Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (65): Habertürk’ten neden kovuldum?

Gazetecilik anılarımın 65. bölümünde 2014 Ekim sonlarında çalışmaya başladığım Habertürk‘ten 2016 Ocak ayında neden ve nasıl atıldığımı anlattım.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 65. bölümünde Habertürk mâcerâmı anlatmak istiyorum. Bu mâcerâ 2014’ün Ekim ayının sonlarında başladı ve 2016’nın Ocak ayında da sonlandı. Ocak sonu… Yani bir buçuk yıl bile sürmedi. Gazetecilik hayatımda atıldığım ilk iştir. O zamana kadar, 1985’te başladığım Nokta dergisinden beri hep kendim ayrıldım, istifâ ettim, değişik yerlerden — ki “Gomaşinen”de bunların çoğunu anlattım, geri kalanları da anlatacağım. Habertürk benim atıldığım tek işyeri oldu. Zaten bu yayının başlığını da “Habertürk beni neden attı?” diye koyuyorum. Ben neden atıldığımı biliyorum. Birazdan anlatacağım. Ama burada komik olan, Habertürk yetkililerinin, sorumlularının beni neden attıkları bir yana; attıklarını bile bana söylememeleri gibi acayip, absürt bir olayın yaşanmış olması. 

Her neyse, baştan alalım: Aslında benim Habertürk mâcerâm çok daha önce başlayabilirdi. Habertürk’ün gazete olarak yayın hayatına ilk gireceği zaman, Fatih Altaylı Genel Yayın Yönetmeni’ydi biliyorsunuz, Kurucu Genel Yayın Yönetmeni. Fatih, Galatasaray Lisesi’nde benden bir dönem küçüktür. Birbirimizi tanırız. Beni çağırdı ve kurulmadan önce bana çok câzip bir teklif yaptı. Ben o tarihte Vatan gazetesinde yazıyordum ve NTV’de de danışmanlık yapıyordum, program yapıyordum. İki yerde birden çalışıyordum. Fatih’in bana teklifi gazetede yazmak, aynı zamanda da televizyonda yorum yapmak. Tabii ki bu sefer hem NTV’yi hem Vatan’ı sonlandırmam gerekiyordu ve bana NTV’den ve Vatan’dan toplam aldığım paranın çok üstünde bir para teklif etti. Çok câzip bir miktardı ve ben de açıkçası kabul etmek istedim. Sıfırdan başlayan bir yerde… 

Aslında hâlimden memnumdum Vatan’da ve NTV’de ve çok da parlak günlerdi benim için. Ama Zafer Mutlu –Vatan gazetesinin her şeyi, yani sâhibi, aslında birçok şeyi yapan kişi– ona söylediğimde, o kesinlikle buna izin vermeyeceğini söyledi. Beni bırakmayacağını söyledi ve o sırada NTV’nin genel müdürü olan Cem Aydın’la konuşarak, koordineli bir şekilde benim paramı artırdılar, onore ettiler vs.. Ama Habertürk’te Fatih’in önerdiği parayı vermediler ve bir tür psikolojik baskıyla benim gitmemi engellediler. Aslında iyi de olmuş. Hâlimden çok memnundum; ama teklif de çok câzipti. Bu arada Kenan Sönmez –ki Kenan Sönmez uzun bir süre Sabah Grubu’nda çalıştı; daha sonra başka yerlerde çalıştı, bir ara ANAP’tan milletvekili de oldu–, kendisi benim hemşerim, biliyordum ama tanımıyordum. O, özel olarak, beni iknâ etmek için benimle bir yemek yedi ve bana şunu söyledi, hiç unutmuyorum: “Ben bunların hepsini çok iyi tanıyorum”. Özellikle patronu Turgay Ciner. O da ilginç bir şekilde Hopalı ve Hopa’dan aynı mahalledeniz. Ama kendisini hiç tanımıyorum. Fakat rahmetli babamla, onun abisi yanılmıyorsam, çok yakın arkadaşlar. Yani babamı tanıyan birisi. Ama ben kendisiyle hayatta hiç karşılaşmadım. Kenan Sönmez bana dedi ki: “Bunlar seni çok kolay satar. Önce çağırırlar; ama sonra yarı yolda bırakırlar.”

 Yıllar sonra o söylediği gerçekleşti. Hakîkaten öyle oldu — neyse. Ben oradan gitmedim. Vatan’da çalışmaya devam ettim. NTV’de de çalışmaya devam ettim. Vatan gazetesi herhalde benim en uzun süreli çalıştığım yerdir. Yaklaşık 12 yıl çalıştım. Ama bu sefer, Habertürk’ten yıllar sonra, Habertürk’ün en tepesindeki isim olan Kenan Tekdağ’dan yeni bir teklif geldi, Ekim 2014’te. O sırada Vatan gazetesini de Demirören Ailesi almıştı ve orada çalışmak bir işkenceye dönüşmüştü. Özellikle baba Demirören, Erdoğan Demirören çok ürküyordu. İktidardan çok korkuyordu. Benim Kürt meselesi üzerine, Fethullahçılık üzerine vs. yaptığım işlerden ürküyordu. Bir de tabii, daha önce burada anlattım, Abdullah Gül’ün basın danışmanı Ahmet Sever’le yaptığım röportajdan çok paniklemişti. Bir tür, iki taraf da birbirimizden rahatsızdık. Onlar da rahatsızdı, ben de rahatsızdım. Bu teklif gelince, tabii ilk baştaki teklif kadar câzip değildi, ama yine de iyi bir teklifti, kabul ettim. Vatan’dakiler de, yani sâhipleri de çok memnun oldular aslında gitmemden. Böylece beni atmamış oldular. Ben kendi isteğimle gitmiş oldum. 

11 Ekim 2014’te Vatan’da bir yazı yazmışım. Çok kısa bir yazı, “Hoşça kalın” diye. Meselâ oradan bir bölüm okumak istiyorum: “Yazmayı, gazeteciliği bırakıyor değilim. Şunu îtiraf etmekte hiçbir sakınca yok: Bu 30 yıl boyunca sık sık bırakmayı düşündüm gazeteciliği. Hattâ mesleğe adım atmaya niyetlenen pek çok genci, ‘Başka iş bulun, meselâ üniversitede kalın’ gibi telkinlerle ayartmaya çalıştım. Umarım sözümü dinlemişlerdir. Zîra gazetecilik Türkiye’de maalesef artık mûteber bir meslek değil. Ama benim gibi birçokları için bir tür alınyazısı oldu bu meslek. Galiba gazetecilik mezara kadar yakamı bırakmayacak. Bakalım…” demişim ve mezara çok az kaldı, hâlâ gazeteci olarak karşınızdayım ve şu hâliyle baktığımda, 12 yıl Vatan’da çalışmışım. Medyascope 6. yaşını doldurdu. Medyascope’un ömrü umarım çok daha uzun olur; ama ben kendi açımdan hiçbir şeyi bilmiyorum. Çünkü ölümlü dünya. 

Her neyse. Habertürk’te çalışmaya başladım. Habertürk’te çok güzel bir oda verdiler bana. Çok büyüktü, kocaman bir odaydı. İyi de para alıyordum. İstediğim her şeyi yapabiliyordum. İstediğim zaman Ankara’ya gidiyordum. İstediğim zaman seçim gezilerini tâkip ediyordum. Bütün bunlar ayarlanıyordu gazete tarafından ve aynı zamanda da Habertürk televizyonunun bâzı programlarında düzenli olarak, bâzılarında da durum gerektirdiğinde, haber bültenlerinde şunlara bunlara… sürekli ekrandaydım. Benimle berâber o tarihlerde Fehmi Koru alınmıştı ve Türkiye’de bir şeyler değişiyordu. Türkiye’de değişen husus tabii ki 2015 Haziran seçimleri gelmekteydi ve Habertürk, AKP devrinin kapanacağını düşündüğü için kendini yenilemeye çalışıyordu. Daha önce biliyorsunuz, çok meşhur bir “Alo Fatih” dönemi vardı Habertürk’ün. 17/25 Aralık dönemindeki dinlemelerde vs. bu çok fazla deşifre olmuştu. Onu bir anlamda telâfî etmek için böyle bir şeye… Yani imajlarını yenilemek istiyorlardı ve benim gibi, Fehmi Koru gibi birbirinden farklı insanlar, Cengiz Çandar programlara konuk oluyordu vs.. Böyle bir ortamda benim ilk yazım, 20 Ekim 2014’te, “Cemaat hâlâ kurtarıcı yunuslarını bekliyor” diye, Fethullahçılar’la Erdoğan çatışmasının, yeni yeni başlamış olan çatışmanın izini sürmeye devam ettim. Diğer yaptığım yayınlar da tabii ki, yazdığım yazılar da Kürt meselesi üzerineydi. Kobani olayları yaşanıyordu. Kobani’de, IŞİD’le çatışma vs. operasyonlar, şunlar bunlar… 

Yani bir tarafta Fethullahçılık meselesi, bir tarafta Kürt meselesi ve yaklaşan seçimler tabii ki. Böyle bir ortamda HDP’nin Selahattin Demirtaş liderliğinde, iyice Türkiye partisi olma iddiasıyla popülerleştiği, Selahattin Demirtaş’ın ana akım medyada çok geniş bir şekilde yer bulduğu bir dönemdi. Çok ilginç bir dönemdi. Tam bir geçiş dönemiydi ve o geçiş dönemine Habertürk’ün hazırlanması da – ki yatırımlardan birisi de belli ki bendim ve nitekim öyle oldu. Haziran seçimlerinde AKP tek başına iktidara gelemedi. HDP büyük bir çıkış yaptı. Fakat ondan sonra Erdoğan, seçimlerin sonuçlarına riayet etmeyip ülkeyi Kasım’da seçime sürüklediği zaman, 2015 Kasım’ında, işte o zaman benim de ipim başkalarıyla beraber Habertürk’te çekilmiş oldu. 

Şimdi bakıyorum. En son yazdığım yazı 24 Temmuz 2015’te. “PKK ateşkesi sonlandırabilir mi?” yazısı. O yazıdan sonra benim köşemi iptal ettiler. Köşe yerine bana dediler ki: “Tamam, sen kalıyorsun, ama köşe yazma.” Neden? Okunmadığı için filan değil. İlgi görmediği için değil. Belli ki Ankara’daki gelişmelerin ışığında, onlara doğrudan bir şey mi geldi? Bunu bilmiyorum. Ama kendileri, “Bu bizim başımıza belâ olur” diye düşünmüş olabilirler. Benden artık daha böyle, gazetenin haber sayfalarına, siyâset sayfalarına girecek kısa kısa izlenimler filan, yazdırılan yazılar oldu – ki onlar da artık çok azdı. Öyle bir şey oluyordu ki, meselâ gidiyordum ben, seçim mitingleri izliyordum vs.. Ama tek satır bile doğru dürüst yazamıyordum. Fakat bütün bu gezilerimi finanse ediyorlardı. Bu arada tabii Periscope uygulaması çıktı ve ben Periscope’u kullanmaya başladım. Habertürk’ün imkânlarıyla Türkiye’yi dolaştım. Oradan Periscope’ta yayınlar yaptım. Daha sonra da Habertürk’teki o büyük odamda, bir tür Medyascope’un ilk stüdyosunu kurdum. 

Nasıl olsa imkânlarım genişti, vaktim boldu. Kimse benden bir şey istemiyordu. Her tür konfora sahiptim ve odada önce kendim yayın yapmaya başladım, sonra konuk almaya başladım. Habertürk’teki mâcerâm, o yeni kullanılan tâbirle “sönümlendikçe”, Medyascope olayı öne çıkmaya başladı. Çok acayip bir dönemdi o dönem. Ne denir hani? “Maaşına zam, işine son” gibi bir olaydı. İmkânlar aynen duruyordu, fakat yazdırılmıyordum. Televizyona daha az çıkartılır oldum. Bütün bu süreçte hiçbir şey söylenmiyordu. Zâten gazeteyi yönetiyor olan kişiler, gazeteciler, o sırada gazetenin başında Selçuk Tepeli vardı –şu anda Fox’ta Fatih Portakal’ın yerini alan arkadaş–, o meselâ bana hiçbir şey söylemiyordu. Bir yerlerden bir şeyler geliyordu. Yöneticilerden bir şeyler geliyordu. Hep bir şeyler geçiştiriliyordu. Üstüne üstüne gidilmiyordu. Böyle bir olaydı. Şimdi bu arada, ben ilk dönemde çok iş ürettim. Hem köşe yazıları yazdım, hem röportajlar yaptım. Meselâ Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’le söyleşi yapmışım. İsmail Kara ile söyleşi yapmışım. IŞİD üzerine dünya çapında uzmanlarla söyleşiler yapmışım vs.. 

Bir tane, o dönemde çok ilginç… Bunu özel olarak anlatmak istiyorum. Ahmet Şık ile bir söyleşi yaptım. 10 Ocak 2015’te yayınlanmış. Ahmet’in söyleşide başlığa çıkarttığımız lâfı: “Gidin hayatımdan. Özür filan istemiyorum”. Bu, Fethullahçıların Ahmet’e bir tür “Ya, sana haksızlık yaptık galiba” türünden ufak tefek çıkışları vardı. O tarihte Ahmet böyle bir söz söylemişti. Manşete çıkmıştı. Ama sonra şöyle bir olay oldu. Gazetenin yöneticisi, en üstündeki isim, Kenan Bey, bu söyleşiden rahatsız oldu. Nasıl olduysa bir şekilde haberi olmamış. Bana şey dedi: “Bir tane de Cemaat’ten birisiyle yap.” Hani denge politikası… Habertürk’ün hep böyle dengeleri vardı. Ben çok yadırgadım. Yani kiminle yapacağım, ne ile yapacağım? Sonra Nazlı Ilıcak’la yaptım. Nazlı Hanım bu sırada bayağı…, kartopu oynamalarını biliyorsunuz Zekeriya Öz ile… Onunla yaptığım söyleşinin başlığı da, “Mahallem artık benden çok memnun”. Ahmet’le yapılan söyleşi 10 Ocak, Nazlı Hanım’la 13 Ocak. Düşünün, hemen hızlı bir şekilde. 

Bu Fethullahçılık meselesiyle, Habertürk meselesi çok ilginçtir. Meselâ hükümetle, yani Erdoğan’la Fethullahçıların en çok kapıştığı dönemde, televizyondaki programlara muhakkak bir tane Fethullahçı dâvet edilirdi. Bu anlamıyla bir cesâret gösteriyordu Habertürk. Tam anlamıyla Erdoğan’a yatırım yapmıyordu. Meselâ o dönemde çıkanlardan Abdülhamit Bilici artık Türkiye’de değil. O sırada bunlarınCihan Haber Ajansı’nın genel müdürüydü ya da İhsan Yılmaz, akademisyen, sosyal bilimci; o meselâ geliyordu. Bunları çıkartabiliyordu. Ama daha ötesinde, Habertürk’ün içerisinde çalışan ve darbe girişiminin ardından tutuklanan isimler var. Mesela Abdullah Kılıç vardı. Habertürk’ün haber koordinatörüydü ya da Ankara temsilcisi Erdal Şen. Adil Öksüz’ü saklama, ona yataklık yapma iddiasıyla tutuklandı – ki Erdal Şen’i ben, Başbakanlık muhâbiri olduğu zaman, bu şekilde bir Erdoğan’ın gezisinde tanımıştım. Erdoğan’ın bir mitinginde, Akdeniz’de bir yerdeydi, orada tanışmıştık. Benden çok genç bir arkadaştı ve birden, hızlı bir şekilde Habertürk televizyonunun Ankara Temsilcisi oldu. Buradaki mesele, hem Başbakanlık muhâbiri olduğu için Erdoğan’la bir şekilde tanışıyor olması; ama olayın esas yönü, Fethullahçı olmasıydı. Normal şartlarda o yaşta birisinin Habertürk gibi bir yerde, televizyonda Ankara Temsilcisi olması biraz fazlaydı. Ama olmuştu. 

Evet, ilginç bir yerdi Habertürk ve bir yerden sonra bana artık yazı yazdırılmamaya, artık arada sırada olanlar da hiç olmamaya başladı ve ben de bu arada Medyascope’u 2015 Ağustos’unda, Kadri Gürsel ve Levent Gültekin’le yaptığımız, yine benim o Habertürk’teki odada yaptığımız açık oturumla Medyascope’u lanse ettik ve bir süre sonra Sanayi Mahallesi’ndeki stüdyoya gitmeye başladık. Ama azar azar gidiyorduk. Bir taraftan Taksim’de Habertürk’e gidiyordum, sonra Medyascope’a gidiyordum. Nasıl olsa benden bir şey istemiyorlardı. Fakat Ocak ayında fark ettim ki bankaya para yatırılmamış. 2016 Ocak… Yatırılmamış. Gittim, Yayın Yönetmeni’ne sordum – bilmiyorum, dedi. Kenan Tekdağ’a mesaj attım. Cevap vermedi. En sonunda, muhâsebe müdürü ya da idârî işlerden birisine dedim ki: “Ya, benim hesabıma para yatırmamışsınız”. Ben geç fark ettim hattâ. Ocak ayının sonlarına doğru oluyor bu. – “Evet, yatırmadık” dedi. – “Niye yatırmadınız?” dedim. – “Çünkü siz artık Habertürk’te çalışmıyorsunuz” dedi. Ben de dedim ki: “Bundan benim niye haberim yok?” Adam da ne diyeceğini şaşırdı tabii. – “Öyle” dedi ve ben de bunun üzerine eşyalarımı toplayıp gittim. Yani sormasam, belki de ben oraya bir müddet daha gitmeye, odamı kullanmaya devam edecektim. Beni attılar; ama atıldığımı kimse bana söylemedi. Atıldığımı keşfettim. Yani biraz daha, nasıl olsa bankaya para yatıyor filan diye kontrol etmemiştim. Daha önce kontrol etsem, daha önce olacaktı demek ki bu. 

O arada ben meselâ Ocak ayının parasını alamadan –kadrolu değildim, telifle çalışıyordum– bir şekilde atılmış oldum ve bu sâyede de o zaman, tam full mesâi Medyascope’a angaje oldum. Artık Sanayi Mahallesi’ndeki stüdyoya, yani bütün mesâimi oraya verdim ve o günden bugüne geldik. Sonuçta ne oldu? Hayatımda çalıştığım son patronlu iş Habertürk oldu. Habertürk sâyesinde ben de patron oldum. Tabii ki şirket tek başına benden ibâret değil. Başka gazeteci arkadaşlarımla berâber kurduk. Ortaklıklarımız var; ama kendimizin patronu olduk. 

Hayatta bir kere işten atıldım. O da gerçekten önümü açtı. Kendilerine minnettarım. Eğer bana hâlâ para vermeye devam edip, yine azar azar, haftada bir, o da kısacık izlenim yazdırmak gibi şeyleri sürdürüyor olsalardı; haftada bir ekrana çıkartıyor olsalardı, o zaman belki Medyascope macerası bayağı gecikebilirdi. Çünkü çok rahat bir işti. Hiçbir şey yapmadan, hani bankamatik memurları diyorlar ya, öyle bir haldeydim. Yani koca bir özel sektörde, parasını alan, ama hiçbir iş yapmayan bir insandım. Bu neden böyle oldu? Tabii ki işte yeni dönem. En son yazım Temmuz’da çıkmış köşe yazısı olarak. O Haziran seçimleri sonrasında Erdoğan’ın tutum değişikliği, Bahçeli’nin onunla beraber hareket ediyor olması vs. derken, artık baktılar ki ben ve benim gibi yaptıkları yatırımlar aleyhlerine işleyebilir. Sonra Fehmi Bey’in de, benim de, birçoklarımızın Habertürk’le bağımız koptu. 

Hâlâ Habertürk televizyon olarak var. Ama gazete yok. Vatan gazetesi de yok. Habertürk gazetesi de yok. Bir dönem çalıştığım Milliyet gazetesi de muhtemelen çok uzun süre yaşamayacak. Ama ben gazetecilik yapmaya devam ediyorum. Onların ölümü, benim ölümümden önce oldu. Bu da ilginç bir durum olarak karşımıza çıkıyor diyelim. Tabii kendimizin patronu olduk derken, aslında bizim Medyascope’ta yaptığımız işin gerçek patronları sizlersiniz. Sizlerin desteği sâyesinde bu olabiliyor. Sizler desteğinizi sürdürdüğünüz müddetçe, bizler de bu bağımsız gazeteciliği sürdürebileceğiz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.