Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (83): MHP’den ihraçların anlamı, Kürt sorunu sahiden çözüldü mü? Erdoğan’ın Biden rahatsızlığı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta yine karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını yorumlayacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Gündemde çok fazla bir şey olmuyor; siyâset yine ağır ağır akıyor. 

Kemal Can: Sen hep böyle diyorsun, ama daha ne olsun?

Ruşen Çakır: Doğru. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Bay Kemal ve İttifakları” belgeselinde söylediği “Kürt sorununun çözümünde HDP’yi meşru görebiliriz” sözlerinden hareketle, HDP Van milletvekili ve eski eş başkanı Sezai Temelli’nin açıklaması epeyce konuşuldu. Ama biz zaten Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da bu konuyu enine boyuna değerlendirdik. Bütün bu tartışmaların üstüne, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan “Türkiye’de Kürt sorunu yok. Biz onu çoktan çözdük, bitirdik” açıklaması da geldi. Tabii o sözlerin nerede söylendiği de önemli. Erdoğan ABD dönüşünde uçakta gazetecilere bu açıklamayı yaptı. Belli ki büyük bir moral bozukluğuyla dönülüyor ABD’den. Birleşmiş Milletler’in Genel Kurul toplantısına zaten çok sayıda lider katılmadı; katılmamaları istenmişti. Ama Erdoğan New York’taki Türkevi’ni açma gerekçesiyle ABD’ye gitti. Joe Biden’la görüşmeyi umuyordu; görüşemedi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’la görüştü; ama o görüşme de pek parlak geçmemişe benziyor ki, Erdoğan, uçakta yaptığı açıklamalarda hayal kırıklığını açıkça dile getirdi ve ABD’yle ilişkilerde gidişatın “pek hayra alâmet olmadığı”nı söyleyerek, hayra alâmet olmayan bir cümle kurdu. 

Erdoğan’ın söylediği bazı şeylerin iç politikada karşılığı olmayabiliyor. Ama Biden söz konusu olduğunda, söylediklerini biraz ciddiye almak lâzım. Erdoğan, ABD ziyaretinin hemen sonrasında 29 Eylül’de Soçi’de Putin’le baş başa bir görüşme yapacak. Erdoğan bu baş başa görüşme için, “Kimseyi üçüncü bir şahıs olarak yanımıza almadan bu görüşmeyi yapacağız” diye özellikle vurguladı.  

Kemal Can: Heyetlerle görüşmeyecek. Anladığım kadarıyla sadece ikili görüşme var. 

Ruşen Çakır: Evet. Dış politikada bir şeyler değişiyor ya da Erdoğan değiştirmek istiyor belli ki. Anlaşılan, S-400 meselesi Blinken tarafından çok sert bir şekilde getirilmiş. Böyle bir kritik durum var. Halbuki Afganistan’da asker bulundurarak ABD ile ilişki kurma hesabı vardı. Bu hesap, Taliban’ın iktidarı hızla almasıyla bozuldu — daha doğrusu, iktidarın hızlı kaçmasıyla diyelim. Çünkü Taliban Afganistan’da bir direnişle karşılaşmadı. Sonuçta bu mesele de gündemden çıktı. Zaten Erdoğan’ın açıklamasında, Afganistan’dan geçecek olanlar konusunda da ABD’ye sitemler var. Sitemin de ötesinde çok sert mesajlar var. 

Kemal, Kürt meselesine girmeden önce şu konuya bir değinelim. Dışarıda Biden yönetimiyle sorun çıkma potansiyeli vardı; temkinli davranıldı. Biden’ın 1915 olaylarını “soykırım” olarak telaffuz etmesine rağmen, yine de sertleşilmedi. Erdoğan ve Biden, Haziran ayında NATO zirvesi kapsamında Brüksel’de bir görüşme yaptılar. O görüşmede de Afganistan konusu üzerinden ilişkileri yeniden toparlama çabası vardı. Ama şimdi bütün hesaplar suya düşmüş gibi görünüyor. Şu anda Türk-Amerikan ilişkileri, sertleşme ihtimâli olan bir sürece girdi gibi duruyor. Burada iki önemli husus var: bir tanesi, “ilişkiler sertleşir mi?” meselesi; bir de, “bu ilişkiyi Rusya ile dengeleyebilir mi?” konusu var. Erdoğan’ın sözlerinden o anlaşılıyor: “Tamam Biden’la aramız kötü, ama Putin’le aramız daha iyi olacak” minvalindeki açıklaması bana çok gerçekçi gelmiyor. Mesela bizim “Transatlantik” programımızda, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar, esas güçlerin ABD ve Çin olduğunu, Rusya’nın daha tâli bir konumda olduğunu sık sık tekrarlıyorlar. Dünyadaki bu yeni kutuplaşmada kendine bir yer bulma arayışında Rusya çok fazla bir şeye denk gelmiyor. Dolayısıyla orada bir sorun var bence. Çin’den yana tavır alması çok riskli; onu da yapamıyor. Böyle bir tıkanıklık hâli var. Her ne kadar dış politika bizim alanımız olmasa da, son dönemde yaşananlarla beraber, bu durumu sıkışmışlık hâlinden çıkma umudunun suya düşmesi olarak görüyorum ben. 

Kemal Can: Evet, dış politika bizim çok uzmanlık alanımız değil. Tabii ki herkes kadar, belki herkesten biraz daha fazla izlemeye çalışıyoruz, uzman olanları takip ederek. Ama bir süredir, dış politika konuları iç politikanın o kadar içinde ki, iç politika üzerine konuşmak, düşünmek ya da olup biteni anlamaya çalışırken, çok basit gündelik gelişmeler bile dış politikada ya güçlü karşılıklar buluyor ya da oradan beslenerek içeriye yansıyor. Onun için de, dış politikayı sık sık haddimizi aşarak konuşmak zorunda kalıyoruz. Dış politika dinamiklerinin kendisi dışında, bazen onlarla paralel olarak içeriye yansıyor. Bazen olup bitenler buraya başka türlü yansıyor. Yani dışarıda başka şeyler oluyor, ama biz burada başka şeyler izliyor oluyoruz. 

ABD ile ilişkiler meselesinde, galiba şöyle bir patinaja girildi: Şimdiye kadar, özellikle Batı ile ilişkilerde, Doğu Akdeniz meselesinde, AB ile ilişkilerde, S-400 meselesinin ilk sürecinde, Türkiye’nin Suriye’deki denklem ve Ortadoğu’daki rolü üzerinden bir restleşmeyle sonuç alma çabası vardı ve Trump döneminde, ABD ile Rusya arasında, o gerilimi kullanan bir tür pazarlık alanı yaratmaya çalıştı Türkiye. Doğu Akdeniz sorunu, “Mavi Vatan” tartışması üzerinden restleşerek sonuç almak, her alana girerek, çatışma alanlarında var olarak, “Alanda olursak, masada da oluruz” tezi çerçevesinde, biraz daha agresif bir dış politika yürütülüyordu. Ama senin de söylediğin gibi, bir süredir bu epeyce geriledi. Pek çok alanda manevra yaptı, geri adım attı. Mavi Vatan, Doğu Akdeniz sorunları artık neredeyse hiç konuşulmuyor. Hatta artık muhalefet dillendirmeye başladı bu konuları.

Ruşen Çakır: Sözünü keseceğim ama, biliyorsun Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı, yurt meselesinden şikâyet eden gençlere, “Bunlar zaten Mavi Vatan’a da karşılar” demişti. En azından o unutmamış. 

Kemal Can: O, biraz geriden takip ediyor gündemi galiba. 

Ruşen Çakır: Evet. 

Kemal Can: Mısır’la, Birleşik Arap Emirlikleri’yle, değişen bir tablo var. Avrupa’yla restleşmeler önemli ölçüde yatışmış görünüyor. Biden’la da en son NATO zirvesinde bir araya gelip, Afganistan denklemi üzerinden bir beyaz sayfa söylemi kuruldu. Aslında burada kısmî bir sonuç da alındı; bunu birkaç kere de konuşmuştuk. Erdoğan, en azından iç politikada Batı güçlerinin kendini sıkıştırmaması, bu konuda fazlaca üstüne gelinmemesi, bu otoriter fütursuzluğun birazcık görmezden gelinmesi anlamında bir sonuç almadı da değil. Tuhaf biçimde, Batı ile yeniden bir kullanışlılık ilişkisi kurabildi. Bunun karşılığında çok fazla getirisi olmasa bile, en azından kendi politik pozisyonu için bir rahatlık sağladı. Ama bu ona yetmiyor. En başta para olmak üzere, iç politikada yaşadığı sıkıntı, sıkışma ve sorun, daha fazlasına ihtiyaç duymasına neden oluyor. Çünkü ekonomide ciddi bir sıkıntı var. Şimdi yeniden döviz artmaya başladı. Enflasyon ciddi bir yük oluşturmaya başladı ve ekonomik krizin insanlar üzerindeki etkileri, siyasî davranışlarda birtakım değişimlere doğru ilerliyor. Bu konuda büyük bir sıkışma içerisinde; bunu bütün anketlerde görüyoruz. Dolayısıyla, Batı’da onu iç politikada rahat bırakan ortaklar tablosu yeterli olmuyor; biraz daha fazlasına ihtiyacı var. Sosyal medyada Cemil Marki, “ ‘Sürdürülebilir sürdürülemezlik’ kavramını az önce icat ettim. Kemal Can, Haftaya Bakış’ta kullan bu kavramı. Tam Medyascope’luk’ demiş. Aslında bu, Erdoğan için kullanılabilir bir şey. Ben de bu kavramı alıp kullanmış olayım. Çünkü onun yapmaya çalıştığı, sürdürülemez bir şeyi, sürdürmek değil, ama uzatmak, sürüklemek anlamında bir çaba içerisinde. Dış politikada da, ekonomide de böyle. Bundan kısmî bir sonuç aldı; ama bu yetersiz, daha fazlasına ihtiyaç var. Zaten Amerika gezisine de daha fazlasını alma umuduyla gitti. Bunun en önemli tarafı para tabii ki. Türkiye’nin, ciddi biçimde yabancı fon girişine ihtiyâcı var. Bunun kapılarını açacak şeylere ihtiyaç var: Bu, beyaz sayfa olur, yeni ilişki imkânları olabilir, yeni kullanışlılık zemini olabilir. Anladığım kadarıyla, Amerika’dan bu çıkmadığı gibi, o rahatlamanın ya da geçici üstüne varmamanın da, çok uzun erimli, çok da arkası dolu bir şey olmadığını, bunun zaman zaman bazı yoklamalarla –S-400 krizi gibi– önüne gelebileceğini hatırlatan bir şeyle karşılaştığını anlıyoruz. Daha fazlasını alamadığı için, senin dediğin anlamda bir sertleşmeye gider mi bilmiyorum, ama “Bana daha fazlası lâzım” meselesini yüksek sesle ifâde etmeye başlıyor. Bunun iki yönü var: biri, Batı’ya, ABD’ye, AB muhataplarına, “Ben sıkıntıdayım. Ama bu sıkıntıyı beni sıkıştırmak için kullanmayın. Sizinle daha kullanışlı bir ilişkiyi sürdürebilmek için biraz daha fazlasına ihtiyâcım var. Beni destekleyin. Bunu yeterince yapmıyorsunuz” duygusunu hissettirmek; ikincisi, Batı karşısında yelkenleri tamamen indirmiş bir görüntüyle, iç politikada kartlarını azaltmış olmamak. 

Yeniden, sertleşmeden sertleşiyor gibi yapmasının iki türlü faydası var: birincisi, demin söylediğim gibi, mızırdanmak, “Bana biraz daha fazlasını sağlayın” dememin yolu; ikincisi de, içeride, “Ben tamamen yelkenleri indirip teslim olmadım. Bunlarla hâlâ sert bir mücadele yürütüyorum” tezini biraz daha kullanışlı hâle getirmek. Erdoğan’ın son açıklamalarına rağmen, sertlik dozunun artacağı, bir iki yıl önceki gibi yeniden restleşmelere, sert polemiklere giden bir çizgiye doğru ilerleyeceği kanaatinde değilim açıkçası. 

Ruşen Çakır: Bu sertleşme Amerika’ya karşı değil de, içeriye sertleşme olarak tezâhür ediyor bence de. Meselâ, aynı yerde dikkat çeken iki şey var: birisi, Sosyal Medya Yasası’nı bir an önce çıkartmak; ikincisi de, hayat pahalılığını zincir marketlerin üzerine yıktı gördüğün gibi. Zincir market hikâyesinde insanların aklına hemen Migros, Carrefour gelebilir, tamam; ama doğrudan cemaat bağlantılı yerler de var. Bunların bazıları, Erdoğan’a çok yakın bilinen Nakşî cemaatlerin zincirleri. 

Kemal Can: İlk tepkiyi de Ülker verdi bildiğim kadarıyla. 

Ruşen Çakır: Erenköy Cemaati’nin de yerleri var. Hatta hatırlarsan, iki sene kadar önce, Sabah gazetesinde BİM’e yönelik bir saldırı olmuştu. O zaman da ne olduğu anlaşılamamıştı. 

Kemal Can: Kiler Market diye hatırlıyorum sanki. AKP’nin eski milletvekillerinden birinin market zinciri var. Onunla ilgili de Türkiye gazetesinde bir şey çıkmıştı diye hatırlıyorum. 

Ruşen Çakır: Oralarda da karışık hikâyeler var. Mesâfe koyanlar filan. Neyse, biz Kürt sorunu konusuna geçelim. Kürt sorunu çözümündeki muhâtaplık konusu bayağı gündeme oturdu. Erdoğan’a bu konu sorulduğu zaman, söyledikleri gâyet açık ve net: “Kürt sorunu yoktur.” Daha önce de söylediği şeyleri söylüyor aslında. Ama burada iki önemli husus var: İlkin, ABD ile olan görüşmelerin bir ayağını kesinlikle Kürt meselesi oluşturuyor; her şey bir yana, Suriye, hatta Irak nedeniyle bu böyle,çünkü Türkiye, Irak’ın kuzeyinde de operasyon yapıyor. Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin birtakım şikâyetlerinin olması ihtimâli çok yüksek. Bunu doğrudan Ankara’ya söylemek yerine, Washington üzerinden söylüyorlar. Irak’ı bir tarafa bırakalım, Suriye’deki YPG/PYD yapılanması, ABD’nin himâyesinde yürüyor. Bunu da hiç kimse gizlemiyor. YPG/PYD’nin PKK’nın bir uzantısı olduğunu, “açık sır” olarak herkes biliyor. Erdoğan, “Türkiye’de Kürt sorunu yoktur. Ben bu olayı çözdüm” demek ihtiyacını hissediyor; ama bence, kesinlikle bu olayın bir Amerikan ayağı var.  

Bir ilginç mesele de şu: Son dönemde pek çok söylenti çıkıyor: Mesela “Bahçeli’den koparak, şunu alarak, bunu alarak ve tabii ki Kürtlerin oylarının en azından bir kısmını alarak ya da Kürtlerin oylarını nötralize ederek –ki bunu biz de çok tartıştık programlarımızda– cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefetin adayına oy vermemeleri ve kendi adaylarını çıkartmalarını dayatabilmek için birtakım açılımlar mı yapacak?” Açılım lâfı belki çok büyük kalacak. Yani “Mavi boncuk mu dağıtacak? Eski milletvekili rapor hazırlıyor. Erdoğan Diyarbakır’a gidiyor?” gibi söylentiler dillendiriliyor ve birileri bunu umuyor. Özellikle AKP içindeki Kürtler bunu umuyor. Kendilerini çok dışlanmış hissediyorlar ve güçlerinin eridiğini hissettikleri için bir şey yapmak istiyorlar. Ama onun dışında da, meselâ dışarıda kalan birileri de, “Erdoğan MHP’den ayrılmak durumunda kalacak ve yeni arayışlara girecek” diye bir beklenti içerisindeler. Erdoğan böyle bir anda söyledi o cümlelerini. Daha sâkin ve serinkanlı bir şekilde, meselâ “Onunla olmaz, bununla olmaz, CHP ile olmaz. Çözülecekse ben çözerim” diyebilirdi, ya da bunu îmâ edecek şekilde konuşabilirdi. Ama kestirip attı. Bence bunun bir nedeni, ABD ile olan, daha doğrusu olamayan ilişkiler. Bir diğeri de, galiba o söylentilerin bir karşılığı yok. Ya da çok karşılığı var ve onları belli etmek istemiyor. Bir de bu konuşuluyor kulislerde. Hani basketbolda “fake atmak” denir ya, onun gibi. “Kürt sorunu yok” deyip, alttan alta bu konuyu yeniden gündeme getirmenin hazırlığını yapıyor. 

Kemal Can: Bu, başka alanlarda da var. Bu meselede de hep yaşıyoruz bunu. Aynı anda birbirinin zıddı iki tezin, rotanın mümkün olacağını gösteren ya da tartıştırabilen birtakım muğlâk alanlar yaratabiliyor. Bazen dış politikada, bazen iç politikada, bazen çok temel sorunlar açısından da bunu yapabiliyor. Bu, bazen fâizle ilgili veya ekonomi yönetimiyle ilgili bir meselede karşımıza çıkıyor. Bazen dış politikada, bazen Kürt sorununda ya da Diyânet meselesinde karşımıza çıkıyor. Ya da, bir yandan reform, bir yandan daha da otoriterleşecek sistemi sağlamlaştırma adımları aynı anda gündeme geliyor. Bunu hem AKP içerisinde ve iktidar blokunda bazı gruplar çok iştahla savunuyorla, bâzen de muhalefet içerisinde yankı buluyor. Ama birbirinin tam zıddı iki şeyin mümkün olabileceği konuşuluyor. Bu, Kürt meselesinde hep böyle. Çözüm Süreci’nin sona ermesiyle, masanın tekmelendiği andan îtibâren, tekrar masa kurulacağı, “Kürtlere bir şeyler sağlanacak ve yeniden bir süreç başlayacak” tartışmasıyla, “Bir çökertme operasyonu için düğmeye basıldığı” tezi yan yana gelebiliyor. Çözüm Süreci sonrası dönem neredeyse 6. yılına giriyor. 6 yıldır, bu grafik ve kulislerde bu tartışma sürekli devam ediyor. 

Burada işin iki boyutu var. Birisi, Suriye meselesi gibi dış politikayı ilgilendiren boyutu. Biraz önce konuştuğumuz çerçevede, kendisini iç politikada rahatlatma anlamında, Amerika’dan fazladan istediği şeylerden biri, Suriye’de daha fazlasını yapabilecek bir onay almak idi. Galiba o çıkmadı. Üstelik de, Rusya’ya gitmesinde de bunun etkisi var sanıyorum. Çünkü bir yandan da, Şam yönetimi ile Suriye’deki Kürtler arasında, Rusya gözetiminde birtakım temasların yoğunlaştığı söyleniyor. Daha önce de Rusya’ya gidip görüşmüştü heyetler. Bu iki denklemde de, Erdoğan’ın, kendisine iç politikada da yarayacak ruhsatları çıkartamadığını anlıyoruz. Dolayısıyla, içeride, Diyarbakır gezisi, peşinden Diyânet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Diyarbakır’a gönderilmesi… Zaten reformdu, şuydu, buydu, yok “MHP’den kurtulacak. Yeniden bir zemin arıyor. Kürt oylarının peşinde” diye hep konuşuluyor. Erdoğan Diyarbakır’da “Ben 2005’teki noktadayım. O gün ne dediysek, bugün de aynı yerdeyiz” dedi. Ama çok temel bir fark var: 2005’te “Kürt sorunu yok” demiyordu. Bugün ise, “Kürt sorunu bitti. Biz onu çözdük, bitirdik” diyor. 2005 ile bugün arasında çok temel bir fark var; bu çok önemli bir şey. 

Bunu daha önce de defalarca konuştuk: AKP’nin destek kaybının pek çok nedeni var. İttifak, MHP ile yan yana olması, artık cevap üretememesi, yönetememesi; bunların hepsi bir neden. Ama özellikle Erdoğan’ın desteğinin azalmasındaki en temel meselelerden biri, ana sorun odaklarını inkâr etmesi. Bu, ekonomide de böyle yaşandı, Kürt sorununda da böyle yaşandı. Onu çözüp çözememesi değil, ya da çözmekle ilgili nasıl bir perspektif kurduğu da değil; önce sorunu inkâr etmesi. Bir iktidarın, insanların yaşadığı sorunu çözemediği için bir memnuniyetsizlik üretmesi mümkündür; bu normaldir. Ama bu iktidar, birtakım kimlik alanlarını kalkan olarak kullanarak, bu memnuniyetsizliği bir oy davranışı değişikliği olmaktan uzakta tutabiliyordu bir süredir. Ama son yıllarda, özellikle Erdoğan’ın, bâzen sınıfsal olarak yoksullar, çalışanlar, düşük gelir grupları, bâzen de doğrudan daha önce AKP’ye oy vermiş Kürtler, yani bizzat kendi tabanının yaşadığı sorunları ve asıl olarak çözülmesinden önce sorun olarak kabul etmesinin beklendiği konularda, “Yok öyle bir şey!” demesi… Biraz önce marketler konusuna değindin. 20 yıl ülkeyi yöneteceksin. Sonra pahalılık ve ekonomik kriz gelecek. Sonra da, “Bunu marketler yapıyor. Dövizi oynatan da dış mihraklar” diyeceksin. Daha iki gün önce, dış mihraklarla pazarlık etmeye gitmişsin. Bunları nasıl anlatacaksın? Ama daha önemlisi, insanlar bizzat birtakım sorunlar yaşıyorlar ve sen o sorunları görmezden gelip, “Yok öyle bir şey!” diyorsun. “Açlık yok. Yoksulluk yok. Problem yok. Biz uçuyoruz, gidiyoruz” diyorsun. “Kürt sorununu çözdüm” diyorsun. “Bu toplumda özgürlük meselesi yok” diyorsun. “Basına ben özgürlük getirdim” diyorsun. “Yurdu olmayan öğrenci yok” diyorsun. Bunlar çok önemli şeyler. Bunları çözemediğin için birtakım siyasî bedeller ödersin. Ama bunları yok saymaya başladığın anda, bunları hoş görebilecek, sana zaman tanıyabilecek, seni kısmen haklı bulabilecek insanları bile kaybetmeye başlarsın. AKP’nin oy kaybının başka dinamiklerle de ilişkisi var, ama son araştırmalarda görüldüğü gibi, Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçiminde hemen herkesin karşısında yeniliyor görünüyor; görev onayında dramatik bir düşüş var. Daha önce, kendisi hiç sorumlu değilmiş gibi, birtakım sorunlardan bahsediyordu: Dikey kentleşmeden söz ediyordu. “Çevreyi mahvettin” diyordu. Uzaylılar mı gelip yaptı? Kimdi o? Ekonomik krizi CHP’nin 70’lerdeki kuyruklarıyla anlatmaya çalışıyordu. Ama Kürt meselesinde de, ekonomide de bugün geldiği noktada, sorunu ve sorunun varlığını reddeden bir çizgiye girmiş olması, çok temel bir şey. Bence asıl kırılmayı yaratacak olan da bu olacak. Çünkü “Sorun yok” dedikten sonra, Diyarbakır’a da gitseniz, orada Kürtçe de konuşsanız, Kürtçe şarkı da söyleseniz, çok da bir şey olmuyor. Var olan bir şeyi yok sayarak, Bahçeli’nin söylediklerinde, Bahçeli’nin sıkıştırıp onu zorladığı bir şey olup olmaması tartışması varken, Bahçeli’nin en temel tezine, “Zaten öyle bir sorun yok” tezine dönmüşsen, “Ben 2005’teki noktadayım” demenin artık hiçbir inandırıcılığı kalmıyor. Böyle bir sorunla karşı karşıyayız. 

Ruşen Çakır: Senin târif ettiğin şey, Erdoğan’ın Çözüm Süreci döneminde de kullandığı, Kürt sorunu için söylenen o klasik “Ret ve İnkâr politikası” sözü, tam da böyle bir şey. Bir anlamda “Devekuşu politikası”. 

Zincir marketler meselesine biraz değindik, ama biraz açalım. Daha önce Tanzim Satış noktaları açmışlardı. Hatta geçenlerde Ahmet Davutoğlu yine tanzim satış yapacaklarını söylemiş. O iş çok büyük bir fiyaskoydu. Zaten kısa bir süre sonra da kaldırdılar. Hiçbir şeyi çözmeyecek olan palyatif çözümler. Belli ki, önümüzdeki günlerde, bu enflasyon konusunda yine iptidaî işler yapmaya çalışacaklar. Ama herhalde bu açıklamadan sonra o zincir market yöneticileri gece uyuyamamıştır. 

Kemal Can: Ben Murat Ülker’in bir açıklamasını gördüm. O da önemli bir zincir marketin sahibi olarak, “Zincir marketlerin kâr payı zâten yüzde 1. Biz bunu tamamen sıfırlasak ne fark eder? Daha pahalıya alıp, ucuza satabilen biri doğmadı” diyor. Haklı haksız, bu ayrı bir tartışma. Ama bu açıklama aslında cevap niteliğinde. Çünkü enflasyonun, marketlerin fiyat politikası yüzünden olduğu iddiasının iktisâden bir anlamı yok. Tıpkı, fâizle enflasyon arasında kurulan ilişkide olmadığı gibi. Ekonomi de bizim alanımız değil, ama mecburen buna da giriyoruz. 

Ruşen Çakır: Eh, ilişkiyi kurdu. Fâizi de indirdi. 

Kemal Can: Tamam, bunların ikisini de yapıyor. İktisâdî teoriye uymayan tezlerini, cebrî idârî kararlarla uyguluyor; ama bunlardan hiçbir sonuç çıkmadığı gibi, daha ciddî yeni sorunlar üretmiş oluyor. Senin dediğin gibi, bu sefer alternatif bir şeyle mi yapacak bunu? Çünkü o dönemde belediyeler elindeydi; biraz daha rahattı. Şimdi büyükşehirlerde belediyeler de elinde olmadığı için, Tanzim Satış işinde biraz daha sıkıntılı bir tablo var. Yoksa marketleri sıkıştırarak mı yapmaya çalışacak? Tıpkı, daha önce kamu bankalarını sıkıştırarak, borç pompalayarak ekonomik krizi yumuşatmaya çalışması gibi mi yapacak? Ama marketlerin de ilk verdiği reaksiyon, buna uygun bir zemin olmadığını gösteriyor. 

Ruşen Çakır: Son olarak, MHP’deki ihraçları konuşalım Kemal. MHP’de etkin görevlerde bulunmuş yedi partili, Merkez Disiplin Kurulu Kararı ile ihraç edildi. Ben 3 kişiyi; Atila Kaya, Suat Başaran ve Nazif Okumuş’u biliyorum. Sen Ülkücülük üzerine çalıştığın için daha fazlasını tanıyor olabilirsin. Benim bildiğim, bu kişiler, zâten uzun bir süredir parti içerisinde kalmaya inat eden, ama Bahçeli’ye bîat etmeyen isimlerdi. Hattâ referandum zamanında, Ülkü Ocakları eski genel başkanı olarak Atila Kaya, Suat Başaran ve kalabalık bir grup “Hayır” kampanyası düzenlemişlerdi. Hattâ Anadolu’da konuşuyorlardı. Yine bir dönem Ülkü Ocakları başkanlığı yapan Alişan Satılmış, birkaç ay önce MHP’den istifâ ettiğini açıklamıştı. Ama Atila Kaya etmemişti. Hattâ Medyascope stüdyosunda kendisiyle bir yayın yapmıştık; neden istifâ etmediğini açıklamıştı. Çünkü onların gözünde MHP, Türk milliyetçiliğinin, ülkücü hareketin ana karargâhı. Orayı terk etmek istemediler. Ne İYİ Parti’ye ne de başka bir seçeneğe yönelmek istemediler. Bir taraftan da Bahçeli’yi ve özellikle de AKP ile ittifakı çok sert bir şekilde eleştirdiler. Sonuçta partiden atıldılar. Ama bilmeyenler için söyleyelim: Bahçeli’nin en zor dönemlerindeyanında olan isimler bunlar.MeselâAlpaslan Türkeş’in ölümünün ardından yapılan kongrede,TuğrulTürkeş’e karşı Devlet Bahçeli’yi desteklemişlerdi. O olaylı kongreleri toparlayan isimlerdi. 

Kemal Can: Atila Kaya zaten Ocak başkanıydı o dönemde. 

Ruşen Çakır: Evet. Partide de üstü düzey görevler yaptı, milletvekili seçildi. Suat Başaran ise yurtdışında yaşıyor. Hatta Ankara Esenboğa Havaalanı CIP Salonu’nda saldırıya uğramıştı. Şimdi bu isimleri resmen kapının önüne koydular. Üstelik bir de çok hakaret etmişler. MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın bir açıklaması var; aklına gelen her şeyi, her türlü hakareti söylemiş. Bu ihraçların neden olduğunu anlıyoruz da, bunun etkisi ne olur sence?

Kemal Can: Şu andan sonraki etkisi değil, zaten bunu yaratan bir süreç var. Bu isimlerin bazıları, en azından meselâ Atila Kaya, Devlet Bahçeli Genel Başkan olduktan sonra, onun Ocak başkanlığına getirdiği ve uzunca bir süre Ocak başkanlığı, daha sonra milletvekilliği yaptı. Bahçeli’nin en yakınında olan ekipte yer alan birisi. Suat Başaran’a saldırı ve Atila Kaya ile ilgili gelişmeler sonrasında, sosyal medyada bunlara tepki veren Şefkat Çetin var meselâ — ki o da Bahçeli’nin kongreyi kazanmasında ve daha sonra, parti üzerinde etkinlik kurmasında önemli isimlerden biri, teşkilat başkanlığı yaptı. Suat Başaran, eski Ocak başkanı. Daha önce genel başkan adayı da olmuş biri. İstanbul İl Başkanlığı için yarışmış ve Bahçeli’nin önünü kestiği bir isim. Bu insanlar, özellikle gençlik çevrelerinde gâyet iyi tanınan ve ülkücü gelenekten gelen isimler. Sadece, MHP’ye şu ya da bu dönemde katılmış insanlar değil, neredeyse bütün hayatlarını bu hareketin içinde kurmuş ve her döneminde var olmuş isimler. Senin de söylediğin gibi, bunların bazıları fizikî saldırılara dönüşen suçlamalara muhatap oldular. Ama ihracın, doğrudan MHP’nin resmî sözcüleri tarafından böyle bir etiketlenme ile yapılması, aslında bir sürecin sonucu. Çünkü bu isimler, ayrılıp başka partiye gitmiş, başka partide siyâset yapmaya başlamış isimler değil. Çünkü daha önce böyle isimler de saldırıya uğradı. Mesela İYİ Parti’de, DEVA Partisi’nde, Gelecek Partisi’nde, daha önce MHP’de olan bazı isimler var; onlar da birtakım saldırılara ve suçlamalara mâruz kalıyor. Ama bu bahsedilen isimler, hem ülkücülük anlamında siyâsî çizgiyi hem de örgüt anlamında MHP’yi sahiplenerek ya da ona bir şey söylemeye çalışarak muhâlefet eden isimler. Partiden çıkmadan, orada konuşan ve yapılanın, özellikle AKP ile kurulan ittifakın bir fayda ittifakından çok, bir teslimiyet ilişkisine ve aslında AKP’ye sağlanan ideolojik takviyenin, kendi ideolojik pozisyonlarını imhâ eden, onu çürüten bir süreci işlettiğini söyleyerek eleştiriyorlardı. Bu, buradan sonra neye yol açar, ayrı bir tartışma. Ama zaten buna gelinen nokta, nasıl bir tablo üretildiğini de gösteriyor bize. Zaten Atila Kaya’nın açıklamasında da o var. “Beni ihraç ederken, neleri ihraç ettiklerini görmek lâzım” diye saydığı şeyler, artık partide bir duruşu, yer bırakılmayacak biçimde temizlemek ihtiyâcından doğduğunu söylüyor. Bu, belki şu anda tabanda çok kuvvetli bir etki yaratmayabilir. Ama bence, zaten önemli ölçüde rahatsızlık duymuş olan MHP tabanı için yeni bir kırılma noktasıdır. Şu âna kadar, bir parti içi muhâlefet hareketi başlatmak gibi bir tutum içerisinde olmadılar, bir ekip hareketi gibi davranmadılar. Daha çok, fikrî temelli bir muhâlefet perspektifi koymaya çalıştılar ve bunu oldukça sert eleştirilerle yaptılar. Şimdi tasfiye ediliyorlar. Bu tasfiyeye, tabandaki rahatsızlığın kristalize olmuş hâli de diyebiliriz. Onların tasfiyesinin MHP’de ne sonuç yaratacağı değil, onları tasfiye edecek sürecin, MHP’yi nereden nereye getirdiği tartışması daha çok yapılacak. 

Ruşen Çakır: MHP’nin, bu ittifakla AKP’yi ele geçirdiği ya da rehin aldığı söyleniyor hep.  Ama senin de söylediğin gibi, Atila Kaya ve arkadaşları bu söylemin tersini söylüyorlar. Onunla yaptığımız yayında da söylemişti bunu zâten. Çok vurgulu ve açık bir şekilde, “Bunu yaparak biz aslında AKP’lileşiyoruz” diyor. Tabii çok köklü bir siyasî hareket söz konusu. MHP, yeni kurulmuş bir parti değil. Kökü çok eskiye dayanan, hatta çok daha geriye gidersek Türkçülük hareketinin devamı olarak alınabilecek, ama en azından 60’lı yıllarda ortaya çıkmış bir hareketten bahsediyoruz. 

Zâten bu isimlerin MHP’de kalma ısrarı çok ilginçti. Çok yakın arkadaşları başka partilere geçtiler. Mesela, Müsavat Dervişoğlu, İYİ Parti’nin üst düzey yönetiminde yer alıyor. Onun gibi birçok kişi de gitti. Mesela en son, Alişan Satılmış, ‘’Bizi burada yaşatmayacaklar. Artık bu partide kalmanın bir anlamı yok” diyerek ayrıldı. Ama Suat Başaran’ın, Atila Kaya ve diğerlerinin partide kalma ısrarı çok ilginçti. Anladığım kadarıyla, bu ısrar da özel olarak bir rahatsızlık veriyordu. 

Kemal Can: Evet. Örnek verdiğin kopmalar, şu anda büyük ölçüde İYİ Parti’de yoğunlaşıyor. Bunu daha önce de birkaç kez konuştuk: Zâten, bu yeni, daha kentli, kıyı coğrafyasına dönük, sosyo-ekonomik ve eğitim düzeyi daha farklı bir profil, daha seküler bir milliyetçi taban, MHP geleneğiyle 90’larda temas kurmuş daha yeni bir jenerasyondu. Gelenekten gelmeyen ama o geleneğin özelliklerinden etkilenen bu profil, ciddi biçimde koptu ve ayrıştı. Bu, seçmen bazında da böyle, fikrî olarak da uzaklaştığını söyleyebiliriz. Hattâ orada, kimi zaman CHP’yi aşan bir sertlikte bir sekülarizm taban buluyor. Ama Suat Başaran, Atila Kaya gibi isimler ise, geleneğin içinden yapılan eleştiriyi sürdüren isimler. Bu çok daha önemli. Zâten, geleneği biraz sorunlu, hatta onun içerisindeki İslâmî tonu biraz lüzumsuz bulan profilin dışında, doğrudan o geleneğin kendisi… Evet, İslâmcılığa ilişkin temel bir eleştirileri var, ama o tür bir tepkisel kopmanın değil, tam tersine geleneğin içinden bunu söyleyenler şimdi tasfiye ediliyor. Bu başka bir şey. Bunun kitlesel tabanı, İYİ Parti’de o yeni yükselen milliyetçi dalga kadar büyük olmayabilir. Ama bunun milliyetçilik üzerindeki fikrî etkisi ve özellikle MHP’nin temsil ettiği marka hâkimiyeti açısından, kırılgan bir şey. Tıpkı, Erdoğan’ın, Oğuzhan Asiltürk’e asılıp, onun yüzde yarım oyun için değil, bütün o fikrî kırılmayı telâfi etmek için yaptığı…, şimdi, MHP’de, bunun tersinin yapıldığını görüyoruz. 

Hatırlarsan, Bahçeli kongreyi kazandığında da, 2002 seçim yenilgisinin sonrasında da, daha sonraki yıllarda da, hep toparlanma hamleleri yaparak, dışarıda olan birilerini, hattâ Tuğrul Türkeş gibi kendi karşısındaki rakiplerini, eski rakiplerini partiye alarak, bir tür “Tekrar toparlanıyoruz. Yuvaya dönüş” hamleleriyle, hem partinin hem kendisinin gücünü arttırma hamleleri yapmıştı. Şimdi gelinen noktada, üstelik oy açısından yine ciddi sıkıntıya giren, hatta kimi araştırmalara göre 2002’deki oylarına gerilemiş MHP’nin, toparlanma ve kendini yeniden ideolojik olarak tahkim etmek yerine, tam tersine gelenekten gelen isimleri tasfiye etmeye yönelmesi, bu iktidar ya da ittifak ilişkisini nasıl algıladığını gösteriyor. 

Ruşen Çakır: Demin sen de bahsettin; bu hareketin tarihinde, çok ihraçlar ve çok da geri almalar vardır. Şu anda ihraç edilenler, ileride şu ya da bu şekilde tekrar MHP’ye geri dönebileceklerinin hesabını da yapıyorlardır. Çok ilginç bir hareket. Dâvâdan döneni çok olan, sonra tekrar dâvânın merkezine dönen isimler çok. Tuğrul Türkeş, Azmi Karamahmutoğlu ve birçok isim var böyle. Şu ânda ihraç edilenler büyük bir ihtimalle, “Bahçeli’nin bu çizgisi fazla sürdürülemez. Bu hareket tekrar aslında dönmek durumunda kalacaktır. O zaman biz de yeniden güç kazanacağız” diye düşünüyorlardır. Ama bence, MHP artık bambaşka bir yola girmiş durumda. Bu konuyu uzatmayalım derim. Uzatırsak senin bu konuda söyleyeceğin çok şey olacak. Yavaş yavaş toparlayalım. Son bir şey daha söyleyeyim: MHP, zamanında Ecevit’le de koalisyon kurmuştu, o ayrı bir şeydi ve onun bedelini de, Meclis dışında kalarak çok ağır ödediler. AKP ile kurulan bu koalisyonun MHP’ye etkileri… Siz şu anda Tanıl Bora ile bir kitap hazırlıyorsunuz. Herhalde bunun üzerine epeyce kafa yoruyorsunuzdur. İdeolojik olarak, örgütsel olarak, kökleriyle ilişkisi bağlamında bayağı bir değiştiriyor olması lâzım. Bazılarının düşündüğü gibi, “MHP olduğu yerde duruyor ve Erdoğan onların peşinden gidiyor” gibi bir basitlikte seyretmiyor herhalde.

Kemal Can: Evet. Zaten hiçbir şey o basitlikte seyretmiyor. İdeolojik parti formu olarak, kendisini uzun süre kendi özellikleriyle koruma kabiliyeti bakımından özel bir hareket MHP. Bu yüzden de, bu ittifak kurulduğunda, hatırlarsan, AKP’nin MHP’yi yutup yutamayacağı tartışması vardı. O zaman da ben şunu söylemiştim: “Bu ittifaktan oluşacak zararlardan ilk imhâ olacak parti, büyük ihtimalle MHP olmaz, AKP olur”. Bunun işaretlerini görüyoruz zaten. MHP de ciddi hasar alıyor. Hele bu son tartıştığımız olay dolayısıyla böyle. Ama o ideolojik formun, kültürel ve süreklilik arz eden çok özel bir kökü var. Ona dayanarak, çeşitli seferlerde, ciddi koalisyon seçeneklerinde hasar alıyor. Ama o hasarlar dışında bazı faydalar sağlayarak tekrar kendini toparlayabiliyordu. Ama bu süreç, iki şekilde: Bir, çok uzadığı için, ikincisi de birbirini dönüştürme meselesinde, Atila Kaya’nın söylediği “Aslında biz başkalaşıyoruz, parti başkalaşıyor. Onları başkalaştırmak çabasından çok, bizim başkalaştığımız bir sürece dönüştü” iddiasını doğrulayan bir durum var… Galiba bunu daha önce seninle konuşmuştuk. Aslında AKP’de de aynı şeyin tartışması var: “Biz galiba fazla MHP’lileştik” tartışması gibi. Biraz önce konuştuğumuz, Erdoğan’ın “Kürt meselesi yok. Bitti o” açıklamasında da olduğu gibi. Bu ittifak, çok basit bir ittifak olmadı. Başından itibaren, buna çok aritmetik bir şey olarak bakıp, “Biri, partideki durumunu korumak için, öbürü de başkanlığı almak için birbirlerine ihtiyaçları var. Bu da böyle bir ittifak. Bunlar yakında dağılır, çatlar” denilenin aslında böyle gelişmediğini, hem sonuçları itibarıyla, hem tabanları etkilemeleri bakımından, hem de ilişkinin kimyası bakımından, biraz daha derin ve karışık olduğu anlaşılıyor. Bunun AKP’ye etkilerini çok net gördük. Artık AKP, bir parti olma niteliğini büyük ölçüde kaybederek süreçten çekiliyor. MHP’de nasıl etkiler yaratacağını da, bu tür olaylarla, birazcık gidişattan görüyoruz. Ama daha sonra nasıl seyredeceğini, diğer toplumsal dinamikler belirleyecek. 

Şimdi bir yandan, İYİ Parti dalgası üzerinden, yeni tür bir milliyetçilik anlatısı var. Ama onun ne kadar gerçek bir siyasî dinamik olduğu; dönem dönem, her 10 yılda bir, kendini tekrar eden güçlü çıkışlardan biriyle mi sınırlı kalınacağı; onun, bir merkez parti içinde bütünleşerek kendini ne kadar ifade edeceği ya da daha güçlü bir kimlik hâlinde bir siyasî iddia mı taşıyacağı, hâlâ açık sorular. 

Ruşen Çakır: Kemal, teşekkürler. “Haftaya Bakış”ı böylece noktalayalım. İzleyicilerimize de teşekkür ederiz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.