Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gönül Tol yazdı: Dünya siyasetinin tasarlandığı başkente hoş geldin

Vaşington’a ilk geldiğim yıl katıldığım bir resepsiyonda, Mısırlı bir diplomat kulağıma eğilip, “Dünya siyasetinin tasarlandığı başkente hoş geldin” demişti. Muhtemelen pek çoğunuz benzer şekilde düşünüyorsunuz. 14 yıldır Vaşington’da yaşıyorum. Bu şehirde olmasa da bu sözleri hâlâ sıkça duyuyorum. Bu algının Amerika’nın dünya ile ilişkisinde son yıllarda yaşadığı paradigma değişikliğini ıskaladığını düşünüyorum.

Mısırlı diplomatın Amerikan dış politikasına dair düşüncesi elbette temelsiz değil. Amerika, Soğuk Savaş yıllarında, dünyayı kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde tasarlamak için İran’dan Guatemala’ya, Güney Vietnam’dan Brezilya’ya pek çok ülkede darbeleri desteklemiş, ayaklanmalara yardım etmiş, düşman rejimlere karşı askeri müdahaleler gerçekleştirmiş, pek çok lidere suikast girişiminde bulunmuş bir ülke. Bunların içinde CIA’in Küba lideri Fidel Castro’yu öldürmeye yönelik girişimleri çok çarpıcı. Eğer CIA’in yaptıkları Amerikan Senatosu tarafından açığa çıkarılmamış olsa pek çoğu ciddiye bile alınmayacak cinsten. Castro’nun purosunun içine zehir koymaktan tutun, dalmayı seven Kübalı liderin su altında dikkatini çekmek için parlak renge boyanmış bir deniz kabuğunun içine patlayıcı yerleştirmeye varana kadar bir dizi suikast planı yapmış CIA. Kısacası Vaşington’da “basılan düğmenin” dünyanın ücra bir köşesinde tüm dengeleri değiştirdiği yıllar Mısırlı diplomatın hayal gücünün ürünü değil.

Soğuk Savaş yıllarında olduğu ölçüde olmasa da 11 Eylül saldırılarının ardından da Amerika uluslararası sistemi tasarlama eksenli bir dış politika izledi. Fakat bu dönemlerdeki bütün kurumlarıyla hedefe odaklanmış, dünyayı değiştirmeye kararlı dış politikayı mümkün kılan şartlar bugün yok. Nedir o şartlar? Öncelikle geniş toplum kesimlerinin ve Amerikan bürokrasisinin önemli kurumlarının, üzerinde hemfikir olduğu bir düşman. İkinci olarak bu düşmanla mücadele için her türlü kaynağın kullanılarak yeni bir dünya düzeni inşa etme iradesi. Son olarak da bunu hayata geçirmek için en küçük birimine kadar büyük bir koordinasyon içinde hareket eden bir bürokrasi.

Soğuk Savaş yıllarında komünizm böyle bir düşmandı. Toplumda ve bürokraside komünizmin varoluşsal bir tehdit olduğuna dair kafalar netti. Dış politika ise bu düşmanı alt etmek için kurulması gereken yeni dünyayı tasarlamanın aracı olarak görülüyordu. Amerika’nın sadece kendi dar çıkarlarını koruyarak güvende olamayacağına, ancak uluslararası sistemi kendi değerleri ışığında inşa ederek bunu sağlayabileceğine dair kuvvetli bir inanç vardı. Amerika’ya büyük bir küresel sorumluluk yükleyen bu inanç dış politikanın ana ekseniydi. NATO’nun kurulmasının önünü açan Vandenberg Kararı’nın mimari Senatör Arthur Vandenberg, Amerika’nın artık izolasyonist bir dış politika izleyemeyeceğini, güvende olmak için müttefiklerinin de güvende olması gerektiğini söylemişti. “Söz konusu dış politika olunca siyaset yapılmaz” diyerek de her iki partiyi de iç siyasetteki ayrılıkları bir yana bırakıp, bu dış politika vizyonunu desteklemeye davet etmişti.

Komünizme karşı bu topyekûn savaşı yürütmek için Amerikan bürokrasisi müthiş bir koordinasyon içinde hareket etti. Bu koordinasyonu sağlamak için yeni kurumlar kuruldu, var olanların bütçesi artırıldı, bazıları yeniden yapılandırıldı. 11 Eylül’ün ardından da benzer süreçler işledi. “Terörizme karşı mücadele”, toplumun, siyasetin, bürokrasinin ana unsurlarının desteğini almış, varoluşsal bir mücadele olarak görüldü.

Bugün ise Amerika’da bu şartların pek azı mevcut. Amerikan halkının ve bürokrasinin geniş bir kesimi Çin’i en büyük düşman olarak görse de bu düşmanı alt etmek için Amerika’nın maliyetli bir dış politika izlemesini istemiyor. Müttefiklerle birlikte yürütülen topyekûn bir savaş yerine, içine kapanmasını, tek taraflı ve korumacı ekonomik politikaları hayata geçirmesini ve sınırlı kaynaklarını içerdeki sorunları çözmeye ayırmasını istiyor. Bu izolasyonist eğilim, onlarca yıl Amerika’nın dış politika paradigması olmuş küreselci, Amerika’nın dünyayı şekillendirme gücüne ve sorumluluğuna inanan eğilimle taban tabana zıt. Bu eğilimin yakın zamandaki kökleri Barack Obama yıllarına dayanıyor.

Obama, izolasyonist olduğu söylemini kesin bir dille reddetse de aslında Obama’yı başkanlık koltuğuna oturtan önemli faktörlerden bir tanesi halktan gelen bu izolasyonist talep. George W. Bush yıllarının maliyetli dış politikası, Irak ve Afganistan müdahaleleri ve 2008 finansal krizi Amerikan halkının dünyaya ve Amerika’nın dünyadaki rolüne dair görüşlerini değiştirdi. Her krize müdahale eden, rejimleri deviren, ülkeleri işgal eden, başkaları için ulus inşa eden bir Amerika fikrine destek gittikçe azaldı. Sınırlı kaynakların dünyanın polisliğine değil, Amerika’da yıkılan köprüleri, delik deşik olan yolları yeniden inşa etmeye harcanması gerektiği görüşü popüler hale geldi. Amerika’nın dünyayla ilişkisine dair bu değişim talebi Obama gibi “Önce kendi ulusumuzu inşa edelim” diyen bir lidere desteğe dönüştü. Böylece yeni dış politika paradigmasının taşları döşenmiş oldu. Soğuk Savaş yıllarındaki kendi güvenliğinin müttefiklerinin güvenliğinden geçtiğine dair anlayış gitti. Yerini müttefikleri “asalak” gibi gören, sorunlarını kendilerinin çözmesi gerektiğine inanan, krizlerden, riskli adımlardan, müdahalelerden mümkün olduğunca uzak duran bir anlayış aldı. Obama’nın kampanya sırasında kullandığı “yapabiliriz” sloganı müttefiklere verilen “yapabilirsiniz” mesajına dönüştü.

Donald Trump’ın “Önce Amerika” sloganıyla onlarca yıllık küreselci paradigmanın tabutuna son çivi de çakılmış oldu. Uluslararası kurumlara, ittifaklara, anlaşmalara karşı duyulan şüphe tavan yaptı. Amerika Paris İklim Anlaşması’ndan çıktı, İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan, Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi gibi pek çok kurumdan çekildi, NATO bütçesine yapılan katkıyı azalttı. Bütün bunlara Trump başkanlığının, zaten güçlükle işleyen Amerikan bürokrasisini daha da zayıflatmış olması da eklenince Amerika’nın dünyaya liderlik ettiği günler hayal meyal hatırlanır oldu.

Joe Biden’ın bambaşka bir dış politika izlemesi bekleniyordu. Seçim kampanyası sırasında sık sık Trump’ın dış politikasını eleştirmiş, Amerika’yı yeniden dünya lideri yapma, ittifakları güçlendirme ve müttefiklerle ortak hareket etme sözü vermişti. Fakat bugüne dek Biden’ın izlediği dış politika Trump’ınkinden çok da farklı değil ve Obama ile başlayan izolasyonist yılların bir devamı niteliğinde. Trump’ın “Önce Amerika” sloganının yerini “Amerikan orta sınıfı için dış politika” anlayışı aldı. Her ikisi de içerdeki dinamiklere odaklanan, Amerika’nın dünyada oynadığı rolü sınırlandırmaya çalışan vizyonun parçası. Biden, Trump’ın dış politikada aldığı tek taraflı kararları çok eleştirmişti ama kendisi de birçok önemli kararda müttefiklere danışmadı. Bunun en çarpıcı örneğini Amerika’nın Afganistan’tan çekilmesi sırasında gördük. NATO müttefikleriyle koordine edilmeyen süreç, Biden’ın “güçlendireceğim” dediği NATO içinde çatlaklar yarattı. Fransa’dan gizlice alınan Avustralya’ya denizaltı satma kararı ve Putin’e Ukrayna konusunda yeterince sert çıkmamış olması da öyle.

Koronavirüs ile mücadelede yaşanan sorunlar, bürokrasideki zafiyetlerin ve koordinasyon eksikliğinin Biden yönetimi altında da giderilemediğinin kanıtı. Bunun üzerine bir de son yıllarda Amerikan demokrasisine inancın aldığı darbeyi, Trump yıllarında ülke çapında protestolara neden olan ırk meselesi gibi sorunlarda anlamlı adımlar atılamamış olmasını, ekonomik sorunları ve toplumun ve siyasetin bölünmüşlüğünü ekleyin.

Tüm bunlar bana şunu anlatıyor: Vaşington artık Mısırlı diplomatın sandığı gibi dünya siyasetinin tasarlandığı başkent değil. Bunun için elde ne yeterli kaynak ne de siyasi irade var. Yükselen bir izolasyonist dalga var. Obama ile başlayıp, Trump ile zirve yapan bu dalga, Biden gibi siyasi kariyeri boyunca Amerika’nın ahlaki üstünlüğüne ve dünyada lider rolü oynaması gerektiğine inanan bir başkanı bile yutmuş durumda.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.