Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (36): Dindar gençlik hedefi ve gerçekler

Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi Enes Kara (20), cemaat yurdunda maruz kaldığı baskıları ve gelecek kaygısını anlattıktan sonra intihar ederek yaşamına son vermişti. “Adını Koyalım” programının 36. bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek iktidarın “dindar gençlik” hedefinde hangi noktada olduğunu ele aldı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bu hafta “Adını Koyalım”da iktidârın dindar gençlik hedefinde hangi noktada olduğumuzu konuşacağız. Yine Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la birlikteyiz. Arkadaşlar, merhaba. 

Çavdar-Özpek-Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Bu yayını yapmamızın nedeni, Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi Enes Kara’nın hayâtına son vermesi. Onun bir cemaat yurdu ya da evinde kaldığını ve aslında kendisinin koptuğunu biliyoruz. Buradan, kaçınılmaz bir şekilde bir tartışma başladı. Tabii ki intihar meselesinin yaratabileceği birtakım sorunları biliyoruz; onu deşmeden, Enes Kara olayının Türkiye’deki birtakım gerçekleri karşımıza bir kere daha çıkardığı bilinciyle bunu tartışmak gerekiyor. Olayın ekonomik boyutları var, gençlerin barınma ihtiyâcı var. Ama bu olayda babasının söylediklerine baktığımız zaman, ailenin, çocuğu sâdece ekonomik nedenlerle oraya yollamadığını anlıyoruz. Babanın, bir cemaate bağlılığı ve onlara güvendiği için, çocuğunun orada daha iyi bir insan olacağını düşündüğü için teslim ettiğini, ama Enes’in aynı kanıda olmadığını biliyoruz. Tabii ki burada devletin bir politikasından bahsedebiliriz. Erdoğan bunu “dindar ve kindar nesil”olarak tanımlamıştı; bunun üzerinden çok şey söylendi. Dünden beri bu konuda bir şeyler söylemesi beklenenlerin sessiz kaldığı ilginç bir olay yaşanıyor, biliyorsunuz. Kemal, seninle başlayalım: Enes Kara olayıyla beraber neler düşündün? Bu olayda Türkiye’nin neleri, nasıl konuşması gerekiyor? 

Kemal Can: Hayat bâzen birtakım olayları, çok katmanlı ve devâsâ sorunları çok çarpıcı, çok kritik ve bâriz biçimde önümüze koyan ve arkasındaki çarpıcı gerçeği suratımıza vuran şeyler yapıyor. Karşımıza bazen öyle olaylar geliyor ki, onun arkasındaki katmanlı sorunlar ve çıkışsızlık, herkesi bir şey yapmak zorunda hissettiren bir durum yaratıyor. Cemaat ve tarîkat yurtları ve yurtlarda yaşananlar penceresinden bakalım: Tecâvüz gördük, yeterince önlem alınmadığı ve kurallara uyulmadığı için çocukların diri diri yandığını gördük, dayak ve baskıların ne kadar sistematik olduğunu gördük, oradaki insanların nasıl bir cenderenin içine sokulduğunu gördük. Şimdi son olayda, intiharla sonuçlanan bir kısılmışlığın oralarda nasıl bir kâbusa dönüştüğünü gördük. Dolayısıyla buna sadece cemaat ve tarîkatlara terk edilmiş, bırakılmış yurtlar penceresinden bakarsak; sadece terk edilip bırakılması değil, biraz yönlendirildiği, teşvik edildiği ve desteklendiğini de bildiğimiz bir sürecin içerisinde, pek çok gencin çeşitli biçimlerde hebâ olduğu bir zemin oluştuğunu gördük. Bu, işin çok çarpıcı bir tarafı. Tabii ki insanlar ilk olarak da buna yüksek bir reaksiyon veriyorlar. 

Ama aslında bu, gençlerin ve genel olarak önemli bir kısmı gençler ve çocuklardan oluşan eğitim alanının devâsâ sorununun bir yansıması. Çünkü AKP iktidarı döneminde, AKP pek çok konuda son derece kötü uygulamalar hayata geçirdi. Ama bunların pek çoğunda, sanki bu bir başarıymış imajı yaratabildi. Ama baktığımız zaman, başlangıçtan îtibâren, başarılıymış havası veremediği tek alanın eğitim alanı olduğunu görüyoruz. Dindar nesil yetiştirme iddiasıyla, okullardan yurtlara, dershanelerden müfredâta kadar pek çok alana müdâhale etmeye çalıştı, defâlarca ettiği müdâhalelerle, alamadığı sonuçla bir yapboz tahtasına çevirdi. Kendi sorumluluğu altındaki –kendi derken devlet sorumluluğu anlamında söylüyorum– pek çok şeyi bâzen cemaatlere, vakıflara, bazen ticârîleşen ve büyük bir sömürüye dönüşen işletmelere terk etti. Eğitimi ticârîleştirdi, dinselleştirdi. Ama bunların hiçbirinden kendi tabanını tatmin edecek bir memnûniyet de çıkaramadı. 

Anketlerin çoğunda şunu görüyoruz: Ekonomik yetersizlik gibi çok temel başlıklar ve güncel olarak koronavirüs, hemen ardından eğitim geliyor. Hem iktidarın başarısızlığı açısından kendi seçmeninde bile işâret edilen bir başlık, hem de ülkenin önemli sorunu olarak işâret edilen bir nokta. Bir taraftan yurt yetersizliği yüzünden “Barınamıyoruz Hareketi” hâlinde kendini ifâde eden bir öğrenci gençlik var. Buna karşılık, bu barınma ihtiyâcını karşılayamayan devletin, birtakım tarîkat ve cemaatler eliyle son derece kontrolsüz yurt ve eğitim faaliyetlerine yol verdiği, teşvik ettiği bir işleyiş var. Bu, hem böyle tek tek insanlar üzerinde büyük sorunlar yaratıyor –aileler de üzerinde yaratıyor, ama asıl olarak gençlerin karşılaştığı bir sorun– hem de çözülmesi giderek zorlaşmış olan büyük bir sorun öbeği olarak birikiyor. Bu çok önemli bir mesele. 

İş sadece daha kriminalize edilerek, “Bu yurtlar kapatılsın, cemaatlerin elinden yurtlar alınsın” diye haklı bir talep olarak gündeme getiriliyor. Ortada, “Aslında çok da fenâ olmayan işleyiş var. Biraz çapaklar var, cemaatler bu işe girdi. Şunları temizlersek bu iş düzelecek” gibi bir tablo yok aslında. Tam tersi, o cemaatlerin bu kadar etkin olabilmesini sağlayan bir siyâsî-ideolojik zemin var. Onun dışında yapısal bir dönüşüm var. Herkes için hak olan eğitimin, artık her meselede olduğu gibi temel liyâkat ölçütlerine göre yönetilen ve verilen bir hizmet olmaktan çıktığını görüyoruz. Son olarak, Milli Eğitim Bakan Yardımcısı atamasında da, cemaatlerin ve vakıfların ne kadar etkili olduğundan bahsettik. Yine iktidâra yakın, hatta iktidar ailesine yakın birtakım vakıfların, daha önce yerel yönetimlerden, şimdi devletten nasıl imkânlar aldıkları ve imkânlar karşılığında, okul öncesi eğitimden yurt faaliyetlerine kadar pek çok şeyi kontrol etmeye başladıklarını, özellikle ortaöğrenimde, normal okulların çoğunun İmam-Hatip’e dönüştürülerek, pek çok ailenin ve asıl olarak da öğrencilerin, bir tür tek tip ve yetersiz bir eğitime mahkûm edilmesi gerçeğiyle karşı karşıyayız. İyi bir eğitim hakkından yararlanamayan, bu eğitimi almak için yurt, barınma ve diğer ihtiyaçları karşılanmayan öğrencilerin, ya çok sert ekonomik, ticârî zorluklara mahkûm edildiği ya da böyle son derece sorunlu cemaatlere ve tarîkatlara bırakıldığı bir düzen işletiliyor. 

Bundan da, başlıkta olduğu gibi bir dindar nesil üretilmiyor. Ya da bunu yaptığı için kendi tabanında da büyük bir memnûniyet yaratmış değil. Aslında, bu iktidarın pek çok alanda çok net başarısızlıkları var. Ama eğitim alanındaki başarısızlığı, saklanamayan dev bir başarısızlık. Ama daha önemlisi, verdiği hasar çok büyük: Tek tek insanların yitirilmesi, bütün bir kurumsal altyapının çökertilmesi… Eğitim, öyle kolayca yeniden birkaç düzenlemeyle eski rotasına getirilebilecek bir şey değil. Nesillerin kaybedildiği ağır bir hasar görülüyor. Yaşadığımız olayla, üzerinde düşünmemiz gereken tablo, bu açıdan bence çok ciddî. Dolayısıyla tavırsız kalınmasının affedilmez tarafı, bu meseleyi sâdece bir kriminal mesele olarak algılayıp, doğru hukukî ya da ahlâkî duruşu sergileyip sergilememekle ilgili bir şey değil. Bu, kafa çevrilecek, görmezden gelinecek bir şey değil. Hattâ şimdiye kadar fazla geride bırakılmış, güncel pek çok meseleyle birlikte yeterince ele alınmamış bir sorun. Bu sorunun böyle çok çarpıcı ve çok can yakıcı biçimlerde önümüze gelmesi, ne yazık ki her seferinde bir reaksiyon dalgası oluşturuyor. Ama bu reaksiyon dalgası, bu mesele üzerine yoğunlaşmayı, bunu tartışmaya başlamayı, bu sorunu çözmek için birilerinin politikalar üretmesine yol açmıyor. Böyle anlık reaksiyonlar ve büyük ölçüde sosyal medya üzerinden yürüyor. Bunun çok haklı bir tarafı var. Üstelik buna karşılık verilmemesi de bir hatâ. Ama bunun daha önce de yaşanan pek çok olaydan sonra saman alevi gibi yanıp, “Böyle de sorunlar var. Bunlar kapatılsın” demekle de halledilmeyen bir tarafı var. Bu, önemli bir şey. 

Ruşen Çakır: Kemal, cemaatler, siyaset, devlet, sivil toplum ilişkisini ikinci turda konuşalım. İlk turda ekleyeceğin bir şey varsa tamamla; ikinci turda bunu konuşalım. 

Kemal Can: Ekleyeceğim bir şey yok, tamam.

Ruşen Çakır: Burak, sana sormak istiyorum: Biz “Ne yapalım?” diye konuştuğumuzda, hemen “cemaat okulları” diye ilk öneriyi sen getirdin. Hepimiz de bunu kabul ettik. Ama ilk refleks senden geldi; belli ki bayağı dolmuşsun. Sen, Enes Kara haberi konusunda ne hissettin? Açıkçası ben videoyu izleyemedim, izlemek istemedim. Bâzıları izlemiş. Ben metni okudum. Sana bu olay neyi düşündürdü? Cemaatler ve siyâset ilişkisini ikinci tura saklayalım, ama Enes olayından hareketle yaşananlara bakalım.

Burak Bilgehan Özpek: Ruşen Abi, ben Elâzığlıyım. Yirmi sene önce üniversite eğitimim için Elâzığ’dan çıktım, ama gidip geldiğim oluyor. Yıllar önce, Elâzığ’da bir kafede oturuyordum. Taşrada tek tük solcu kafeler vardır. Bu kafede de güzel kitaplar vardı. Ben de akrabalarımı ziyâret etmek için gittiğimde oraya gittim. Bir garson çocukla tanıştık, mühendislik öğrencisi. Biraz muhabbet ettik, samîmî olduktan sonra bana hikâyesini anlattı. Diyarbakır Çüngüşlü. Üniversite okumak için Elâzığ’a geliyor. Bu çocuğun yurtdışında yaşayan akademisyen bir amcası var, bu çocuğu bir yurda yerleştiriyor. Yurt yasal bir yurt değil. Elâzığ Sürsürü Mahallesi’nde bir apartman ve apartman bir cemaat tarafından bir yurt olarak kullanılıyor. Buraya gidip gelirken, bir gece pis bir kokuyla uyandığını söyledi bana. Oradaki cemaatin imamı, arkadan gelmiş, yanına uzanmış ve eline biraz para sıkıştırmış. Berâber olmak istediğini söylemiş. Çocuk buradan kaçmış. Garsonluk yapıyor, hayâtını devam ettiriyor. Bu bahsettiğim on beş sene önceki bir hâdise. 

Ona yurt meselesini sordum. Elâzığ’ın genelinde böyle resmî olmayan, apartmanlarda kümelenmiş bu tip yapılanmalar olduğunu söyledi. Kendi hikâyesinden de şunu anlıyoruz ki, aynı psikolojide ve aynı durumda olan birçok üniversite öğrencisi var. Mesele maddî imkânsızlık meselesi olduğu kadar, bir yandan da meşrûluk meselesi. Bunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Çünkü bu cemaatlere ve tarîkatlara sağlanan bir berat var. Buralara gittiğiniz zaman siz artık “meşrû vatandaşlar” da olabiliyorsunuz. Böyle bir durum da var. Özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgesinde bu cemaatler meşrûlaştırma makinesi olarak da çalıştılar ve bazı dönemlerde milli güvenliğin bir parçası da oldular. 

O yüzden, bu hâdisenin Elâzığ’da yaşanmasına çok şaşırmadım. Benzer yurt yapılanmalarının olduğunu biliyorduk. Hattâ 90’lı yıllarda, benim ortaokul ve lise yıllarım bu şehirde geçerken, o zaman Fethullahçıların evleri vardı; o kadar ki, bir sokakta 9-10 ev bulunuyordu. Sokak abileri, mahalle abileri, semt abileri gibi hiyerarşik bir yapılanma vardı. Bunların dershaneleri, yurtları çok popülerdi şehirde. Hattâ şehre kartal bakışı gibi bakabileceğiniz en prestijli arâzide liseleri vardı. Hep oldu. Yasal olduğunu söyleyemem ve bu denetlenme-kapatılma arzusunun da başarıya ulaşacağı kanaatinde de değilim. Burada gayriresmî bir mekanizma var. Bir açıdan baktığınız zaman, yurt işletiliyor, burada dönen bir maddî mekanizma var, bu evlerin ve apartmanların finansmanı esnaf tarafından sağlanıyor. Esnaf buralara para verdiği müddetçe, siyâsî olarak kendisini ispatlama imkânı buluyor. Hattâ o küçük şehirlerin rantlarından kendi payına düşen paraları alıyorlar. Kefâret olarak da bunlara bu yardımı yapıyorlar ve çok cüz’î bir miktar karşılığında bu evlerde bu öğrenciler kalabiliyor. Aslında profesyonel, karmaşık bir yurt işletim mekanizması var. Ortada bir maddî menfaat var. Aynı zamanda, yurtlara gelen öğrenciler, hızlı seferber edilebilen kaynaklar olarak görülüyor. Yani cemaatlerin ve tarîkatların devletle pazarlık yapma sürecinde, çok fazla insana hükmediyormuş gibi gözükmelerinin ve siyâsî partilerle yaptıkları pazarlıklarda bunları kullanmasının bir amacı var: Ne kadar çok öğrenci bu yurtlarda kalırsa, network’leri ne kadar genişlerse, partilerle o kadar sıkı pazarlıklara oturabiliyorlar. 

Biraz önce söylediğim gibi, makbul olma ve meşrûluğun yanı sıra, Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde devletin yağmalanmasına şâhit olduğumuz için; standart kamu personel rejimi ya da Kamu İhale Kanunu olmadığı için, bu cemaatlerle iltisaklı ve bağlantılı olmak, insanlar için bir ikbal kapısı aralıyor. Aralanan bu ikbal kapısı, rahat işe girmek, referansla çok rahat bir hayat kurmak, doğru kurumlara girebilmek gibi şeyler. Yani bir kariyer patikası oluşuyor. Aileler, çocuklarını üniversiteyi bitirdikten sonra daha rahat işe girebilsinler ve daha rahat kayırılsınlar diye bu cemaatlerle iltisaklı hâle getiriyor. Evet, meselenin bir yoksulluk boyutu var. İnsanlar çok ucuza bu evlerde kalabiliyorlar ve cemaatlere, tarîkatlara mahkûm olabiliyorlar. Bunun dışında, bir de sistemin içerisine girme, makbul olma, meşrû olma durumu var: Özellikle daha doğuya gittiğiniz zaman, meseleye bir de millî güvenlik boyutu ekleniyor. Sizin, vatan millet düşmanı olmadığınızı ispatlamanız ve kendinizi bir şekilde “makbul”kabul ettirebilmeniz için bu tip iltisaklar çok işe yarıyor. O bakımdan bu olay, şaşırtıcı olmayan, çok karmaşık bir mekanizmanın bizim hayatımıza yansıyan bir tarafı olarak gözüktü. Enes Kara’nın intiharı, insan özgürleşmesi açısından bir anlamda toplumun bu çirkinlikle yüzleştiği bir an oldu. 

Kemal Abi’nin söylediklerine de bir şeyler eklemek istiyorum: Özellikle bu her ile bir üniversite meselesi… O “Başarılı gözükmek, ama aslında başarılı olmamak” meselesi, tam olarak üniversite meselesinden ortaya çıkıyor bence. Kendisini daha iyi ortaya koyan başka bir mesele yok. Türkiye’de şu an 8 milyon öğrenci var. Yani Türkiye nüfusunun %10’u öğrenci. Bu çok büyük bir rakam. Bu kurulan üniversitelerin, tabelası dışında büyük çoğunluğunun üniversiteye benzer bir tarafı yok. Hükümet üniversite kurmuş gibi yapıyor, öğrenciler bir şey öğreniyormuş gibi yapıyor, oradaki hocalar da bir şey öğretiyormuş gibi yapıyorlar. Aslında ortada gerçek bir eğitim mekanizması yok. İnsanlar yavaş yavaş bu üniversitelerin ne kadar lüzumsuz olduğunu da anlamaya başladılar. 80’li-90’lı yıllardaki gibi üniversite açığı da kalmadı. Aileler, mezun olan gençlerin piyasada çok da talep görmediklerini anlayınca, artık üniversiteye göndermiyor. Birkaç bölüme baktım: Meselâ İç Anadolu’da bir üniversitedeki İşletme Bölümü, gece bölümü açmış, sadece 9 kişi kayıt yaptırmış; Doğu Anadolu’da bir üniversitede, Su Ürünleri Fakültesi’nin hoca sayısı öğrenci sayısından daha fazla. Yani artık tamamıyla kendi kendisinin işlevini yok eder hâle gelmiş. 

Hepimiz şunu biliyoruz: Akşamları gözümüze sokulan o medyada konuşan bazı akademik unvanlı kişiler var. Bu taşra üniversiteleri aslında akademik anlamda uluslararası iş yapmayan, ama bir şekilde unvanıyla söz sâhibi olmak isteyen veya unvanıyla toplumu etkilemesi istenen kişilerin önünü açması için de bir mekanizma oluşturuyor. Hepsinden daha acısı, insan hareketliliğini yönlendirme meselesi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçim stratejisinin de bir parçası. Kontenjan artırım oranlarına baktığınız zaman, AK Parti’nin oy alamadığı illerde kontenjan artırımları çok kısıtlı kalırken, oy depolarında inanılmaz kontenjan artırımları görüyorsunuz. Konya ve Diyarbakır bu açıdan çok farklı meselâ. Diyarbakır’a öğrenci gönderilmezken, kontenjanlar çok fazla artırılmazken, Konya’daki kontenjan sayıları artırılıyor. Bunun sebebi de insan hareketliliği üzerindeki kontrolün bir şekilde üniversite ve öğrenciler dışındaki aktörlere katkı sağlaması. Ne oluyor bu? Yerel esnaf oluyor. Yani bu öğrenci patlamasından kim kazanıyor? Yerel esnaf kazanıyor. Tamam, en azından yerel esnaf insanları intihara sürüklemiyor. Öte taraftan cemaatlerin aktiviteleri için burada bir pazar oluşuyor. Bu pazar, cemaatlerin hem güçlenmesi, hem yeni elemanları kendisine bağlaması, hem de onların hükûmetle daha rahat pazarlık etmesi açısından önemli. 

Burada hükûmet de şöyle bir tavır içerisinde: Tayyip Bey’in zihninde Cumhuriyet düşüncesi ve modern devlet düşüncesi çok fazla yer etmediği için, komisyoncu tarzıyla, belli bir toplum kesimini temsil eden insanlarla el sıkışıp, o toplum kesiminin tamamını kontrol etme odaklı bir siyâset anlayışı güttüğü için bundan da memnun. Bunu şuna bağlıyorum: Cumhuriyet düşüncesi demişken –belki ikinci kısımda daha fazla konuşuruz ama–, soyut bir egemenlik kavramı maalesef AK Partililerin zihninde yok. Devletin soyut bir kişiliğinin olması ve devlet ile vatandaşlar arasında herhangi bir komisyoncu olmadan, bir vatandaşlık hukuku veya vatandaşlık sorumluluğu ilişkisinin olabileceğine dâir bir dünyaları yok. Onlar, devleti tamamıyla kişilerle, somut iktidarlarla özdeşleştirdiği için, iktidârın bölünmüşlüğünden, yasama, yürütme, yargı gibi erkleri anlamıyorlar. İktidârın bölünmesinden, Tayyip Bey’in lütfuyla bir şekilde kamu kaynaklarını dağıtmakla görevli, Tayyip Bey’le anlaşan, uzlaşan, müzâkere eden, fakat toplum kesimlerini temsil etme hakkına sâhip olan insanları anlıyorlar. İktidar, Tayyip Bey’in lütfuyla daha alt iktidarlara bölünebiliyor. Cemaatler, tarîkatlar da biraz böyle. Toplumu ne kadar bireysellikten arındırırsak, onları ne kadar belirli grupların içerisine sokarsak, Tayyip Bey’in müzâkere temposu o kadar düşüyor, daha az yorulmak zorunda kalıyor ve o grupların liderleriyle el sıkışmak ona iktidârını sürdürme imkânı veriyor. Tarîkatlar meselesi de bence bir anlamda böyle. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Dediğim gibi cemaat-devlet-toplum ilişkisini ikinci tura saklayıp, Enes Kara olayından hareketle, düşündüklerini ve aklına gelenleri sorayım.

Ayşe Çavdar: Ben de biraz aile tarafına gireyim. Eğitim tarafını ve eğitimin yerelde örgütlenmesinin cemaatler açısından ne anlama geldiğini, dolayısıyla çocuğun, gencin, öğrencinin hayâtını nasıl etkilediğini ve bu alanın ticârîleşmesinin nasıl bir siyâsî anlamı olduğunu Burak ve Kemal bir hayli anlattılar. Ben de biraz aile tarafını anlatayım. Çünkü Enes’in mektubunda anlattığı mevzunun birkaç tane açmazı var: Bir türlü kendisini ifâde edemediği, ifâde etse bile karşılık bulamadığı bir aile var. Arzu etmediği, inanmadığı bir hayâtı, bir ritüeli, gündelik hayat rutinini sürdürmek zorunda. Orada kendisine kalan günde üç saat gibi bir zaman var. O zamanda da zaten çok yorgun olduğu için derslerini bile çalışamıyor; dolayısıyla okulda da işler iyi gitmiyor. Öbür taraftan, “Mezun olsam ne olacak ki?” diyor. “Doktor olacağım belki, ama doktorların halleri de belli. Devlette işe girmeye kalksam, mülâkat olacak, mülâkatta zaten eleneceğim. Orada da bir gelecek yok. Başka bir bölüme geçsem, başka bir şey olmaya kalksam, para kazanamayacağım. Ailem destek olmayacak. O da pek mümkün değil.” 

Peki, bu açmazları kim yaratıyor? Yaratanlardan bir tanesi devlet. Sadece eğitimle de değil; işe almayla, istihdam yaratmayla, devletle yurttaş arasında iş kontratı hazırlarken seçtiği yöntemlerle, o genç için bu açmazı bizâtihi devlet kendisi hazırlıyor.

Öbür tarafında da aile var. Cemaat demeden o aileden bahsedemeyeceğim. Çünkü bu yeni dönemde, benim gözlemlediğim kadarıyla, özellikle Gülenciler’le AKP’nin arasının bozulması sonrasında, cemaatler zâten cemaatin içinde olanlar dışında pek insan istemiyorlar. Bunun nedeni de güvenlik korkusu. Çünkü devletten her zamankinden daha çok korkuyorlar. Bunu ikinci bölümde bir daha konuşuruz. Ama bu kısmı benim için önemli. Çünkü dışarıdan insan gelmesi zor olduğu için, cemaatten olan insanların çocukları cemaat için daha bir değerli oluyor. Bu, ağır kefâlet ve referans ilişkileri kuruluyor demek. Bu ne demek? Tıpkı Hilâlkent gibi bir site orası eminim. Dört tarafı duvarlarla çevrilidir. Uzun uzun bloklar ve o blokların içerisinde 2-3 daire öğrenci evi olarak ayrılmış. Cemaatin içinden gelen bir çocuk için, her anlamda duvarlarla çevrilmiş o evrenin dışındaki hayat, günahlarla dolu bir hayat. Cemaat onun zamânını niye o kadar kısıtlıyor? Niye bu kadar küçültüyor? Kafası başka şeylerle meşgul olmasın diye. Babası da zaten aynı fikirde, “Sürekli telefonuyla oynuyordu” diyor. “Bizimle değildi, bizimle irtibat hâlinde değildi, içine kapanıktı, telefonla oynuyordu” diyor. Şöyle bir durum gibi sanki: Telefonlar aracılığıyla açıldığı bir dünya var… 

Ruşen Çakır: Ayşe, burada sözünü kesebilir miyim? Çok ilginç, sen şimdi söyleyince tekrar hatırladım. Geçenlerde ben eski Yeni Şafak gazetesi yazarıveilâhiyatçıTalha Hakan Alp ile bir yayın yaptım, biliyorsun. Kendisi de bir süreç yaşayan ilginç bir entelektüel. O, gençlerin dinle olan ilişkisini, dinden çıkma değil, daha çok ilgisizlik ve kayıtsızlık olarak söylemiş ve bu telefon örneğini vermişti. Aileler bir şeyler konuşurken telefonla oynamak ya da sessiz bir şekilde odadan çıkmak diye anlatmıştı. Enes’in babasının oğlundan bahsederken söylediği şey tam da o. Belli ki Talha Hakan’ın gözlemi çok yaygın. Bir tek Enes Kara’nın olayı değil yani.

Ayşe Çavdar: Fiziksel olarak içinde olduğu dünyayla alışverişi o kadar az ki, ya da o dünyanın ona sağladığı alan o kadar az ki, o telefon aracılığıyla başka bir dünyaya açılıyor. Ama bu her zaman Talha Bey’in söylediği kadar yumuşak yaşanan bir şey değil. Ben birkaç yıldır bu insanları gözlemlediğim, dertlerini dinlediğim için söylüyorum. Hem yaptığım çalışma dolayısıyla, hem de böyle dertleri dinlediğinizde bîgâne kalamıyorsunuz. Her zaman bu kadar yumuşak ve olaysız değil, hattâ çoğu zaman değil. İşin tuhaf tarafı, Enes’in babası, “Bizim durumumuz iyi” diyor. “Bizim durumumuz iyi”nin içerisinde şöyle bir hikâye olduğunu tahmin ediyorum — keşke sahada olsam, araştırabilsem, Enes’in arkadaşlarına sorabilsem: Muhtemelen, bu kadar sert bir cemaat evine verilmesinin sebebi, Enes’in rehabilite edilmek istenmesi. Bir de böyle bir durum var. Ailenin sosyal statüsü ne kadar yüksekse, inancını kaybettiği endîşesi duyulan, kendisinden endîşe edilen gencin dış dünyayla ilişkisi o kadar ketleniyor. Bu, iknâ odalarında başını açtırmaya benziyor; daha beter bir şey… Yalnızca dinî hayâta değil, artık neredeyse kurumsallaşan cemaat hayâtına iknâ sürecinden bahsediyoruz. 

“Rehabilitasyon”u tırnak içinde kullanıyorum. Çünkü babası diyor ki: “Âhiretine bir yararı olur diye düşündüm. Yirmi beş yıldır Risâle-i Nur’ları okuyorum, ben bir zararını görmedim. Bu çocuk benim doğru bildiğim şeyi istemiyor, benim normalim, hayâtım olan şeyi istemiyor. Demek ki bu çocukta bir yanlışlık var; bunun doğrultulması ve düzeltilmesi gerekiyor.” Bu nerede olur? Böyle bir durumda olur. Dolayısıyla çocuğa bir tür şok hâli yaşatılıyor. Etrâfı kapatılıyor. Okula gidip gelebilir, geriye hiç zamanı kalmamak zorunda. Yalnızca oradaki tedrîsâtın ağırlığından, aman aman bir içeriği olduğundan vs. kaynaklanmıyor. Enes de söylüyor zâten: “O saatlerde telefonum elimden alınıyor” diyor. O kitabı okumak zorunda. Ama o kitabı ona kim bilir kaçıncı kez okutuyorlar. Dâhil olduğu cemaat îtibâriyle, o kitabı okumak, aslında bir nevi ibâdet olarak da görülen bir şey. İnancın “rehabilite” edildiği bir halden bahsediyoruz. Dolayısıyla Talha Bey’in bahsettiği kadar, odayı bırakıp çıkmak gibi olmuyor. Dediğim gibi, ailenin ekonomik imkânları ne kadar fazlaysa, bu baskı araçları da o kadar fazlalaşabiliyor. Eğer Enes tıp fakültesinde olmasaydı, başına ne iş geleceğini tahmin bile etmek istemiyorum. Aslında bambaşka örneklerini biliyorum, ama burada söylemeyeceğim. Tıp fakültesi değerli bir fakülte olduğu için, Enes muhtemelen günde üç saate sâhipti. 

Aile, aile merkezli hayat, aile değerlerimiz, “Aile bizim her şeyimiz” dedik. Hikâyenin başka bir tarafında da sadece dindar gençlik değil, bir de, AKP’nin bir aile projesi de var. Dine ilgisini kaybeden, atalarının dininden yüz çeviren genç insanlardan bahsediyorum. Bence “deist”, “ateist”işin biraz medyatik isimleri. Ben buna “hanifleşme” diyorum. Mücahit Bilici de “hanifleşmek” diyor. Niye yapıyorlar bunu? Özellikle Denizli ve Samsun gibi, eskiden daha seküler, bundan yirmi sene öncesine kadar CHP’nin kalesi olarak görülen yerlerde, cemaatler aracılığıyla sonradan dindarlaşan aileler var. 2000’lerin başından bahsediyorum, AKP yükselirken… Orada, çocukların ailelerinin seküler oldukları, daha geniş çevrelerle ilişki kurdukları, yani cemaat dışından insanların da hayatlarında olduğu zamâna dâir birtakım anıları var. Çünkü cemaate girmek, bâzen akrabaları bile uzaklaştırmak demek. Anne-babalarıyla o dönemin ilişkilerine dâir birtakım anıları var; o ellerinden gitmiş oluyor. Bir şekilde, anne ve babalarının, bazen cemaat, bazen parti tarafından –aslında çoğu zaman ikisi tarafından– “çalındığını”düşünüyorlar. Çünkü o güvendikleri anne-baba, onların bir şekilde hoş gören, ev içinde, sokakta, okulda daha rahat davranmalarına imkân veren başka türlü olan aile, bu cemaatle ve partiyle ilişki kurduğu oranda farklı bir şeye, onlar için daha kısıtlayıcı bir şeye dönüşüyor. Çocuğun hayatını kontrolün dili, hem cemaatte, hem okulda, hem sokakta, hem evde “dinin dili” oluyor. Bu vazgeçiş de esasında o kontrol mekanizmasının dışına çıkma, kaçma hikâyesi. Onun dışında ne bulsa, onun içerisine gidecek. 

Dolayısıyla AKP’ni bu aile merkezli, en tepeden, babayı… Bu vakalarda bana ilginç gelen, annelerin asla koruyucu bir rol üstlenmemeleri; babanın otoritesiyle çocuğun yaşam alanı arasındaki köprü vazîfesini görmemesi. Geleneksel, olması gereken budur diye söylemiyorum. Daha geleneksel, en azından, önceki kuşaklarda daha âşinâ olduğumuz o işlevi annenin görmemesi. Neredeyse tamâmen aile içindeki karar verici rolünü kaybetmesi. Baba, tek güçlü, mutlak iktidar, omnipotent bir baba. O baba, cemaat aracılığıyla parti, parti aracılığıyla, devlete ve belki bir ticârî network’e, dolayısıyla bir îtibâra sâhip ve o çocukların nasıl davrandıkları, babanın sosyal sermayesinin devam edip etmeyeceğiyle ilgili ciddî bir risk taşıyor. Cemaat ve parti ya da piyasadaki partnerleri, babanın çocuğuna, çocuğunu nasıl yetiştireceğine, hangi okula gönderdiğine ya da çocuğun parti ve cemaatle ilişkisine bakıp, babanın geleceğine ya da babanın aslında kim olduğuna karar veriyor. 

Bu şu demek: Biz “AKP sivil toplumu, kurumları sakatladı, bunu yaptı, şunu yaptı” diyoruz ya, AKP bunu nasıl yaptı? Her alandaki gücü yalnızca bir kişinin eline vererek. Ben buna “Toplumun her alanındaki özerklikler sömürdü” diyorum. İnsanların birbirleriyle, kendi değer yargıları ölçüsünde, birbirlerini kendi deneyimleri içerisinde sınayarak ilişkilenecekleri bütün alanları yok edip, o alanların tek kriterini kendi iktidârı hâline getirdi. Bu ne yazık ki aile içinde de geçerli bir durum. Bu da aslında aileyi yok etmek anlamına geldi. Çünkü hâne içerisinde, çocuk ve anne, çocuk ve baba, anne ve baba, özerk olarak birbirleriyle ilişki kuramıyorlarsa, aile ne ki? Neyin temeli ki? Neyin aracı ki? AKP’nin ya da Türkiye İslâmcılığının başına bu geldi: Yalnızca çocukların hayatlarını değil, neye çok kıymet verdilerse onu ortadan kaldırdılar. 

Ben o genç kadınların, dinle ilişkilerinden çok, muhâfazakâr ailede nasıl bir dönüşüm yaşandığını onların gözünden görmeye çalışıyorum. Benim derdim, onların dinle ilişkisinin nereden gelip nereye gittiği değil; bu sıkıntının, ailenin dönüşümüyle nasıl bir ilişkisi olduğu. Gördüğüm ailede, anne omnipotent olsa bile, babanın bile bir sözü yok ki, çocuğun olsun. Çocuğu ölmüş baba, gelmiş, “Yirmi beş yıldır Risâle-i Nur okuyorum, daha bir zararını görmedim” diyor. Başka da ne zarar görülür bilmiyorum. Daha büyük bir zarar ne olabilirdi? Şu yaşanan sonuçtan daha büyük bir zarar ne olabilirdi? 

Bu arada, sözünü ettiğimiz, bir tarîkat değil. Herkes tarîkat diyor, ama cemaat. “Bu cemaat AKP’li değil, dolayısıyla bu söylenemez” ya da “Burada olan şey AKP’liler için geçerli değildir” önermesi de doğru değil. Çünkü orada yalnızca şu fark ediyor: Eğer cemaat bir şekilde AKP ile iyi ilişkiler içerisindeyse, o zaman AKP, az önce bahsettiğim, özerkliği sömüren ve soğuran evreni oluşturuyor. Ama değilse, daha da büyük bir kapanma var. Çünkü çocuk (Enes) “Mülâkatlarda eleneceğim” diyor. Niye elenecek? Çünkü belki de aile o “makbul” cemaatlerden bir tanesinden gelmiyor. O zaman, cemaatin içinde kalma durumu çocuk için de, babası için de, ailesi için de, daha hayâtî bir önem taşımaya başlıyor. Çünkü devlet, o cemaatin dışında bir tehdit olarak var. Bunu birbirinin içindeki odalar, hücreler gibi düşünün: Destekleyerek de, tehdit ederek de o cemaati içine kapatan, aileyi de cemaatin içerisine hapseden, o en dip hücreye/odaya kapattığı şey de, çocuk oluyor. AKP’nin aile projesinde, aileden anladığı böyle bir şeyse, eyvallah. Ama aile böyle bir şey değilse, ona da bakmak lâzım. Belki de böyle bir hapishane kastediyorlardır. Bildiğimiz aileyi ortadan kaldırdıkları kesin.

Ruşen Çakır: Burada senin söylediğin, “Neye önem verdilerse onu yok ediyorlar” sözünü dinle de genelleştirebiliriz. Türkiye’de dinden uzaklaşmanın, dine mesafe koymanın, hattâ dini eleştirmenin bu kadar yoğun olduğu bir dönem, kendi hayatımda görmemiştim. 

İkinci tura geçelim: Burak Elâzığlı. Ben de Elâzığ’ı bayağı biliyorum; özellikle tarîkat ve cemaat meselelerini. Kemal, hatırlarsın, “Türk-Kürt Sınırında İslâmî Hayat: Elâzığ Örneği” diye bir çalışma yapmıştım. O yazım Birikim’de çıkmıştı. Önce Fransızca yayınlandı, sonra Birikim’de de yayınlandı. REFAHYOL dönemiydi, yanlış hatırlamıyorsam tam 28 Şubat’ın arifesiydi. Elâzığ’da dinamik bir cemaat hayatı vardı… Özellikle Kadirîlikçok yaygındı. Kadirîliğin çok sayıda kolu, Nakşîlik, Nurculuk, tabii ki Fethullahçılık, Süleymancılık… Hatta hiç unutmuyorum: Elâzığ’da Refah Partili belediyede çalışan birisi bana mihmandarlık yapıyordu. Daha doğrusu ben randevularımı almıştım, o beni arabasıyla oradan oraya götürüyordu. Kendisi İslâmcı birisiydi, İmam-Hatipli; her gittiğimde, benimle beraber “Ya, bunlar kim?” diye şaşırıyordu. Aczmendîlik de oradan çıktı, biliyorsunuz –en eksantrik yapılardan birisi– ki bu anlattığım, AKP iktidarı döneminde değildi. Şunun için söylüyorum: Olayı sadece AKP ile anlamak mümkün değil. Tabii ki AKP’yle birlikte birçok şey değişti, güçlendi, yaygınlaştı. Ama aslında Türkiye’de öteden beri var olan bir realite ve her dönemde devletin ve sivil toplumun bu yapılara bakışlarında farklılıklar olmuş. 

Yaşananlara baktığımızda, peş peşe gelen olaylar, yangınlar, tecâvüzler var. Bir tarafta çok sert, anti bir çıkış var; diğer tarafta, onları korumaya çalışan, “Bunlar münferit olaylar, buradan hareket etmemek gerekir” diyenler var. Ne yapılabilir? Nasıl bir pozisyon alınabilir? Doğru olan ne, yanlış olan ne? Batı’da, dünyanın değişik yerlerinde farklı farklı örnekler var. Her ülkenin ayrı bir sekülarizm, laiklik uygulaması var. Türkiye’nin yeni bir meselesi değil, tabii ki farklılaşmış bir hâli var. Bir de çok yakın bir zamanda yaşadığımız ve hâlâ devam eden bir AKP-Fethullahçılık savaşı da var. O da çok ilginç, birçok şeyi değiştiren bir olay. Çünkü biliyoruz ki, yakın bir zamana kadar, yani bu savaş olana kadar, büyükşehirlerde, ama özellikle Anadolu’da Fethullahçılık, “Toplumsal İslâm” diye tanımlayabileceğimiz eğitimde, bir tür tekeldi. Burak’ın bahsettiği dindar esnaf, parasını en çok Fethullahçılara veriyordu. Çünkü onların okulları, dershaneleri daha başarılıydı. Şimdi onlar devreden çıktı, yerlerini yenileri mi aldı, nasıl oldu? Çok karmaşık bir olay var. Ne diyorsun Kemal? 

Kemal Can: Senin söylediğin gibi bu yeni bir olay değil. Ne cemaatler, ne tarîkatlar ve onların bu tür faaliyetleri yeni bir durum olarak karşımızda, ne de bunların varlıkları yeni. Ama şunu da gözden kaçırmamak lâzım: Evet, bunlar çok uzun yılların realiteleri, ama o uzun yılların kendi iç dengeleri içerisinde hep aynı fonksiyonu icrâ eden ve sâbit bir sürekliliği taşıyan yapılar da değil. Bunlar, dönemleri îtibâriyle hem tek tek cemaatler, tarikatlar, hem onlarla devletin, iktidarların, diğer toplum kesimlerinin ilişkisi değişiyor. Dolayısıyla o ilişkinin niteliği ve onların fonksiyonları da başkalaşıyor. Daha önceki bâzı dönemlerde, hep ileri sürülen ve genel kabul gören sosyolojik tez: Türkiye’de, önemli ölçüde, cemaatlerin kendini “dışarlanmış” hissedenler için korunaklı alanlar üreterek, böyle sertleşme dönemlerinde, bir koruyucu kabukla sosyal fonksiyon yaratan yapılar olduğuydu. Dinî ve diğer özellikleri yanında, böyle bir sosyal fonksiyonları var. 

Sen “AKP iktidarından önce de vardı” diyorsun. Şimdi değişen ne? Çok temel bir nitelik değişimi var: Biraz önce Burak’ın ve Ayşe’nin değindiği gibi, iktidârın oluşma biçiminde, küçük küçük alt iktidarları kendi mutlak iktidârının üzerinde toplayarak, onu besleyen bir araca dönüştürerek yükselmesi, sonra da yüksekte kurduğu büyük ve mutlak iktidârın aşağıya bir lütuf olarak paylaştırılması işlevini kurduğunda, cemaatlerle iktidârın ilişkisi de değişti. Daha önce Erbakan’ın da cemaatlerle ve tarîkatlarla sorunu olmuştu. Başka yapıların da olmuştu. Erdoğan’ın onlarla kurduğu ilişki, yirmi yılın tamamında değil, ama bugün gelinen noktada başka bir içerik kazanmış durumda. Bu içeriğin kaçınılmaz sonucu olarak, bu cemaatlerin, iktidarla ve devletle kurdukları ilişkinin niteliği değiştiği için, üstlendikleri sosyal fonksiyonlar da değişti. Biraz önce Ayşe’nin söylediğine referans vereceğim: Dindar ya da “mâkul vatandaş” yaratma işinin ve bu anlamda fikriyle ideolojik iktidârı tekrar üretmenin bir tür taşeronları olarak işlev görmeye başladılar. Şimdi,“dışarlanmış”insanların sığındıkları yerler değil, hâkim olan ve bu hâkimiyeti devam ettirme kararlılığında olanların savunma ofisleri. Ayşe’nin söylediği gibi, bireysel ölçüde yoldan çıkabilecek insanları tek tek rehabilite etmek veya genel olarak bir hizmeti kontrol altına almak ya da doğrudan, bu iktidârın yukarıdan aşağıya doğru kurduğu mevcûdu sürdürmek ve mevcûdun her ne pahasına olursa olsun savunulmasının parçasına dönüşmek zorunda. Bununla başka türlü bir ilişkiye girenlerle kavgaya girildi. Ama Fethullah Gülen Cemaati’yle AKP’nin kavgası, cemaatlerin fonksiyonlarını ortadan kaldırma kavgası ya da cemaatlerin işleviyle ilgili bir kapışmanın ürünü değildi. Özel olarak o cemaatin, bu iktidar kombinasyonundaki rolünde kendisini başka bir güç odağı olarak işâret etmesiyle ilgiliydi. Bence bu süreç şöyle bir sonuca da neden oldu: Pek çok cemaat ve tarîkat, bu operasyondan ve bu kavgadan kendileri için önemli dersler çıkardılar ve büyük ölçüde de iktidarla cemaatlerin, tarîkatların ilişkisi bu anlamda update oldu. 

Artık bugün cemaatler, tek tek insanların ve genel olarak gidişâtın korunmasının parçası işlevini yürüttükleri ölçüde, iktidar için mûteber. Nasıl ki parti devletine dönüşmekten bahsediyorsak, toplumun bütün kılcallarının, kurumlardan cemaatlere, kavramlara kadar her şeyin iktidarla buluştuğu, iktidârı beslediği ve iktidârın varlığını devam ettirdiği bir sistematik olarak işlemesi bekleniyor. Fakat bu, ister dinselleştirmek anlamında olsun, ister sekülarize etmek anlamında olsun, böyle yukarıdan aşağıya bütün toplumu biçimlendirerek işleyen süreçler değil. Daha önce îtiraz ettiği ve siyasal olarak kullandığı, “Bu toplumun üstenci bir akılla yukarıdan aşağı biçimlenmesi” diye bir eleştiriyi siyasal dayanak yapan bu iktidar, aynı yöntemi kendisi uygulamaya kalktı: Dindar referanslı bir nesil üreterek, kendi devâmını ve sürekliliğini güvence altına alacağına inandı. Evet, devleti partileştirmiş olabilir, toplumu önemli ölçüde polarize ederek sivil toplumu etkisizleştirmiş veya kontrolüne almış, ürkütmüş, yıldırmış olabilir; ama sonuçta bu bir tasarım değil. Bu, sonuç üreten başarılı bir formül değil. Cemaatler ve iktidar ilişkisinde de, cemaatlerin iktidâra artık daha fazla bağımlı olduğu ve bu tür imkânları da ancak o bağımlılık ve bağlılıkla devam ettirebildiği bir yapı olarak sürdüğünü söyleyebilirim.

Bunun bireysel yansımalarına gelince: Çok basit olarak, öğrencilik hayâtı sâdece okulda öğretilenlerden ibâret değildir. Çünkü okulda öğrenilen bilgiler dışında, birtakım meseleler hakkında düşünmek için yöntemler edinirler ve deneyimler biriktirirler. Çocuklar okula gidip sosyalleşirler, başka şeylerle temas ederler, başka düşünme biçimleriyle tanışırlar. Üniversite eğitimini de içine alırsak, çoğu zaman, evinden ayrılır, alışık olduğu, tanıdığı, bildiği tek çevreden çıkar. Bütün bunların toplamından bir insan ortaya çıkıyor. Dolayısıyla eğitim-öğretim süreci, bu yüzden daha fazla faktörü olan bir şey. Okulunun İmam Hatip’e dönüştürüldüğü, yurdunun cemaat yurdu olduğu ve ona bir yöntem öğretmeyen, tam tersine teslîmiyetini garanti altına alabilmek için, zaten içinden geldiği baskının bir benzerini üreten bir şey; hem daha donanımlı bir nesil üretmiyor, hem bu nesil son derece mutsuz ve umutsuz bir sıkışmışlığın içine giriyor, hem de bu iktidarın –Ayşe’nin söylediğine katılarak söyleyeyim–  kendi iddiasını imhâ ettiği bir çözülmeye neden oluyor. Bu kaçınılmaz bir şey.

Yine ilk başa döneceğim, burada hebâ olan bir şey var: Bu, çok ağır bir tahrîbat. Bireysel düzeyde yarattığı tahrîbâtın sonuçlarını bu olayda görüyoruz. Ama bunun, kurumsal ve toplumsal olarak çok ağır bir tahrîbâtı var. Bu sadece dinselleştirme, “Laikliğimizi kaybettik” meselesinden ibâret de değil. Bu, çok daha temel meselelerde, çok ağır bir tahrîbat. Bununla çok ciddî olarak uğraşılması, bunun şu andaki hâliyle verdiği hasârın bir an önce durdurulması; sonra da hiç kolay ve kısa sürmeyecek tâmîrâtının, tâdîlâtının ve yeniden kurulmasının projelerinin de üretilmesi gerek. Bunun tartışmaları yapılabilmeli. 

Yine benim için etiket olan “Muhalefete muhalefet etme” meselesini tekrar etmeyeyim burada; ama bu konuda, değil bu âcil olayla ilgili reaksiyon vermekteki tutukluğu, genel olarak bu meseleyle ilgili yeni bir perspektif kurmakla ilgili de çok bir şey duymadığımızı anlıyorum ve biliyorum. Bunun dışında bir politik perspektif, birtakım sorunları işâret etmek ve önüne geldiğinde onlara karşılık vermek dışında bir şey yapmıyorlar. Onda bile bâzı zayıflıklar var. Biraz önce Burak’ın işâret ettiği gibi, bilmem ne kadar üniversite açıldı, bilmem ne kadar üniversite mezunu üretildi. Galiba daha önce Yasin Aktay, “Bunlar iş beğenmiyorlar” diye bir şey söylemişti. Çünkü aslında bu, aslında kendi memnûniyetsizliğini üreten bir politika ve kaçınılmaz olarak da kendi memnûniyetsizliğini üretiyor. “Size okul getirdim” diyorsun, insanlar çocuklarını birtakım fedâkârlıklarla o okullara gönderiyorlar. Çocuklar o okullardan bir şey öğrenmeden, mutsuz ve ailelerinden daha fazla kopmuş olarak çıkıyorlar. Üstelik o okullarda, “Dindar nesil yetiştireceğim” diye, ortaöğrenimde, yükseköğrenimde kalibrasyonu düşürdüğün, tamâmen ideolojik ve kimliksel sadâkate odaklı, yerli-millî nesli ya da toplumu inşâ etme çabasını da sonuçsuz bırakan ve bunun karşısında da verimsiz, yetersiz ve mutsuz kalabalıklar üreten bir döngü bu. “Eğitim şart, eğitim çok önemli” düşüncesinin gerçekten çok kuvvetli bir tarafı var. AKP’nin eğitim politikasındaki başarısızlığı, şu anda yaşadığı erimenin içeriğine biraz daha girildiğinde –ekonomik kriz elbette çok belirleyici–, özellikle yaşlar ve sosyo-ekonomik kesimler açısından bakıldığında, bu meselenin çok önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. Burada, cemaatlerin eski sosyolojik tezlerdeki gibi bağımsız sivil toplum aygıtları vasfını büyük ölçüde kaybettiğini –tabii ki bu sistemin işleyebilmesi için, iktidarla sorunlu olan birkaç cemaate göz yummak zorunda olduğundan, onlara müsâmaha gösteriliyordu– ve genel sistemin işleyişinde artık bir korunak alanı değil, bir savunma kalesi işlevi görmeye başladığını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal’in anlattığı, özellikle Fethullah Gülen’le kavgasından sonra Erdoğan’ın cemaatleri kendisine tâbi kılması konusu doğru. Benim gördüğüm kadarıyla, bir iki istisnâ dışında büyük bir kısmı –kimisi gönüllü, kimisi mecburen– uydu. Ama iki tarafın da birbirine pek güvenmediğini düşünüyorum. Erdoğan, aile fertlerine kurdurduğu vakıflarla –adını hep karıştırıyorum; bürokraside, kamuda işe yerleştirmelerle adı geçen vakıf gibi yapılarla- aslında, kendisine bağlı bir cemaat oluşturmaya çalıştı. O vakıflar üzerinden çocuklara yurt sağladı. Yurtlar üzerinden onları işlere yerleştirmeye başladı. Bu, cemaatlere güvenmemesi nedeniyledir. Hattâ son dönemlerde, AKP’ye bağlı olduğu bilinen bazı cemaatlerin muhâlefetle gizli gizli görüştüğü yolunda iddialar da var — ki onların büyük bir kısmı doğru. İşin böyle bir boyutu olduğunu da not düşeyim.

Kemal Can: Zâten Erdoğan güven vermek üzerine kurulu bir sadâkat ilişkisi kurmuyor. Korku üzerine kurulmuş bir sadâkat ilişkisi bu. Kendi seçmeniyle bile ilişkisini korku üzerinden kuruyor.

Ruşen Çakır: Evet, ama içlerinden bâzıları hakîkaten kendisini sevdikleri için bunda bir sorun görmüyor olabilir. Korkutmanın dışında, onlara bir şey sunuyor. Sadece alınlarına silah dayayıp, “Benim dediklerimi yapacaksınız” değil. Aynı anda hem havuç hem sopayı birlikte veriyor. Meselâ, daha önceki yangın olayında da, tecâvüz olayında da gördük. Normal bir sistemde, bu kişilerin cezâ alması gerekirken, cezâsızlaştırma ödülü veriyor.

Burak, sen ne dersin? Cemaatler, sivil toplum, devlet… Ne olacak bu ülkenin hâli?

Burak Bilgehan Özpek: Cemaatleri sivil toplum örgütü olarak kabul etmiyorum.  

Ruşen Çakır: Sözünü kesiyorum, ama ben bunu böyle kabul ettiğim için söylemiyorum; öyle yakıştıranlar var. Cemaatleri bir yere koyuyorum, devleti bir yere koyuyorum, sivil toplumu ayrı bir yere koyuyorum. Yanlış anlaşılma olmasın; cemaatlerin sivil toplum kuruluşu olduğu kanısında değilim. Meslek örgütlerinden hallicedir belki. Ama cemaatlerin, sivil toplumun ve devletin birbirleriyle bir ilişkisi var. Yani bir üçgenden bahsediyorum.

Burak Bilgehan Özpek: Ben de sizin gibi düşünüyorum ve cemaatleri sivil toplum örgütü olarak kabul etmiyorum. Burada yalın bir demokrasi tanımı yapmak lâzım — ki birçok kurum ve yapıyı da açıklayabilsin. Mesela, Alain Touraine’in çok hoşuma giden bir demokrasi tanımı var: “Siyâsî, kültürel ve iktisâdî egemenlere karşı çeşitli hak garantileriyle meydan okuyabilme, eleştirebilme özgürlüğü ve kapasitesi” olarak tanımlar. Bunu devlete de, mikro iktidar alanlarına da uyarlayabilirsiniz. Orada, bir sivil toplum örgütünün kendi içinde demokratik olup olmadığını anlayabilirsiniz. Dolayısıyla, sizin güçsüzlüğünüz, yalnızlığınız ya da muhtaçlığınız fark etmeksizin, herhangi bir yapıdaki iktisâdî, siyâsî veya kültürel hegemona eleştiri getirebiliyor, ona meydan okuyabiliyorsanız, orada bir demokrasiden bahsedebiliyoruz. Sivil toplum örgütleri genel olarak kendi içlerinde çok demokratik değiller. Dolayısıyla, gönüllü olarak girilen ve çıkılan yapıların dışında başka bir yapı arz ediyorlar. Evet, sivil toplum içinde hareket ediyorlarmış gibi gözüküyorlar; biz öyle algılıyoruz. Ancak, özellikle gözlerini diktikleri alan, sivil toplumun menfaatlerini siyasal alana taşımak değil, siyasal alanın lütuflarını sivil topluma bir şekilde peşkeş çekerek veya pazarlayarak kendilerine bir rant elde etmek. “Komisyoncu” dediğim zaman ciddîydim ben. Burada, estetikleştirilmeye çalışılan ama son derece müstehcen bir komisyon ilişkisi olduğu kanaatindeyim. Bugün, Türkiye’nin demokratikleşmesi için, Türkiye’nin kalkınası için, Türkiye’nin bir çevre sorunu için ya da Türkiye’nin mimârî yaklaşımları adına, herhangi bir cemaatin, kendi temsil ettiği toplumsal grubun meselesini siyâsete taşıdığına pek şâhit olmayız. Tam aksine, orada elde edilen kelle sayısı, cemaat liderlerinin siyâsî partilerle pazarlık yapmasının bir aracı olur. Bu pazarlığın sonucunda devletten bir kadro alabilirler, ihâle alabilirler, devletten yardım alabilirler veya kanûnî muâfiyet alabilirler. Yani hukukî süreçlerden, diğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kadar aynı oranda etkilenmeyebilirler. Meselâ, yurt işlettikleri zaman denetlenmeyebilir. Bu imtiyaz meselesi, pazarlık mekanizmasının sonucudur. Dolayısıyla, biz bu yapılara sivil toplum örgütü demiyoruz. Çünkü hem kendi içlerinde o gönüllülük prensibini tam teşekküllü uygulamıyorlar. Hem de sivil alanın problemlerini siyasal alana taşımak yerine, probleme dönüştürülmeyen bir kitleyi, iktisâdî kaynaklarla buluşturmak gibi bir amaçları var. Cemaatler açısından bu anlamda bir sivil toplumdan bahsedemiyoruz. İktidarla kurulan ilişki de, onları sivil değil, siyasal alanın bir parçası hâline getiriyor. Dolayısıyla, sivil alanı siyâsete karşı temsil eden değil, siyasal alanı sivillere karşı temsil eden aktörlere dönüşüyorlar. O bakımdan, cemaatlerin sivil toplum örgütü olarak kabul edilmemesi taraftarıyım.

Bu kurumların, cemaat ve tarîkat yurtlarının kapatılması, bunlara karşı daha sert önlemler alınması da bir çözüm içermiyor aslında. Hepimiz, hayâtımızda tarîkat yurtlarının olmadığını hayal edebiliriz. Ancak bu mutluluk, reel bir politikaya işâret etmiyor. Tam aksine, yeraltına inecek, faaliyetlerine devam edecek ve bir anlamda daha da sinsileşecek, daha da stratejik bir akılla hareket edebilecek yapılardan bahsediyoruz. Bunun pratik olarak işleyebilmesi, bu kurumları bir şekilde yeraltına itmek değil, bu kurumların beslendiği yapısal problemlerden kurtulmakla ancak mümkün olabiliyor. Türkiye, bu yapısal problemlerden kurtulma kapasitesine sâhip. Çünkü araştırmalar, siyâset kurumunun cemaat ve tarîkat oylarına ihtiyâcı olmadığını gösteriyor. Bunu oturup konuşmak lâzım. Cemaat ve tarîkatların medya gücüne ihtiyaç yok. Cemaat ve tarîkatların seferber ettiği insanlara ihtiyaç yok. Hiçbir siyâsî parti tarîkatlarla iyi geçinmek zorunda değil. Bunlara kamu kaynağı sağlamak zorunda değil. Bu insanların yarattığı bu komisyonculuk meselesini tolere etmek zorunda değil. Hatta daha iddialı bir şey söyleyeyim: Buna karşı savaş açmak da kazandırabilir. Buna karşı açtığınız savaş, toplumun diğer kesimlerinden bir sempati getirebilir. Ama galiba burada şöyle bir mesele var: Kemal Abi bu 15 Temmuz meselesini iyi söyledi. Türkiye’de, sadece 15 Temmuz değil ama genel îtibâriyle kanunî çerçevenin ortadan kalktığı ve siyâsetçilerin kendi görüşlerini kanun olarak sunduğu, siyâsetçilerin kendi görüşlerinin kanunun ikamesi olduğu durumlarda, cemaatlerin oynadığı bir rol doğuyor galiba. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre, meselâ siyasal alanın veya sivil alanın aktörleri meşrû olabilir. Ne zamana kadar? Devlet Bahçeli grup konuşması yapana kadar. Orada da siyasal bir devreye giriyor ve yeni bir kanunî çerçeve üretiyor. Bu, bizim devleti kaybettiğimiz an. Bana sorarsanız, doğa durumuna geçtiğimiz an. Thomas Hobbes’un anlayışına göre bile, düzenden vazgeçip, en güçlünün, en iktidar sâhibi olanın, en zarar verme yeteneğine sâhip olanın sözünün kural olduğu, tahmin edilemez, belirsiz bir doğa durumundan bahsediyoruz. Bu vahşi orman içerisinde ayakta kalabilmek için, bu cemaat ve tarîkat benzeri yapılar rol oynuyor. 

İnsanların, mâsûmiyetlerini ispat etmek için tek çerçeve, Cumhuriyet kanunlarıdır. Cumhuriyet kanunlarına ve Cumhuriyet kurumlarının soruşturmalarına göre, siz mâsumsunuzdur ya da değilsinizdir. Kanunları, kanunların suç tanımlarını eleştirebiliriz, bu ayrı bir şey. Ama biçimsel olarak konuşuyorum: Bir modern devlette, devletin kurumları ve yasaları çerçevesinde, bir insan mâsumdur ya da suçludur. Türkiye’de bir insanın mâsumluğunu veya suçluluğunu belirleyen kriter nedir? Burada siyasal bir kanaat gündeme gelir. 

Genel îtibârıyla sağ ve muhâfazakâr insanlar, bu tarîkatlarla hayatlarının bir döneminde selâm alıp verdikleri için, kamu personeli olmak istedikleri zaman, 15 Temmuz sonrasında AKP’nin ihtiyâcı olan güvenliği, işte bu tarîkatların ve cemaatlerin verdiği mektuplar sağladı. Böyle çok hikâye biliyorum. Mülâkat sürecinde, Fethullahçı olmadığına dâir, başka bir cemaatten alınan bir referans mektubu. Bu, muhâfazakâr bir kişinin, zinhar Fethullahçı olmadığına dâir bir garanti verdikleri için önemli. Bugün herhangi bir cemaat, oy potansiyeli açısından veya hükûmete sunabilecekleri açısından değerli değil. Onu asıl değerli kılan şey, onun referansıyla devlete giren kamu personeli olan birisinin, cemaatin hükûmetle arası iyi olduğu için yanlış yapmayacağının garantisi ve Fethullahçı olmadığının berâtı aslında. O zaman, bu yeni sistemin kurumları da, Cumhuriyet savcıları, Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri olmuyor. Yeni sistemin kurumları, yani kişinin mâsûmiyetini ispatlaması için Ülkü Ocakları’ndan, Kadirîlerden, Nurculardan referans alması gerekiyor ve böyle kamu personeli oluyor. Bu, söylediğim gibi, devletin olmadığı, iktidârın yasama, yürütme, yargı yerine, Tayyip Bey ve onun alt taşeronları arasında bölüştürüldüğü bir sisteme işâret ediyor.  

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle bitireceğiz. Sen ne dersin? Yurtları kapatıyor muyuz?

Ayşe Çavdar: Devletin yurt açması gerekiyor. Cemaat ve tarîkatların açtığı yurtları kapatmak lâzım; o ayrı. Ama bunun çözüm olmaya yetmeyeceğini, çünkü bu son olayda olduğu gibi, mevzunun evde geçtiğini, o zaman da evlere gideceklerini söylüyorum. Aslında yapılması gereken, devletin, sosyal devlet mantığıyla, her bir öğrenci için, öğrenciliğini geçireceği bir yer üretmesi gerekiyor. O zaman zaten hiçbirine gerek kalmayacak ve kapatacaklar. Bu arada, Işın Eliçin, bir ay kadar önce “Femfikir”de, özellikle Ankara’daki yurtlarla ilgili çok enteresan bir program  yapmıştı. İzleyicilere o programı izlemelerini öneririm. Çünkü orada, devletin hakîkaten yurtlar yaptığını, ama meselâ Kırklareli’nde ya da Tekirdağ’da, üniversitenin 25 km. uzağına yurt yaptığını, öğrencisi olmayan üniversitelere yurt yaptığını görüyoruz. Evet, devlet yurt yapmış, ama kullanılacak yerde değil. Yurt rantını kendi sâdıklarına dağıtabilmek için, Ankara, İstanbul gibi öğrencinin zâten çok olduğu yerlerde yurt yapmamış. Ama öğrencisi olmayan ve kimsenin yapmayacağı yerlere de kendisi yapmış, oraları inşaata hazırlamak için. Dolayısıyla, din-iman filan konuşuyoruz, ama eninde sonunda bütün hikâyenin gelip dayandığı yerin rant, inşaat ve ticârî gelirler, o gelirlerin birer ayrıcalık olarak dağıtılmasından ibâret olduğunu da söylemek lâzım. Bütün bu, “Aileler, dindar gençlik, dindar nesil” gibi kalabalık kalabalık lâflar, en sonunda ya 5-6 merkezî iktidar müteahhidine veya birkaç yerel müteahhidin neyi, ne zaman, kimden nasıl kazanacağına bağlanan bir şey. Bütün o kocaman lâfların gelip bağlandığı yer bu kadar. 

Ben, Kemal’in yapmak istemediği, “Muhâlefete muhâlefet etmek” hikâyesini bu sefer yapacağım. Çünkü dün gördüğümüz mevzu bize, cemaatlerin geleceğinin AKP ile sınırlı olmadığını, ondan sonrasında da devam edebileceğini gösterdi. Şöyle enteresan bir şey oldu: TİP Genel Başkanı Erkan Baş Meclis’teki basın toplantısını yapana kadar, biz Meclis’teki muhâlefet partilerinden, bir tek HDP’den bir şey duyduk. Tabii ki diğer sol partilerden duyduk. CHP ve İYİ Parti’den bu konuyla ilgili bir şey duymadık. Ali Babacan bir şey söyler gibi oldu, ama ne söylediği de pek anlaşılır değildi açıkçası. Sanıyorum, öğrencilerin yurt ihtiyâcından bahsediyordu; mevzu sadece yurttan ibâretmiş gibi. Çünkü mevzu, burada da konuştuğumuz gibi, devletle yurttaş arasındaki ilişkilerin hangi dolayımlardan geçirildiği ve o dolayımların –bu örnekte: Cemaatlerin– neden bu kadar güçlü olduğuyla ilgili. Bununla ilgili henüz herhangi bir şey söylenmiş değil. Çünkü söz konusu cemaat, iktidarla arasındaki ilişkilerin kötü olduğu düşünülen bir cemaat. Son dakikaya kadar beklediler. Erkan Baş açıklama yapmaya başladıktan sonra, CHP’den de ses gelmeye başladı. CHP ve İYİ Parti’den ibâret olan ana akım muhâlefetin yüzünü, Ali Şeker’in gayet sertçe söylediği, “Enes gibi çocukları ailelerinden koruyacak bir devlet kurmamız lâzım” meâlindeki sözü kurtardı.

Ben, kısmen İYİ Parti’nin  –çünkü İYİ Parti’nin kadroları da dindar muhâfazakârları pek bilmiyorlar–, ama özellikle CHP’nin, dindar muhâfazakârları tanımadığı için, o civârın cemaatlerini, kurumlarını gözünde fazla büyüttüğünü ve aşağı yukarı 2014 yılından beri, muhâfazakârlara muhâfazakârlık satarak –meselâ muhâfazakâr aday satarak– onların gönlünü kazanma stratejisini bu nedenle devam ettirdiğini söylüyorum. Üstelik defâlarca başarısızlığa uğradığı halde. Ve bu başarısızlığın bedelini yalnızca CHP değil, bütün muhâlefet, her anlamdaki muhâlefet ödedi. Bunu bir daha söyleyeyim: Tanımadıkları ve bilmedikleri için, dindar muhâfazakâr kurumlar, öncüler ya da oradaki kabuller, algılar, beklentiler, gözlerinde mistik birer özneye dönüşüyor.

Ama aslında durum şu: Özellikle AKP’den sonra –Ruşen, sen de yakından takip ettiğin için gayet iyi biliyorsun–, AKP iktidârı başladığı andan îtibâren, sâdece Gülencilerden koptuktan sonra değil, Gülencilerden önce de, istisnâsız bütün cemaat ve tarîkatlarda ciddi bir bölünme süreci başladı. İsmailağa da, Menzil de bölündü. Süleymancılar zaten bölünmüşlerdi. Hattâ 2007’de, Süleymancıların Kasımpaşa’daki Büyük Piyale Kur’an kursu binâsı, içi boşaltılmadan yıkıldı. Süleymancılar o Kur’anları, “Bakın Tayyip Erdoğan bize ne yapıyor?” diye ellerinde dolaştırdılar. Sonradan Erdoğan’la yan yana olanlar, “Bunu bize Cemaat yaptı. Tayyip Erdoğan da engel olmadı” dediler. Bunun tartışması senelerce sürdü. Bundan bir sene önce, Kâğıthane’de Kâğıthane Belediyesi, yine Süleymancıların bir yurdunu yıktı. Süleymancılar ikiye bölünmüş vaziyette. Bir kısmı, AKP’ye zehir zıkkım muhâlefet ediyorlar. Bir kısmı da “Eyvallah” diyor sâdece. 

Ama özellikle İsmailağa için şunu söyleyebilirim — çünkü Başakşehir, İkitelli civarlarındaki araştırmam için görmüştüm: Özellikle cemaat liderinin, şeyhin cemaatle ilişkisi, sağlık sorunları nedeniyle sınırlanmış durumda. Dolayısıyla birkaç tane vekil var. O vekiller arasında da bir güç kavgası var. Söz konusu Tayyip Erdoğan olduğunda, bu şeyhlerden ya da vekillerden birinin, müritlerden herhangi birini iknâ etme şansı yok. Aralarındaki bölünmeden dolayı böyle bir güçleri yok. Çünkü her bölünme, bütünün ve o parçaların meşrûiyetini sarsan bir terennüme dönüşüyor. Öte yandan, “Tayyip Erdoğan’a oy ver” deme şansları da yok. Müritler onların söylemesiyle Tayyip Erdoğan’a oy verecek veya vermeyecek değiller. Çünkü fark ettiyseniz, Enes Kara’nın mektubunda parantez içinde bir bölüm var, diyor ki: “Türkiye’nin süper güç olduğunu, geçmişin çok daha kötü olduğunu söyleyen insanlar benim ailemde de var”. Ama cemaatin toplamı muhâlif bir cemaat. Dolayısıyla, cemaat Enes örneğinde de, AKP’nin teorilerini ya da iddialarını satın alıp almamaya, Enes’in ailesini de iknâ edememiş. Ama toplamda muhâlif görünüyorlar. En azından, araları diğer cemaatler kadar iyi değil. Gelenek olarak da, bir siyâsî partiyle doğrudan ilişki içerisinde olmayı pek sevmeyen, oldukları zaman da ârıza çıkartan bir cemaat. Gelenek de denmez aslında, gayet modern bir cemaat.

Dün, Erkan Baş açıklamasını yaptı. Dikkatinizi çekerim, AKP sözcüsü Ömer Çelik de açıklamasını çok geç yaptı. Çünkü muhâlefetten birilerinin çıkıp, cemaate, dindarlara, cemaat yurtlarına saydırmasını bekledi. O da, durumla ilgili bir açıklama yapacağına, bu saydırma hikâyesine dâir bir şeyler söylesin ve durumu kurtarsın. Çünkü onların da elleri bağlı, söyleyebilecekleri bir şey yok ortada. Furkan Vakfı’na yaptıkları gibi yapamazlar, çünkü o cemaatle aralarında öyle bir zıtlaşma yok. Ömer Çelik’in açıklamasından sonra, nihâyet muhâlefetten bir şeyler duyabilmeye başladık. Bana çok sinir bozucu geldi bu. Çünkü “AKP neyi nasıl mahvetti?” hikâyesini az önce Burak da Kemal de detaylı olarak anlattılar. İkisinin de söylediklerinden, AKP’nin neyi nasıl mahvettiği konusunda muhâlefet partilerinin de hemfikir olduğuna eminim. Bunu görmüyor olmaları mümkün değil. Çünkü azıcık devlet terbiyesi olan bir siyâsî, mevzuyu neyin mahvettiğini bilir. Ama iş, kendilerinin o iktidârı devralma ihtimâli ve bu ihtimâli güçlendiren ve zayıflatan şeyler olduğunda, aynı mekanizmalar çalışmıyor maalesef. Bu beni korkutuyor. “Başarısızlığa uğrayan muhâfazakâr oyları satın alalım. Onların gönüllerini kazanmanın bir yolunu bulalım” politikası 2014’ten beri sürüyor. Bir taraftan da, az önce söylediğim nedenlerle ve genel îtibar kaybı dolayısıyla, cemaatlerin oy oranlarının ortadan kalktığını, neredeyse yok hükmünde olduğunu hepimiz biliyoruz. 

Peki, muhâlefetteki bu siyâsî partiler, neden toplumun en muhâfazakârlarını –cemaatlerde artık kültleşmiş muhâfazakârlıktan bahsediyorum– hedef alan birtakım siyâsî söylemlerle ya da kendilerine getirdikleri söylem kısıtlamalarıyla hareket ediyorlar? Bunu kendilerine sormamız lâzım. Neden onlar? Geriye kalanı yok saymak neden? Ben bunun sebebinin, siyâsetin sağ içinde bir yarıştan ibâret kalmasını, o yarışta da, bu küçücük kült yapılarının kıymeti kendinden menkul, hatta artık kendi gözlerinde de menkul olmadığı… Çünkü belli oluyor. Enes’in hikâyesi bir şey daha söylüyor: Yalnızca Türkiye değil, bu cemaatler, bu kültler, artık kendi geleceklerinden vazgeçmiş durumdalar; farkındalar. Bu kadar sıkmanın sebepleri de o. Bir sonraya kalmayacaklarının farkındalar. Bütün şu yeme-içme, çürütme, güç performansı hikâyesi, bir sorununu toplama performansından öte bir şey değil. Laiklik adını bile ağzına alamayan cemaatleri kırmamak için elinden geleni yapan bu ana muhâlefet partilerinin derdi ne diye gidip kendilerine sormamız lâzım. Bu çok tuhaf bir şey. Eğer siyâsette bu kadar tecrübe ve bilgiye sâhiplerse, şunu görmeleri lâzım. Yani gerçekten ne alâkası var? “Niye biz kendimizi de siyâsetimizi de buraya sıkıştıralım?” diye görmeleri lâzım. Onlara da bunun sebebini sormak lâzım. 

Ruşen Çakır: Kapatırken, benim de bu konuda söyleyeceğim çok şey var, ama sizleri daha çok konuşturdum. Hayatımın önemli bir kısmı bu konuları çalışmakla geçti. Özellikle Ayşe’nin demin söylediği, “Cemaatlerin siyâsî tercihleri” meselesine bir not düşeyim. Ben Nokta dergisinde çalışmaya başladıktan bir yıl sonra, hangi cemaat hangi partiye oy verecek diye bir tablo yapmıştım. Ama bir yıl sonra edindiğim bilgilerle, o tablonun ne kadar saçma olduğunu gördüm. Çünkü her cemaat, özellikle sağ partilerle, “Tamam, oyumuz size” diye pazarlık ediyor. Tabanına söylüyor, ama tabanın onu birebir uyguladığının garantisi yok. 

Elâzığ’dan bir anımla bitireyim. Allah rahmet eylesin, Hacı Efraim’le (Yıldırım) tanışmıştım; gübre ticâreti yapıyordu. Kendisini yetiştirmiş, entelektüel, çok da konuşkan birisiydi. Hakyol Vakfı’nın Elâzığ temsilcisiydi. Hakyol Vakfı, İskenderpaşa Cemaati’ne bağlı. İskenderpaşa Dergâhı şeyhi Prof. Mahmut Esad Coşan, Erbakan ve Refah Partisi’ne savaş açmıştı. O dönemi hatırlıyorsunuzdur. Ama Hacı Efraim, hem Hakyol Elâzığ temsilcisi hem de Refah Partili’ydi. “Efraim Bey, bunu nasıl beceriyorsunuz? Hem dergâh hem Refah Partisi nasıl bir arada nasıl oluyor?” diye sordum. O da bana, “Valla Ruşen Bey, ben de bilmiyorum. Çok üstüme varmayın” dedi. Bu, realiteydi. Bunları genellikle söylemezler, resmî olanı aksettirirler. Cemaat liderlerinin çıkıp, “Benim 100 bin müridim var. Aileleriyle birlikte 100 bin oy garanti” demeleri hikâye. Senin de demin çok isâbetli bir şekilde değindiğin gibi, muhâlefet, özellikle CHP, bu olayı haddinden fazla mistifiye ediyor. Tabii bu daha çok, bilgiye sâhip olmamaktan kaynaklanan bir durum. Gerçekten cemaatlerdeki insanlarla birebir ilişkide bulunsalar, cemaatlerdeki insanların bir fonksiyonu olduğunu, ama onların atfettiği gibi bir fonksiyonu olmadığını da görürlerdi. 

Evet, “Adını Koyalım”a burada noktayı koyalım. Acı bir olaydan hareketle iyi bir tartışma yaptık. Kemal Can, Ayşe Çavdar ve Burak Bilgehan Özpek’e çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.