Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (57) – İlk ve en kısa günlük gazete tecrübem: Cumhuriyet

1991 yılı sonunda Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışmaya başladım. Haftalık dergicilikten sonraki bu ilk günlük gazete tecrübem çok kısa sürdü, zira Cumhuriyet’te iki kanadın kıran kırana bir iktidar savaşının ortasına düşmüştüm. Gazetecilik anılarımın 57. bölümünde o günleri, ama aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesi’nin benim için anlamını anlattım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayâtımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 57. bölümünde gazetecilik hayâtımın ilk günlük gazete deneyimini anlatmak istiyorum. 1991 sonu Cumhuriyet gazetesinde çalıştım, ama çok uzun sürmedi, dört beş ayda sonlandı. Halbuki Cumhuriyet gazetesi benim çocukluğumdan beri hep bildiğim, evimize giren –çünkü babam CHP’liydi–bir gazeteydi. Daha sonra, bizim ortaokul ve lise yıllarında, solcu olduğumuz dönemlerde Cumhuriyet gazetesi bir semboldü. O dönemde Cumhuriyet gazetesi taşımak zor bir işti, belâlı bir işti; çok kişi Cumhuriyet gazetesini taşıdığı için öldürülmüş, yaralanmış ya da dövülmüştü — öyle bir nâmı vardı Cumhuriyet gazetesinin. Biz tabii daha sonra Cumhuriyet’i yeterince solcu bulmadığımız için eleştirdik, o ayrı; ama gazeteciliğe başladığım 1985 yılından îtibâren de Cumhuriyet gazetesi okuduğum bir gazeteydi; zîra gerçekten o günün şartlarında ve gazetecilik ortamında, Türkiye ve dünyadaki gelişmelere eşdeğer birtakım atılımlar yapıyordu. Habere çok önem veriyordu; çok değişik, birbirinden farklı köşe yazarları vardı. İyi bir gazeteydi sonuçta — yani Türkiye ortalamasında. O târihlerde tabii Hürriyet gazetesi başlı başına bir şeydi; daha sonra Milliyet var, sonra Sabah gazetesi etkili olacak, vs.. Cumhuriyet her zaman için bizlerin, bütün eleştirilerimize rağmen takdir ettiğimiz, izlediğimiz, tanıdığımız insanların olduğu, okuduğumuz insanların olduğu bir gazeteydi. Tabii öncelikle Uğur Mumcu vardı. Uğur Mumcu benim gördüğüm kadarıyla Türkiye’de basın tarihinin en önemli gazetecisidir. Siyâsî olarak birçok konuda farklı düşünsek de, gazeteci olarak hep takdir ettiğim bir isimdi. Kendisi ile tanışma imkânım da oldu; ama çok uzun bir tanışıklığımız ve bir dostluğumuz maalesef olmadı. 

Cumhuriyet gazetesiyle benim ilişkim tesâdüfen oldu diyelim. Daha önce “Gomaşinen”de anlattım. Ekim 1991’de Turgut Özal erken seçime götürdü Türkiye’yi ve o tarihte Refah Partisi, MHP –o zamanki adıyla Milliyetçi Çalışma Partisi– ve Islahatçı Demokrasi Partisi, bu üçü bir ittifak kurmuşlardı ve ben herhangi bir yerde çalışmıyordum. Daha önce anlattığım gibi kendi imkânlarımla Anadolu’nun değişik yerlerinde bu ittifakın seçim kampanyasını izledim. Bayağı yorucu oldu; kıt imkânlarla… 1990’ın Kasım ayında Âyet ve Slogan çıkmıştı; oradan kazandığım parayla –bayağı satmıştı; benim için o târihte iyi bir paraydı– onlarla bunu yapmıştım. Sonra, ittifak hızlı bir şekilde bitti; seçim yapıldıktan kısa bir süre sonra bitti ve ben elimdeki malzemeyi Cumhuriyet gazetesine önerdim; yani dışarıdan telif olarak. Dedim ki: “Ben gittim Anadolu’yu dolaştım; bunu biraz daha geliştirip size bir yazı dizisi yapabilirim”. Hasan Cemal tamam dedi; bana bir yer de verdiler. Ankara’da birkaç röportaj yaptım ek olarak ve “52 Günlük İttifak”diye bir yazı dizisini yazmaya başladım; bayağı geniş yer verdi Cumhuriyet gazetesi. Sıcağı sıcağına, ittifak bittikten hemen sonra bayağı bir etkili oldu diye tahmin ediyorum; benim için de çok heyecan vericiydi. Tek başıma, oturuyordum ve neredeyse bir sayfa dolduracak kadar malzemeyi üretip veriyordum ve orada bana bir oda vermişlerdi; bu yazı dizisini yaptıktan sonra, paramı alacağım ve gideceğim; ama o arada Cumhuriyet gazetesi kaynıyormuş: İlhan Selçuk’lar ve Uğur Mumcu istifâ edip yönetimden ayrılıyor; İlhan Selçuk ayrılıyor ve o dönemin tâbirleriyle, liberallerle eski gelenekçiler arasında bir çatışma var ve bu çatışma büyük kopuşlara yol açtı. Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal ipleri elinde tuttu, o kazandı ve birçok kişi, Ankara’dan, İzmir’den, İstanbul’dan da çok sayıda kişi, köşe yazarı, muhâbir, editör vs. gazeteden ayrıldılar. Çok ilginç bir dönemdi ve ben de tam onun ortasında kendimi buldum. Ve o sırada da Hasan Cemal birçok eleman eksiği de olduğu için, ben daha hazır oradayken, “Sen kal” dedi ve ben kalmaya devam ettim. 

Askerliğimi yapmamıştım; yani bir nevi asker kaçağıydım, dolayısıyla kadro talebim de olmadı. Yasal nedenlerle bana telif ödenerek orada çalışmaya devam ettim; ama bu arada birileri ayrılıyor, tanıdığım insanlar da ayrılıyor, hattâ “Sen de bırak” diyenler var. Ben tam anlamadım ve gidenlerin içerisinde siyâseten kendime yakın görmediğim insan sayısı daha çok olduğu için ve Cumhuriyet gazetesinde bir çalışma fırsatı da olduğu için kaldım ve orada çalışmaya başladım. Bir süre sonra başka isimler de geldi; ayrılanlar ayrıldı, yeni isimler geldi ve orada bir iç politika servisi de kuruldu; gazetenin bir sayfası, bâzı durumlarda iki sayfası bu servise verildi ve biz orada masa başında siyâsî haberlerle sayfa yapıyoruz. Siyâsî haberler nereden geliyor? Ajanslardan geliyor, Ankara bürodan geliyor ki Ankara büro büyük ölçüde zayıflamıştı, bayağı bir zorlandığımız anlar da oluyordu– başımıza da Ayşenur Arslan gelmişti – Nokta dergisin yıllar önce berâber çalıştığım Ayşenur Abla. Başka isimler de vardı: Mehmet Tezkan vardı, eskiden Cumhuriyet’te çalışanlar da vardı. Bizim Can Kozanoğlu da geldi bir ara; biz orada bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, ama bu arada Cumhuriyet yıkılıyor, dışarıda çok büyük bir kampanya var — kampanya organize mi değil mi bilmiyorum, ama Cumhuriyet okurlarının başını çektiği bir boykot kampanyası oldu ve satışlar çok ciddî bir şekilde düştü. Reklam gelirleri açısından da zâten çok fazla reklam alan bir gazete değildi; anladığım kadarıyla onlar da düştü ve Cumhuriyet bayağı zorlanmaya başladı. 

Dışarıdakilerin tazyikiyle içeride işler yürümemeye başladı, çok zorlandılar ve biz bu zorlanmayla içeride –özellikle benim gibi sonradan gelenler– aslında kendimizin olmayan bir kavganın ortasına düşüvermiştik. Biz de bir şekilde orada gazetecilik yapmaya devam ettik; ama gerçekten çok zordu, imkânlar iyice kısıtlıydı, az sayıda insanla çok iş yapmaya çalışıyorduk ve bu arada Hasan Cemal’in ekibi de bir acayipti; yani yazıişlerindeki ekibi. Şimdi isimlerini vermeyeyim ama, her biri bir başka havadaydı ve benim gibi sonradan gelenlere sürekli bir had bildirme durumu vardı — belki de ayrılanların acısını bizden mi çıkartmaya çalışıyorlardı anlamadım, sürekli bir şeyler vardı. Böyle, gazetecilik milletinde, özellikle günlük gazetelerde bu tür meseleler çok vardır. O târihte kavram bu değildi, ama mobbingolayı o târihte çok vardı. Her türlü böyle… nasıl diyeyim? Küçük çaplı aşağılama çabaları vs. falan, böyle garip bir ortamın içerisinde o Cumhuriyet gazetesi hayâlinin kısa bir süre içerisinde tuzla buz olduğu, gazeteyi zar zor çıkarttığımız bir dönem yaşadık. Çok felâketti yani gerçekten felâketti, ama yine de elimizden geleni yaptık. 

Şimdi bunları anlatırken gözümün önüne bir yığın anekdot geliyor, bunların hepsini pas geçiyorum; büyük kısmı tatsız anekdotlar geliyor. Sonra birden –bakıyorum notlarıma– ben orada ilk yazı dizisine 24 Kasım 1991’de başlamışım ve yazı dizisi bittikten sonra o kopuş yaşandı — demek ki Aralık ayında falan kopmuşlar. Benim en son yazdığım imzalı haberim 23 Mart 1992’de çıkmış — demek ki bu olay o kadar sürmüş. Mart ya da Nisan gibi, yeni eski ekip tekrar gazeteyi ele geçirmiş. Benim en son yazdığım haberlerden birisi, Nevrozvardı. 1991 seçiminde Doğru Yol Partisi Başkanı Süleyman Demirel Kürt realitesini tanımaktan bahsettiler, “şeffaf karakol” dediler ve SHP’yle koalisyon yaptılar ve seçimin hemen ardından yaşanan ilk Nevroz’da çok ciddî kan aktı. Ben de gazete tarafından yollanmıştım, Diyarbakır’daydım ve değişik yerlere muhâbirliğe gitmiştim. Diyarbakır’da fazla bir şey olmadı açıkçası; lastikler yakıldı, Nevroz oldu falan, orada şunu hatırlıyorum: Bir Nevroz kutlamasından sonra, insanlar yürüyerek bir tür korsan yürüyüş yapıp şehrin içerisinde giderlerken, birtakım dükkânların önünde genç birtakım çocuklar duruyordu –böyle acayip aksi bakışlı falan–, öğrendim ki onlar Hizbullahçı’ymış ve o dükkânlar da Hizbullahçılar’ın dükkânıymış. O târihler, PKK-Hizbullah çatışmasının olduğu târihler. Onlar da orada güvenlik alıyorlarmış — onu çok iyi hatırlıyorum. Sonra, Diyarbakır’da hiçbir şey olmayınca, bize haber geldi Nusaybin’de durum karışıkmış falan diye. Tabii kente girişe izin verilmiyormuş falan; biz de atladık –Diyarbakır’da sıkılıyorduk zâten–, atladık Nusaybin’e gittik ve bizi almadılar; özel timler şunlar bunlar almadılar ve ben de o sırada o olay hakkında izlenimlerimi, “Şeffaf Devlet Nusaybin’de Durdu”başlığıyla yazmıştım. Hiçbir şey göremeden dönmüştük; girmeye çalıştık, giremedik. Demirel “şeffaf devlet, şeffaf karakol” vaat etmişti; ama ilk fırsatta, ilk olayda, Nusaybin’de biz gazetecileri içeri sokmadılar. Çatışmalar çıkmış, Nevroz’da insanlar ölmüştü. 

Bunun sonrasında benim de Cumhuriyet gazetesiyle işim bitti. Şöyle oldu: Gidenler gitti, eskiden ayrılmış olanlar geri geldiler, sonradan gelen kişilerin büyük bir kısmı da gitti. Ben orada kalakaldım. Bana dediler ki — hattâ yeni gelen ekipten arkadaşlarım vardı, ayrılıp da geri gelenlerden, bana dediler ki: “Seninle bizim bir meselemiz yok; hattâ senin burada olman bizim hoşumuza gider”. Önce onlar söylediler; sonra Uğur Mumcu ile karşılaştık, Uğur Mumcu, “Ya, çok iyi oldu, sen bize lâzımsın” falan dedi –meâlen söylüyorum tabii–, ama “Bir yere gitme” dedi, “Tamam” dedim. İlhan Selçuk dedi ki: “Bizim meselemiz seninle değil; sen burada Cumhuriyet’te yaparsın, kal burada” dedi. “İyi, tamam” dedim ben de. Ama bir taraftan da acayip bir şekilde, yani “Bu işte bir iş var, bu nasıl olacak?” diye bekliyorum bir taraftan. Tabii ki yani sonuçta düzenli bir iş olanağı var; ama kendin dâhil olmadığın bir savaşın ortasına düşmüşsün. Önce Hasan Cemalci sanmışlar, onlar gittikten sonra birden İlhan Selçukçu sanılıyorsun falan; ben de orada çok basit, o tarihlerde daha 30 yaşına yeni basmışım, iki yıl önce falan ilk kitabım çıkmış. “Ya, kalayım bari” dedim, ama kalamadım; çünkü ne oldu? Orada direnişin en önde gelen isimlerinden, yani ayrılan ekibin en önemli isimlerden Hikmet Çetinkaya –Hikmet Abi diyelim, hep öyle diyorduk, hâlâ öyle diyordum– Hikmet Çetinkaya bir köşe yazısında adımı vermeden bana acayip çaktı — tam kelimenin gerçek anlamıyla. O benim zâten her zaman yaşadığım bir meseledir: İslâmî hareketlerle ilgili yazıp çizdiğim için bana İslâmcı yakıştırması yapılır değişik dönemlerde; hâlâ yapanlar da var; hattâ İslamcı sananlar da var, hattâ daha ileri gidip eski İslâmcı sananlar da var. Hikmet Çetinkaya bir yazıda beni târif ederek Humeynici de yaptı, bilmem ne yaptı, neye uğradığımı şaşırdım. O sırada Ayşenur Arslan’ın yerine iç politika servisinin başına Yurdagül Erkoca geçmişti — ki o da benim arkadaşım. İşte, “Aman, muhakkak kal” falan diyor. Bir baktım yazıda bana… Neye uğradığımı şaşırdım; İlham Selçuk’a çıktım, dedim ki: “Ya, böyle böyle… Bana kal diyordunuz, ama işte gazetenin en önde gelen isimlerinden Hikmet Çetinkaya bana böyle şey yapıyor, yani benim gitmemi mi istiyorsunuz?” falan, “Nedir anlamadım?” dedim. “Bu konu beni ilgilendirmez” gibi bir şey söyledi rahmetli. Ben de baktım ki bu olacak gibi değil, ondan sonra –zaten kadrom da yoktu–, istifâ dilekçesi bile yazmamış olabilirim, çünkü bir kaydımız kuydumuz var mıydı çok emin değilim, topladım eşyalarımı çektim gittim. 

Tam o târihler Cumhuriyet’in bilgisayara yeni yeni geçmeye başladığı târihlerdi. İşin ilginç tarafı, bilgisayar siparişleri vs. tam o ayrılma sürecinde gelmişti ve bilgisayarı ilk kullananlar da bizlerdik; yanılmıyorsam o ara dönemdeydi, o üç-dört ay süren ara dönemdeydi; ondan sonra, hattâ yeni geri gelenlere bilgisayarı nasıl kullandığımızı onlara öğrettiğimizi hatırlıyorum –o zamanlar bayağı zordu, yani şimdiki gibi gelişmemişti bilgisayarlar– ve sonra çektim gittim; yani çok kısa süren bir gazete mâcerâm oldu. Daha sonra Milliyet gazetesiyle günlük gazete serüvenimi devam ettirdim. Yani şöyle: Nokta ve Tempo dergileriyle başlayan, Cumhuriyet ve Milliyet’le devam eden, daha sonra buna Vatan ve Habertürk de eklenecek, arada NTV, CNNTürk ve NTV televizyon deneyimleri eklenen bir hayâtım oldu. 

Sonra ne oldu? Sonra Cumhuriyet çok değişti; yönetimler yine değişti, yine iç çatışmalar oldu. Şu hâliyle eski gücünden çok uzakta bir gazete olarak duruyor. Ama o ara dönem olmasaydı, yani oradaki Uğur Mumcu’lar, Hasan Cemal’ler, Okay Gönensin’ler, İlhan Selçuk’lar, aralarında savaşmak yerine o iktidârı paylaşmaya devam etselerdi, Cumhuriyet gazetesi çok iyi bir ivme yakalamıştı, çok başarılı bir gazeteydi, gerçekten insanların okumak zorunda kaldığı bir gazeteydi. Dünyanın değişik yerlerinden yazanlar, çok güzel dosyalar, Uğur Mumcu’nun birçoğu sonradan kitap olan araştırma dosyaları vardı — ama sâdece Uğur Mumcu değil çok sayıda gazeteci arkadaş bunu yaptı. Daha sonra Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle berâber, dünyanın dört bir tarafındaki gelişmeleri de çok iyi aksettirmişti; fakat sonra yazık oldu, bir iktidar savaşının kurbanı oldu. Ben de orada istemeden bu iktidar savaşının ortasına düştüm. Kendimi zor kurtardım, bir daha da Cumhuriyet’e arada sırada dışarıdan bir şeyler yazıp etmişliğim olmuştur herhalde, ama çok da fazla bir ilişkim kalmadı. Başına Can Dündar’ın geçtiği dönemde çok sayıda arkadaşım, tanıdığım insanlar orada çalıştılar; ama biz de zâten Medyascope serüvenine girmiştik. Biz Medyasope’u o günden bugüne bayağı bir yere taşıdık; Cumhuriyet’in daha ileri bir noktada olduğunu maalesef söyleyemiyorum. 

Bunun tabii ki bir yönü, dünya çapında günlük gazetelerin, yani basılı gazetelerin çok ciddî bir krizde olması; ama dünyada birçok gazete de –meselâ bir New York Times, bir The Guardian, Washington Post gibi gazeteler bunu aşmakta zorlandılar, ama aştılar. Yani bu yeni teknolojilerle eski geleneksel gazeteyi çok güzel birleştirebildiler, bunu yapabildiler. Türkiye’de de pekâlâ bu olabilirdi; Cumhuriyet de bunu yapan gazetelerden birisi olabilirdi; ama olamadı. Cumhuriyet olamadığı gibi diğer hiçbirisi de olamadı; artık böyle bir şansın Türkiye için kaldığını düşünmüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.