yerden 2. tura geçmek daha kolay olacak. “Tavan” dediğimiz şeyin aslında büyük ölçüde Erdoğan’a nasıl kalkan olma fonksiyonu gördüğünü anlattı. Özellikle son yıllarda büyük ölçüde böyle olduğunu görüyoruz. 

İktidar gidiyor, gitmekte. İktidarda var kalmak meselesi var. Tabanda bunu tasarımlayamadığı ölçüde yukarıdan birtakım adımlarla mı bunu yapmaya çalışacak? Ya da hâlâ bir şekilde sandıkta yüzde 50+1 oyu alabilecek bir gücü yaratabilme imkânı var mı? Bu imkânı yaratabilmek için nasıl bir tavan oluşturmak zorunda? Ya da ne yapmaya çalışıyor? Senin biraz önce söylediğin, “hükümet devleti” meselesini biraz daha açmanı istiyorum. Ama orada da şöyle bir soru var: Diyanet’i, orduyu bir şekilde inşâ ediyorsun, tamam da, sonuçta sandık gelecek. O sandıkta istediğin oyu alabilmek için birtakım siyasetler üretmen, belki birtakım yeni ittifaklar kurman gerekecek. 

Kemal Can: Evet, ama şöyle bir şey var:Özel olarak Erdoğan’ın –AKP demiyorum, özel olarak Erdoğan’ın– siyaset yapma tarzı ve siyasî müdahaleden anladığı şey, ya da siyaseti algılayış biçimi, sonradan, mecburiyetlerle biçimlenmiş, şekillenmiş, sistem değişikliğiyle iyice kristalize olmuş bir şey. Ama zaten en baştan itibaren böyle. Bunu 94’te Belediye Başkanı seçilmesine kadar götürebiliriz. Ama AKP ölçeğinde bakarsak, AKP’nin ilk andan beri “Beni kullanın” teması, çok kuvvetli bir rıza potansiyelini, belirli ilişkiler ve ortaklıklar çerçevesinde doğru yönetebilecek aktör olarak kendisini ortaya koyan bir siyasî figürdü. Batı’ya dönüp, “Sizinle entegrasyonun sorunsuz desteğini sağlayacak aktör benim. Beni kullanın”. Buraya da dönüp, “Sizi, Batı’nın refahı ve parasına ve onların standartlarına taşıyacak olan, ‘statükonun engellediği’ problemleri aşarak sizi oraya götürecek olan benim”. Bununla başlayan, ama daha sonraki bütün süreci de siyasal dengeler üzerinde yürütmekten çok, siyasal dengeleri kendi yürüttüğü pazarlıklar ve ittifakların içerisinde kullanışlı tutmak üzerine bir siyaset yürüttü. Cemaat’le ilişkisinde de böyle; Ergenekon ve Balyoz sürecinde, Cemaat’le birlikte, kapışmaya ve tasfiyeye yöneldiği birtakım çevrelerle ilişkisinde böyle; daha sonra MHP ile kurduğu ortaklık da böyle; daha önce çatıştığı başka çevrelerle yeni müttefik hâline gelmesi de böyle; iktisadî aktörlerle ilişkisinde böyle; Batı ile ilişkisinde böyle. Dolayısıyla, şu anda da, bu bildiği siyaset tarzını bugünün şartlarına uyarlayarak, çıkışlarını veya kendi formülasyonunu üretmeye çalışıyor. Burak’ın dediği gibi, bu Başkanlık Rejimi’nin ve “şahsım siyaseti”nin kaçınılmaz sonuydu. Ne kadar teflon kalkan kullanırsan kullan, bir vâdeden sonra, her şeyin belirleyicisi olmanın yaratacağı sorumluluktan kaçmanın bir sınırı var. Şimdi yavaş yavaş onun sonuçlarını görüyoruz. 

Biraz önce bıraktığım yerden devam edersem: Burada bu problemi gördüğünde, yine bunu, problemin kaynağından çözmek değil, şimdiye kadar problem çözme yöntemlerinin bir devamı olarak değerlendirip öyle çözmeye çalışıyor.  Orada, kendisine ilişkin zayıflayan algıyı, desteği, kendisinin ana sorumlu olarak görülmesinden çıkabilecek siyasî faturayı düşürmek için ya da o faturanın cezasını ödememek için… Bu haftaki 5 Soru 10 Cevap yayınımda “Cumhur İttifakı’nın adayı kim olacak?” meselesinde biraz bunu açmaya çalıştım. Ordusu, yargısı ile kendisini devlet olarak ortaya koyarak, ama onların kurumsal kapasitesini, etkinliğini ve gücünü artırarak değil, onları kendine tâbi veya tâbi olmasa bile kendisiyle masada anlaşmış olarak yansıtan bir tablo ortaya koymaya çalışıyor. Burak, “Devlette kurumsal kapasite o kadar da kötü değil” diye çok sık referans veriyor. Ama yargısında, üniversitesinde bu kurumsal kapasitenin direnme kabiliyetine dâir hiçbir şey görmüyoruz. Mesela Afganistan meselesinde, kulis bilgisi olarak, birtakım arka bilgileri, oradaki farklı yaklaşımları duyduk. Murat Yetkin’in yazısını o yüzden söyledim. NATO ile ilişkiler ve Erdoğan’ın Batı ile ilişkilerinde, ordunun kurumsal olarak daha farklı bir refleksi taşıdığı… Bunu hariciyede de, yargıda da görmüyoruz. Hükümetin ortağı çıkıp, Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması gerektiğini söylüyor. Ama bunun bir tepkisini görmüyoruz. Sonuçta, hukuk, yargı diye koca bir kütle var. Buna ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin kendi Başkanı bile son derece mahcup çıkışlar yapıyor. 

Çok yakın bir zamanda, bir tez, Üniversitelerarası Kurul tarafından, içeriği dolayısıyla yetersiz bulunarak reddedildi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın birçok konudaki rolünü biliyoruz. Birtakım yargı kararlarına dinî referansların sokulduğunu biliyoruz. Bunların hepsi, bir rejim inşasından çok, o kurumsal kapasitenin iktidara bir tür ortak alınması, hükümete alınması hâli; bunu daha önce de söylemiştim. Bunu Hulusi Akar’ın Milli Savunma Bakanı unvânıyla fiilî Genelkurmay Başkanlığı yapmaya devam etmesinde görüyoruz. Eskiden “BAAS Rejimi tipi bir şeye doğru mu gidiyoruz?” diye çok benzetilirdi; bu, ondan daha başka bir şey. Bu, Orta Asya rejimlerine benzer bir şey. 

Bu açıdan, şu kritik, önemli noktanın altını çizmek istiyorum: Burak’ın söylediği gibi, evet, bunun sorumlusu olarak Erdoğan’ın görülmesi, her şeyin merkezinde yalnızlaşarak, bunun siyasî faturasının onda odaklanması önemli bir şey. Ama bu eşiği, bu kartını kullanarak, yani devleti seçime sokarak geçerse, bu, önümüzdeki günlerde birçok unsuru tuhaf biçimde etkileyebilir. Bunun devamı olan hamlelerin nasıl ilerleyeceğini henüz kestiremiyoruz. Siyasî süreçlerin normal işlediği durumlarda, evet, Burak’ın dediği gibi olur. Bu, faturanın kime kesileceğinin netleştiği, bunun siyasî faturasının da kesilmesi şeklinde sonuçlanır. Ama bu olağanüstülüğün yaratabileceği bu eşik geçilirse, burada direnebilecek bir şeyin kaldığını düşünmüyorum açıkçası. O açıdan da süreç, evet, bir imkân. Ama sürece müdahale biçimi de büyük bir risk içeriyor. Bu çatışmalar kendi başına bir zayıflık göstergesi. Ama defalarca gördüğümüz gibi, zayıflıklarını avantaja çevirme kabiliyetini hâlâ devam ettirebiliyor. Çünkü bütün bunlar, belirli bir pazarlık zemini üzerinde cereyan ediyor. O pazarlığın oluşma biçimi açısından hâlâ açık kapılar var. Mesela, Erdoğan Bayraktar açıklamasında, “O zaman beni döverlerdi” diyor, ama o dönemde de konuşmuştu. Hatta onlar arasında tek konuşandı. 

Ruşen Çakır: Konuşmaya çalışmıştı.

Kemal Can: En azından, “Ben hiçbir şeyi kendi kendime yapmadım ki” gibisinden bir lâf etmişti. 

Ruşen Çakır: Evet. Ondan sonra yumrukları görünce kendini geri çekmişti. 

Kemal Can: O gün söylediği o lâf, bugün söylediğinden bile önemli aslında. Çünkü “Hepsi doğru, ama bunu ben yapmadım” demiş oluyordu. Bunu daha önce söylemişti zaten.

Ruşen Çakır: Erdoğan Bayraktar demişken, şunu da özellikle vurgulamak lâzım — çünkü burada tartıştığımız şeylere çok uyuyor: Bayraktar, “Tayyip Erdoğan bana çok kötülük yaptı, ama o benim liderim” diyor. Çok öfkeli, çok hayâl kırıklığına uğramış; ama o eşiği henüz geçmiyor. O söyleşide birkaç yerde Erdoğan’a yönelik çok sert şeyler söylüyor; ama ısrarla da altını çizip, “O benim liderim. Ona sâdığım” gibi şeyler söylüyor. 

Kemal Can: Neyse, ben lâfı çok uzatmayayım. Söylemek istediğim şey şu: Öyle bir eşikteyiz ki, hem “normal siyasî süreçler” açısından son derece iyi imkânlar sunan bir zemin var. Ama çeşitli aktörlerin ve özellikle iktidarın, bu zemin üzerinde, bununla baş etmek için geliştirdikleri stratejilerde, hâlâ siyaset dışı noktalar daha önde. Türkiye, böyle bir kritik eşikte bulunuyor. 

Ruşen Çakır: Evet. Sen Hulusi Akar’ı telaffuz ettin. Hakan Fidan da bu dönemin en güçlü isimlerinden. Mesela, işi siyaset olmayan, “Siyaseti en iyi bilenlerden” dediğimiz Süleyman Soylu’yu konuşuyorduk yakın zamana kadar. Ama artık Soylu’yu konuşmuyoruz. Şu anda, Hulusi Akar, Hakan Fidan, hatta ne alâkası varsa Diyanet İşleri Başkanı’nın güçlendiğini konuşuyoruz. Hulusi Akar’ın Milli Savunma Bakanı olması, onun siyasetçi olmasını gerekli kılıyor belki; ama onu hâlâ Genelkurmay Başkanı olarak, bir bürokrat ya da devlet kurumunun başındaki kişi olarak görüyoruz. Bunların öne çıkıyor olması ilginç.

Ayşe, seninle devam edelim. Burak’ın da söylediği, çatışmalar, hizipler, Erdoğan’ın tek kalması, siyasî olmayan aktörlerin öne çıkması, tavanın yeniden tasarlanması ve iktidarı muhâfaza etmeyi mümkün kılar mı?

Ayşe Çavdar: Öyle görünmüyor açıkçası. Çünkü her şeyin bir kullanım süresi var. Erdoğan’ın, çevresinde, yakınında tutmayı tercih ettiği insanlar arasındaki çatışmaları, çekişmeleri, onların ortaya çıkma süreçlerini idare ettiği, “Erdoğan iyi, çevresi kötü” denilen bir motto var. Çünkü her bir kliğin, varsa toplumsal karşılığı, diğeri için bunu söylüyor. Bu, klikleşmenin de merkezindeki lâflardan biri.  Ama bunun da bir kullanım süresi var. Tıpkı “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” sözünün kullanım süresinin bitmesi gibi, bunun da kullanım süresi bitiyor. 

Erdoğan’ı Erdoğan yapan şey, o klikleri, birbirlerinden nefret eden, birbirleriyle rekabet hâlinde olan, birbirleriyle hiçbir alışverişi olmayan insanları bir arada tutabilme gücüydü. Biz bu güce “karizma” diyorduk. Ben karizma kelimesini pek sevmiyorum. Erdoğan’ı o kadar güçlü yapan şey, “Musluğun kaynağı benim elimde. Dolayısıyla benden alacaksınız ya da benden almayacaksınız” fikriydi. Şimdi bunun çatırdadığını görüyoruz. Yeni de çatırdamıyor aslında. Doğru, 17/25 Aralık’tan beri çatırdıyor, ama onun öncesi de var. Biliyorsunuz ilk kopan: Abdüllatif Şener. Gidenlerin hiçbirisinin konuşmaması önemli bir şey. Mesela Şener hâlâ konuşmadı. Başlangıçta konuşmamaları önemli, ama giderek biraz daha konuşmaya başlamaları da önemli bir şey. Çünkü Erdoğan’ın temsil ettiği şeyin, o çıkarlardan ibaret kaldığını ve dolayısıyla “çevresi kötü” dediğimiz insanlar hakkındaki ifşâların, giderek Erdoğan hakkında ifşâlara dönüşmeye başladığı bir noktaya geldik. 

Tavanda Erdoğan’dan kopan kesimler, Erdoğan’ın kalıntısı olan, Erdoğan’ı takip eden kesimlere, yani tabana konuşabilmek için, sürekli olarak bunu tekrar etmek zorunda kaldılar: “Erdoğan’a bir itirazımız yok, ama yönetme kapasitesini yitirdi.” “Erdoğan’a bir itirazımız yok, ama çevresinde çok kötü insanlar var.” “Erdoğan şöyle, ama, ama, ama…” Bu, o kadar çok tekrar edildikçe, bence hikâye çoktan bitti. Kendisini, bütün sorumlulukları alan bir figür olarak yeniden inşâ etmek zorunda kaldı. Burak’ın söylediği, “Nihayet evet, başımıza gelen her şeyden o sorumlu olacak” sözü o anlamda doğru. Zaten o sorumluydu. Zannediyorum ki demek istediği şuydu: “Biz zaten bütün bunlardan Erdoğan’ın sorumlu olduğunu biliyorduk. Tabanı da onun sorumlu olduğunu görecek ve buna göre bir karar verecek.” Artık o noktaya geldik. O yüzden, bunun sürdürülebilir olduğunu zannetmiyorum. Çünkü şöyle bir durum oldu: İçerideki bir kavgayı kontrol edemediğinde, taraflardan birini tutup, diğer tarafı, neredeyse bir organı kesip atar gibi ampüte etti. Fakat o organlar da, dışarıda kendi hayatlarını sürdürmeye devam ettiler. 

Erdoğan Bayraktar’ın hem başlangıçta konuşması ve ardından susması, hem de şimdi konuşmaya başlaması, aslında o zaman söylediklerini tekrar etmesi, şöyle bir şeyin habercisi: O zaman her şeyi söyleseydi, başka bir şey olurdu. Ama şimdi bu şekilde konuşması, “O zaman beni döverlerdi, şimdi konuşabiliyorum” diyerek, esasında o ihtimalin çoktan bertaraf olduğunu söylemesi şunun işareti: “Hepimiz konuşmaya başlayacağız. Vakit geliyor.” Zaten AKP’nin kurucularından Kemal Albayrak, “Bu partide ve yönetimde görev alanların yüzde 90’ı ileride itirafçı olacak’’ dedi. Bu ampütasyonlar devam ettikçe, biz dışarıdan şunu görüyorduk: “Bir suç ortaklığı var. Dışarıya çıkan, o suç ortaklığından elde ettiği şeyi koruyabilmek için susmak zorunda. O yüzden de kimse konuşmayacak. Tabandaki dağılmanın bu kadar yavaş sürmesinin sebebi bu’’ diyorduk. Fakat Erdoğan Bayraktar’ın çıkıp, Pandora’nın Kutusu’nu açar gibi, “Hakkımda söylenenlerin hepsi doğru. Dosyamdakilerin hepsi doğru. O tapelerin tamamı doğru. Benim hakkımda bir tek gerçek suçlama var. O da görevi kötüye kullanma.” Onu da en başında söylemişti zaten. “Ben ne yaptıysam Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde. Onunla, ondan emir alarak yaptım” demişti. Bunun örneklerinden bir tanesi, galiba Etiler’deki Polis Okulu arazisiyle ilgili bir şey. Üstelik Erdoğan Bayraktar herhangi biri değil; çünkü Tayyip Erdoğan’ın, farklı ve birbirleriyle çatışan kesimleri bir arada tutma yöntemlerinden bir tanesi ranttı. Rantın merkezinde, devlette kamuya ait arazilerin müteahhitlere, çeşitli şirketlere kullandırılması vardı. Erdoğan Bayraktar, komik biri olduğu için biraz hafife alınıyor; ama kendisi o düzeneğin kurucu akıllarından biridir. Ve bütün bunları o söylüyor. Yani o rant mekanizmasını tasarlayanlardan biri söylüyor bunları. Dolayısıyla, mevzunun sadece nasıl patlayacağı konusunda değil, nereden patlayacağı konusunda da… Ben Erdoğan Bayraktar’ı şöyle görüyorum: AKP’nin bir ideolojik kurgusu vardı; bir de, bir dağıtım şebekesi kurgusu vardı. Erdoğan Bayraktar, o dağıtım şebekesini kurgulayanlardan biridir. Hem KİPTAŞ’ta, belediye döneminde, İstanbul özelinde bu kurgulamayı yaptı. Sonra, TOKİ’nin bütün kanunları yüzlerce kez değiştirilirken, yeniden tasarlanırken yaptı. Öyle bir yerden kopması, bize, mevzunun nerede patlak vereceğini söylüyor.

Demin de söylediğim gibi, şimdi düdüklü tencere ses çıkartıyor. Ama Tayyip Erdoğan’ın şöyle bir sorunu var artık: Düdüklü tencerenin altını kısmak, harareti azaltmak zorundayız. Fakat Erdoğan, 2013’ten beri bütün “konsolidasyon siyaseti”ni harareti sürekli artırmak üzerine kurdu. Konsolidasyondan kastımız nedir? Onunla çatışan çıkarlar üzerinden ilişki kuran kesimleri, ortak iktidarının ortadan kalkabileceği, yıkılabileceği korkusu etrafında bir arada tutmak. Erdoğan Bayraktar gibi birinin şu aşamada böyle konuşması, artık bir korkunun kalmadığı ya da bu korkuyla kaybedilecek şeylerin zaten kaybedildiği, korkusu olmayanların da var olabildiği fikrini veriyor. Erdoğan iktidarının tavandaki paydaşları üzerinden bakıldığında, asıl risk ve tehlike burada gibi geliyor bana. Dolayısıyla daha çok konuşmaya başlayacaklar. “Erdoğan iyi, çevresi kötü” fikri, giderek, o çevrenin ne kadar kötü olduğu ve Erdoğan’ın bu kötü çevrelerle neden bu kadar yakın ilişki kurduğu soruları çıkmaya başlayacak. Bu sorular hep vardı, ama sesli olarak söylenmeye başlayacak. Bütün mesele, bu dağılmada, dağılmakta olanları toparlayacak bir iradenin çıkması. Ben onun tek bir parti olacağını düşünmüyorum. Hükümet devletinden, devlet hükümeti formülüne tekrar geçebilmek için, bir alternatif iktidar kurulmakta olduğu fikrinin yaygınlaşması gerekiyor. Daha çok, DEVA Partisi, Gelecek Partisi, bazen de diğer siyasî partiler, “Muhafazakâr dindar kesimlere, şimdiye kadar sahip oldukları ayrıcalıkların devam edeceği, bunlara dokunulmayacağı konusunda bir garanti verirsek, onların onaylarını alırız” yaklaşımıyla konuşuyorlar. Fakat mesele bu değil. Mesele, başka bir iktidarın, bu dağınıklığa alternatif bir toplamın oluşacağı fikrini yaymak. Bu iktidarın artık kaybedeceği bir şey de kalmadı. Daha da önemlisi, bize kaybettireceği bir şey de yok. Her şey, o “garantide” fikrinin yaygınlaşmasına bağlı.

Ruşen Çakır: Burak, ilk turda Temmuz ayından bahsettin. O günleri tekrar şöyle bir aklımdan geçirdim. Orman yangınları vardı. O bölgeye bakanlar gidiyordu; 3 ya da 4 bakan birlikte. Ama kamuoyu bakanların ne söyledikleriyle pek de ilgilenmiyordu, çünkü bir fonksiyonları kalmamıştı. Zaten birbirinden farklı açıklamalar yapıyorlardı. O tarihte, tam da senin söylediğine uygun bir şekilde, Cumhurbaşkanı Erdoğan, tek başına, canlı olup olmadığı da tartışmalı olan birkaç televizyon yayınına çıktı. Senin söylediğini bir veri olarak alıyorum; Erdoğan’ın yalnızlaştığı, artık kalkanlarının kalmadığı bir yerde, buna müdrik bir şekilde çıktı. Ama bu yayınların hiçbirisi de hiçbir etki yaratmadı; yaraları sarmadı. “Tamam, tek başına kaldı, ama masaya yumruğu vurdu. Her şey kontrol altında” duygusunu, değil muhalefette olanlara, kendi tabanına bile vermedi. Muhalefetin, “Erdoğan toparlıyor mu acaba?” duygusu zaten hiç olmadı. Kendi tabanında da böyle bir duygu olduğunu sanmıyorum. Recep Tayyip Erdoğan bu kaderi kabul edecek birisi değil. Ne yapabilecek? Yeni kalkanlar bulma yoluna mı gidecek? Kendi ayakları üzerinde, daha güçlü bir şekilde, tek başına birtakım açılımlar, birtakım çıkışlar mı yapacak? Arayışlara mı girecek? Bu arada, buna bağlı olarak yaratılan, mesela Abdullah Gül’e gelmesi için çağrı yapabileceği şeklinde spekülasyonlar da vardı. Ama zamanla bunun da çok doğru olmadığı anlaşıldı. Çok rasyonel de gözükmüyordu. Ama böyle çok uç senaryoları doğuran bir ortamdayız şu anda. Ne düşünüyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, doğru. Kemal Can’ın söylediğine hak veriyorum. “Şu anda Erdoğan’ın stratejisi ne olacak?” sorusunun cevabını kendisi verdi. Erdoğan, kendisini bir şekilde devletin zırhına sarıp, muhaliflerle devlet diliyle konuşmaya, onları devlet diliyle aforoz etmeye ve seçimlere bir şekilde devleti oylatarak girmeye çalışacak. Bu, uzun zamandır oynanan bir oyun. Biz aslında son 20 senede Adalet ve Kalkınma Partisi’ni hiç oylamadık. “Demokrasi mi yoksa darbeciler mi?” ikilemini oyladık. “Sivilleşme mi yoksa askerî vesayet mi?” ikilemini oyladık. “Çözüm mü yoksa kan emici vampirler mi?” ikilemini oyladık. “Vatanın güvenliği mi, devletin bekası mı, yoksa işbirlikçiler mi?” ikilemini oyladık. Hatta birkaç gündür, Meral Akşener’in Ekrem İmamoğlu’nu Fatih Sultan Mehmet’e, AK Parti’yi de Bizans’a benzetmesi konuşuluyor. O benzetmeyi ilk, Mayıs 2019’da Tayyip Bey Kocaeli’nde yapmıştı: “Bizans kalıntılarını İstanbul’a emanet etmeyeceğiz” demişti. Biz hep böyle ikilem üzerinden gittik ve AK Parti’nin gerçek yönetim performansını oylayan bir ulus olmadık. Bizi iyi yönetip yönetmediği aslî bir mesele olmadı seçim süreçlerinde. Çok etkili olmuştur; ama seçim sürecindeki asıl diskur, böyle ikilemler üzerine kuruldu. Son 5-6 senedir de, devletin Erdoğan’la özdeşleşmesi, Erdoğan’ın seçim kazanması durumunda devletin bekasının sağlanacağı, hatta Başkanlık Sistemi’nin de devletin bekası için elzem olduğundan dolayı benimsendiği gibi bir söylemle karşı karşıyayız. 

Ancak, bütün risklerine rağmen burada şöyle bir gelişme var: Birkaç senedir, muhalefetin, bir “meta-siyaset” tarzına geçtiğini görüyoruz. Yani, siyasetin aktörleri olarak, Erdoğan’ın söylemlerinin karşısına söylem koymak yerine, Erdoğan’ın söyleminin karakteri üzerine bir siyaset ortaya koyuyorlar. Bu, aslında başarılı oluyor. Mesela, Erdoğan’ın Batı karşıtı, dünyaya meydan okuyan söylemlerine karşı o söylemin samimiyetini sorgulayan bir çıkış yapıyor muhalefet partileri. Öyle bir çıkış oluyor ki bu, Erdoğan, Batı’daki finans kurumlarını Kanal İstanbul bağlamında savunmak zorunda kalıyor. Veya Erdoğan, devlet ile devlet düşmanları arasında bir karşıtlık kurmaya çalışırken, aslında Erdoğan’ın ve memurlarının, bürokratlarının devleti temsil etmediği, onların partizanlardan ibaret olduğu, dolayısıyla devlet memuru beratına sahip olanın ya da devletten maaşını alan herkesin “devlet” kavramı içerisinde değerlendirilemeyeceğini söylüyorlar. Mesela RTÜK Başkanı bir devlet memuru; bürokrat. Maaşını Hazine’den alıyor. Fakat bu adam devlet değil. Aslında devlet memuru da değil. Bir AK Partili partizan. Çünkü kararlarını, ulusun menfaatini önceleyerek değil, AK Parti’nin menfaati üzerine, o filtreden geçirerek alıyor. Dolayısıyla, Erdoğan’ın orduda, üniversitede, bürokraside yapmaya çalıştığı şey de, atadığı insanların, öncelik olarak ulusun menfaati yerine, AK Parti’nin siyasî itibarını savunması, böyle insanların yükseleceği. Bu da kurumsal kapasiteyi azaltıyor. Çünkü insanlar, işlerini çok iyi yaparak değil, siyaseti çok iyi yaparak, sadakatlerini çok iyi göstererek yükselebileceklerinin farkındalar. Genel itibariyle, sadakat ile yetenek arasında da ters bir ilişki var. Yuan Lin’in Sovyetler Birliği için yazdığı bir ikilem bu aslında. “Kızıl mı, uzman mı?” ikilemi. Yani, bir dairenin başına bir uzmanı mı atayacağız, yoksa bir Kızıl’ı mı atayacağız? Uzman bir Kızıl’ı bulmak çok nadir bir durum. Ya uzman atıyorsunuz, ama onun sadakatinden pek emin olamıyorsunuz; ya da Kızıl’ı atıyorsunuz, ama onun da teknik bilgisinden çok emin olamıyorsunuz. Dolayısıyla, Tayyip Bey tabii ki bunu yapacak. Orduyla bütünleşmiş, bürokrasiyle bütünleşmiş, insanları kendisinin devleti temsil ettiğine inandırmaya çalışan ve devlete oy verdirmeye çalışan bir tavır benimseyecek. Ama ben, muhalefetin, o ikilemde Tayyip Bey’in arzu ettiği karşı tarafta konumlanmayacağını çok iyi biliyorum.

Ruşen Çakır: Oyuna gelmeyecek diyorsun yani. 

Burak Bilgehan Özpek: Çünkü şöyle görüyoruz: Akşamları, hükümet yanlısı televizyon kanallarında yapılan tartışma –ana akım demeyelim de, lüks stüdyolarda yayın yapan televizyon kanalları diyelim– tamamıyla, muhalefeti kimin temsil etmesi üzerine. Yani Öztürk Yılmaz’ın her akşam çıktığı, Ümit Özdağ’ın sıkça davet edildiği, aslında toplumsal karşılığı olmayan, ama “Keşke muhalefeti bu insanlar temsil etse” denilen insanların sıklıkla çıkartıldığı bir durum. O insanlar tabii ki Tayyip Bey’in kurduğu karşıtlık içerisinde olsalar, çok mutlu olacaklar. Ama muhalefet, siyasal karşıtlıkta Tayyip Bey’in karşısında konumlanmak yerine, onun argümanına bir karşı argüman koymak yerine, onun argümanının karakterini sorgulayan bir siyaset yapıyor. Bu da çok boşa düşürüyor; beklemediği yerden yumruk yiyor. Ben, son 1-2 senedir muhalefet siyasetçilerinin bu işi başardığını düşünüyorum. Başka bir risk bilmiyorum. Bu tuzağa düşülmediği takdirde, Tayyip Bey’in çok da başarılı olacağı kanaatinde değilim. 

Ruşen Çakır: Programı bitirmeden, herkese sırayla kısa bir soru sormak istiyorum. Uzun zamandır, ortak veya tek tek yaptığımız yayınlarımızda, sizlerin yazdığınız yazılarda çokça dile getirilen, Erdoğan’ın, artık siyasetin alanını daraltıp, siyaset yapmadan iktidarını muhafaza etmesi. Erdoğan, İngilizce tâbirle grassroots denilen, tabandan, siyasî hareketin içinden gelmiş birisi; daha lise öğrencisiyken başlamış. Aslında onun geldiği hareketin de tabandan neşet etme hâli var. Soru şu: Erdoğan, bildiğimiz anlamda siyasete tekrar dönebilir mi? Dönmek ister mi? İstese de dönebilir mi? Kemal, seninle başlayalım. 

Kemal Can: Hatırlarsan, ben “Erdoğan Siyaseti Bıraktı” başlığıyla bir yayın yapmıştım. 

Ruşen Çakır: Evet, biliyorum. Onun için soruyorum. Hepimiz aşağı yukarı bir şey söyledik bu konuda. 

Kemal Can: Şunu demek istiyorum. Siyaseti bıraktı ve aslında tam olarak “Ne zaman, nasıl tuttu ve nasıl tutmaya çalıştı?” Cevap bu. Hani onun demokrasi için çok kullandığı bir sözü vardır ya, onu araçsallaştırdığı, binilip bir yerde inilecek bir araç olarak gördüğü. Otobüs müydü, tren miydi?

Ruşen Çakır: Tramvay.

Kemal Can: Evet, tramvay. Siyasetle kurduğu ilişki de biraz öyle bir şey. Şu anda sıkıştığı alan, kendisine güvence yaratmak için siyasî alanı daraltırken, kendi siyasî manevra alanını da daraltmış oluyor. Çünkü bu kaçınılmaz bir şey. Başkanlık Sistemi’ni her şeyin merkezine getirmenin bir kaderi var: Sonunda her şeyden sorumlu tutulursun. Siyasî alanı başkalarına zorlaştırmak için daralttığında, kendi araçlarının bir kısmını da imhâ ediyorsun. Bir yandan da böyle bir kaderi yaşıyor. Bu konuda, kendi partisi başta olmak üzere, “metal yorgunluğu” diyerek memnuniyetsizliğini ifade ettiği şey, aslında siyasî olarak fonksiyonunu kaybetmiş, ama kendisinin bunu yaptığı bir aygıt o parti. Dolayısıyla, hem enstrümanları hem imkânları hem de hevesi çok fazla yok. Bütün o küçük taktik hamleler dışında, Erdoğan’da birkaç senedir gördüğümüz şey, mümkün olduğunca siyaset dışı araçları kullanarak siyasetteki sorunları çözmeye çalışması. Buna devam edeceğini düşünüyorum. Çünkü hem öbürü için fazla olanağı yok, hem de buna daha yatkın. Zaten hep böyleydi. 

Ruşen Çakır: Ayşe, soru aynı. Sen ne dersin?

Ayşe Çavdar: Siyaseti verip karşılığında ne aldığına bakmak lâzım. Siyasî alanı daraltırken, hem kendisinin hem çevresindeki insanların ekonomik alanlarını genişletti ve çok büyük bir servet yaptı. Erdoğan öngörülebilir biri değil. Onun ne zaman, hangi kararları, hangi ölçütlere göre vereceği konusunda hiçbir fikrimiz yok. Ama şaşırtıcı biri de değil artık. Eğer kendisine inananları, etrafındaki insanları, ona gönül bağlamış olanları ve gönül bağlarını kesmek için bahane arayanları şaşırtabilirse, siyasete devam edebilir. Onun ortalıkta sık sık dolaşan bir videosu vardı, yüzüğünü gösterip, “Bir gün bu yüzükten fazla bir şeyim varsa…” dediği. Kendini ve etrafındaki insanları o yüzüğe indirgeyebilirse, tekrar siyasete dönebilir. Çünkü o zaman herkesi şaşırtmış olur. Ben böyle bir imkânın olduğunu, onun öyle bir tasavvuru olduğunu zannetmiyorum. Dediğim gibi, siyasetin alanını daraltması, kendi siyasetinin alanını daraltması anlamına geliyordu. Onun karşılığında ne aldı? Siyasetten vazgeçmesi karşılığında aldığı şeylerden vazgeçme ihtimali var mı? Böyle bir şeye kalkışsa bile, etrafındaki insanlar bundan vazgeçer mi? Kendisini zenginleştirirken, zenginleştirdiği bütün o insanlar, o zenginliklerden vazgeçer mi? Hiç zannetmiyorum. Dolayısıyla, böyle bir ihtimalin ya da imkânın olduğunu düşünmüyorum. Erdoğan, kendisi için daralttığı siyasî alandan çıkış yapmaya, oradan tarihe karışmaya kendisini mahkûm etti. Bu yolu seçti.

Ruşen Çakır: Burak, programı seninle bitirelim. Soru aynı.

Burak Bilgehan Özpek: Tayyip Erdoğan’ın kaybediş hikâyesini bu şekilde özetleyeceğiz. Siyaset yapmak zorunda, ancak yapamayacak. Çünkü hem Olağanüstü Hâl şartlarını, hem iyi bir bütçeyi, hem de etkili bir medya gücünü aynı anda bulduğu bir 5 sene yaşadı. Çok büyük bir güvenlik tehlikesini savuşturmak için bütün güvenlik mekanizmalarını ilgâ edebildiği, bunun karşılığında, halkı iktisadî açıdan mutlu edebildiği ve aynı zamanda, bütün bu iktisadî müstehcen ilişkiler ağını kapatabilecek, buna kutsal bir hürriyet verebilecek bir medya imparatorluğuna sahip olduğu bir dönem yaşandı. Ama artık bitti. Parası da yok. Medya konusunda da samimiyetini yitirdi. Olağanüstü Hâl şartlarında da samimiyetini kaybetti. Siyaset yapması lâzım, ancak yapabilecek esnekliğe sahip olduğu kanaatinde değilim. Bitiş hikâyesini de ileride bu şekilde özetleyeceğiz. Teşekkürler. 

Ruşen Çakır: “Adını Koyalım”a burada noktayı koyalım. Programı bir ezan sesiyle noktaladık. Yine keyifli bir sohbet oldu. Burak Bilgehan Özpek’e, Ayşe Çavdar’a ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.