Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (29): Erken seçim olur mu? Olursa ne olur?

“Adını Koyalım” programının 29. bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, ekonomideki kötü gidişatın hızlanması nedeniyle muhalefet partilerinin daha sık gündeme getirdiği erken seçim çağrılarının sonuç verip vermeyeceğini ve olası bir erken seçimin ardından nasıl bir sonuç çıkacağını değerlendirdiler.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta tam kadroyuz. Burak Bilgehan Özpek iyileşti aramıza katıldı ve Ankara’dan katılıyor yayına. Ayşe Çavdar Berlin’de, Kemal Can benimle birlikte stüdyoda. Bugün “Erken seçim olur mu? Olursa ne olur?” sorusunun cevabını arıyoruz. Arkadaşlar, hoşgeldiniz.

Çavdar-Özpek-Can: Merhaba, hoşbulduk.

Ruşen Çakır: Burak, çok geçmiş olsun sana ve aile fertlerine. Artık düze çıktınız. Sen yokken arkandan biraz çekiştirdik seni.

Burak Bilgehan Özpek: İyi olmuş. 

Ruşen Çakır: Seninle başlayalım o zaman. Soru gâyet basit. Erken seçim olur mu? Tabii bu konunun birkaç ayağı var. Ekonomi açısından kötü bir dönem yaşıyoruz; kriz giderek derinleşiyor. Normal olarak hiçbir siyâsî iktidar bu kadar kötü şartlarda erken seçime gitmez. Ama krizin telâfîsi de pek mümkün görünmüyor. Erdoğan ve Bahçeli çok ısrarlı bir şekilde erken seçim olmayacağını söylüyorlar. Ama yine de, Türkiye’de “olmayacak” dendikten sonra birçok şey oldu. Dünyada da böyle. İktidar direnebilir mi? İktidârın bazı üyeleri bir şekilde erken seçime yönelmek durumunda kalır mı? İkincisi de, muhâlefet bu konuda gerçekten samîmî ve ısrarcı mı? Sonuçta, Türkiye bir erken seçime gider mi? İkinci turda da, “Erken seçime giderse ne olur?” konusunu konuşalım. İktidârın ve muhâlefetin bu konudaki tutumları ve muhtemel tavırlarıyla başlayalım.

Burak Bilgehan Özpek: Şöyle bir şey söylemek lâzım: Her siyâsî aktör kendi içinde bir rasyonaliteyle hareket ediyor. Bu şu demek: Sâdece Tayyip Bey değil, aynı zamanda Devlet Bey de, bu partilerdeki milletvekilleri de, bu iktidar mekanizması içerisindeki bürokratlar da –bu bir ittifaksa–, hepsi kendi rasyonel faydası üzerinden hareket edecek. Yani burada yekpâre bir bütünden bahsedemeyiz bence. Çünkü kaynaklar kısıtlı hâle geliyor ve araştırma sonuçları da, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin seçimi kazanamayacağı bir noktayı işaret ediyor. Dolayısıyla içerideki hareketlenmeler de artacaktır. Normalde erken seçimin olmaması lâzım, bunu açıkça söylemek lâzım. Bu ekonomik koşullarla hiçbir siyâsî parti, hiçbir hükümet seçime gitmez. Ama hükümeti seçime zorlayabilecek bazı gelişmeler olabilir. Bunlardan birincisi, tabii ki Devlet Bahçeli’nin bir şekilde ittifakı bozması ve seçime götürmesi. Bu bir ihtimal. İkincisi, AK Parti’nin içerisinde pastanın küçülmesiyle birlikte, kazanımları ile yüklendikleri mâliyetler arasındaki uçurum artan milletvekillerinin tavrı olabilir; onlar partilerinden ayrılabilirler. Bir görüş de şunu söylüyor: Eğer sokak hareketleri artarsa ve organik bir tepki gelişirse, hükümet seçime zorlanabilir. 

Bence bu üç ihtimal de çok kuvvetli değil, ama böyle ihtimaller var. Seçime kadar gideceğimizi, yani seçimin zamanında yapılacağını düşünüyorum. Çünkü bana sorarsanız, taraflar mevcut riskleri aldılar, bir politika tercihinde bulundular ve bunun sonuçlarını görmek isteyecekler. Bugün benim okuduğum, gördüğüm, mevcut politika değişikliğinin birkaç ay sonuçlarını beklemek istedikleri. Bu birkaç ay sonra durum nereye gider bilmiyorum. Ben kötüleşeceği kanaatindeyim. Kötüleşirse, bu aktörlerin yeniden bir hesap yapacağı düşüncesindeyim. MHP de, AK Parti içindeki aktörler de, hükümet mekanizması içindeki aktörler de birkaç ay sonra yeniden hesaplama yapabilirler. Ama şu durumda bir politika değişikliği var. Bu politika değişikliğinin ne olduğu konusunda insanların kapsamlı bir bilgi sâhibi olduğu kanaatinde de değilim. Tayyip Bey’in kafasının içinden neyin geçtiğini hiç kimse bilmiyor bence. 

Şu anda hayatın Türkiye’yi götürdüğü bir nokta oldu. Politika değişikliği dediğimiz şey de aslında başından îtibâren bilinçli tasarlanan bir şey değil. Türkiye’nin ihrâcata dayalı, ucuz işgücüne dayalı bir ekonomiye dönüşmesi, kılıf uydurma gibi bir duruma işaret ediyor. Bu oldu, ama bunu şu anda estetik hâle getirmeye çalışıyorlar. Buradan da pek bir şey çıkacağını düşünmüyorum. İktisâdî olarak bir başarı hikâyesi çıkması mümkün değil. Daha fazla fakirleşeceğiz. Bunun sonuçları ortaya çıkana kadar hayatlarımızdan bir sene daha vermek zorunda kalabiliriz. Ama ben erken seçim ihtimâlinin şu anda mevcut iktidar yapısı içerisinde çok mümkün olmadığı kanaatindeyim. Çok dramatik değişiklikler olması lâzım. Hakîkaten insanların günlük hayatlarını idâme ettirmede zorlanmaları gerekiyor. AK Parti’nin organik tabanının bunu hissetmesi ve tepki vermesi gerekiyor. Bu kitlesel eylemleri, memnûniyetsizlikleri bir şekilde kendiliğinden ortaya koymaları gerekiyor. Şu anda bir şok yaşıyoruz biz. Bu şoktan çıkmak için Tayyip Bey’in önerisi var. Bu önerisini topluma kabul ettirmeye –âmiyâne tâbirle “yedirmeye”– çalışıyor. İnsanlar birkaç ay kredi açacaklardır. Hükümet ortakları da kredi açacaktır. Birkaç ay sonra herhangi bir şeyin değişmediğini görünce yeniden bu konuyu konuşabiliriz. 

Ruşen Çakır: Geçenlerde Akşener ve Kılıçdaroğlu olağanüstü bir şekilde buluştular ve Kılıçdaroğlu buluşma sonrasında “erken seçim” dedi. Akşener de aynı şeyi söyledi. Yine bugün Akşener grup toplantısında “Hadi hemen seçime git, iktidarı bize bırak” diyor. Bunların retorik olmanın ötesinde bir anlamı var mı? Gerçekten muhâlefet iktidarı erken seçime zorlayabilir mi? Böyle bir çalışması olabilir mi? Nasıl olabilir? 

Burak Bilgehan Özpek: Bunu geçen haftalarda da konuştuk. Orada ilginç bir durum var: Ben araştırma sonuçlarının Cumhur İttifakı aleyhine çıkmasından bir anlamda da rahatsızım; çünkü bu iktidârın artık kesinlikle gideceği görüldükten ve anlaşıldıktan sonra, muhâlefet içerisindeki uyum da sarsılıyor. Sistem iki kutuplu özelliğini kaybettikçe, muhâlefet de bir araya gelip bir şeyler yapma veya yönetme irâdesi sergileyecek söylem bütünlüğünü sağlama konusunda ciddî sıkıntılar yaşıyor. Bunu söylemek lâzım. Son dönemde benim altını çizdiğim; CHP’nin sola, İYİ Parti’nin sağa kayması meselesi bunun önemli bir göstergesi. Hükümetin ekonomik sorunlardan dolayı oy kaybetmesi, muhâlefet aktörlerini aşırı derecede rahatlatıyor ve muhâlefet aktörlerinin birbirlerinden bağımsız, koordinasyonsuz bir politika izlemesini berâberinde getiriyor. Bundan dört-beş ay önce gördüğümüz, bir arada duran muhâlefet bloku artık yok. Daha kendi gündemlerini, kendi söylemlerini toplumla paylaşan muhâlefet aktörleri var. O bakımdan bir arada bir şey yapıyormuş gibi gözükmek işin bir boyutu, ancak muhâlefetin, o çift kutupluluğun getirdiği disiplinle hareket etmediğini de görüyorum açıkçası. O yüzden ekonomik kriz arttıkça, muhâlefetin birlikteliğine duyulan ihtiyâcın da artması gerekirken, ekonomik krizle beraber AKP’nin oyları düştükçe, muhâlefet de kendi arasında, bir anlamda daha gevşek bir koalisyona doğru evriliyor. Bunu bir arada tutmaları gerekiyor. O noktada halen iknâ olmuş değilim. 

Ruşen Çakır: Çok olağanüstü bir şey olmazsa, bir sonraki yayının güzel bir tartışma konusu olabilir. Muhâlefet içerisindeki bir arada durma-durmama meselesi gerçekten çok önemli. “Helâlleşme” meselesinde de bunu konuştuk sen yokken. Hattâ bugün vaktimiz olursa, geçen hafta katılamadığın bu “helâlleşme” konusundaki görüşlerini de sormayı düşünüyorum. Ayşe, seninle devam edelim. Soru aynı: Erken seçim olur mu? 

Ayşe Çavdar: Erken seçimi iktidar ve iktidar tarafları istemeyecekler. Çünkü bir seçim kazanma planları olduğunu zannetmiyorum. Bunu daha önce başka programlarda da söylemiştim. Seçim kazanmak isteyen bir iktidar gibi davranmıyor. Bir seçim planları yok. Sık sık yazıyorum: Bir tür, sonluğunu toplama, teknenin dibini kazıma gibi bir hal içerisindeler. Seçim bir buçuk sene sonra, 2023’te olsa bile; o seçime götürecek bir ekonomi politikası, hattâ ekonomi politikasının ötesinde başka politikalar –pandemiyle birlikte sağlık politikasını ve sağlık sisteminin sürekli birtakım patlaklar vermesi hikâyesini de bunun içine katabiliriz–  veya herhangi bir alanda yurttaşın, seçmenin gönlünü almaya ve beğenisini kazanmaya yönelik bir siyâset üretmiyorlar. O yüzden, “Bize karşı bir savaş var, bir ekonomik kurtuluş savaşı veriyoruz” söyleminin dozu sürekli artıyor. Seçim kazanmayı sağlayacak herhangi bir siyâset geliştirebilir durumda değiller. Bunun da nedeni, kaynak yokluğuymuş gibi geliyor bana. Çünkü kaynağı sarf ettiler. Gerek yolsuzluk çarkları içinde, gerek birtakım uluslararası siyâset ve müzâkere içerisinde bulunmak için finanse ettikleri savaşlar içinde, bu kaynağı ortadan kaldırdılar. Bu yüzden, toplumu gönendirecek ve gönüllerini, beğenilerini, onayını kazandıracak bir siyâset üretebilecek durumda değiller. Bana o kadar karmaşıkmış gibi gelmiyor. 

“Devlet Bahçeli ortaklığı bozar” hikâyesinin bu sefer öyle olmayacağını düşünüyorum. Devlet Bahçeli’nin daha evvelki koalisyon bozmaları esnasında, ciddî olarak geleceğe doğru bir plan vardı. Şu an ne yaşı îtibâriyle, ne partisinin içinde bulunduğu durum îtibâriyle bu ortaklığı bozamaz. Çünkü o partiden başka bir parti daha çıktı ve rakip ittifakın bir parçası hâline geldi. Ve anketlere bakılırsa, o parti, MHP’nin oy miktarından daha fazlasına sâhip. MHP’nin o zaman kendi segmentinde bir alternatifi yoktu, ama şimdi var. Dolayısıyla Devlet Bahçeli’nin Cumhur İttifakı’nı bozup bir seçimi zorlayacağını zannetmiyorum. Devlet Bahçeli böyle bir karar almaması, ülkenin çıkarları veya vatandaşın ekonomisi gibi durumları göz önünde bulundurmaktan değil. Onun derdi, kendi partisiyle ilgili. Oradan bir şey geleceğini zannetmiyorum. Aynı şey AKP için de söz konusu. Vaat edebilecekleri pek bir şey kalmadı. Bir muhâlefetle restleşme, bütün dünyayla restleşme ve bu nedenle sürekli nüfusun büyükçe bir bölümünden duygusal olarak kopma söz konusu. Meselâ, dün Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından biri bir tweet atarak “müptezeller” demiş. Üstelik sâdece muhâlefet partilerini kastetmiyor. Bütün muhâlefeti alıyor karşısına ve diyor ki: “Siz hainsiniz, müptezelsiniz, bu ülkenin kötülüğünü düşünüyorsunuz.” Bu, eğer eskiden olduğu gibi çoğunluk arıyorsa, bir ekibin üreteceği türden bir söylem değil. Kutuplaşma siyâseti yüzde 50-50 iken mevzu bir yere kadar işe yarar, konsolide eder. Ama vaziyet şu haldeyken, AKP’nin oyları aşağı yukarı yüzde 30’lar civarında dolaşırken ve kendi içinden de birtakım rahatsızlıklar da bu kadar ayyuka çıkmışken böyle bir söylem kullanmak, “Ben seçimi, sizin oylarınızı, toplumun beğenisini, benim idâreme rızâsını önemsemiyorum. Ben şu an buradayım ve burada kaldığım sürece de yapmaya çalıştığım şeyi yapacağım” demek oluyor. Ben herhangi bir siyâset üretme kabiliyetlerinin kalmadığını, ama bu siyâset üretme kabiliyetinin kalmayışı durumunu bir tür kaba söylemle “örtmeye” çalıştıklarını düşünüyorum. Zâten bu, bayağı eskiden başlamış bir durum. Gerçekten toplumun rızâsını alabileceklerini düşünseler, zâten bu kadar şedit bir idâre teşekkül ettirmezlerdi. Dolayısıyla hem söylemdeki hem sokaktaki bütün bu şiddet, esâsında siyâsetin işlemediğini kendilerinin de gördüklerini ve bu işlememe hâline karşı önlemi, hak aramalara, sokağa, insanlara, her türden taleplere karşı sert önlemlerle aldıklarını gösteriyor. Dolayısıyla ben onların erken seçim isteyeceklerini zannetmiyorum. 

Muhâlefet tarafına gelince: Muhâlefetin erken seçim talebinin halk, seçmen tarafından gerçekçi bulunduğunu düşünmüyorum. Çünkü muhâlefetin erken seçim için bir hazırlığı yok şu anda. Yan yana durmayı bile yeterince beceremediler. Herhangi bir konuda anlaşıp topluma, “Bu dönem bittikten sonra şöyle bir hayatımız olacak. Şu aşamada şöyle geçeceğiz, bu aşamada böyle bir şey yapacağız” demediler ki. Kendi aralarındaki güç mücâdelelerini belli bir müzâkereyle, asgarî müştereklerde anlaşmalarla bertaraf ettiklerini görmedik. Tezkere gibi veya birtakım yasalarda, “Nasılsa getirecekler, nasılsa iktidarın gücü buna yetiyor. Biz hiç değilse etrafında kendimizce kümelenelim. Ufak tefek pazarlıklar için şunu bunu yapalım” diyen bir muhâlefetin sonuçta erken seçime zorlayacak bir gücü de yok. Zâten bu ikisi birbirini besleyen bir şey. Orada sessizliğiyle ya da ilgisizliğiyle iktidârı bir şekilde onaylayan bir muhâlefetin, erken seçim gibi bir talebinin iktidar tarafından karşılık bulmayacağı çok açık. Bu boşa kürek çekmek. 

Peki, kim isterse erken seçim olacak? Halk isterse erken seçim olacak. AKP-MHP kitlesinin de erken seçime iknâ olması, onların da talep etmesi gerekecek. Bu konuda Burak’a katılıyorum. Peki, bu nasıl olacak? Bu, helâlleşmeyle filan olacak iş değil. Bu söylem elbette muhâfazakârları önceleyen bir söylem. Arkasında bir devlet söylemi geliştirdiği için başka şeyler eklenmiş bir söylem. Hukukla arasındaki fark belirtilmiş bir söylem. Orada bile hâlâ muhâfazakârlar AKP’nin tarif ettiği bir muhâfazakâr kimliğe sıkıştırılarak onlara hitap edilen bir siyâset üretiliyor. Muhâlefet, “Dindar mısınız, milliyetçi misiniz, muhâfazakâr mısınız, neyseniz nesiniz, ben sizin o korkularınızı paylaşıyorum, teskin ediyorum. Helâlleşeceğiz ve size şöyle bir şey öneriyorum” dediği vakit, şu anda elde bir şey yok. Toplumun, muhâlefetteki erken seçim talebine “Eyvallah, siz hazırsınız, biz de sizin arkanızdayız” diyeceği bir durum yok. Bunun için bir kere şunun olması lâzım: Geliştirilmiş parlamenter sistem için, haftada bir yerine her gün buluşup “Bizim olayımız şudur” diye çıkmaları lâzım. “Ekonomide planımız budur” diye ortaya çıkmaları lâzım. Sağlıkta –ki salgın dolayısıyla sağlık öncelikli bir alan– “Şudur bizim planımız” diye çıkmaları lâzım. Tarım çok çok öncelikli bir alan. Çünkü açlık bekliyor insanları. Şimdiden alışverişte, marketlerde birtakım kotalardan bahsediliyor. Dolayısıyla tarım, gıda politikaları öncelikli alanlar. “Bu alanlardaki çözümlerimiz şudur. Şunlarda anlaştık. Anlaştığımız şeyleri de şöyle yazıya geçirdik. İlk 30 günde şunu, 60 günde şunu yapacağız” gibi gayet net belirli şeyler söylemeleri lâzım. Bunları söylemiyorlar, bunları söylemedikleri gibi, cumhurbaşkanı adayının kim olacağı konusunda hâlâ bir “O mu olsun, bu mu olsun? Ama Kılıçdaroğlu Alevî. Ama Meral Akşener’in hakkı cumhurbaşkanı adayı olmak, ama şu, ama bu” diyerek belirsizliği kendileri yaratıyorlar. 

Özetle: Erken seçime halkı iknâ etmek lâzım, iktidarı değil — ki halk iktidara baskı uygulasın. Bunun yöntemleri var. İlle de sokağa çıkmak zorunda değiller. Ben sokağın Tayyip Erdoğan’a, AKP’ye yaradığı konusuna da katılmıyorum. Provokasyon yapmak için ellerinden geleni yapacaklardır, ama şu anda yaramıyor. O halde değiliz artık. Fakat bu, “Sokak çâre değil” demek de değil. Aslında asıl çâre, ahâlinin, özellikle AKP-MHP seçmeninin erken seçime iknâ edilmesi. Ama bu, onların gönlünü yine birtakım kimlik söylemlerine, muhâfazakâr/seküler gibi ayrışma söylemlerine yaslanarak olacak şey değil. Gündelik, pratik, ortak, müşterek hayâtımızda onları neyin beklediğini söylemek lâzım. Bu konuda muhâlefet partileri de bir söz birliğine varmış değiller. Dolayısıyla bir şey de vaat edebilir durumda değiller. Bizden, ahâliden, yalnızca yan yana durdukları kadarını onaylamamızı ve kutlamamızı bekliyorlar. Bu hiç iknâ edici bir durum değil. Kendi aralarındaki güç mücâdelesinden vazgeçemiyorlar. Az önce Burak’ın bahsettiği anketlerin yarattığı sonuç bunu gösteriyor. Bir anda seçimin söz konusu bile olmadığı bir ortamda, sâdece anketlere dayanarak kendi aralarındaki güç mücâdelesine odaklandılar. Bu bize ya da ahâliye nasıl bir güven verecek de biz “Bu adamlar yapar” diyeceğiz. Çünkü Cumhur İttifakı veya Erdoğan karşıtlığının işlemediğini, tarafları bir arada tutmaya yetmediğini görüyoruz. Liderleri, parti teşkîlâtlarını yan yana tutmaya yetmezken ahâliyi nasıl tutsun ki? O yüzden erken seçimin önündeki birinci engelin, Cumhur İttifakı’nın geleceksizliğinin farkında oluşu ve bunu yönetmeye çalışmaya odaklanması olduğunu; ikinci engelin de muhâlefetin, halkın önüne somut bir gelecek planı koymamasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kemal, sen ne düşünüyorsun? Herhalde benden başka erken seçim olur diyen yok. 

Kemal Can: Sen en îmanlı erken seçimcisin.

Ruşen Çakır: Evet, ben öyleyim. Çünkü biliyorsun, gazeteciysen seçim dönemleri çok heyecanlıdır. Bir an önce olsun. Biz en son yerel seçimde Medyascope olarak çok iyi bir performans göstermiştik. Şimdi de her an seçim olacakmış gibi hazırlanıyoruz. Ama sen de herhalde olmayacak diyorsun. İki soruyu teker teker sen de cevapla.

Kemal Can: Zâten Pazartesi günü de “5 Soru 10 Cevap”ta tam da bu konu hakkında bir yayın yaptım. O başlıklar üzerinden gidersek, yani senin tezinin en çok dayandığı “sürdürülemezlik” üzerinden gidersek: Zâten pek çok erken seçim tezi de iktidarın sürdürülemezliği ya da mevcut durumun sürdürülemezliğine dayandırılıyor. Ya bu sürdürülemezlik yüzünden daha kötüsünden kaçınmak için iktidar bunu yapar, ya da buna mecbur kalır, çünkü baskı onu çâresiz bırakır. Bu iki tez üzerine kurulu bir şey var: Şu anda erken seçim tartışmalarını ve siyâsî tartışmaların bütününü belirleyen şey, bekleme formu. Seninki de dâhil bu sürdürülemezlik tezleri neredeyse on yıldır devam ediyor. Ama bir yandan da sürdürülebildiğini görüyoruz. Bunu görenlerden biri de iktidar. Erdoğan, “Erken seçim kabîlelerin işi” diyor ama, biliyorsun ki çoğu seçimi erken yaptılar aslında. Ama daha elverişli ve iyi pozisyonlar yakaladılar. 2007 öyle oldu. Bir tek 2011 normal oldu. 2018 bile aslında erken seçim. Seçimlerin hepsi aslında erkene çekildi. Çünkü avantajlı pozisyonlardaydılar. 

Ruşen Çakır: Bir de Kasım 2015 seçimi var.

Kemal Can: Tabii, onu da sayarak söylüyorum. O zâten “süper erken” seçim. Bütün bunlarda sürdürülemezlik meselesinin anahtar kavramı, son yıllarda iktidarın çok kullandığı, “Alışacaksınız” lâfıyla bağlı. Dolardaki tuhaf süreci de öyle yaşamadık mı? Hatırlıyorum, dolar 5 lira seviyelerine geldiğinde, pek çok iktisatçı, “Bu sürdürülemez” diyerek, dış borç hesaplamalarıyla, garanti ödemeleriyle birtakım bilançolar çıkarıyordu. Ve bir gün içerisinde 1 lira artışın nasıl bir mâliyet yarattığını ve bunun sürdürülemez olduğunu; eğer geri çekilemezse veya bir-iki puan daha artarsa, hükümetin dayanamayacağını söylüyorlardı. O tarihten sonra dolar iki katına çıktı. İktidar da bundan şöyle bir sonuç çıkarıyor: Siyâsete alıştırabildiğini düşünüyor. Geleceği konuşamamak, geleceğe dâir insanlara bir şey söyleyememek veya insanları söylediklerine inandırmakla ilgili bir meseleyi sürdürmüyor. Ama bu, bir gelecek perspektifi olmadığını göstermiyor. İnsanlara bir gelecek vaat etmiyor, memlekete bir gelecek hikâyesi anlatmıyor. Ama kendisi için kurduğu bir yakın gelecek var. Meselâ Bahçeli ne diyor? “Merkez Bankası’nı da bağlayalım” diyor. “Anayasa Mahkemesi’ni de kapatalım. CHP’yi de kapatalım, HDP’yi de kapatalım, sokakları da yasaklayalım. Bunların hepsini yapalım” diyor. Bu bir gelecek tasarımı aslında. Tıpkı, “Fâizde bir payımız daha var” dedikleri gibi; otoriter bir zeminde, alıştırabilme alanında da hâlâ bir payı olduğunu düşünüyor. 

Ama bu iki taraflı bir bekleme hâli. Şu anki erken seçim gündemini belirleyen temel şey, iktidar bu süreci kullanarak kendisi için daha iyi olabilecek bir zemine gidebileceğini düşünüyor. Bunu yapabilmesi başka bir şey. Ne düşündüğünü söylüyorum. Muhâlefet ise, böyle devam ederse, iktidarın daha kötü duruma düşeceğini düşünüyor. Dolayısıyla, iki taraf da zamanın kendi lehine olduğunu düşünüyor. İki tarafın da zamanın kendi lehine olduğunu düşündüğü bir durumda, kimse erken seçim için çok gayretli bir atak veya hazırlık içerisinde olmaz. İki taraf için de şu an ilginç bir biçimde böyle bir denklem var. Hem muhâlefet ittifakının ortak oyu açısından, hem de orada bulunan her aktörün kendi pozisyonu açısından, biraz daha zaman kullanmanın işlerine yarayacağını düşünüyorlar. Meselâ Akşener, oy artışı ivmesinin devam edeceğini, sağın patronluğu ihtimâlinin büyüyeceğini düşünüyor. Meselâ, Kılıçdaroğlu daha inisiyatifli, daha gündem kuran bir pozisyonla, CHP’nin tarihî eşiğini kırarak daha büyük bir oy potansiyeline erişebileceğini; iktidarın iyice eriyeceğini ve bu kombinasyondan, anayasa değişikliği yapılabilecek bir çoğunluğun çıkabileceği fikrine daha yakın bir yere varacağını düşünüyor. Dolayısıyla zamanın lehine olduğunu, şu anda seçime gitmenin büyük bir avantaj sağlamadığını düşünüyor. İktidar ise –bu hesap tutar, tutmaz, ayrı bir şey–  şu andaki koşulların avantaj olmadığını, ama bir vâdede, bu koşulların, alışmayı da içerecek şekilde –illâ daha iyi, herkesi refaha taşıyabileceği imkânlar yaratması değil– bu alışkanlığın, kendisine dönen reaksiyonu yumuşatacağı ve nispeten daha iyi bir pozisyona taşıyabileceğini düşünüyor. 

Meselâ, şu anda yürüttüğü politikanın hızlı bir erken seçim, durumu rahatlatma ve bir tür, kamuoyuna, piyasalara güven vererek en kötüden kaçınma hamlesi olmadığını şuradan anlıyoruz: Çünkü bu, ancak bir vâdeyle sonuç alabilecek bir şey. Tez, rekabetçi kur sâyesinde bazı avantajlar yaratmak. Hattâ bu çok da yeni değil, krizle birlikte ortaya çıkmadı. Pandeminin en başında, dünyada değişen dengelerin içerisinde Türkiye’nin tedârik zincirlerinde çok kritik bir pozisyon alacağını iddia etmişti Erdoğan. Daha öncesinde Berat Albayrak, gitmeden önce, ilk dolar krizi döneminde bu rekabetçi kur iddiasını ortaya atmıştı. Aslında kabaca şöyle özetleyebiliriz: Çok düz bir esnaf aklıyla, başka enstrümanları son derece sınırlı olduğu için, şu anda en kuvvetli para sağlama imkânının ucuzluk olduğunu düşünüyor. “Batan geminin malları”, “Patron çıldırdı”, “Görülmemiş indirim” gibi satış yöntemleri vardır ya? Türkiye’nin yaptığı bu aslında. Eğer rekabetçi kuru sâhiden bir mantık olarak yürütüyorlarsa ve iktisâdî çıkış yolu olarak görüyorlarsa, aslında yaptığı şu: Bütün dünyaya çıkıp diyor ki: “Patron çıldırdı! Batan geminin malları, koş al! Kapanın elinde kalıyor!” Bu, bir yandan para girdiği için elbette ki cârî açık dengesini etkileyebilir. Aynı şekilde piyasada bazı sektörlerde, TOBB içerisinde örgütlenmiş kesim, inşaat sektörü, turizm gibi, onun taşıyıcısı olduğu bazı sektörler aracılığıyla ve pandemi azaldığı için turizmin önümüzdeki yıl açığını kapatır biçimde yeniden ivme alacağı, ucuz bir ülke olarak büyük bir turist akınına uğrayabileceği gibi varsayımlarla para girişi olabilir. Artı, bugün görüşmesi yapılacak olan Birleşik Arap Emirlikleri veya başkaları aracılığıyla olabilir. Şu anda Türkiye’den mal almak, toprak almak, bina almak, şirket almak, TGRT’nin geçen gün yaptığı yayında söylendiği gibi “ucuz işgücü cenneti” olmak… Ama bu, belki şu anda pazara düşmüş, “Al! Vatandaş!” diye satılan, iyice ucuzlatılmış bir şey olabilir. Ama hatırlayalım: Türkiye’nin çok güçlü kaynakları yok. Ne enerjisi, ne petrolü, ne başka bir şeyi var. Türkiye’nin satabileceği en önemli şey, inşaat sektörü üzerine büyüme stratejisi. Çok eleştiriliyor, ama bu bilinçli yaptıkları bir şey. Olmayan bir şeyi değere çevirmek. Rant dediğimiz şey, topraktan satılabilir mal üretmek aslında. İnşaat neden yapılıyor? Boş toprağın üzerine beton döküyorsun. Sonra o betonu beş-on katına satıyorsun. Buradan olmayan bir satış malı üretiyorsun. Bu, yüksek fiyatla satılabildiği ve büyük alıcısı olduğu dönemde, herkese geçici bir refah sağladı. Bunun üzerine ucuz borçlanmayla bu takviye edildi ve Türkiye olmayan parasını harcayan bir ülke konumuna geldi. Artık bu işleyebilen bir şey değil. Ama bunun karşılığında bunu çözmenin yolu, bu hatadan dönmek değil, yine satılacak malı mümkün olan en ucuza indirerek, “Tâdîlât dolayısıyla büyük indirim” mantığıyla satmaya çalışıyor. Bu işleyecek bir şey değil; ama bu, sonucunu beklemek zorunda olduğu bir şey. Attıkları adımlardan bunun işleyeceğine inandıklarını anlıyoruz. İşin bir bu tarafı var.

Peki, diğer aktörler? Muhâlefet aktörleri ya da iktidarın ortakları açısından bu nasıl izlenebilir bir tablo? Bence orada kitlenen şey, alternatifin bulunmaması. Bununla ilgili sorun görenler açısından da bakalım. Meselâ AKP içerisinde, “Bu gidişat iyi değil” diyenlerden hep bahsediliyor ya? Peki onların alternatifi ne? Neye hamle edecekler? Bir alternatif var mı? Onlara gösterilmiş bir çıkış kapısı var mı? Ya da onların önerebilecekleri, önerdiklerini yapabilecekleri güçleri var mı? Buna baktığımızda yok. Bahçeli, kendi partisi açısından siyâsî önceliklerle baksa da, erken seçim şu anda bir şey içermiyor. Kendi tezleri açısından, memleket için de içermiyor. Yani “Erken seçim memleket için iyi de, MHP için kötü” veya “MHP için iyi de memleket için kötü” gibi bir çelişki yok. Sürdürdüğü akıl yürütme biçimiyle aslında bu ittifaka neden dâhil oldu ve neden bu ittifakı desteklediyse, şimdi de aynı koşulların devam ettiğine inanıyor — hem siyâseten, hem de ülke menfaatleri ve beka davası için, şu anda pozisyonunu değiştirmesini gerektiren bir şey yok. Zâten en sert, hattâ Erdoğan’dan bile kuvvetli bir biçimde -hattâ bu yeni de değil; birkaç senedir, “Bize de artık gerici diyebilirsiniz”e varacak kadar– ideolojik kalkanını bu iktidarın önüne koydu. Şimdi varılan nokta, biraz önce Ayşe’nin bahsettiği, danışmanın tweet’i gibi, iktidarın yerinden oynatılmaya kalması, bunun zihinlerden geçmesi bile bir millî güvenlik meselesi ya da ihânet durumu olarak algılandığı veya böyle ifâde edildiği için, bunun da işlemeyeceği ortada. En azından, MHP’nin bu tezi devam ettirdiği sürece bu pozisyonu değiştirmesinin çok mümkün olmadığını söyleyebilirim. 

Peki, toplum, büyük bir tazyikle iktidarın değişmesi üzerinde bir basınç oluşturuyor mu? Açıkçası ben bunun da olmadığını düşünüyorum. Bu da aslında en baştaki “alışacaksınız” meselesiyle ilgili. Sâdece dolar, enflasyon, gelir dağılımı üzerinden sürece baksak, bu, her seferinde bir alıştırma süreciyle, gerek örgütlenmenin, gerekse bunu harekete geçirebilecek potansiyellerin baskılanması, bu aktörlerin etkisizleştirilmesi, bunun dışında genel olarak algının kontrolüyle, kamuoyu denen şeyin imhâ edilmesiyle bastırılıyor. “Toplumsal patlama olur, buna dayanmaz, büyük infial olur” denebilmesi için, önce bir toplumsal vasat olması gerekiyor. Kamuoyu tepkisinden bahsedebilmek için, kamuoyunu oluşturan birtakım aktörlerin, elemanların, enstrümanların işliyor olması lâzım. Medyasının işliyor lâzım. Örgütlerin işliyor olması lâzım. Bunların çalışmadığını görüyoruz. Onun ötesinde, daha önceki ekonomik krizlerde, siyâsetle kurulan ilişkinin çok aktörlü olması ve bu sertlikte kutuplaşma yaşanmadığı için… Türkiye daha sert siyâsî dönemler geçirdi, ama kutuplaştırmanın ve iktidarların kendi varlıklarını bir millî güvenlik meselesine dönüştürdükleri bir süreç yaşamadı. Bu kilitlenme, o baskıyı henüz kamuoyunda aşağıdan yukarıya doğru taşımaya yeterli aşamaya gelmiş değil. Dolayısıyla erken seçim olmaz.

Ruşen Çakır: Tamam. Hepiniz olmayacak diyorsunuz, ama ben hepinize “Olursa ne olur?” diye soruyorum. Başlığa da koyduk; kaçınılmaz. “Olmayacak ama…” diye sorayım. Burak, olmayacak ama, olursa ne olur? Yakın zamanda erken diyeceğimiz bir seçim olursa, hakîkaten iktidar gümbür gümbür gider mi? Muhâlefet çok güçlü bir şekilde gelir ve o restorasyonu gerçekleştirebilir mi? 

Burak Bilgehan Özpek: Benim dün ilgimi çeken bir tweet oldu. Alaattin Çakıcı bir mesaj paylaşmış. Sokağa çıkanları tehdit ediyor. Bu aslında teorik olarak önemli bir yere oturuyor. Çünkü iktidar bileşenlerinin birbirlerine karşı aslında ne kadar güven duymadıklarını ve ortaya çıkabilecek kriz durumlarını da, iktidar içindeki diğer üyelere karşı kendi pozisyonlarını kuvvetlendirmek için kullanabileceklerini gösteriyor. Biz hep “Seçim olmaz, olsa da gitmez” gibi konuları tartışıyoruz. Aslında bu kadar basit değil. Çünkü o iktidar içerisindeki ortakların birbirleriyle bir güç mücâdelesi var ve hepsi olağanüstü hâl bekliyorlar. Bir kriz durumu bekliyorlar. Bunu beklemelerinin sebebi de, iktidar içerisindeki kendi pozisyonlarını kuvvetlendirmek. Meselâ Alaattin Çakıcı ve birçok grup, bir karmaşa bekliyor ki Tayyip Bey iktidarını devam ettirebilmek için onlara daha fazla muhtaç olsun. Böyle bir durum var ortada. Eğer siz meşruluğunuzu halkoyu yerine başka güçlerden almaya kalkarsanız, günün sonunda, iktidar ortaklarınıza karşı da kaybetmeye mahkûm hâle gelirsiniz. Dolayısıyla ben, şu anda, iktidar mekanizması içerisinde demokrasi dışı seçenekler üzerinden ilerlemeye heves etmiş olan insanlar olduğu kanaatindeyim. Çünkü baktığınız zaman, AKP’li bürokratların, yandaş akademisyenlerin, AKP’li medya mensuplarının dünyasında, oy vasıtasıyla Tayyip Bey’in seçimi kaybedebileceğine dâir bir şey yok. Bu insanlar 7 Haziran seçimlerinden bahsetmiyorlar farkındaysanız. İstanbul mağlubiyetini pek konuşmak istemiyorlar. “Olmaması gereken talihsiz olaylar, ufak aksaklıklar” gibi düşünüyorlar. Dolayısıyla ilânihâye devam edebilecek bir iktidar mekanizması tahayyülü içerisindeler. Hoyratlıklarının sebebi de o. Tayyip Bey’in fiziksel olarak yıpranabileceğini, yaşlanabileceğini, AKP’nin herhangi bir siyâsî parti gibi seçim kaybedebileceğini düşünmüyorlar. Dolayısıyla ben iktidarın kaybetmesi durumunda, AKP’nin radikalleştirdiği unsurlarının ve iktidar ortaklarının, demokrasi dışı müdahalelere, demokrasi dışı arayışlara, radikal söylemlere savrulabileceğini düşünüyorum.

Meselâ dün Twitter’daki sohbet odalarında, AKP’liler, savunma sanayiinden, SİHA’lardan, İHA’lardan bahsediyor. Şiir okuyan insanlar ortaya çıkıyor. Hakîkaten çocukça şeyler yani. Bu insanlar öyle bir propogandaya mâruz kalmışlar veya öyle bir şeye inanmışlar ki, çok çocuksu hâle gelmişler ve iktidarı kaybetme durumunda ne yapacaklarına dâir hiçbir planları yok. Meselâ, muhâlefetin bir planı olup olmadığını tartışabiliriz, ama seçimlerden sonra iktidarın ve iktidar mensuplarının nasıl bir planı var? Bence hiçbir planları yok. Seçim gecesi birbirlerinin yüzüne bakabilirler. Birkaç radikal öneriyle gelen insanlar olabilir ve o insanlar sistemin yeni sâhibi olmak için gelirler. Dün Alaattin Çakıcı’nın yazdığı “Kimse sokağa çıkmasın” mesajı, bana sorarsanız, “Lütfen birileri sokağa çıksın, fiziksel olarak mağlup edilebilecek bir düşman olsun ki biz onu mağlup edelim. Ben de sistem içerisindeki yerimi kuvvetlendireyim” mesajı aslında. 

Ekonomi meselesi çok soyut bir mesele. Ekonomi meselesini kaba kuvvetle, güçle çözemezsiniz. AKP tabanının, yandaşların, partizanların, aparatçiklerin dünyasında, “15 Temmuz’da tekme tokat F-16 indirdik, tankı çevirdik, darbecileri püskürttük” hikâyesi o kadar yaşanmış gibi gözüküyor ki, “Dolar da keşke bir cisme bürünse, bir varlıkta tecessüm etse ve tekme tokat onu indirip şu belâdan kurtulsak” gibi şeyler düşünebilirler. O doların, demokrasinin, yani soyut kavramların gerekliliklerini yapabilecek soyut düşünme yeteneğini kaybettikleri için, sürekli olarak karşılarında fiziksel olarak sindirebilecekleri bir düşman arıyorlar. O fiziksel olarak sindirebilecekleri düşmanı sindirebildikleri zaman sorunların çözülebileceğini düşünüyorlar. O yüzden enflasyonun sorumlusu, süpermarket sâhibi, manav veya soğan depolayan kişi. Fiziksel olarak, somut olarak bir şekilde mağlup edebilecekleri, bastırabilecekleri bir şey görmek istiyorlar. 

Demokrasi de böyle bir şey değil; daha soyut ve akılla yürüyen bir şey. Ekonomi de böyle bir şey değil. Dolayısıyla her iki alanda da başarısız oldukları için, AKP seçmeninin, seçimleri kaybettikten sonra nasıl davranacağını ben kestirmekte zorlanıyorum. Elimizde nur topu gibi radikalleşmiş bir toplum kesimi var. Bunlarla ne yapacağız gerçekten bilmiyorum. Birçoğu yeni döneme adapte olmaya çalışacak. Ama toplumun önemli bir kısmı radikal bir şekilde orada bekliyor olacak. Bu makineden beslenen birçok insan var. Ben bu konuda kaygılıyım. 

Seçim olursa muhâlefet ne yapar? Orada da kaygılarım var. Çünkü biz Millet İttifakı’nı çift kutuplu, yani saldırgan, tehdit eden, korkutucu bir hükümete karşı mecbûren bir araya gelmiş ve disiplinli olmak zorunda olan bir ittifak olarak gördük şu âna kadar. Fakat hükümetin kaybetmeye meyletmesiyle berâber, muhâlif ittifakın kendi içerisindeki uyumun da bozulduğunu görüyoruz. Bunun adını koyalım, bu böyle. Bu disiplin kaybolmuş durumda. Ortaya, çok somut, çok ciddî önerilerle çıkıldığı kanaatinde değilim. Partiler kendi tekil gündemlerini devam ettirebilirler, fakat Millet İttifakı olarak, daha çok vurgulanabilecek bir yönetme irâdesi olabilirdi. Ben maalesef bunu çok net olarak göremiyorum. Ayşe doğru söyledi, bir başkan adayı belli değil. “Başkan adayı kim olursa olsun seçilir” noktasına gelince, belli olmuyor işte. Eğer yüzde 50-50 bir seçim olsaydı, şu anda kimin başkan adayı olacağı çoktan belli olmuştu. İşi şansa bırakamazdık. Fakat “Kim olursa olsun seçilir” noktasına gelince, % 1’lik, % 3’lük, % 5’lik herkes, manipülasyonlarla potaya girmeye çalışıyor. Dolayısıyla liderinde netlik sağlanamamış, ittifak üyelerinin kim olacağı konusunda bir netlik yok. Program konusunda çalışılıyor. Meselâ, parlamenter sisteme geçiş programı, gerçekten birkaç sene sonra AKP’ye yeniden iktidarı verecek bir durum yaratacaksa, bunu uygulayacak mıyız? Velev ki biz parlamenter sisteme geçtik ve AK Parti ile MHP’nin sandalye sayısı Meclis’teki çoğunluğu sağlıyor. Gerçekten yine de geçecek miyiz? Burada samîmî ve gerçekçi olmalıyız. O yüzden, muhâlifler olarak, o yönetme irâdesini tam olarak yansıtamadığımızı düşünüyorum. Bunun da sebebi, o çift kutuplu yapının sarsılması oldu. Tayyip Bey düşünce, partiler kendi gündemlerini uygulamaya başladılar. Hattâ parti dışındaki insanlar da kendilerini muhâlefete dayatmaya başladılar. Açıkçası, çok da kötümser değilim, ama iyimser de değilim. Türkiye’nin ekonomi spor, siyâset, dış politika ve akademi alanlarında yaşadığı sorunların çok temel bir yönetim felsefesi krizi var ve bu çözülemeyecek bir şey değil. Fakat insanlar, bu çözme işini yürütecek kadronun bir araya gelmesini ve bir yönetme irâdesi göstermesini bekliyor. Bu ortaya çıktığı andan îtibâren tablo tamamen değişecek. Şu anda onu çok net olarak göremiyoruz. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Burak, “Kötümser değilim, ama iyimser de değilim” dedi; ama sanki kötümsere daha yakındı. Sen ne düşünüyorsun? Olmayacak ama, diyelim ki benim gönlümden geçen erken seçim oldu. Ne olacak?

Ayşe Çavdar: Olmasının bir yolu var: O da Bahçeli’nin veya Erdoğan’ın sağlık sorunlarıyla ilgili meselelerin gündeme gelmesi. Erdoğan’ın sağlık meseleleri uluslararası medyaya bile yansımış durumda. Dolayısıyla, normal koşullar altında olmadığımız için az önce konuşmadığımız ihtimallerden bir tanesi bu. Çünkü o zamana kartlar yeniden karılır. Cumhur İttifakı’nın devamı, bu iki liderin yan yana kalma kararlılığıyla ilgili. Yoksa Burak’ın da az önce altını çizdiği gibi, onlar birbirlerine bayılan ekipler değiller. Hiçbir siyâsî ittifak, birbirlerine bayılan insanlardan oluşmaz. Bu, Millet İttifakı için de beklediğimiz bir şey değil. Şimdi eğer kurulursa, sol ittifak için de beklediğimiz bir şey değil. Kezâ, Cumhur İttifakı için de değil. Siyâsî ittifak esasında, bir tür düşmanlıktan vazgeçmedir. Dost olmak değil, düşmanlığı askıya almaktır. Düşmanlıktan kastım, rekabeti, agonizmayı, çekişmeyi bir süreliğine askıya alma durumudur. Hattâ Millet İttifakı’nın önünde şöyle bir şey var — ki sol ittifak da aynısını yapabilir: “Ben ilerideki rakiplerimle hangi kurallarla yarışacağımı belirlemek üzere bu ittifakın bir parçasıyım. Çünkü şu anda, mevcut iktidar açısından bütün kurallar ortadan kaldırılmış durumda” diyebilirler. Dolayısıyla, ittifaklar “sevgi böcükleri” olmadıkları için, kendi içlerindeki dinamikler de başka türlü belirleniyor. Ben Cumhur İttifakı’nın da bundan berî olmadığını düşünüyorum. Tayyip Erdoğan’ın elini, Cumhur İttifakı’nda değil, kendi kitlesinde zayıflatan taraf da bu zâten. Erdoğan “Ben istiyorum” demediği bir vakitte, AKP kitlesinin önemli bir kısmının MHP ile yan yana durmak isteyeceğini zannetmiyorum. Bu, “gericilik” ortak paydasından dolayı da değil; bayağı paylaşım kavgasından, üzerinde çok durdukları kimlik haklarından, orası parçalanır. MHP’nin de AKP’nin de içinde parçalanma olacaktır. 

Peki, erken seçim olursa ne olur? Cumhur İttifakı tarafında şöyle bir şey olur. O tarafı bir tür kült gibi düşünelim. Bir siyâsî ittifak değil, iki kültün –Devlet Bahçeli’nin de kendince MHP’nin geçmişinden, örgütlenme biçiminden ve tarihinden dolayı–, iki tarafın, ama Erdoğan’ın giderek daha çok yaslandığı, dışarıdan irrasyonel görünen ama kendi içinde başka rasyonaliteleri olan bir tarafı var. Buna “paralel rasyonaliteler” diyelim. Ona oy verenler açısından onun büyüsünden çıkmak o kadar kolay değil. Çünkü bir çıkar hesabı üzerinden değil, bir inanış üzerinden bir siyâsî projeye bağlandığınızda ve koptuğunuzda, öncelikle, “Ben yanlışım. Hatalıydım. Kötü bir şey yaptım. Meğer Tayyip Erdoğan’ın sık sık söylediği gibi kandırılmışım, aldatılmışım” demeniz gerekiyor. Bu, muhâfazakârlığın ürettiği, “Ben, ben olduğum için kıymetliyim. Ben, ben olduğum için, ben olarak kalmalıyım. Ben bu şey olduğum için iktidarda olmalıyım, güçlü olmalıyım…” Çünkü günün sonunda, muhâfazakârlığın ettiği söz bundan başka bir şey değildir. İslâmcılığın ve Türk milliyetçiliğinin içinde de en başından beri bu var. “Biz Müslüman olduğumuz için ya da biz Türk olduğumuz için, kendiliğimizden kıymetliyiz ve şöyle bir şey olmalıyız. Buraların haracını biz toplamalıyız. Çünkü bu altından su akmayan köprüyü biz yaptık. Geçen de verecek, geçmeyen de verecek.” Dumrul Efsanesi gibi. Galiba, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin muhâfazakâr iktidarlar altında en çok söylediği söz bu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sözü bu kadar zâten. Şimdi böyle bir kültten ayrılacaksınız. “Yanılmışım” ne demek? “Ben aslında o kadar değerli değilmişim. Ben aslında bunu hak etmiyormuşum. Ben aslında bu dediğim şey değilmişim.” Bu kültten ayrılmak o kadar kolay değil. Fakat bir erken seçim şimdi olursa şu olacak. Erken seçim olmasına gerek yok. Normal zamanında, şu koşullarda bir seçim yapılırsa… Dediğim gibi, 2023’e kadar Türkiye’yi toparlayabilecek bir ekonomik plan görmüyorum. Kemal’in anlattığı planlarda, iktidarın hesaba katmadığı bir şey var: O da, Türkiye hammadde cenneti bir yer değil. Teknolojiyi, her şeyi satın almak zorunda. Dolayısıyla, astarı yüzünden pahalı bir mevzu. Eğer bu hepimiz için bir ekonomi politikasıysa, olacak iş değil. Üniversitede aldığım iktisat dersinden yola çıkarak bile bunu söyleyebilirim. O zaman ne olacak? O kült olma durumunu daha da güçlendirmeye yarayacak ve buradan kaçışlar olacak. Dolayısıyla, şimdi bir erken seçimde, zamanında bir seçimde, AK Parti’yi ya da Cumhur İttifakı’nı büyütecek diyemem. Şu koşullarda giderse, büyütmeyeceği kanaatindeyim. Çünkü  “Anne, baba, sen yanlışsın” diyen çocukların çıkma ihtimâli, “Ben yanlışım” deme ihtimâli olan insanların sayısından daha çok. Bu yalnızca dinden uzaklaşan gençler hikâyesinden dolayı değil. İşçi Partisi de şunun altını sık sık çiziyor: “Bizde artık Ulaş’lar, Mahir’ler yok. Tayyip’ler, Recep’ler, Furkan’lar var.” Özellikle Marmara Bölgesi’nde. Çünkü onlar prekaryalaştılar. Ana babalarının esnaf hayatlarından daha gönençli bir hayatları yok; onlardan daha kötü hayatlar yaşıyorlar. Dolayısıyla, Cumhur İttifakı tarafının elbette küçüleceğini söyleyebiliriz. Çünkü Cumhur İttifakı’nın iki büyük tarafının da bu kült söyleminden başka bir söylemle kimsenin karşısına çıkamayacağını, bu söylemlerin de zâten çoktan eskidiğini, mîâdını doldurduğunu, sonunu toplamakta olduğunu düşünüyorum.

Peki, Millet İttifakı tarafında durum nedir? Erken seçim olursa yandılar. Çünkü 2019 yerel seçimlerinde, özellikle İstanbul’da iki kez gördükleri potansiyeli fark ettikten sonra yapabilecekleri bir sürü şeyi yapmadılar. Bu da, Türkiye için bir plandan önce, bu ittifakın, hangi mekanizmalarla yan yana duracağı, hakem değil de, kimin yapacağı konusu da önemli. Yani, iki taraf yan yana geldiler. Kendi aralarında zâten bir rekabet vardı. Dediğim gibi, yalnızca, o çekişmeyi askıya almak sûretiyle yan yana geldiler. Peki, “Bu ertelenen çekişmeyi ve erteleme sürecini nasıl yöneteceğiz?” konusunda da bir şey yapmadılar. Doğru dürüst, gerçek bir siyâsî ittifak olmak için… Arada bir şüpheye kapılıyorum doğrusu. Millet İttifakı galiba bizim zihnimizde var. Biz hakkında konuştukça var oluyor galiba. Çünkü bir ittifakın, şöyle bir konumda, Millet İttifakı’na adres ettiğimiz, onun adresi olarak gösterdiğimiz bir yerde, Türkiye gibi bir ülkede gerçek bir ittifak olmak için olması gereken pek çok şey yok. Arada birlikte görünmek için verilen görüntüler hariç. Onları yapmadıkları için, o askıya alınan rekabet, teşkîlâtlarda ortaya çıkacak. Çünkü çok uzun süredir, iktidar nîmetlerinden uzak kalmış teşkîlâtlardan bahsediyoruz. Teşkîlât içerisinde, edinilmiş güçten yararlandırılmadıkları için oluşmuş yeni kliklerden de bahsediyoruz. Herkesin bildiğini birbirimizden saklamaya gerek yok. Böyle bir durumda, askıya alınmış rekabet oradan inecek. Sonra ne olacak? Liderler, görüntüyü kurtarmak için alelacele birkaç şey üzerinde birliktelik ilan edecekler. “Bunları kararlaştırdık” diyecekler. Ama o hiçbir zaman sağlam olmayacak. Şunu ben çok sık söylüyorum: Siyâsî partilerin liderler düzeyinde yaptıkları, daha ittifaka benzer bir şey gibi görünüyor. Ama bu yapılanları, bu söylenenleri, teşkîlâtların satın aldığına dâir, teşkîlâtlar arasındaki ilişkilerin kurgulandığına dâir herhangi bir şey görmüyoruz. Bu, seçim güvenliği için de önemli. Bu bizden saklandığı için görmüyor değiliz. Böyle bir girişimde bulunmadıkları için görmüyoruz. Bu ittifakın partilere nüfuz ettiğine dâir bir emâre yok. Çünkü siyâsî partilerden böyle bir nüfuz ettirme girişimi yok. Onun yerine, Millet İttifakı’nın siyâsî parti liderleri de tıpkı Erdoğan ve Bahçeli’nin yaptığı gibi, parti içi rekabetleri modere ederek lider olmaya çalışıyorlar. Bunun emâresi de, teşkîlâtların, sürekli sâkinleştirilmesi gereken yapılara dönüştürülmesi.

Dolayısıyla, şimdi bir erken seçim olursa, kim kazanır, kim kazanmazdan öte –belki kazanabilir de Millet İttifakı; bu o kadar önemli değil– o seçim süreci ve sonrasının zor olacağını, çok ciddî sıkıntılar doğuracağını düşünüyorum. Çünkü hazırlıklı değiller. Hazırlanmak için bir şey yapmıyorlar. Ne erken seçim ya da bir seçim konusunu gündemlerinde ciddî bulundurduklarına dâir, ne yapacaklarına, adaylarını buna nasıl hazırladıklarına dâir herhangi bir işaret yok. Yaptıkları tek şey, askıdaymış gibi görünen rekabeti el altından devam ettirmek. O, orada miting yapıyor, bu, burada bir şey yapıyor. O, helâlleşiyor, bu, gidip öbürünün elini öpüyor filan. En radikal şeyi DEVA Partisi yaptı, Trabzon’da genel grev çağrısında bulundu. Böyle bir kakofoni var. Genel grev tabii ki lâzım da, DEVA Partisi bunu söylerse bu başka bir şey. Genel grev de lâzım değil esasında. Genel grev araçlardan biri olabilir gerçekten; ama bir partinin Trabzon il başkanının söylemesiyle olacak bir şey değil. Bunun da bir siyâsî araç olarak kullanılması, ancak ittifakın kendi arasında bu araçlar konusunda uzlaşmasıyla olur. Ama biz böyle şeylerden bahsetmiyoruz. 

Peki, bize ne kalıyor? Millet İttifakı tarafları düzenli olarak, “Biz umuduz. O yüzden yaptığımız her şeyi kutlayın, onaylayın, rızâ gösterin” diyor. Aslında bu söz, Cumhur İttifakı’nın genel olarak hepimize söylediği, “Saldırı altındayız. Dolayısıyla bu yaptıklarımıza alışın” demesinden çok farklı değil. Yani bir taraf, “Biz, biz olduğumuz için”, diğer taraf da, “Biz, biz olmadığımız için bize oy verin” diyor. Böyle bir ortamda, dediğim gibi belki Millet İttifakı kazanır da. Çünkü “Ekonomik koşullar öyle ki…” “Cumhur İttifakı öyle ki…” şu ki, bu ki… Ama bunların hepsi Cumhur İttifakı’nın yaptığı şeylerin sonuçları. Dolayısıyla, belki Millet İttifakı kazanır da. Fakat sonrası için kimin ne vaat ettiği hem belli değil hem o vaatleri gerçekleştirecek bir güç üretebilmiş değil. O güç, halkın hakemliğinde her şeyi şeffaf olarak tartışmak ve sâdece ilke değil somut planlar ortaya koymakla olur. Ona da hazır değil. Dolayısıyla, yalnızca erken seçimin değil, seçimi kazanmanın da Millet İttifakı’nda dağıtıcı bir rolü olabileceğini düşünüyorum. Bunu da karamsarlığımdan söylemiyorum. Bunların farkında olmak umut yaratır. Çünkü şu anda burada yöntem konuşuyoruz. Yöntem ve yordam konuşmak umut yaratır. Yordam tartışmamız lâzım. Millet İttifakı bunu da yapmıyor. Bunu hatırlatmak için söylüyorum sâdece.

Ruşen Çakır: Soruyu sorduğuma pişman olmuş durumdayım, ama sana da sormuş olayım Kemal. 

Kemal Can: Senin soruna çok net bir cevap vereyim: Bugün erken bir seçim olsa, hem nesnel koşullar hem de şu andaki aritmetik tabloyla, Cumhur İttifakı’nın kazanmasının zor ve imkânsız olduğunu söyleyebiliriz; burada bir yanlış yok. Kamuoyu anketlerinde çıktığı gibi, Millet İttifakı’nın aritmetik toplamının Cumhur İttifakı’nı geçmeye başladığı doğru. Demin söylediğim gibi, iki tarafın beklentileri açısından, önümüzdeki aylarda da, iktidarın durumunun daha iyi olacağına ilişkin beklentisinin çok gerçekçi olmadığı ortada. Muhâlefetin de, “İktidar daha beter bir hâle gelecek” öngörüsü de doğru olabilir. Ama bunların hiçbiri, “Peki, bunlar neden oluyor? Neyin alternatifi olarak neyin yükseldiğinden bahsediyoruz?” sorusuna cevap veremediği için, nihâî bir resim çizemiyoruz. Bu konuda uzunca bir süre, fazla bir iyimserlik atfetmek ve bu iktidarın eninde sonunda zayıflayacağına ilişkin şeyleri erken söylemeye başladığımız için eleştirildik biliyorsun. Ama sistemli biçimde, muhâlefetin ne yaptığından bağımsız olarak, iktidar bir erime sürecine girdi. Bunun karşısında bir zorunluluk olarak oluşan muhâlefet bloku da, bunu artırıcı bir etki yarattı. Onun da etkisini yerel seçimden bu yana net bir biçimde görüyoruz. Onun, birlikte durabilmesiyle bu ivmeyi artırdığını, en azından görünür hâle getirdiğini ve yerel seçimde de bir sonuç aldığını görüyoruz. 

Türkiye’de krizler sonrası iktidar değişikliğine bir bakalım. 90’lı yıllarda, 2000’li yıllarda AKP’nin gelişine baktığımızda, bu süreçlerin hiçbirinde, iktidarın kendi başına yürüttüğü politikalardan doğan sorunlardan dolayı değişikliği değil, gelen, çok güçlü yeni bir alternatifin peşine takılan çok ciddî oy kaymalarıyla büyük iktidar değişimlerinin olduğunu gördük. Merkezin çöküşü ve 2000’lerin başında AKP’nin gelişi de böyle oldu. Gidenlerin eksikleri, yanlışları, yetersizlikleri çok önemli bir birikim yaratmıştı, ama bir yandan da, gelenin ileriye doğru söylediği bir şey vardı. Biraz önceki turda da konuştuğumuz gibi, kilitlenen nokta, iktidar, geleceğe dâir konuşma yeteneğini çok önce kaybetti. İktidarın hikâyesini kaybetmesi ve bu hikâyenin kaybından dolayı zararın başlaması arasında bir zaman açısı olduğu için, bu, hemen işlemedi. Ama hikâyesini çok önce kaybetti. O hikâyeyi kaybettiği için, bu erime kaçınılmazdı. Pandemi olmasa, ekonomik kriz olmasa… Ekonomik kriz de bir mecbûriyetti. Ben muhâlefetin önemli sorunlarından biri olarak da onu görüyorum. Evet, liyâkat meselesi önemli bir mesele. Ama şu anda yaşanan ekonomik krizlerinin tamamının, beceriksizlik, iş bilmezlik, liyâkatsiz kadrolardan ibâret olduğunu düşünmüyorum. Bu krize kaçınılmaz olarak girilecekti. Bunun hızı ve krizin yönetilme biçimiyle ilgili liyâkat tartışması açılabilir. Ama bu sâdece bundan ibâret târif edildiği için, “Bilmeyenler gidecek, bilenler geldiğinde her şey tekrar yoluna girecek” tezi, yetersiz ve üstelik de yeni bir tez değil. Meselâ bugün AKP’nin uyguladığı, fâizi düşürerek içeriyi biraz rahatlatma mantığı, daha önce de uygulanmış bir yöntem. 90’larda Tansu Çiller’in uyguladığı yöntemlerden birisi. Dolayısıyla, sürekli insan bazlı “liyâkat, dar bir kadro, 5’li çete” üzerinden kurulan ve sâdece o sorunları âdeta cerrâhî bir müdâhale ile yerinden aldığında, tekrar kendi düzenine dönecek sorunsuz bir zemin varmış gibi yaklaşmak, bu “gelecek” perspektifini iktidar için tıkadığı gibi, muhâlefet için de tıkıyor. Bunun yöntemi, şu aşamada elbette çok bütünlüklü bir program önerisi ortaya koymak değil. Bunun mümkün olması da zor. Daha önceki bir iki programda da bunu konuşmuştuk. Burak’ın söylediği “iki kutup” meselesi tartışmalı bir şey. Çünkü bu tarafın kutup niteliği tartışmalı; mecbûrî bir birliktelik hâli gibi duruyor. Dolayısıyla onun her konuda anlaşan bir ortak program çıkarması mümkün değil. Ama bu programın, yöntem olarak bu değişimin taşıyıcısı olma iddiasının da altını doldurmakta zorlandığını ve bu yüzden de o toplam iddiayı üretemediği için… “Her aday kendi pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor” tehlikesinden söz ediliyor ya? Aslında bu, ittifaka ihânetten değil, biraz da mecbûriyetten. Çünkü ortak bir iddiayı üretemediğin zaman, ortak gücü büyütebilmek için, herkes kaçınılmaz olarak elinden gelenin en fazlasını yapmaya ve oradaki pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. Bu da bir mecbûriyete dönüşüyor. Yani herkes dilinin yettiğince gündemi ele geçirmeye çalışıyor. Meselâ, muhâlefet ittifakının birlikte durma becerisi, yerel seçimde çok daha azken, çok daha güçlü sonuç alabildi ve o sonuçtan emin olan kalabalıklar daha fazlaydı. Şimdi bir rehavet ürettiği kanaatinde değilim. Tam tersine, sayısal gücün artması yüzünden, herkes, kendi pozisyonuyla ilgili endişesini büyütmüş durumda. O yüzden de zamana oynamak istiyorlar. Yani, iyice belirginleşmiş, herkesin gücünün netleşmiş olduğu bir tabloda, yeni bir ortaklık zemini için herkes yoklama yapıyor. Bu da, Millet İttifakı’nı dönüştürmüyor. 

Ruşen Çakır: Burada bir not düşmek istiyorum. Özellikle, bekleme konusunda, daha küçük ortakların daha hevesli olduğunu duyuyorum. İYİ Parti ve CHP’den ziyade, DEVA ve Gelecek partileri…

Kemal Can: Evet, Cumhur İttifakı’nın erimesi görünür hâle geldikçe, meselâ son anketlerde DEVA Partisi’nde bir kıpırdanma görülmeye başladı. Millet İttifakı’nın bileşenlerine bakalım. İYİ Parti, son aylarda özellikle yazdan beri bir yükselme trendine girdi. Bence, onun gerekçelerini ve varacağı yeri doğru okumuyorlar, ama şunu bekliyorlar: “Bu çözülme devam ederse, biz, sağın patronluğu konusunda daha kuvvetli bir aday hâline geleceğiz. Dolayısıyla zaman bizim lehimize.” Onun için biraz daha beklemek işine geliyor.  Hattâ galiba İYİ Parti eski birtakım siyâsîlerle bazı transferlere de hazırlanıyor. 

CHP ve özellikle Kılıçdaroğlu, gündemi ele geçirme hevesi içerisinde, istimi de yeni yakalamışken, CHP içerisinde de küçük küçük bir oy artışı görülüyor. DEVA Partisi, uzunca bir süre büyük bir durgunluk geçirdikten sonra, dikkat çekmeye başladı. Döviz krizi, ekonomik sorunlar hakkında tartışmayı engelleyen ve liyâkat tartışmasını biraz fazla öne çıkartan, “Merkez Bankası Başkanı kim? Oraya o mu gelir, bu mu gelir?” gibi, kişiler üzerinden yürüyen bir tartışmayı öne çıkartan ve asıl tartışılması gereken meseleleri saklayan bir şey. Ama bu tür durumlar, Davutoğlu ve Babacan’ın gücünü artırıyor; dolayısıyla, “Bu politika duvara toslayacak” önermesine inandıkları için, “zaman lehlerine” diye düşünüyorlar. O zaman, zamana oynamak istiyorlar. Yine meselâ “Sol Birlik” fikri etrafındaki üçüncü ittifak tezinin biraz daha yer etmesi, muhâlefet bloku içinde varlık kazanması için de zamana ihtiyaç var. Dolayısıyla, muhâlefet cephesinin, iktidardan daha fazla zamana ihtiyâcı var. Bu, değişim talebini büyütmeyi değil, canlı tutmayı, kenarda tutmayı, ama ihtiyatlı biçimde de…, birdenbire kontrolsüz bir patlamayla… Mesela şu ânda birdenbire girilecek bir erken seçimin iktidara ne sağlayacağı belirsiz; ama muhâlefetin, sonrasına dâir kuvvetli bir güç oluşturmasının önünde önemli bir engel. Dolayısıyla, şu anda erken bir seçim, hem hiçbir siyâsî aktörün avantajına değil, hem de nihâî sonuçları îtibâriyle memleketin de çok hayrına değil. Hani “Bir şey deniyoruz” diyorlar ya? O denemeleri durdurmak için belki hayırlı; ama yeni bir şey, bir daha sorun üretmeyecek bir siyâsî zemin yaratabilmek için çok elverişli değil aslında. Bu olgunlaşma üzerine şu anda kimse fazla politika üretemiyor; siyâseti bu tarafa itemiyor. Zâten itmek de kimsenin işine gelmiyor. Bu, kısa vâdede kimsenin çıkarına değil. Bu denklem şu anda büyük bir kitlenme yaratıyor. Şartlar dolayısıyla, Ayşe’nin dediği gibi, sağlık koşullarıyla ya da olmadık bir ekonomik türbülans nedeniyle veya öngörülmemiş başka bir krizle, birdenbire bir mecbûriyete yol açabilir. Ama veriliş koşulları açısından, bir erken seçim görülmediği gibi, mecbûriyetle varılacak bir erken seçimden de umutlu değilim. Ayşe ve Burak arada durmaya çalıştılar, ama ben bu konuda bayağı kötümser düşünüyorum. Çünkü ortalama vasat, hem üretilecek şey açısından, hem üretilecek şeyin arkasına yüklenmiş misyon açısından bana pozitif bir şey vermiyor. 

Ruşen Çakır: Anlaşıldı, tamam yeter, sorduğuma pişman oldum. Burak sen geçen haftaki yayınımızda yoktun. Geçen hafta ‘’Helâlleşme mi hesaplaşma mı?’’ konusunu konuştuk. Senin de bu konuda söyleyeceklerin vardır. Onları da hızlı bir şekilde söyle ve programı bitirelim. 

Burak Bilgehan Özpek: Ben ‘’helâlleşme’’ söylemini çok gereksiz buldum. Birincisi, Türkiye’nin gündemi açısından gereksiz buldum. Çok ağır bir ekonomik kriz yaşarken, helâlleşme söyleminin gündemde tutulması bence çok anlamlı değil. İkincisi, ben, “helâlleşme” kavramını topluma iade etmek isterim. Siyâsîlerin böyle ahlâkî çıkışlar yapmasını siyâsî bir hamle olarak okuma eğilimindeyim. İçerikleri yanlış değildir; ama zamanlama açısından, siyâsî partinin çıkarını maksimize edici bir özellik taşır. Bunun yanı sıra, gerçekten CHP’nin siyâsî çıkarını da maksimize eder mi? Hayır, etmez. O bakımdan, helâlleşme tartışması sonrasında ortaya çıkan söylemlere bakınca, aslında haklı olduğumu görüyorum. Çünkü bu o kadar ucu bucağı olmayan ve zaman içerisinde toplumun kendi dinamikleriyle halletmesi gereken bir mesele ki. Herkesin bir hak talebi olacak ve herkes CHP’nin yakasına yapışma hakkını kendisinde bulacak. Kemal Bey’in, kendisini siper ederek birçok sorumluluğun altına girmesine gerek yoktu. Üstelik bu söylem, bazı yazarları çok sevindiriyor. Özellikle bir dönem muhâfazakâr câmianın liberallerle olan ilişkisini tesis eden insanlar bu tartışmaları çok seviyorlar. Mağdur edilmiş mazlum muhâfazakârların, Kemalist ulus-devletçiler tarafından bir şekilde helâlleşmeye çağrılmaları, bazı açılardan, bu insanların sisteme dönüş umuduna da yarayabilir. O nedenle, ben bu tartışmaları ne muhâlefetin ne Türkiye’nin hayrına buluyorum. Türkiye’de devletin kabahatleri tabii ki oldu. Siyâsal otorite, Türkiye’de, devlet vasfını sergilemedi. Bazı kritik noktalarda vatandaşlar arasında ayrım yaptı. “Eşit vatandaşlık” kavramları tam olarak uygulanmadı. Bunun gibi birçok kabahat vardı. Fakat ben, bu kabahatlerin, siyâsî inisiyatifle seçimlerden önce siyâsetçiler tarafından dile getirilmesini olumlu bulmuyorum, heyecanlanmıyorum da. 2002 AKP’si ile 2007 AKP’sine baktığınız zaman, bu tip söylemlerin havada uçuştuğunu görüyorsunuz. Siyâsî irâdeyle verilen haklar, oluşan olumlu hava ile yine siyâsî inisiyatifle, ânîden çok ters bir noktaya savrulabiliyor. Netflix’te yayınlanan “Kulüp” dizisinin çok sevilmesinin, çok beğenilmesinin, toplumun yaralarını iyileştirmesi açısından çok daha önemli olduğu kanaatindeyim. Veya toplumsal hareketlerin, kendi dişlerinden tırnaklarından artırarak, mütevazı bütçelerle yarattıkları hareketliliğin, toplumsal barışa, toplumsal helâlleşmeye daha çok katkı sağladığı düşüncesindeyim. Devletten tek beklentim, gölge etmemesidir. Başka ihsan istemem. Siyâsetçilerden de, devleti yönettikleri durumda, bu tip bir tavır sergilemelerini benimserim. Yani ifâde özgürlüğünü, hukuk devletini, hukukun üstünlüğünü garanti altına alsınlar ve toplumun bu yaraları iyileştirmesini beklesinler. Başörtüsü sorunu, toplumun çıkarttığı bir sorun değildir bana sorarsanız, Askerin çıkarttığı bir sorundur. 

Ben bir üniversitede çalışıyorum. Üniversitelere bakıyorsunuz, başörtülü öğrencilerle, başörtülü olmayan öğrencilerin aralarında, insanların 20 sene önce tasavvur ettiği gibi gergin, gerilimli ilişkiler yok; gâyet iyi arkadaşlar ve bu sorunu kendileri çözdüler. 

Ayşe Çavdar: Bu sorun 20 sene önce de yoktu ki Burak.

Burak Bilgehan Özpek: Hayır, tartışmalar açısından söylüyorum Ayşe. O dönemin tartışmalarında sanki büyük bir kıyâmet kopacakmış gibi anlatılıyordu. Ama öyle bir şey yok. Toplum bunu kazâsız gürültüsüz çözdü. Toplum çözer. Toplum barışır, yaralarını iyileştirir. Kendi hâline bırakıldığı zaman, kriminalize edilmediği zaman, ifâde hürriyeti garanti altına alındığı zaman, bu toplum birbirini iyileştirir; birçok yarasını kapatır. O bakımdan, siyâsetçilerin elinde bu tip ahlâkî söylemleri görmek, açıkçası beni rahatsız ediyor. 

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”ı burada bitiriyoruz. Burak Bilgehan’a ve ailesine tekrar geçmiş olsun diyelim. 

Burak Bilgehan Özpek: Sağolun, teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: Bugünkü programda“Erken seçim olur mu? Olursa ne olur?” sorusunu cevaplamaya çalıştık.

Kemal Can: Sen niye bir şey söylemedin? Biz hepimiz “olmaz” dedik. 

Ruşen Çakır: Ben bu konuda daha iki gün önce bir yayın yaptım. İzleyenler biliyor zâten. 

Ayşe Çavdar: Yalnız, bu yayında Ruşen’i çok üzdük gerçekten. Enerjisi bitti şu anda. 

Ruşen Çakır: Ev sâhibi umduğunu değil bulduğunu yermiş. Evet, iki soruyu da sorduğuma pişman olmuş bir şekilde yayını bitiriyorum. Kemal Can’a, Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.