Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, siyasette kültür savaşları ve kültür savaşlarının Türkiye siyasetindeki tarihi ve güncel etkisi üzerine Edgar Şar’ın sorularını yanıtladı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Edgar Şar: Merhabalar. “Siyasetname”nin yeni bir bölümüyle daha karşınızdayız. Bugün yılın son bölümü ve 26. bölüm. Daimi konuğumuz Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Bilim Akademisi Üyesi siyasetbilimci Ersin Kalaycıoğlu Hocam bizimle birlikte. Hoş geldiniz hocam.
Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk. İyi günler dilerim. İyi yayınlar olsun inşallah. Bizi izleyenlere de iyi bir yıl dileyelim. Temenni serbest.
Edgar Şar: Çok teşekkürler hocam. Nasılsınız, iyi misiniz?
Ersin Kalaycıoğlu: Sağ olun. Sömestri bitirmeye çalışıyoruz. Normal koşuşturmalar içindeyiz.
Edgar Şar: Zaman ayırdığınız için çok teşekkürler. Sizinle geçen ay yaptığımız programdan beri Türkiye’nin gündem ekonomi. Şu anda Türkiye’de bir krizler yumağı var ve ekonomik kriz en çok hissedileni. Ama bu demek değildir ki bütün meselemiz sadece ekonomik veya politik birtakım ayrışmalar üzerinden anlaşılabilsin, konuşulabilsin. Başlıkta da gösterdiğimiz gibi, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, siyaset biliminde, tarihte ve sosyolojide kültür savaşları dediğimiz bir kavram mevcut. Aslında günlük siyaseti anlamlandırmak konusunda halen çok fonksiyonel bir kavram. Biz de bugün biraz Türkiye’deki kültür savaşlarını bugünü de anlayacak şekilde değerlendirmek istiyoruz. Hocam, kültür savaşları derken kavramsal olarak ne kastediyoruz? Oradan başlayalım, yavaş yavaş özele doğru gidelim.
Ersin Kalaycıoğlu: Bundan altmış yıl kadar önce, iki siyaset sosyoloğu, Amerikalı Seymour Martin Lipset ve Norveçli Stein Rokkan küçük bir kitap boyutunda ortak bir makale yayınladılar. Çok uzunca bir makale. Siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi literatüründe bir klasik haline gelmiş durumda. Lipset ve Rokkan bütün toplumların sosyal ayrıklarla bölündüğünü söylüyorlar. İngilizcede social cleavages olarak ifade ediliyor. Biz bu kavramı günlük dilde kullanmıyoruz ama siyaset bilimi veya herhangi bir bilim terminolojisinde böyle teknik bazı kavramların kullanılması gayet doğal. Onun için bunu ayrımlar veya ayrıklar diye ifade edebilirsiniz. Yani, bir toplumu ortadan derin bir şekilde ikiye bölen, farklı gruplara veya topluluklara ayıran temel sosyolojik olgular olduğunu iddia ediyorlar. Bunların bir tanesinin bütün Avrupa’da geçerli olan kilise, yani din kurumu ile devlet kurumu arasında olan ayrım olduğunu, bunun kökeninin Orta Çağ’a kadar gittiğini ve derin bir şekilde toplumu iki kesime ayırdığını, farklı coğrafyalarda, farklı kesimlere ayırdığını ifade ediyorlar. Bir diğeri, kent toplumu ile kır toplumu. Bunun iktisadi bakımdan farklılıkları da var: Kır toplumu tarımsal bir kökende ekonomisini düzenliyor ve özellikle Avrupa’nın feodal geçmişinde bunun üzerinde yükselmiş olan -Türkçe’de kent soyluları olarak ifade edilen- aristokratik sınıf var. Bunlar aynı zamanda hükümetin bir unsuru. Çok uzun yıllar boyunca kralla veya kraliçeyle birlikte o ülkenin yönetiminde birinci derecede role sahip olmuşlar. Bunların karşısında, kent toplumu yani burjuvazil özellikle 1600’lü yıllardan itibaren önem kazanmaya başlıyor. Hollanda’da biraz daha önce, 1500’lü yıllarda. Bunlar gelirlerini hem endüstri üretiminden hem aynı zamanda ticaretten ve dünya ticaretinden kazanmaya başlıyorlar. Muazzam bir servet ve buna dayalı olarak müthiş bir güç elde ederek, yönetimde etkili olan bu aristokratik üst sınıfla çok ciddi bir siyasal boğuşma içerisine giriyorlar. Onun için kent ve kır toplumu ayrımı dediğiniz zaman, bunun çeşitli boyutlar var ve o şekilde farklılaşmış olduğu gözüküyor ve Avrupa siyasetinde çok büyük ağırlık taşıyor.
Lipset ve Rokkan, Aynı zamanda sosyal sınıflar olarak da farklılıklar olduğunu ifade ediyor. Bazı toplumlar, demin saydığımız gibi bir üst sınıf, aristokrasi; bir orta sınıf, burjuvazi; bir alt sınıf, proleterya; bir de onun altında sınıf olup olmadığı tartışılan lümpen proleter özellikleri bulunan kent yoksulu kitle gibi bir yapıdan oluşan sınıfsal bir ayrım söz konusu. Bu sınıfsal ayrım, özellikle Britanya siyasetinde son derece büyük önem taşıyor. Örneğin, Britanya’daki Parlamento, Lordlar Kamarası aristokratların, Avam Kamarası da büyük ölçüde uzun süre hem orada da örgütlenmeye çalışan aristokratik bir partiye, hem de onun karşısında bir orta sınıf partisi olan Liberal Parti’nin egemenliği altına geçiyor. 20. yüzyıldan itibaren İşçi Partisi bu manzaranın içerisine giriyor. Dolayısıyla İngiliz siyasetinin üzerine oturduğu bu ayrımlar, neredeyse 21. yüzyıla kadar geliyor. Oysa bugün İngiliz siyasetinde de bu ayrımlar yavaş yavaş orasından burasından erozyona uğruyor.
Bunun gibi çeşitli ayrımlar, sadece toplumsal farklılıklar değil, insanların değerleri, düşünceleri, inançları, itikatları itibariyle de derin bir şekilde ayrılabileceğini gösteren başka birtakım ayrıkların ortaya çıkmasıyla da bu makalenin yazılmasından beri çeşitlenerek devam ediyor. Bunların en önemlilerinden bir tanesi, gayet iyi bildiğiniz gibi, etnik veya ırk ayrımları. Bunlar, insanların, mesela ten renkleri veya aileden öğrendikleri, konuştukları dil gibi doğuştan elde etmiş olduğu bazı özellikler dolayısıyla, farklı topluluklara ayrılması ve bu farklı toplulukların, gerek ekonomik hayatta, gerek toplumsal yaşantıda, gerekse siyasal hayatta çeşitli muamelelere tabi tutulması ve bunların bazı ayrımlara neden olması gibi farklılıklarla gayet istikrarlı bir görüntü arz ediyor. İstikrarlı ve tekrarlanan davranışlar haline geldiğinde de buna kurum diyoruz ve kurumsallaşıyor. Bunlar daha önce saydıklarımız gibi tam olarak toplumsal özellikler olma içeriğinde değiller. Bunların bir kısmı, insanların yaşantısında elde ettikleri değerler ve/veya daha önceki kuşaklardan, kolektif tarihin içinden süzülerek gelmiş farklılıklar olarak ortaya çıkıyor. Buna da kültür diyoruz. Kültür dediğiniz şey, kolektif tarihin bugüne bıraktıklarıyla, bizim bugünkü yaşantımızla öğrendiğimiz değerler, inançlar, tutumlar üzerinden ortaya çıkan zihniyet yapıları. Aynı zamanda değer yapılarından ibarettir. Bir siyasetbilimci olan Lucian Pye, siyasal kültür için bu tür bir tanım veriyor ve kültür bu açıdan önem kazanıyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Türkiye’ye baktığınız zaman, bir ölçüde toplumsal ayrımlar söz konusu. Ama bizde, Avrupa’da görülen türden, devletten bağımsız olan bir kurumsal din yapısı, yani Avrupa kilisesinin eşiti veya muadili olan bir yapılanma söz konusu değil. Hiçbir Sünni Müslüman toplumda bu yok. Burada, devletle iç içe geçmiş ve kamu personeli olarak istihdam edilen bir ilmiye sınıfı var. Osmanlı İmparatorluğu’nda da böyle. Dolayısıyla bu ayrım, o kadar toplumsal bir ayrım veya toplumsal-siyasal bir ayrım olarak değil, daha çok kültürel olarak ortaya çıkıyor. İnsanların kutsalla olan ilişkileri: Kutsala, hayatlarında ne kadar büyük bir yer ayırıyorlar, kutsallığı nereye koyuyorlar ve kendi yaşantılarını buna göre nasıl tanımlıyorlar? Bir grup insan, kutsal olarak kabul ettiği bütün unsurlar neyse, onlara göre yaşamayı tercih ediyor. Bazı insanlarsa kutsalın varlığını reddetmemekle birlikte, yaşantılarını sadece kutsalla sınırlı birtakım değerler etrafında kurgulayıp sürdürmeye çalışmıyor. Bu ikinci gruba seküler adını veriyoruz. Dolayısıyla, seküler olanla, dini mutekit olanlar arasında önemli kültürel ayrım söz konusu oluyor. Eğer tarihçilerin, özellikle Halil İnalcık’ın araştırmalarını kabul edecek olursak, bu ayrımın, Osmanlı İmparatorluğu’nda Lale Devri’yle birlikte 18. yüzyılın başlarında çıktığını ve giderek artan ölçüde derinleşerek sürdüğünü görüyoruz. Özellikle kutsalı hayatlarında kabul etmekle birlikte, bütün hayatını onun çerçevesinde düzenlemeyi düşünmeyenler için ussal davranış, yani kendi akıllarına, aynı zamanda bilimsel yönteme, bilim aklına, pozitif bilime ağırlık vererek ondan öğrendiklerini yaşamda bir rehber olarak kabul ederek, ona göre hayatlarını kurgulama eğiliminde olan bir grup var. Dolayısıyla bu iki grup, özellikle 19. yüzyıldan itibaren, Osmanlı İmparatorluğu’nda birbirinden derin bir farkla çok açık bir biçimde görülecek şekilde ayrılıyor. 20. yüzyılda Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte, Cumhuriyetin laiklik ilkesinin, yani din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ilkesini kabul etmesi ve onun üzerine oturan çeşitli kamu politikalarıyla toplumun düzenlenmeye devam etmesi sonucunda ayrım devam ediyor. Bu, esas itibariyle Osmanlı’dan devralınan miras içerisinde mevcuttur ve çok büyük bir kırılma da değildir. Ama özellikle Türkiye’de dini mutekit açıdan bu işe yaklaşanlar böyle yansıtmaya çalışıyorlar; bu konuda bu tür bir yapılanmayı özellikle vurgulamayı tercih ediyorlar. Ama 20. yüzyılın başına geldiğimiz vakit, Osmanlı İmparatorluğu’nda gayet etkin bir biçimde seküler olanla olmayan arasında bir ayrım yerleşmiş, güçlenmiş ve varlığını zaten sürdürmekteydi. Dolayısıyla bunun yeni bir niteliği yok. Kurtuluş Savaşı’nda galip çıkan milliyetçi ve daha laik bir perspektifte olan bir güç, burada edinmiş olduğu kazanımları Cumhuriyet döneminde daha da güçlendirerek sürdürme eğilimini taşımıştır. Bu ayrım, son derece önemli bir ayrım olarak Türk siyasetinde ortaya çıkıyor.
Bunun yanı sıra, birçok Avrupa ülkesinde gözüken, yine kültürel temelde ifade edebileceğimiz bir başka ayrım, mezhep ayrımıdır. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’nda seküler olanla olmayan arasındaki ayrımdan neredeyse iki yüzyıl daha öncesine giden bir mezhep ayrımı var. 14. yüzyıl sonu, 15. yüzyıl başı itibariyle, Osmanlı-İran ilişkileri ve onlardaki savaşlarla da iyice perçinlenen ve Anadolu’yu derin şekilde etkileyen, Celâlî isyanları sırasında daha da kökleşen Alevi-Sünni ayrımıdır. Bu ayrım, Osmanlı İmparatorluğu boyunca sürmüştür ve 20. yüzyıldan itibaren de Cumhuriyet dönemine taşınmış ve bu dönemde de bütün ağırlığıyla bugünkü Türk toplumuna kadar gelmiştir. Onun için, bir yanda seküler-laik ve bunun karşısında Sünni mutekitlerle laikler arasındaki fark, diğer yanda Alevi-Sünni arasındaki fark önemli kültürel ayrımlardır. Ve gayet iyi bildiğimiz gibi toplumu farklı topluluklara bölmektedir.
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda buna bir de milliyetçilik ekleniyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda önce Balkan milliyetçilikleri ortaya çıkıyor ve Balkan milliyetçilikleri Balkanlardaki büyük boğuşma içerisine giren, özellikle askeri görev yapmakta olan Türk subayları ve Anadolu’dan giden, Türkçe konuşan, kendisini Türk olarak kabul eden askerler tarafından bu boğuşma içerisinde öğreniliyor. Bununla birlikte Avrupa’ya gidenler, o tarihlerde Avrupa’da büyük bir dalga şeklinde yayılmakta olan milliyetçilik fikirlerinden de etkileniyorlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap bölgelerinden de gidenler etkileniyorlar ve Arap yazarlar da Arap milliyetçiliğini geliştirmeye başlıyorlar. Zamanla Kürt milliyetçiliği de gelişmeye başlıyor. Dolayısıyla bu milliyetçilik türleri çeşitli boyutlara ayrılarak Osmanlı İmparatorluğu içerisinde gelişmiştir. Özellikle Rusya’dan kaçan ve neredeyse ırkçı temellere dayanan bir milliyetçilik anlayışı taşıyan Gaspıralı İsmail Bey, Yusuf Akçura (Üç Tarz-ı Siyâset kitabı Türkiye açısından okunması önemli olan bir çalışmadır) ve Ahmet Ağaoğlu gibi yazarlar, özellikle 1900’lerin başında Osmanlı İmparatorluğu’nda, bilhassa üniversite gençliği üzerinde Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam kitabında açıkça ifade ettiği gibi, çoğunda son derece etkili olan bir milliyetçilik türü geliştirmiştir. Bu, daha önce Balkanlardan elde edilen ve büyük ölçüde eski millet sisteminden, yani dini farklılıklara dayanan bir milliyetçilik anlayışından çok, ırka dayanan etnik bir milliyetçilik anlayışına dönüşmüştür.
Buna bir de, Kurtuluş Savaşı sırasında Misak-ı Milli sınırlarını korumak amacıyla girişilen mücadele ile toprağa bağlı olarak tanımlanan, yani vatan esaslı, vatanseverlik asıllı milliyetçilik boyutu eklenmiştir. Burada milli unsuru bir dine dayalı veya bir ırka dayalı olarak değil, bir vatanda doğan ve o vatanın kültürü içerisinde değerlerini edinen ve büyüyen herkese teşmil eden ve vatanseverlik, vatanperverlik, vatandaşlık anlayışında bir milliyetçilik anlayışı gelişmiştir. Vatan, Misak-ı Milli sınırları olarak Osmanlı Meclisi’nin son kararlarından biridir; 1920’de aldığı bu kararla sınırlı olan bir anlayış biçimi olarak düşünebiliriz.
Bu üç milliyetçilik algısı veya tanımı, birbirlerinden ayrışmış, kendi aralarında ayrımlar üretmiş, farklı milliyetçilik anlayışlarına neden olmuş, aynı zamanda bunlar arasında zaman zaman sürtüşmeler ve çatışmalar ortaya çıkmıştır. Ama aynı tür milliyetçiliğin, Osmanlı tebaası olan Araplarda, Ermenilerde, Kürtlerde, Balkan bölgesinde Ortodoks milleti arasında çeşitli milliyetçilikler olarak geliştiğini ve benzer özellikler gösterdiğini, yani dine ve ırka vurgu yapan içeriklerde olduğunu görmekteyiz. Etnik Türk milliyetçiliğiyle, etnik Kürt milliyetçiliği şeklinde ifade edeceğimiz bir ayrım, özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden, yani 1990’lardan itibaren son otuz yıldır, Türkiye’de giderek ağır bir şekilde ve giderek artan ölçüde dinden bağımsızlaşmış bir içerikte etkili olmaya başladı. Daha önce, örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde birtakım Kürtçülük ayaklanmaları söz konusuydu. Şeyh Sait İsyanı bunun en belirginleri. Ama orada bir Nakşibendi Kürt ayaklanması olgusu görüyoruz. Yani dinle çok iç içe. Bu ayrım, daha sonraki dönemlerde değişti. Özellikle 1970’lerden itibaren, daha ço,k etnik temelli bir ayrım haline geldi ve din, Kürt milliyetçiler arasında daha geri planda bırakılmaya başlandı. Orada onlar içinde de bir ayrım oldu. Dine daha fazla vurgu yapanlar ile etnik özelliğe daha fazla vurgu yapanlar arasında bir ayrışma veya ayrılma söz konusu oldu.
Buradaki bu ayrımların derinleşmesi ve giderek bunların birbirinden uzaklaşması, ayrımın çapı ve derinliği, siyasetçiler için müthiş bir maden üretiyor. Buradaki değer farklılıklarını benimsemiş olan kitleleri ne kadar birbirlerinden ayırabilirseniz ve bu ayrımı ne kadar derinleştirebilirseniz, buradaki bir grup içindekilerin diğer grupla bağ kurmasını, aynı dili geliştirmelerini, belli temeller üzerinde uzlaşmalarını ve bir arada yaşama olanaklarını derinleştirmelerini ve kolaylaştırmalarını, ayrıkların bir çatışmaya dönüşmesini zorlaştırırsınız. Siyasette özellikle bu tür kültürel farklılıkları kullanmayı hedefleyen siyaset erbabı, bunlar üzerinden çatışmayı körükleyen, ayrışmayı artıran ve boğuşmayı güçlendiren bir yaklaşım geliştirmeyi ve kullanmayı hedefliyorlar. Bunun yaratmış olduğu sonuç, kültürel değerlerde ortak noktası pek olmayan ve dolayısıyla uzlaşması fevkalade zor olan, adeta birbirleriyle tamamen farklı dünyaların insanları gibi düşünen ve kendilerinin yaşamakta oldukları toplum hakkındaki fikirleri birbirinden tamamen ayrışan, “İyi bir toplum nasıl olur?” sorusuna kendi verdikleri yanıtla, başka değerlere sahip olanların verdikleri yanıtlar arasında tam bir uzlaşmazlık bulunan bir çerçeve ortaya çıkabilmektedir. O zaman bu değerlerden hangisi başat olacak, diğerine egemenlik sağlayacak, ve milletin kabul ettiği genel değer haline dönüştürülecek? Bunun kavasına girmeye başlıyorsunuz ki bu kavga özellikle bazı alanları derinden etkiliyor. Örneğin eğitim alanını. Hangi tür milliyetçiliği anlatacaksınız? Hangi tür laikliği anlatacaksınız? Hangi tür değerleri eğitim programında, örneğin yurttaşlık bilgisinde, tarihte, siyasi coğrafyada öğrencilere aktarmaya başlayacaksınız? Bunlar yanıcı sorular haline dönüşmeye başlıyor ve bunlar üzerinden, çocukları ve onların ailelerini müthiş bir boğuşma ortamına kolaylıkla sokabiliyor.
Almanya, kendi gelişimi sırasında 19. yüzyılda Bismarck’ın Başbakanlığı veya Şansölyeliği döneminde bunu ciddi boyutlarda yaşamış bir ülkedir. O zaman Kulturkampf kavramı üretilmiş bunun için. Benim bildiğim kadarıyla bu kavramı Türkiye’de ilk kullanan 1973’te Nur Yalman oldu. Kendisi Harvard Üniversitesi antropoloğudur. Esasında bunun mevcut olduğu, ama her şeyin buna indirgenemeyeceğini iddia ediyordu. Fakat 73’ten bugüne, Türk siyaseti büyük ölçüde değişti. Buradaki iktidar ve güç ilişkileri, o tarihlerde algılanan ve Şerif Mardin’in ünlü merkez-kenar ayrımı üzerine oturan teorik yaklaşımının artık pek geçerli olmadığını gösteren bir aşamaya geldi. Bu aşama, 1990’lardan itibaren görülebiliyordu. 1990’lardan itibaren, yapmakta olduğumuz araştırmalardan edindiğimiz bulgular çerçevesinde buna işaret etmeye çalıştım. 2000’li yıllardan itibaren de Türkiye’de bir kulturkampf’ın bütün ağırlığıyla yaşanmakta olduğunu ifade ettim. Çünkü Soğuk Savaş dönemlerinde, yani 1946’dan 1990’ların başına kadar geçen dönemde, bu tür kültürel ayrımlar biraz daha geri plana itilmişti. Ortaya çıktığı zaman bile, Türkiye’de sanki bir sosyal sınıflar ayrımına oturuyormuş izlenimi verilmeye çalışılıyordu. Bu konuda gerek popüler, gerek akademik yayın yapanlar, bir şekilde sınıf ayrımı olarak bunu ifade etme eğilimindeydiler. 1991 sonrasında, sınıfsal ayrımların dünyadaki ağırlığının azalması, Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Türkiye’de 1980 darbesinden sonra izlenen politikalarla sola iyice bir nüzul inmiş olması dolayısıyla, bu düşünce sistemi cazibesini kaybetti.
Esasında, Ergun Özbudun’un, İlter Turan’ın, Ahmet Naki Yücekök’ün 1970’lerde yaptıkları çeşitli araştırmaların bulguları, Türkiye’de, Avrupa’da ifade edilen türden bir sınıf yapısının olmadığına işaret ediyor. Princeton Üniversitesi Yayınları, 1950’ler-60’lar boyunca siyasal kalkınma üzerine odaklanan bir dizi kitap yayınlamıştır. Bunlardan biri de, 1963’te, Robert Ward ve Dankward Rustow’un editörlüğünü yaptığı Türkiye-Japonya karşılaştırmasıdır. Bu yayında Halil İnalcık’ın da bir makalesi yer alıyor. İnalcık o makalede Osmanlı’daki sosyal sınıfları şöyle tanımlıyor: Osmanlı’da iki tane sınıf var: Bir tanesi askeri sınıf. Bunlar yönetimdeydiler. Kendilerini toplumdan farklı ve üstün gören bir nitelikteydiler. Hoca, bunların içerisinde ilmiyeyi de dâhil ediyor. Bunlar hükümet etmek göreviyle kendilerini yükümlü olarak görüyorlardı. Herhangi bir üretim faaliyetinde bulunmuyorlardı, vergi de vermiyorlardı. Bunun karşısında ise, çok geniş, gayet karmaşık, farklı kültürler, diller, dinler ve milliyetlerden oluşan reaya vardı. Reaya ise üretim yapıyordu, üretimden elde ettiği gelirin vergisini veriyordu ve aynı zamanda savaş gerektiği zaman, savaşta da asker olarak fiilen bulunuyor ve ölüyordu. Halil İnalcık, iki sınıf arasındaki ilişkiyi bu şekilde tanımlıyordu.
Tabii biz, Avrupa’daki Marx’tan etkilenen dağılımla, 50’ler, 60’lar ve 70’lerde yapılan araştırmalar çerçevesinde sosyal sınıflara bakmaya çalıştığımız için, bunların siyasal davranışlarıyla ilgili pek bir kanıt bulamadık. Bizdeki siyasal davranışlar daha çok kültürel ayrımlara dayanıyor. Ama sınıfı Halil Bey’in söylediği şekilde ifade etmeye başlarsanız, siyasetteki davranışlara açıklayıcı bir unsur olarak sosyal sınıfın ortaya çıktığını görüyorsunuz. Türkiye’de bugün iki sınıf olduğunu söyleyebilirsiniz: Bir tanesi profesyonel bir sınıf. Yüksek eğitimi olan, mesleği olan, mesleğe dayalı veya dayanmayan işi olan, bundan düzenli ve sürekli kazanç elde eden, vergi ödeyen bir sınıf. Bir de, kazanç karşılığı hiçbir işte çalışmayan, eğitimi olmayan veya çok az eğitimi olan, profesyonel bir mesleği olmayan, işi olmayan, geniş bir kitle. Bizim yapmış olduğumuz araştırmalarda ortaya çıktığına göre bu kitle, Türkiye’deki en büyük seçmen blokunu oluşturuyor.
Ali Çarkoğlu ile birlikte 2007-2008’den beri Türkiye’de Uluslararası Sosyal Araştırmalar Programı’nın (International Social Survey Programme) bir parçası olarak, saha araştırmaları yapıyoruz. Uluslararası ve büyük çoğunluğu sosyolog olan bir ağ tarafından düzenlenen bu araştırmalarda, sosyolog meslektaşlarımızın ısrarı üzerine, özellikle iş ve meslek hakkında ayrıntılı sorular sorma uygulamasına geçtik. Bu sorulardan bir tanesi, insanlara şu anda herhangi bir işte çalışıp çalışmadıkları ile ilgiliydi. Çalışmıyorlarsa, geçmişte çalışıp çalışmadıklarını soruyor. Kişi emekli olmuş olabilir veya bugün işsiz olabilir ama daha önce işi olabilir vesaire. Türkiye’de 2008’den bugüne görebildiğimiz kadarıyla, %35-40 kadarlık bir kitle, geçmiş de dâhil olmak üzere, sistematik olarak kazanç karşılığı hiçbir işte çalışmadığını ve dolayısıyla herhangi bir işi olmadığını ifade ediyor. Zaten daha sonra bunların mesleklerine baktığınız zaman, bir mesleklerinin olmadığı, eğitim düzeylerinin çok düşük olduğu ortaya çıkıyor. Ama burada kadın ve erkekler arasında bir ayrım var: Bu kitlede kadınlar baskın durumda, kitlenin 4’te 3’ü kadın. Kadınların ortalama eğitim düzeyi iki-üç sene. Yaşları, erkeklere nazaran daha yüksek. %80’i kadın olan bu kitlenin yaş ortalaması 55 ve üzeri. Erkeklerin ise 20’li yaşlar. Biraz eğitim almış ama iş aramakta olan bir kitleye işaret ediyor ve bunların oranı bir hayli düşük. Bu kitlenin ağırlığı bir hayli yüksek gibi gözüküyor. Türkiye’de kültürel ayrımların yanı sıra böyle bir sosyal veya sosyoekonomik ayrımın da mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Bunun üzerinden düşünüp yaklaşırsanız, Türkiye’deki siyaseti anlamak konusunda bağımsız değişken olarak ifade ettiğimiz bir etkenin varlığını da ortaya çıkarmış olabilirsiniz. Bu etkenin açıklayıcı bir rolü olduğunu da düşünebilirsiniz. Ama Türkiye’de yaşanan bu kültürel ayrımların ağırlığı nedeniyle, bunları kullanan siyaset erbabının mahareti ölçüsünde, bunların ayrıştırıcı ve çatışmacı bir özelliğe sahip olduğunu ve bu ayrıştırma ve çatışma üzerinden de Almanların ifade ettiği gibi bir kulturkampf, kültürel temelli çatışma/boğuşma yaşandığını söyleyebilirsiniz.
Bugün Türk siyasetinde görülen, özellikle iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi ve MHP’nin izlediği politikalar bu temelde olduğu için; biri din ve laiklik üzerinden, diğeri ise özellikle milliyetçilik üzerinden bu tür bir ayrışmanın partisi olarak Türk siyasetine ağırlıklarını koyduklarını görürsünüz. Her ikisi de geldikleri köken itibariyle, yani Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet Partisi kökenli AKP’nin ve daha önce Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi olarak bir dönem devam eden MHP’nin temel olarak üzerine oturdukları, bu tür bir değerler sistemi ayrımıdır. Ve bunu fevkalade büyük bir maharetle 1990’lardan itibaren kullanmaya başlamışlardır. Soğuk Savaş’la birlikte Türk siyasetinin zemini değiştiği ve sınıfsal düşünce bir miktar ortadan çekildiği için, onu yansıtan bir sol-sağ ayrımı yerine, kültürel farklılıkları yansıtan bir sol-sağ ayrımının seçmenin zihniyetine oturmuş olduğunu görüyoruz. Hem demin bahsetmiş olduğum araştırmalar ile hem de, seçim döneminde Ali Çarkoğlu ile 2007-2011, 2015’te iki tane ve 2018’de yaptığımız “Türkiye’de Seçimler” araştırmalarından, bunların ayrımı ve bu ayrımların kullanımının, bu iki partiyi büyük bir başarıyla iktidara taşımış olduğunu ve o tartışmaların, Türkiye’deki gündemin altyapısını, arka planını oluşturan bir içerikte olduğunu görüyoruz.
Bugün bir dizi siyasi kriz var. Rejim krizi var. Anayasa krizi var. Anayasaya uyma-uymama durumunda olan bir iktidar var. Yeni yaratılmış olan bir Neopatrimonyal Sultanistik veya Sultanizm rejiminin dayandığı temeller ve bunun üretmiş olduğu siyasi ve iktisadi krizler var. Bunların tamamının arka planında, kulturkampf, yani kültürel ayrımlar üzerinden, bir tarafta laikler ve mutekit Sünniler, Aleviler ve mutekit Sünniler, diğer tarafta da etnik Türk milliyetçileri ve etnik Kürt milliyetçilikleri arasındaki çatışmadan kaynaklanan bir zihniyet ortamı oluştuğunu görüyoruz. Bunu maharetle kullanan siyasiler ve onların ürettikleri çeşitli gündem maddeleri, bu ayrımı olabildiğince canlı tutmak, açmak ve derinleştirmek; bir taraftan öbür tarafa bağ kurmayı, köprü kurmayı zorlaştırmak, hatta imkânsızlaştırmak, o sayede sürekli iktidar olmanın yolunu açmak gibi bir endişeyle hareket ettiğini ve bu açıdan gündem belirleyecek bir terminoloji kullandıklarını, bunu da, denetimleri altına almış oldukları geniş bir medya, yani ana akım medya, sosyal medya ağıyla desteklemek için çalıştıklarını görüyoruz. Onun nedenle, bu siyasiler için ve bu akımlar için temel olan, olayların ortaya çıkışındaki anlatımın, bu kültürel fay hatları üzerindeki çatışmayla bir şekilde ilişkilendirilmesi ve oradaki geniş kabul görmüş olan kavramlar ve simgelerin, – bunlara mem de diyoruz –bu kültürün genleri üzerinden mesajlar verilmesi ve anlaşılmasının sağlanmasıdır. Olayın vukuu o kadar önemli değildir, şüyuu önemlidir. Tabii bu, Türkiye’de ilginç bir siyasal iletişim ortamı doğuruyor. Bir olay oluyor, bunu iktisatçılar kendi alanlarındaki yerleşik iktisadi kuramlar, onların hipotezleri vasıtasıyla anlamaya ve anlatmaya çalışıyorlar. Bu, sizi Türkiye’deki siyasal ortamda son derece sorunlu bir noktaya götürüyor. Oysa iktidarda bulunan güçler, buradaki olayların gelişiminin bu kulturkampf çerçevesinde anlaşılmasını istiyor. Dolayısıyla, iktisadi krizin iktisadi değişkenler, iktisadi kuramlar ve iktisadi bakış açılarıyla değil, olabildiğince kulturkampf açısından tanımlanmasına çalışıyorlar. Zaten geri planda bu oluşuyor.
Ama son dönemlerde, dikkat ederseniz, iki tane gayet örgütlü ve güçlü iktisadi kuruluş çok ciddi bir şekilde ayrıştı: Bir tarafta TÜSİAD, “Yerleşik iktisat görüşleri, anlayışları, teorisi çerçevesinde Türkiye’deki siyaseti değerlendirmeye bakmamız lazım. Hükümeti bu yola girmeye çağırıyoruz’’ açıklamasını yaptı. Bu, onların istediklerinin tam tersi. Bu yola girecek olursanız, o zaman kulturkampf’ı terk ediyor ve onları iktidara taşıyan bu büyük çatışma fay hatlarından uzaklaşmayı ve olayları serinkanlılıkla, iktisadi çerçeve içerisinde görerek, o şekilde yaklaşmayı öneriyorsunuz. Buna karşılık, son yıllarda medyada pek gözükmeyen bir iktisadi kuruluş olan MÜSİAD, açıklamasıyla ortaya çıktı. Hatta bir ara ben, “Acaba artık çalışmıyorlar mı? Kapandılar mı?” diye düşünmeye başlamıştım. Çünkü 2000’lerin başında, özellikle 2001 mali krizinde en fazla yırtınan, çabalayan ve medyada yer etmeye gayret eden MÜSİAD’dı. MÜSİAD’ın açıklaması, TÜSİAD ile taban tabana zıt. Burada, kulturkampf’ın büyük sermaye içerisindeki boğuşmasına tanık olduk. Başka türlü kolay izleyemeyeceğimiz bir olgu, birdenbire ortaya çıktı. Bu aynı zamanda, büyük sermaye içinde de bir kulturkampf yaşanıyor demektir. Burada sermaye paylaşımının belki de yeniden değiştirilmesi, yapılandırılması girişimleriyle de karşı karşıya olabiliriz. Dolayısıyla, bir sermaye grubunun küçültülmesi veya marjinalleştirilmesi, onun yerine kulturkampf ile uyumlu bir başka sermaye grubunun, daha güçlü bir şekilde ekonominin çalışmasında etkin hale gelmesi, hükümetin yaptıklarını onaylaması ve en azından bu siyasi partilerin, daha önce oy vermiş olan kitlelerine bazı farklı mesajlar verilmesinin sağlaması ile ilgili bir işlev görmeye başladı. MÜSİAD, “Siz yanlış yerlere bakıyorsunuz. Oraya bakmayacaksınız. Temel itibariyle ihracatımız artıyor, dış ticaret fazla veriyor. Dolayısıyla Türkiye bir başarı öyküsüne imza atıyor ve burada müthiş bir değişme söz konusu oluyor. Bunu da serbest piyasa ve küreselleşme ilişkileri içerisinde yapıyoruz” mesajıyla, TÜSİAD’ın mesajının tam tersi bir mesaj vermekte olduğu görülüyor. Nitekim Cumhurbaşkanı bu fırsatı hiç kaçırmadı, MÜSİAD’a teşekkür etti. TÜSİAD ve ‘’onun yavrularına’’ bir dizi eleştiride bulundu ve sonuç itibariyle yapılanların ne kadar doğru ve ne kadar iyi olduğunu ifade etti. Burada, özellikle kültürel fay hatlarından laiklik ve mutekit Sünnilik arasındaki farkın rol oynadığı temel bir sermaye sınıflaşması ve o sınıfsal değişikliklerin sağlanabileceği bir ortamın oluşturulması gibi bir hava varmış gibi gözüküyor. En azından bütün bu gelişmeler içinde MÜSİAD zarara uğramış gibi gözükmüyor. Onlar büyük yarar sağladılar mı, sağlamadılar mı bilemem, ben iktisatçı değilim. Ama yayınladıkları mesajdan böyle bir zararlarının olmadığı anlaşılıyor; onların çıkarına hizmet ediyormuş gibi gözüküyor. TÜSİAD’ın ise endişelerini dile getirmesi dolayısıyla bugün olmasa bile bir riziko gördüğü, bu rizikonun kendisi açısından kendi çıkarlarını tehdit eden bir mahiyette olduğunu ifade ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu, arka plandaki önemli bir farklılıkmış gibi gözüküyor ve buradaki kriz sürecinde daha ayrıntılı olarak bu farklılıkların somutlaşmasını, herhalde daha uzun dönemde görecekmişiz gibi geliyor.
Şu andaki gelişmelere, büyük bir mali kayba uğraması dolayısıyla, çok geniş bir kitlenin, doğal olarak bu konu üzerinde düşünen ve çalışan hem meslektaşlarımızın hem medya çalışanlarının odaklanmış olması anlaşılabilir. Bu aynı zamanda, Türkiye’deki gelir dağılımını ciddi ölçüde bozan bir içerikte. Zaten enflasyon var. Enflasyon Milton Friedman’ın tabiriyle sizin oylarınızla desteklememiş olduğunuz bir vergi uygulamasıdır. Biliyorsunuz vergi, bizim oylarımızla desteklediğimiz yasama organı tarafından yasayla belirlenir ve ondan sonra yürütme tarafından salınır. Dolayısıyla vergi salma işleminde, özellikle temsili hükümet söz konusuysa – demokrasi bile değil – temsili hükümetin dayandığı payanda ve temel mantık, vergilendirmenin, halkın onayına dayalı olarak yapılmasıdır. Enflasyon, Milton Friedman’ın tabiriyle halkın onayına dayanmaksızın yapılan bir vergilendirmedir ve gayet adaletsiz bir vergilendirmedir. Dikkat ederseniz, bu ekonomik krizde enflasyon konusu, bugünkü tartışmalarımızda iyice geri plana atılmıştır. Nitekim faizle enflasyon arasındaki bağlantı, hükümet tarafından tamamen kopartıldı. Faizle enflasyon arasındaki bağlantının önce bildiğimiz gibi olmadığı söylendi; faizin neden, enflasyonun sonuç olduğu iddia edildi. Tabii dünyada kabul edilen ekonomi teorisinde böyle bir şey yok; ispatlanmış herhangi bir araştırma da yok. Dolayısıyla, bu tamamen yine kulturkampf çerçevesinde düşünmeniz gereken bir ifadelendirme. Şimdi ise faiz, dövizle ilişkilendirildi; fiyatla ilişkilendirme tamamen arka plana atıldı. Böylece, çok daha farklı bir konuya gelindi. Enflasyon özellikle derinden geniş kitleleri etkiliyor. Bu kulturkampf’ın iki tarafını da etkiliyor. İktidardaki partilere oy verenleri de etkiliyor ve muhtemelen daha da çok etkiliyor. Onun görünmesini engelleyecek bir sis perdesi, döviz tartışmalarıyla daha ön plana çıktı. Dövizdeki o çalkantının biraz istikrar bulması ‘’büyük başarı’’ olarak açıklanarak, buradaki algının önü kesilmiş oldu. Dolayısıyla, siyaset erbabının maharetini anlamak istiyorsanız bu tür şeylere bakmakta büyük yarar var.
Edgar Şar: Hocam, Kulturkampf dediğimiz kültür savaşları, sizin de söylediğiniz gibi, siyaset erbabının tartışmayı hep oraya çekmek istediği bir eksen sunuyor. Türkiye’de yirmi yıldır aynı iktidarın olduğunu, Türkiye’deki kültür savaşlarının ve kültür ayrımlarının iki temel ayrımını belli bir tarafında olan iki hareketin şu anda iktidarda olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, o iktidar blokunun, tartışmayı, özellikle böyle ekonomik kriz zamanlarında, yani iktisadi-politik ayrımların ortaya çıkma ihtimalinin daha yükseldiği zamanlarda kulturkampf ekseninde tutmaya çalıştıklarını siz de söylediniz. Son yıllarda yapılan bütün seçimler üç aşağı beş yukarı buna göre sonuçlanmış olsa da, bir tek, 2019’da yapılmış yerel seçimlerde, Kürt milliyetçilerinin partisine oy veren seçmenlerle, bir kısım seküler Türk milliyetçilerinin aynı adaya oy verdiği büyük şehirler ortaya çıktı. Bu, kulturkampfın belli ölçüde yenilgiye uğratıldığı anlamına gelir mi? Bunu nasıl okumalıyız?
Ersin Kalaycıoğlu: Buradan çıkış mümkün mü? Bu araştırılıyor. Buradan çıkışı mümkün kılabilecek koşulların neler olduğu konusunda dünyaya bakabilirsiniz. Dünyada bizim gibi derin kültürel farklılıkları olan ve bunun üzerinden savaşmış bulunan ülkeler var. Bunun üzerinden barış tesis edip, bir hukuk devleti olarak demokrasiyle yönetilmekte olanlar var. Bunların içinde en başarılısı İsviçre. İsviçre, aynı zamanda dünyadaki iki temel demokrasi modelinden bir tanesi. Bu perspektif, Hollanda asıllı Amerikalı siyasetbilimci Arend Lijphart tarafından ileri sürülmüştür ve genel kabul görmüştür. İki temel model var: Bunlardan biri, Westminster modeli denilen, Britanya’nın çoğunlukçu demokrasi modeli. Biz onu alarak 1920’lerde yola çıktık. Özellikle rahmetli Mümtaz Soysal’ın Dinamik Anayasa Anlayışı kitabını okuma fırsatı bulursanız, bu iddiayı bütün açıklığıyla orada görmeniz mümkün. Ben kendisine hak veriyorum o yüzden bu şekilde bir ifade kullanıyorum. İkinci model de, çoğulcu bir içerikte olan İsviçre. İsviçre bütün bu farklılıklara rağmen, bu farklılıklardaki ayrımı kapatıp, derinliği azaltıp, bunlar üzerinden insanların hayatlarını tehdit altında görmeksizin yaşamalarını mümkün kılan bir demokrasi modeli ortaya çıkarabilmiştir.
Biz bunu becerebilir miyiz? Şu ana kadar bunun bir belirtisi yok. Ama çok farklı kökenlerden gelen muhalefet partilerinin bir araya gelerek, bir arada çalışma azmi gösterdiklerini 2016 ve 2017 yıllarındaki Referandum girişiminden beri görüyorum. Ve bunlar bir hayli yol aldılar. Dolayısıyla henüz belirti yok diyorum, başarıya erişmiş bir sonuç yok ama örneğin dün bir açıklama yaptılar: Kendilerinin üzerinde çalıştıkları bir siyasal rejim tasarımı –Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim- üzerinde uzlaştıklarını söylediler. “Bunun ayrıntıları üzerinde anlaştık ve bunu kamuoyuna ilan edeceğiz” dediler. Dikkat ederseniz, bu altı partinin içinde mutekit Sünni kökenlerden gelen Saadet Partisi var. Az önce saymış olduğum siyasal partiler geleneğinin uzantısı olan bir parti. Fazilet Partisi kapatılınca Adalet ve Kalkınma Partisi ve Saadet Partisi diye iki parti kurulmuştu; onlardan bir tanesi. Onlar, bu çatışmacı ortamın bitirilmesi, barış ve uzlaşma içinde, çoğulcu bir şekilde yaşamayı öneren bir yaklaşımdalar. Tabii, bunun içinde MHP kökenli İYİ Parti var. O da demin saymış olduğum partiler zincirinin bir uzantısı, ama MHP’den ayrışmış bulunuyor. Cumhuriyet Halk Partisi var. Demokrat Parti var. Aynı zamanda, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi var. İkisi de Adalet ve Kalkınma Partisi’nden ayrılmış kişilerin kurdukları partiler. Bunun dışında kalan, Türkiye İşçi Partisi, HDP gibi diğer partiler de var. Onların da bu tasarım konusunda bu partilerle çok bir uzlaşmazlığı olmadığı gözüküyor. Burada kritik olan şey ne? Eğer bu tasarım, çatışmacılıktan uzlaşmacılığa dönecekse, uzlaşmacılığın üzerine oturacağı temel uygulama nedir? İngilizce tabirle inclusivity yani, insanları karar alma süreçlerine dâhil etmek ve onların bu süreçlere yabancı kalmamasını sağlamak, onların bu süreç içerisinde o sürecin bir parçası olma, üretilen siyasal kararların ortaya çıkmasında, çorbada tuzlarının olması imkânını sağlamak. İsviçre böyle yönetiliyor. Kimse dışlanmıyor. En küçük grup olan İtalyan asıllılar bile, herhangi bir temel karar alma sürecine dikkate alınıyor. Onların göstereceği tepkiler, ciddiye alınıyor. Onları dışlamayan, herkesi sürecin içine alan süreçlerle çalışıyor. Mesela bu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çalışma ilkelerinin katı çoğunlukçuluktan çoğulculuğa fırsat veren bir çoğunlukçu anlayışa dönmesi gibi bir gereksinim ortaya çıkartıyor. Bunu iç tüzük değişiklikleriyle becerebilecekler midir, bilmiyorum. Onu zaman itibariyle göreceğiz. Ama sonuçta, dediğiniz şeyin yapılabileceğini 2016-2017’den itibaren önce referandum konusundaki “Hayır” kampanyasında, sonra 2019 seçimlerine giderken bu partiler arasındaki uzlaşmada gördük. Çünkü bu partiler, kulturkampfın yararsız olduğunu, sürekli olarak kriz ürettiğini görüyoruz. Bir de, 2017’den sonra geçmiş olduğumuz Sultani rejimin kendisi, sürekli istikrarsızlık ve zikzaklarla çalışan, özellikle iktisadi ve siyasi karar alamama özelliği olan bir niteliktedir. Alınan kararlarda da çok sık geri dönüşlerin yaşandığı bir rejim tipidir. Dünyada onlarca örneği var.
Benim uzmanlık alanım karşılaştırmalı siyaset. O alana Türkiye’yi oturttuğum vakit görüyorum ki Türkiye, Latin Amerika’dan Asya’ya kadar, Afrika’yı da içine alan coğrafyada çok farklı ülkelerde uygulanmış böyle bir rejime sahip. Hiç de öyle görülmemiş bir şey değil. Bu rejimlerin ortak özelliği, müthiş bir istikrarsızlık yaşamaları. Çünkü siyasi kararların üretiminde bir tek kişiye çok büyük ağırlık veriyor ve kurumları dışlıyor, erozyona uğratıyor, yok ediyor. Bakın, kaç tane kurum yok oldu. Türkiye’de ekonomik krizin yaşanmasının temel nedenlerinden bir tanesi, fiyat istikrarıyla uğraşması gereken Merkez Bankası’nın berhava edilmiş olmasıdır. Onun yerine Fiyat İstikrarı Komitesi diye bir şey uydurdular. Ne olduğu belli değil. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nın açıklamalarından öğreniyoruz ki, bu hiç toplanmamış. Zaten dünyada fiyat istikrarını korumakla en ziyade ilişkilendirilen kurum Merkez Bankası’dır. Merkez Bankası bu işlevi yapmaktadır ve bunun için kurulmuştur. Şimdi Merkez Bankası’nı devreden çıkartıyorsunuz, onun yerine statüsü ne olduğu belli olmayan, yeri, konumu, gücü, yetkisi belli olmayan bir şey kuruyorsunuz. Onun kurumsallaşması için de dünya kadar çaba sarf ediyorsunuz. Öbür taraftan Merkez Bankası kanunu diyor ki “Fiyat istikrarını temin edeceksin.” Bunlar birbirleriyle çatışacak. Tabii buradan ortaya hengâme çıkıyor, kriz doğuyor. Bunlar yanlış kararlar. Dolayısıyla bu kararlar, Neopatrimonyal Sultanizmin temel özelliğidir. Bu rejim böyle sürdüğü sürece, hiçbir şekilde fiyat istikrarı, karar istikrarı ve ekonomik istikrar beklemeyin. Dolayısıyla, siyasi ve ekonomik bir istikrarın olmadığı rejimler olarak ortaya çıkıyor. Bunlar çatışmacılığı daha fazla ön plana çıkartıyor. Dışlayıcılığı ön plana çıkartıyor. Çünkü bu, ayrımın iki yanında olanların, birbirini dışlaması üzerine kurulular. “Sen bu vatanın evladı değilsin, vatan hainisin. Düşmansın” terminolojisi üzerinden, sürecin içerisine dâhil edilen, kucaklanan, içselleştirilen insanlar çıkabilir mi? Oysa, Robert Dahl’ın vermiş olduğu demokrasi tanımı, ki bugün dünyada en ziyade kullanılan tanımların başında gelmektedir, demokrasinin, iki temel sütun üzerinde inşa edildiğini iddia ediyor: Biri, inclusivity, yani insanların siyasi karar alma süreçlerine siyasal katılma ve temsile dâhil edilmesi. İkincisi contestation, yani itiraz etme ve karşı çıkma. ‘‘Bu da, muhalefete neden olur’’ diyor Robert Dahl. Demokrasi, bu iki temel kurum üzerine oturuyor. Bizde hem muhalefet düşman olarak addedilip yok edilmeye çalışılıyor, hem de öbür taraftan, dışlanma, temel politika haline getirilmiş durumda. Dolayısıyla demokrasi olarak çalışması mümkün değil. Bu altı partinin, bunun tersini oluşturmaya çalışmakta ne kadar başarılı olacağını beraber izleyip göreceğiz.
Edgar Şar: Hocam çok teşekkürler. Süremizin sonuna geldik ama konuyu çok toparlayıcı ve kapsamlı bir açıdan değerlendirmiş olduk. Hem tarihsel olarak arka planına baktık, hem bugünü iyi anlamlandırabilecek bir çerçeve de sunmuş olduk. Çok teşekkür ederiz. Gelecek ay, yeni yılda sizle görüşmek üzere diyelim.
Ersin Kalaycıoğlu: Ben de bizi izleyenlere iyi yıllar diliyorum. Ümit ederim 2022 bu zorlukları aşabildiğimiz bir döneme doğru gidiş yolu olur. Türkiye’nin en büyük özelliği biliyorsunuz istikrarsızlıktır. Dolayısıyla, 2022’den beklentilerimiz pek olumlu değil ama bu istikrarsızlıkla neyle karşılaşacağımızı da bilmiyorum doğrusu. Hepinize iyi yıllar.
Edgar Şar: Çok çok teşekkürler. Sevgili Medyascope izleyicileri, “Siyasetname”nin 26. Bölümünde, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikteydik. Kendisiyle Türkiye’deki kültür savaşlarını konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Bizi izleyen izleyicilerimize de çok teşekkürler.