Ruşen Çakır, gazetecilik anılarını aktardığı “Gomaşinen”in 68. bölümünde, 1990’lı yılların en popüler tartışma programlarından, geniş kitlelerce izlenen, sunuculuğunu gazeteci ve televizyoncu Ali Kırca’nın yaptığı “Siyaset Meydanı” programıyla ilgili izlenimlerini ve anılarını anlattı.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 68. bölümünde “Siyaset Meydanı”ndan bahsedeceğim. “Siyaset Meydanı”, Türkiye basın tarihinin en önemli, belki birinci tartışma programıydı. “Siyaset Meydanı” deyince, tabii ki Ali Kırca’yı söylemek lâzım. Ali Kırca’lı “Siyaset Meydanı”, hattâ “Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı”. Ali Kırca bunu başlattı ve hep götürdü. Bir de Ali Kırca kurum değiştirdi. Başka yerlere de taşıdı “Siyaset Meydanı”nı; ama aslında ilk dönemi, yani ATV’deki “Siyaset Meydanı”nı anlatmak istiyorum. Daha sonraki bölümlerini açıkçası çok fazla hatırlamıyorum. Hatırlamanın da ötesinde, bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü zamanla, belli bir tarihten sonra, “Siyaset Meydanı” bayağı bir anlamını yitirdi.
İlk yayını 6 Şubat 1994’te yapmış ve 2001’e kadar ATV’de yapmış. Türkiye’de birçok dönüşümün yaşandığı bir dönem bu. Refah Partisi’nin yükselişi var. Belediyeleri alıyorlar. Daha sonra ilk seçimde birinci parti çıkıyor. Refah-Yol hükümeti, 28 Şubat vs. bütün bu süreçler… Bir diğer yandan çok ciddî bir şekilde Kürt hareketinin yükselişi var. Hem çatışmalar var, hem yasal siyâsî parti var. Kürt sorununun konuşulmaya başlanması var ve bunun yanında tabii bir yığın yan olay da var. Ama esas olarak siyâset, fakat bâzı durumlarda toplumsal konular da “Siyaset Meydanı”nın gündemindeydi ve benim de gazetecilik kariyerimde önemli bir yeri vardır. Tabii ki ben ATV’de çalışmadım. O ekibin içerisinde yer almadım, fakat “Siyaset Meydanı”nda birkaç kez konuk olarak, tartışmacı olarak çıktım — İslâmî hareket üzerine olan tartışmalara ve Kürt hareketi üzerine olan tartışmalara. Buralarda kıran kırana tartışmalar olurdu. Ben de özellikle İslâmî hareket ve biliyorsunuz Kürt hareketi üzerine muhabirlik de yaptığım için, bilgi sâhibi de olduğum için ve görüşlerim, yaklaşımlarım biraz da o dönemin gazeteci milletinin perspektiflerinden biraz farklı olduğu için dikkat çekti, dikkat çekiyordu.
“Siyaset Meydanı”, Ali Kırca’nın beni dâvet ettiği “Siyaset Meydanı” performansları diyeyim, benim hakîkaten önümü açmıştı. Daha fazla tanınmama, daha iyi imkânlarla gazetecilik yapmamı sağlamıştı. Bu anlamıyla, başta Ali Kırca olmak üzere, “Siyaset Meydanı” ekibine hakîkaten bir minnet borcum var. Bunu söylemekte hiçbir beis görmüyorum. Kendilerine de zâten bunu söyledim. Ali Kırca uzun süredir artık ortada yok. Kendisiyle Galatasaray maçlarında karşılaşırdık. Ancak bu korona belâsıyla beraber onlar da kesildi. Umarım sağlığı yerindedir. Uzun zamandır görmüyorum. Ama gerçekten Türkiye’de çok önemli bir şey yaptı. Ne yapıyordu? Konuyu alıyordu. En tehlikeli konuları, en tartışılmaz görünen konuları alıyordu. O konunun taraflarını çağırıyordu ve o konunun uzmanlarını çağırıyordu. Kimi durumda sıradan vatandaşları da çağırıyordu. Ama esas olarak konunun tarafları ve konunun uzmanlarını bir araya getiriyordu ve çok sayıda insan, bazı durumlarda 20’den fazla insan böyle tribün gibi otururduk ve Ali Kırca’nın bize söz vermesini beklerdik ya da elimizi kaldırırdık, söz isterdik.
Galiba Türkiye’de, benim tanık olduğum tartışma programı moderasyonunda, moderatörlüğünde, Ali Kırca ve “Siyaset Meydanı” başlı başına bir ekoldür. Hâlâ gözümün önündedir. Ali Abi’nin insanlara söz vermesi, sözlerini kesmesi ve bunu yaparken, o kritik konularda çok da fazla ârıza çıkmazdı. İllâ ki bir şeyler olmuştur; ama benim bildiğim çok büyük bir skandal olay aklıma gelmiyor. Hâfızası benden daha iyi olanlar, YouTube’da vs. yorumlarda, “şunlar şunlar olmuştu, unuttun mu?” diye sorabilirler. Şimdi yayından önce, bu kayıttan önce bazı arkadaşlarımla, o süreçte yer almış, özellikle Ali Kırca’nın bu “Siyaset Meydanı” olayında sağ kolu olduğunu bildiğim Lâle Tayla –ki çok yakın arkadaşımdır– bayağı bir sohbet ettim. Ferhat Boratav daha dışarıdan, ATV’de haber müdürüydü. Ondan da birtakım şeylerle hâfıza tâzelemesi yaptım.
Meselâ bir Yaşar Kemal ve Hayrettin Karaca programı. Çok alâkasız gelebilir siyâsetin ortasında. Ali Kırca Yaşar Kemal’i çıkartmak istiyor; ama Yaşar Kemal tek çıkmak istemiyor. Kendisi gibi toprağa bağlı olduğunu söylediği, biliyorsunuz TEMA Vakfı’nın kurucusuydu Hayrettin Karaca, onu da yanında istiyor ve berâber yaptıkları yayın çok etkili, çok duygusal bir yayın olmuştu. Lâle hatırlattı. Azınlıklar üzerine bir yayın – ki o yayın da, merhum Hrant’ın gerçek anlamda, Türk medyasında ilk defa kendini, böyle gerçek Hrant’ı gösterdiği bir yayın olmuştu. Daha doğrusu Genel Yayın Yönetmeni olarak, çok etkileyici bir çıkış yapmıştı. Yorumlar yapmıştı ve o andan îtibâren insanlar için, “Türkiye’de azınlıklar, Ermeniler” deyince ilk akla gelen isimlerden birisi oldu Hrant ve maalesef bu nedenle, tam da bu nedenle de kendisini çok organize bir şekilde katlettiler. Bir kere daha Hrant’ı bu vesîleyle saygıyla anmak isterim. Başka birçok bölüm var. Mesela Kıbrıs’tan yayın yapıyorlar. Şırnak’tan yayın yapıyorlar en karışık dönemlerinde.
Ben Şırnak’takinde yoktum; ama Diyarbakır’daki bir yayında vardım. Diyarbakır’da tiyatro salonu gibi bir yerde yanlış hatırlamıyorsam, bir yayın oldu. İstanbul’dan, Ankara’dan, değişik yerlerden katılımcılar getirdiler. Ben İstanbul’dan gitmiştim ve sabaha kadar sürmüştü. Sabaha kadar tartışmıştık. Kıran kırana… Korucular da vardı. O dönemin Kürt partisinin mensupları da vardı. Daha ortada olan isimler de vardı. Türk milliyetçileri de vardı. Kıran kırana bir şeydi; ama hep belli bir seviyede sürdü. Çok öğretici ve her şeyden önce demokratik bir ortamdı. Özgürlükçü bir ortamdı ve çoğulcu bir ortamdı. Hatırlıyorum hava soğuktu. Demir Otel… Bir zamanlar çok popülerdi Demir Otel. Gazetecilerin ilk tercih ettiği yerdi. Demir Otel’e döndük. Sabaha karşı, bütün personel, onlar da tabii sabaha kadar oturup bizi seyretmişler. Bölgede zâten çok izleniyordu. O program özellikle çok izlenmişti ve orada bizi bekleyen personel ellerimizi sıkarak, bâzılarının ellerini sıkmayarak –benim elimi sıkmışlardı, onu hatırlıyorum– bizi karşılamışlardı. Biz sabaha kadar orada oturuyorduk. Ali Kırca, ekibi, canlı yayın ekibi, katılımcılar ve Türkiye’nin de hatırı sayılır bir bölümü sabaha kadar o programları izliyordu; hele Kürt meselesi, İslâmcılık gibi konular söz konusu olduğunda…
İslâmcılık demişken… 6 Şubat 1994… Mart ayında yerel seçimler oldu ve İstanbul ve Ankara’yı Refah Partisi aldı. Tam bunun öncesinde ve sonrasında “Siyaset Meydanı” –özellikle sonrasında–; daha sonra 95’teki genel seçimlerde Refah Partisi birinci oldu. Türkiye’de tam bir şok yaşanıyordu. Tam bir kaotik bir ortam vardı. İnsanlar korkuyordu. Seküler hayat tarzına sâhip olan insanlar endîşeliydi. O tarihlerde fakslarla haberleşiyorlardı. Şu anda sosyal medyada olan network’ler, ağlar fakslar üzerinden oluyordu. Sürekli toplantılar oluyor, küçük gruplar kuruluyordu. Laikliğe çağrı grubu, Laikliğe sahip çıkma hareketi vs. ve bir taraftan da Refah Partisi kendini anlatmaya çalışıyordu. Böyle bir ortamda, “Siyaset Meydanı”nın yaptığı yayınlar çok fonksiyonel oldu ve bu yayınların bazılarına ben de katıldım. 1990’da zâten Âyet ve Slogan çıkmıştı. Yerel seçimleri yakından takip etmiştim ve hemen ardından, Ne Şeriat Ne Demokrasi-Refah Partisi’ni Anlamak diye bir kitap da yazmıştım. ATV’de bu işi, Lâle başta olmak üzere düzenleyen insanlar beni tanıyorlardı ve beni programlara çağırdılar. Ben birkaç program sonrasında –ki o tarihlerde serbest çalışıyordum, herhangi bir yere bağlı değildim– para istedim, yani telif. Verdiler ve dediler ki: “Biz ne zamandır yapıyoruz, ilk kez birisi bizden para istedi” dediler. Aldım. Ondan sonra çıktığım her programdan da aldım. Belki para istiyorum diye beni daha az çağırmış olabilirler. Bilmiyorum. Günahlarını almayayım. Öyle atla deve bir para değildi yani ATV için. Ama para aldım. Ondan sonra başka yerlere çağrıldığımda da aynı şekilde para talep ettim — serbest çalışan bir gazeteci olarak. Bâzıları vermeyince, ben de “O zaman ben gelmiyorum” deme şansını yakalamıştım.
Şimdi düşünüyorum. Birikim dergisi, “Siyaset Meydanı” için özel sayı yapmıştı. Yani orada yaratılan, “Siyaset Meydanı” ile berâber ortaya çıkan çoğulcu duygu çok çarpıcıydı. Tabii ki çekemeyenler vardı vs.. Bâzı yerlerde yanlış yapmış da yapmış olabilirler konuk seçimlerinde, ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Televizyon işinde konuk bulmak… hani öyle, herkes geliyor da siz seçiyorsunuz olmuyor bâzen. Bazı durumlarda istediğiniz kişiler olmayınca, bir alta, bir alta iniyorsunuz. Ama “Siyaset Meydanı” bu konuda en avantajlı olan yerlerden biriydi. Konukların daha fazla rağbet ettiği, çağrıldıkları zaman dâvete icâbet ettiği bir yerdi.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Şimdi düşünüyorum, bakıyorum. Bugünün Türkiye’sindeki televizyon programlarında çıkan tartışmalar vs.. İnanın hiçbirisini izlemiyorum. Ama sosyal medyada önüme düşüyor. Adını bilmediğimiz, neyi temsil ettiğini bilmediğimiz birtakım isimler birbirleriyle kavga ediyorlar ve bu kavgaların hiçbir anlamı yok. Yani ne bir bilgi var, ne bir temsiliyet var. Yani şunu diyemiyorsunuz meselâ: Şu kanalda –atıyorum– kur krizi üzerine tartışma izledim. “AKP sözcüsü şunu derken, CHP sözcüsü bunu dedi” diyemiyorsunuz. Böyle bir şey yok. Zâten AKP’liler başkalarıyla bir yere çıkmıyor. Ötekiler bilmem ne yapmıyor vs.. Seviye çok yerlerde. Bir de tabii medya çok bölünmüş durumda. Merkez medya diye tâbir edebileceğimiz bir yer kalmadı. Yani şunu iddia eden; “Ben herkese eşit mesâfedeyim, herkesi çağırırım” diyen bir medya kalmadı. Herkes bir yere angaje olmuş durumda – ki bunların başında da bugünün ATV’si ve onun tabii ki kardeşi ya da çocuğu olan A Haber geliyor.
O tarihte ATV olsun, Kanal D olsun, NTV meselâ, CNN Türk daha sonra, bunların hepsi kendilerinin tarafsız olduğunu gösterme gayretinde olan yerlerdi ve olabildiğince her kesimden insanları çağırmaya ve her kesimden en önde gelen insanları çağırmaya gayret ederlerdi. O günden bugüne, yani 94… Kaç yıl olmuş? 27 yıl… 94’ten bu yana Türkiye’de medya gerçekten çok feci bir durumda. Çöl hâline gelmiş durumda. Biz “Siyaset Meydan”larını yaşamış bir millet olarak, bir ülke olarak bugünkü durumu asla hak etmiyorduk. Bunun çok daha ilerisi olması gerekirken, hele şimdi yeni teknolojilerle birlikte, bunun çok daha gelişmiş olması gerekirken, aynı anda kimseyi stüdyoya getirmeden, Zoom üzerinden ya da başka uygulamalar üzerinden bağlama imkânı olan bir dönemden bahsediyoruz… Ama o çoğulculuk hiçbir şekilde yok. O özgürlükçü tartışma ortamı ve tarafların birbirlerine tahammülleri artık hiçbir yerde yok. Böyle nostaljik bir durum…
Şimdi hatırlıyorum bazı şeyleri. Oradaki, “Siyaset Meydanı”ndaki bazı tartışmaları… Meselâ Diyarbakır’da bahsettiğim olayda, birisi konuşurken ben hemen araya girip, “Siz korucu olduğunuzu da söyler misiniz, ekler misiniz? İzleyiciler ona göre sizi dinlesinler” gibi bir şey söylemiştim meselâ. Bir keresinde, İslâmcılık ve Refah Partisi filan konuşuluyor; o tarihte Bedri Baykam televizyon tartışmalarında çok popülerdi ve bu “Laiklik elden gidiyor” meselesinin sözcülerindendi. Benim tutumuma da çok ciddî bir şekilde karşıydı. Beni çok sık eleştirirdi. O gün yayına bir baktım, onun haberi yoktu tabii bundan. “Siyaset Meydanı”ndayız, o biraz benim önümde ve sol tarafımdaydı. Elinde birtakım kupürler. Kupürler de benim bir yerlerde çıkan haberlerim. Refah Partisi üzerine çıkan haberlerim vs.. Belli ki benden alıntılar yapıp, beni köşeye sıkıştıracaktı. Tabii Ali Kırca’nın bunlardan haberi yok. Nedense söz sırası önce bana geldi ve ben, o saldırmadan, “En iyi savunma saldırıdır” diyerek, Bedri Baykam ve onun temsil ettiği düşünce ve yaklaşım hakkında bayağı sert birtakım çıkışlar yapmıştım. O da kontrpiyede kalmıştı. Böyle bir anekdot hatırlıyorum.
Çok uzatmayayım. “Siyaset Meydanı”nı “Siyaset Meydanı”nı yönetenler anlatsın. Ama arada sırada katılan, izleyen ve bunun önemini bilen birisi olarak, gazetecilik hayâtımı anlatırken “Siyaset Meydanı”na bir saygı duruşu yapmak istedim. Bu arada tabii şöyle bir husus var — Lâle ile konuştuğumda bana şunu aktardı: “En çok istediğim bir yayını bir türlü gerçekleştiremedik. O da nedir? O dönemin en önde gelen gazeteleri, Sabah, Hürriyet, Milliyet genel yayın yönetmenlerini –ki bu gazeteler o tarihlerde çok sık birbirleri arasında tartışırlardı– birlikte çıkartmak istedik. Olmadı” dedi. Televizyonların haber dairesi başkanlarını – ki birisi Ali Kırca, bir diğeri Uğur Dündar’dı, üçüncüsü kimdi hatırlamıyorum ama. “Onları yapmak istedik; ama bir türlü yapamadık. İnsanlar bir araya gelmedi” dedi. Bu da çok güzel bir olay. Ne derler? “Terzi kendi söküğünü dikemezmiş.” Biz gazeteciler böyle bir milletiz. Herkesi bir araya getirirsiniz; ama kendiniz bir araya gelmezsiniz. Türkiye’nin en vahim sorunlarını, Kürt meselesi, İslâmcılık, laiklik, azınlıklar vs. her bir şeyi konuşursunuz. Taraflarıyla konuşursunuz. Ama medyanın durumunu oturup konuşamazsınız. Böyle bir husus var. Zâten medyanın zamanında bir şekilde yakalamış olduğu, kısmen yakalamış olduğu, bu çoğulculuğu, özgürlükçü perspektifi yitirmesinde de biz gazetecilerin birinci derece sorumluluğu var. Tabii ki siyâsetçiler, tabii ki medya sâhipleri vs. de esas sorumlu; ama bizim de günahsız olduğumuzu hiç kimse söyleyemez. Özellikle medya yöneticilerinin ve öne çıkan birtakım editörlerin ve muhâbirlerin bugün gelinen noktada hepimizin çok ciddî sorumlulukları var. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…