Adını Koyalım (41): “Büyük resim”in düşündürdükleri

Muhalefet, “büyük resmi” HDP’siz de olsa, sonunda verebildi. Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek “Adını Koyalım”da, liderler zirvesini, HDP’nin olmamasının muhtemel sonuçlarını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”ın 41. bölümüyle karşınızdayız. Evet, 41 program olmuş. Bu bölümde muhâlefetin “büyük resmi”ni konuşacağız. Geçen haftaki yayında “büyük resmi beklerken” meselesini konuşmuştuk. Yaptığımız o yayın bayağı etkili oldu ve ses getirdi. Şimdi, geçen hafta kaldığımız yerden devam edeceğiz. Bu “büyük resim” bize ne düşündürüyor? Bundan sonra neler olabilir? Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la bunları değerlendireceğiz. 

Arkadaşlar, merhaba. Dediğim gibi, geçen haftaki yayınımız bayağı ses getirdi. Burada konuştuklarımıza, muhâtaplarından doğrudan veya dolaylı olarak cevaplar geldi. Başka gazeteciler de bizi referans vererek, mesela Nihal Bengisu Karaca, Ali Babacan’a soru sordu. “Resmi beklerken”i konuştuk; şimdi bekleme bitti, o fotoğraf nihâyet cumartesi akşamı verildi. Önce Ayşe’yle başlayalım, sonra Kemal ve Burak’la devam edelim. Bu resmi gördükten sonra ne hissettiğinizi, ne düşündüğünüzü sormak istiyorum. İkinci bölümde de, bundan sonra ne olabileceği, nasıl olacağı, ne olması gerektiği ve bunun birtakım riskleri olup olmadığını konuşalım. Tabii ki iktidârın bu resmi bozma konusunda birtakım çabaları olacaktır. Bunlara karşı muhâlefet ne yapabilir? Başlı başına bir soru da şu: Bu resmi vermiş olmak, o blokun kurulduğu anlamına geliyor mu, gelmiyor mu? Çünkü mâlûm, bağlam: Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem. Yapılan yazılı açıklamada, ittifâkın sinyalleri çok güçlü biçimde var, ama tam da adı konulmamış halde. Ne dersin Ayşe?

Ayşe Çavdar: Ben o gün fotoğrafı görür görmez, önce, “İşimiz zor” diye yazdım. Sonra “İşleri zor” diye yazdım. Gazetecilik, akademi bir tarafa, seçmen olarak işimiz zor. Çünkü ülke bu haldeyken, bütün meslekler, bütün işler, “Bu iş nasıl tamâma erecek, buradan nasıl kurtaracağız?”a çalışmaya başlıyor. Dolayısıyla önce, “İşimiz zor” dedim — hakîkaten zor. Sahneye bakınca neyin bana zor geldiğini söyleyeceğim. İkincisi, işleri zor; çünkü birbirleriyle de zor. 

İşimizin zor olmasının sebebi şu: Sağ içi bir mücâdele olduğu, bu resimle ortaya iyice çıkmış oldu. Her şeyden önce, içeriği ne olursa olsun, bu fotoğrafın nihâyet bir şekilde verilmiş olmasının iyi bir aşama olduğunu düşünüyorum. İttifak kötüye gidecekse de iyi bir aşama, iyiye gidecekse de iyi bir aşama. Çünkü mırıl mırılkendi aramızda konuştuğumuz bir mevzû olmaktan bir fotoğrafa, bir görüntüye dönüşmüş oldu. Zannediyorum ki o gün, hem bu işe sevinenler hem Millet İttifakı’nın yeterli bir ittifak olmadığını düşünenler açısından, karşımıza somut bir şey çıkmış oldu. Yani yüzleştik. Bir tarafta Erdoğan ve Bahçeli var, onlar arada bir yan yana geliyorlar, tuhaf tuhaf yemekler yiyorlar, konuşuyorlar. Öbür tarafta ise durum artık somutlaştı, hayâlî bir şey olmaktan çıktı. Ruşen, sen bir yayında da söylemiştin: Artık fotoğrafları kolajlamak zorunda değilsiniz; artık orada bir fotoğraf var. Bu, her halükârda atılması gereken bir adımdı. Nihâyet atılması iyi oldu. Böylece, iyi anlamda da, kötü anlamda da, somut tepkiler ortaya çıktı. Tepki sadece eleştiri değil. Bu tepkilerle ne yapacaklarına da karar verecekler. Bu tepkilerle etkileşim içinde olacaklar. Bunlar olumlu tarafı. 

Şimdi olumsuz tarafını söyleyeyim: İşimizin zor olduğu yer, görüntü öyle ortaya çıkınca, bu hikâyenin, sağ içi bir hesaplaşmadan ibâret olduğunun anlaşılması. Esâsında Türkiye’nin tıkanıp kaldığı yer, siyâsî aktörlerin, birbirinden çok da farklı olmayan ilkeler açısından değil, kendi kariyer hedefleri açısından, azıcık ön plana ya da arkaya düşürdükleri, “Milliyetçilik mi İslâmcılık mı, Türklük mü İslâmcılık mı?” gibi mevzûlar üzerinden, birbirinden çok farklılaşan birtakım motifler olması. Çünkü ekonomik programlarına baktığımız zaman, hepsinin üç aşağı beş yukarı piyasa ilkelerine aşırı saygılı programlar ortaya koyduklarını görüyorsunuz. Çok da farklı olmayan iki kutup var. Senelerdir bir kutuplaşmadan bahsediyoruz; ama sonuçta, görüldüğü üzere bu kutbun iki tarafı da sağdan oluşan bir kutup. CHP biraz farklı duruyor. Onu burada daha evvel söylemiştim: CHP’yi biraz rahat bırakırlarsa, CHP’nin farklılığı, Millet İttifakı’nın Cumhur İttifakı’ndan neden farklı olduğunu söylemeye yarayacak. Ama rahat bırakmaları gerekiyor. Millet İttifakı’nın sağ ortaklığı, henüz o rahatlığa gelmedi. Onun yerine, hâlâ bu ittifaka renklerini vermeye uğraşıyorlar. Sanki o renk gerçekten bir renkmiş, sağ renk cidden mevcut hâlin bir alternatifiymiş gibi. Bunu elbette biliyorduk, ama bunun görünür olması kaygı ve endişe verici bir şey. Çünkü sağ içi bir hesaplaşma veya benzerler arasında rekabet genellikle kural tanımaz bir rekabettir ve çirkinleşebilir. Dolayısıyla böyle bir ihtimâli daha ön plana çıkardı. Bunun için farklılaşmaları, farklılaşmaları için de CHP’yi biraz rahat bırakmaları gerekiyor. 

Ama asıl mesele, HDP’nin orada olmaması. O gün Twitter’da tepkiler akarken, hakîkaten bir taraftan insanlar çok kızdığını, bir taraftan kırgınlığı görebiliyorsunuz; böyle bir fotoğraf var. Öbür taraftan, çoğunluğu HDP’li hesaplardan gelen üçüncü bir tepki grubu daha var. Onlar da “Burada olacaktık da ne olacaktı? HDP burada olsaydı, bu sefer HDP’yi Akşener’le ve özellikle Davutoğlu ile aynı masaya oturmakla eleştirecektik” dediler. Üç tepki de haklı. Yani, AKP ve MHP’nin oluşturduğu bir koalisyonla mücadele edilecek. Bu koalisyonun kurulma sebebi, Kürt meselesinde AKP’nin ürettiği 180 derecelik dönüş. Bu dönüş, çözüm süreci gibi bir yerlerden ağır güvenlikçi… ki Davutoğlu o dönemin temsilcisi, uygulayıcısı olarak hâlâ Millet İttifakı’nda. Dolayısıyla HDP’nin o masada ne işi var? Öbür taraftan, AKP ve MHP’nin oluşturduğu bir koalisyonun alternatifi, elbette Kürt sorunuyla ilgili net ve uygulanabilir bir şey söylemek zorunda. HDP’nin olmadığı bir masada bu nasıl söylenecek? Bu sorun çözülmeden, Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülmeyecek. Ekonomi dâhil olmak üzere hiçbir sorunu çözülmeyecek. Çünkü demokratikleşme ve eşit yurttaşlık bizim en önemli problemlerimiz. Bu problemlerimizi çözmeden, bu toplumun gerçekten sâhici bir siyâsî birlik oluşturmasını sağlamış olmayacağız, buna bir katkımız olmayacak. O zaman ne olacak?  Ama şöyle düşündüm: İyi ki HDP orada yok. HDP’nin Millet İttifakı’nın içerisinde olmaması, o fotoğrafta olmaması, HDP’yi orta vâdede güçlendirecek bir şey. Çünkü bu iki sağ ittifak arasındaki yarışta, ancak dışarıdan bir siyâsî oluşum kimin kazanacağına karar verecek. Dolayısıyla HDP’nin eli şu anda çok güçlenmiş vaziyette. Gönül isterdi ki, sol ittifak elini erken atsın. Sol ittifak, Millet İttifakı’nın verdiği bu fotoğraftan önce kendisini deklare etseydi, muhtemelen o gün o kadar kırıcı olmayacaktı. Çünkü kırıcıydı gerçekten. Belki o zaman o kadar kırıcı olmasına gerek kalmazdı. 

Ben orta vâdede Millet İttifakı’nda olmamanın… Tabii ki Cumhur İttifakı Kürt meselesini, Millet İttifakı’na karşı bir bölücü ve çözücü unsur olarak kullanmaya devam edecek. “Kürtler’le de şöyle ilişki kuruyorsunuz…” diyecekler. Zâten Devlet Bahçeli’nin Kandil’li mesajlarından anlaşılıyor bu. Ama bu, gerçekten bir ittifak oluşturacaklarsa halledemeyecekleri bir sorun değil. Dediğim gibi, orta vâdede HDP’nin eli daha güçlendi. Çünkü dışarıdan bir güç olarak, kralın kim olacağına karar verecek olan HDP ve dolayısıyla Kürtler olacak. Bence Millet İttifakı fotoğrafı öyle vererek bunun da adını koymuş oldu. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim. Aynı soru: Sonunda fotoğraf çıktı. Ne düşündün? Ne kadar heyecan yarattı? Ne beklediğimiz ayrı tabii ki, ama ne düşünüyorsun?

Kemal Can: Belki fazla genelleme olur ama bu, “Bardağın yarısı dolu, yarısı boş” meselesine benzer bir resim. Bir taraftan, böyle bir resmin verilmiş olması, bunun uzunca sayılabilecek bir emekle ve bazen bunun için verilen tâvizlerle sağlanabilen bir şey olması, tamâmen önemsiz. “Ne bu ya?” denilebilecek bir durum değil. Kimse de bunu böyle algılamadı. Ama bir taraftan da, iktidârın yarattığı siyâsî zeminin tam karşısında ve onun zorladığı bütün meselelerde başka türlü davranabilen, konuşabilen, durabilen bir muhâlefet bloku yaratma açısından da önemli bir eksiği olan bir şey. Çünkü aslında masa, Millet İttifakı’nın masası değil. Henüz o Millet İttifakı’na resmi olarak dâhil olmuş, herkesin birlikte olduğu masa değil. Bu tür bir ittifakın oluşmasının öncesinde, muhâlefet aktörlerinin, iktidârın yarattığı siyâsî zeminle ilgili sorunu olan herkesin, kendi görüşlerini masaya koydukları ve daha önce heyet halinde yaptıkları sistem tartışmasını konuştukları bir zemin. Dolayısıyla HDP’nin de, Millet İttifakı’nın bazı bileşenlerinin de, HDP’nin doğrudan ittifaka doğrudan katılmaması konusundaki mutâbakatını değiştiren bir durum değildi. Hattâ bunu HDP kendi de açıklamış durumda zâten. Dolayısıyla bu aşamada, bir sistem tartışması ve muhâlefet aktörlerinin, yaşanan durum ve buradan çıkışa dâir fikir alışverişi masasındaki eksiklik bence önemli. Tıpkı, “Bu resimden ne çıkar?” küçümsemesi gibi, “Buradaki sorun ne ki? Önemli değil” demek de mümkün olmayan şeyler. O yüzden “Bardağın yarısı dolu, yarısı boş” resmini düşünebiliriz. 

Bir de Ayşe biraz değindi, iktidârın da muhâlefetin de, sağiçi mücadeleler üzerine biçimlenişi büyük ölçüde böyle cereyan ediyor. Aslında daha öncesinden, Türkiye’deki siyâsî merkezin daha da sağa kaydırılmasıyla oluşan bir geri planı da var. Bugün de bunun devam ettiğini görüyoruz. Bu resimde benim dikkatimi ilginç bir şey çekti: Altı liderin özellikle ayakta olduğu resimde, “Buradaki yalnız kim?” diye baktığımda, masanın bizzat kurucusu Kılıçdaroğlu’nun orada en yalnız ya da en farklı kişi olduğunu gördüm. Eskiden vardı, şimdi var mı bilmiyorum; ama üniversite sınavında genel yetenek soruları olurdu. Dört-beş seçenekten, en farklı olanı, en ayrıksı olanı, en dışarıda duranı, birbiriyle ilişkisi olmayanı bulma işi. Kılıçdaroğlu’nun, diğer hepsiyle son derece uyumlu, onları gözeten bir ilişkisi var ve hepsini bu masaya getirmek için harcadığı bir çaba var. Ama buna karşılık da, orada pozisyon îtibâriyle ve o masaya taşıdıkları îtibâriyle en yalnız aktör olarak sayabiliriz. Hele üç tânesinin iyice yakın akrabalığı var. Hısımlarıyla gelmişler, birbirleri arasında sorun olsa bile, öyle bir durum var. Âile olarak kalabalıklar. Aslında hepsi, iktidar blokunun partilerinin içinden çıkmış yapılar. Dolayısıyla iktidarla da akrabalıkları var. Ama buna karşılık CHP, sadece yirmi yıldır değil, epeyce uzun bir süredir iktidar yüzü görmemiş. Kılıçdaroğlu da sadece AKP iktidârı döneminde siyâsî ömrünü geçirmiş bir lider. Öncesi de yok. Bütün bunlara baktığımızda, Kılıçdaroğlu, hem şahıs olarak ve bir siyâsî aktör olarak, hem orada temsil ettiği parti îtibâriyle masayı kuran, ama masanın en yalnız ve diğerlerinin söylediklerini en çok dikkate alarak davranmaya çalışan aktörü pozisyonunda. Bunu Pazartesi günkü “5 Soru 10 Cevap”ta da biraz anlattım: Bu, aslında Kılıçdaroğlu’nun temel bir yaklaşım farkından doğdu. Bunun için büyük emek harcadığını herkes teslim ediyor; bizim de söylememiz gayet isâbetli olur. Bu masa kurulduysa, bu resim verildiyse, burada açık ara belirleyici aktör Kılıçdaroğlu. Kılıçdaroğlu’nun şöyle temel bir yaklaşımı vardı. Klâsik CHP çizgisi ya da Baykal çizgisinden farkı şuydu: Baykal CHP’si, halkın yanlış olduğunu, bir süre sonra yanlarına geleceğine inanıyor, bu konuda bir ifratla davranıyordu. CHP’nin büyüyeceğine, güç kazanacağına ve muhâlefet olmaktan iktidâra taşıyabilecek şeyin, ya da güçlü muhâlefet olmanın bu olacağına inanıyordu. Kılıçdaroğlu ise, “Biz bir şeyi eksik yapıyoruz, yanlış yapıyoruz. Bir şeyi değiştirmemiz lâzım ve başka ilişki zeminleri kurmamız lâzım” iddiasını ifrata vardırarak bu masayı inşâ etti. 

Aslında ikisi de uçlaştırılmış şeylerdi ve eleştirilme nedenleri de bu uçlaştırmadan kaynaklanıyordu. Ama sonuçta varılan noktaya baktığımızda, Kılıçdaroğlu, kendi açısından da önemli bir siyâsî misyon olarak koyduğu bu masayı kurma ve bu resmi verme aşamasını başardı. Bu önemli bir aşama. Üstelik görünen eksiğiyle berâber önemli bir resim. O resim için kendisi de “HDP’yi dışlamıyoruz” açıklamasını yaptı. Dolayısıyla HDP’yi dışlayanların, dışlama gerekçeleri de açığa çıkan bir resim hâlinde önümüzde. Bunu herkes de görüyor. Orada bulunmayanları da o resmin içerisinde ve o resmin dışarısında tutan dinamikleri de berâber gösteren bir resim. Bu anlamda epeyce bir şey anlatıyor diye düşünüyorum.

Ayşe’nin de değindiği, geçen hafta ağırlıkla konuştuğumuz şu: O masadaki “masanın yalnızı” dışındaki kalabalık kısmın arasında çok sert bir rekabetin yaşandığını, bunun artık pek de gizli saklı olmadığını da görüyoruz. Hatta bu epeyce açığa çıkmaya başladı. Ama oradaki, hâlâ büyük çoğunluk olduğuna inanılan ve yüzde 60’lar-70’ler diye ifâde edilen sağ blokun temsilcisi olma hâli, bugün iktidarda yaşadığımız “çoğunluk kibri”nin bu masaya taşınmasına vesîle oluyor. Yani “Bizim oyumuz önemli değil. Ama bizim temsil ettiğimiz ya da konuşabildiğimiz kesim çoğunluk olduğu için biz mühim insanlarız ve dediklerimiz önemli” yaklaşımı. Demin söylediğim ifrat-tefrit meselesinde, Kılıçdaroğlu’nun bu konularda bâzen ayarı kaçıran ölçüde çok yüksek bir dikkat gösterdiğini, sadece Kılıçdaroğlu’nun değil, genel olarak bu masayı inşâ etme çabası içerisinde olan CHP’nin yerel yöneticileri de dâhil, çok olmadık insanları anma konusunda büyük hassasiyet göstermek, acayip acayip duyarlılık gösterileri gibi şeyler yaparak ya da îtiraz edilmesi gereken şeylere yeterli reaksiyonu vermeyerek devam ettiğini görüyoruz. Fakat bir süredir, Kılıçdaroğlu’nun, bu masanın inşâsına paralel olarak, Ayşe’nin biraz önce bahsettiği “CHP rahat bırakılırsa fark yaratabilir” dediği şeyi yavaş yavaş yapmaya başladığını görüyoruz. Kılıçdaroğlu’nun daha kişisel bulunan çıkışlarla yarattığı gündemin, aslında bir fark yaratma gündemi olduğunu biliyoruz. Bu gündem daha çok “kendi adaylığı için bir çaba” diye yorumlanıyor. Ama bence siyâsetin genel gündem ilişkisini değiştiren bir fonksiyonu var. Meselâ Kılıçdaroğlu’nun fatura çıkışı da böyle bir sonuç yarattı. Bugün Bakanlar Kurulu toplanıyor. Gece ne sonuç çıkacak bilmiyorum, ama iktidar büyük ihtimalle bir şeyler yapmak zorunda kalacak. Çünkü şimdiye kadar, “Muhâlefet dedi” diye, bir sürü şeyi yapmaktan kaçınabiliyordu iktidar. Ama bu çok öyle bir şey gibi durmuyor. Çünkü elektrik faturaları ve benzeri konularda çok ciddî bir reaksiyon var; bir şey yapmak zorunda kalacaklar. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun çıkışı da bir biçimde sonuç almış görünecek. Hattâ Bahçeli bile grup toplantısında, “Bir şey yapmak gerekir” dedi. Bunlar önemli aşamalar. 

Ama burada da İYİ Parti’nin bu çıkışı lüzumsuz bulduğu ve sonra bunu düzelttiği bir açıklamayı da duyduk. Kulislerden, örtülü ya da açık, bu iç gerilimin yansımalarının yemek sırasında masaya da geldiğini duyuyoruz. Bunlar belki daha sonrası için önemli. Ama bugün, bu masanın kurulması vesîlesiyle daha açık konuşulur hâle geldi. Bunda, gündemi sâdece masanın kurulmasından ibâret kılmayan bir CHP, özellikle Kılıçdaroğlu tavrının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü şimdiye kadar bütün enerji sadece bu resmin verilmesi üzerine kullanıldığı için, bâzen gündem önemli derecede kaçıyordu. Şimdi, masayı ana gündem değil, gündemin bir parçası hâline getirmenin eşiğine geldiler. Bence bu açıdan önemli. Bütün sorunlarının da konuşulduğu, iç sorunların da konuşulduğu, eksiğinin de konuşulduğu bir hâle gelmiş olması. Yani “kızıl elma” veya “ulaşılması gereken sihirli hedef” olmaktan çıkıp, bunun bir şey için lâzım olduğunun konuşulmaya başlaması için bunun olması gerekiyordu. “Ne zaman buluşacaklar?” sorusu, o buluşmanın kendisini bir milâda, bir hedefe dönüştürüyordu ki bu sorunluydu. Çünkü onun olması, aslî bir hedef için gerekli olan şeydi. Burada noktalayayım.

Ruşen Çakır: Belki hepiniz ayrı ayrı şu meseleden kulis olarak haberdarsınızdır. Ama benim bildiğim kadarıyla, Kılıçdaroğlu bu fotoğrafı daha önce vermek istiyordu. Akşener de istiyordu. Ama Millet İttifakı’na katılma ihtimâli olan partilerin içerisinde, fotoğrafı geciktirme eğilimi vardı. Onu da bir not olarak düşmekte yarar var. Burak, sen ne diyorsun? Fotoğraf sana neler hissettiriyor?

Burak Bilgehan Özpek: Ortada bir karmaşa olduğunu düşünüyorum. Bu fotoğrafın, hukukî mi, yoksa siyâsî bir birlikteliği mi temsil ettiği konusunda bir netlik yok. Şunun için söylüyorum: Bu toplantıya katılan partilerden, hâlâ Millet İttifakı üyesi olmayanlar var. Millet İttifakı üyesi olmalarına da gerek yok. Netîcede anayasa müzâkeresi yapılıyor. Parlamenter Sistem’e geçiş, bir anayasa değişikliğini gerektiriyor. Dolayısıyla aslında yeni bir anayasa müzâkeresi yapılıyor. Demek ki, toplantıda sadece Millet İttifakı üyeleri değil, bunun dışındaki partilerin de yer alması gerekiyor. Siyâsî bir birliktelik gösterilmeyecekse ve ülkenin geleceğiyle ilgili bir anayasa tasarısı söz konusuysa, bu masada mevcut bulunan partilerin yanı sıra, muhalefetin içerisindeki diğer partilerin de olması gerekiyor. TİP’in de, HDP’nin de, Memleket Partisi’nin de olması gerekiyor, ama yoklar. Onların olmaması, bu toplantıyı siyâsî bir toplantı hüviyetine sokuyor. Ama ortada siyâsî bir birliktelik de yok. Hâlen Millet İttifakı içerisinde yer alma konusunda kararsız olan Gelecek ve DEVA partileri var. Dolayısıyla ne siyâsî ne hukukî bir tablo çıkıyor. Bu fotoğrafın bende yarattığı böyle bir kafa karışıklığı var. Eğer DEVA ve Gelecek partileri Millet İttifakı’na girerlerse, bu kafa karışıklığını giderebilirler. Şunu söyleyebiliriz: Burada bir siyâsî birliktelik var, bu siyâsî blok sadece Parlamenter Sistem’e geçiş değil, diğer konularda da var. Yani Türkiye’de iktidar devri ve peşi sıra gelişecek olaylarla ilgili de ortak çalışma yapabilirler ve ortaya bir yönetme irâdesi koyabilirler. 2022 senesinin Mart ayına geliyoruz. Muhtemelen bir sene sonra –belki daha da erken– bir seçim olacak. Fakat hâlen, Millet İttifakı’nın, yani siyâsî olarak muhâlefet ittifakının üyeleri belirginleşmiş değil. Belirginleşmesi için ne bekleniyor? İllâ bir milletvekili pazarlığı veya o kompozisyon içerisinde yer almak için bazı sayıların netleşmesi mi gerekiyor bilmiyorum. Fakat şunu çok iyi biliyorum ki, bu siyâsî irâdenin genişleyebilmesi, bu yeni katılacak partilerin de oy oranını artırması için gayet faydalı olacak. 

Geçen haftaki programda söylediklerimizden birçok DEVA ve Gelecek partili arkadaş alınmış. Halbuki söylediğimiz şey çok basit ve çok net: Kazanan tarafta yer almak, tavrı netleştirmek ve artık arkaik bir şekilde gördüğümüz 2002 senesinin AKP söylemleriyle yapay bir ılımlılık üzerinden üçüncü bir yol açmanın hiçbir faydası yok. Bunu gördük. O yüzden siyâsî bir birliktelik sergileyebilmek bence çok önemli. O açıdan, geçtiğimiz haftaki toplantıdan siyâsî bir birliktelik mesajı almadım. Bunun olabilmesi için DEVA ve Gelecek partilerinin ciddi anlamda Millet İttifakı’na girmeleri gerekiyor. Çünkü aksi takdirde bir tutarsızlık oluyor. 

Eğer bu bir hukukî metin üzerinden bir araya gelinen bir toplantıysa, bir anayasa tasavvuru varsa, bu toplantıda niçin diğer muhâlefet partilerinin olmadığının da açıklanması lâzım. Çünkü o insanlar da, 2017 yılı referandumuna baktığınız zaman, “Hayır”kampanyasına destek vermediler mi? O dönem Başkanlık Sistemi’ne geçerken, sahnede olmayan DEVA ve Gelecek partileri bugün masada. Ama 2017 senesinde “Hayır” için ciddî anlamda gayret sarf eden insanlar, isimler, partiler masada değilse, burada sizce de bir gariplik yok mu? Bence var. Tamam, siyâsî bir birliktelik mesajı vermek istiyorsunuz — olabilir. Peki, siyâsî birliktelik mesajı verecekken, DEVA ve Gelecek partilerinin, kendilerini Millet İttifakı’nın dışında tutmasında bir gariplik yok mu? O yüzden bana sorarsanız, bu tutarsızlığın behemehal kaldırılması gerekiyor. Ben bu şekilde düşünüyorum. 

İkincisi, normalde böyle bir tablonun insanlarda bir heyecan uyandırması gerekiyordu. Dediğim gibi, eğer siyâsî bir birlikteliğe de dönüşürse uyandırabilir. Ancak, bu anayasa değişikliği ya da Parlamenter Sistem’e geçişin, halkın şu anda ivedi olarak arzuladığı bir mesele olup olmadığı da çok net değil. Yani, Parlamenter Sistem’e geçiş sözü, toplumda yeteri kadar heyecan uyandırmıyor da olabilir. Topluma ülkeyi yönetme sinyali göndermek, ekonomik sorunları bir an evvel çözmek, çok temel, çok ivedi problemleri halletmek, halledecek irâdeyi ortaya koymak, Parlamenter Sistem’e geçiş sözünden daha önemli olabilir. Bunu geçen hafta da konuşmuştuk. Bugün iktisâdî sorunlardan dolayı hepimiz çok uzun vâdeli planlar yapamıyoruz.

Ruşen Çakır: Sözünü geliştirmek için şöyle bir varsayımsal soru sorayım: Meselâ, bu toplantının sonunda, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem için bir araya geldik. Ama siyâsî olarak bundan sonra birçok konuda hareket etmek istiyoruz ve öncelik olarak da, Türkiye’nin yaşadığı derin ekonomik krizlere çözüm önerilerimiz için hızlıca şunu şunu yapmak istiyoruz” gibi bir çıkış yapsalardı, herhalde o heyecanolurdu sanki. 

Burak Bilgehan Özpek: Çıkış yapsalardı da olabilirdi. Bununla birlikte, şöyle bir durum da var: İttifakın dışında kalarak, doğrudan Kemal Bey’le görüşerek bir alternatif yaratmak, yani Millet İttifakı’ndan ısrarla kendinizi uzak tutarak, hattâ Millet İttifakı’nın bir anlamda durduğunuz çizgiyi kirleteceğini düşünerek hareket edemezsiniz. Millet İttifakı siyâsî bir alternatif olacaksa, bu tip kısa yollarla ya da bu tip arkadan dolanarak sonuca ulaşma stratejileri yerine, daha doğrudan, daha göz önünde, daha kurallı bir birlikteliği hak ediyor. Bu ittifak az bir iş başarmadı: Millet İttifakı, yirmi beş senenin ardından İstanbul ve Ankara belediyelerini aldı. Yine alabilir. Ama bu ittifakın içerisine girdiğiniz zaman onun bir kuralları olacak. Müttefiklerinize karşı tavırlarınızı, davranışlarınızı, söylemlerinizi bir anlamda terbiye etmek zorunda kalacaksınız. 

Bugün İYİ Partili milletvekillerinin Millet İttifakı’nın geleceği konusunda söyledikleri niçin toplum tarafından tepkiyle karşılanıyor? Bakıyoruz, insanların bir talebi var: Muhâlefet partilerinden, hayatlarındaki bütün sorunları çözmelerini beklemiyorlar. Biz siyâsî elitler ve entelektüeller olarak siyâsetin çok içinde olduğumuz için, herhangi bir hareketi çok detaylı bir şekilde inceleyebiliyoruz. Ama toplumun muhâlefet partilerinden talebi, bir arada durmaları, sandığı getirmeleri, sandığa sâhip çıkmaları, gerekli organizasyonu yapmaları ve bir alternatif oluşturmaları. Yani geride kalan detaylarla uğraşmak istemiyorlar. Ankara parti politikasıyla, koridor politikasıyla pek uğraşmak istemiyorlar. O yüzden ittifakı görmek, ittifak üyelerinin birbirlerini gözeterek ilerlemesini görmek istiyorlar. Bu da bir siyâsî birliktelikten geçiyor. Siyâsî birliktelik muhâlefet aktörlerinin birbirleriyle kavga etmesinden beslenmez. Siyâsî birliktelik bundan zarar görür. O yüzden bu kavga etme, bu tartışma, muhâalefetin birbirinin hilâfına çalışarak alan açma çabasını yok etmek için, Millet İttifakı çatısı altında büyük bir birleşme yapmak gerekiyor. Açıkçası ben, bu birleşme fotoğrafını almadım. Dediğim gibi, orada bir muğlaklık var. Eğer hukukî bir metinse, niçin diğer partiler yok? Siyâsî bir metinse, siyâsî bir birliktelikse, niçin DEVA ve Gelecek partileri orada? Bu partilerden ve tabii Millet İttifakı’nın diğer partilerinden bu konuda net bir beyan bekliyoruz. Eğer bu ortaya çıkarsa tabii ki çok daha umutlu olacağız. 

Ruşen Çakır: O zaman ikinci turda tam da bunu konuşacağız. “Bu fotoğrafın ardından Millet İttifakı büyüyebilecek mi?” sorusu öncelikli bir soru. Onun ötesinde, büyümenin zemini, yol haritası nasıl olacak? Bu fotoğraf bize bu konuda işâretler veriyor mu? Bundan sonra ne bekliyorsun Ayşe?

Ayşe Çavdar: Evvela, masanın büyüyüp küçülmesiyle ilgili bir şeyler söyleyeyim. Ben Burak’a kısmen katılıyorum. Masanın içeriğinin daha açık hâle gelmesi lâzım. Daha önce de bu programda söylemiştim: Konular üzerinde anlaştıkça o siyâsî birlikteliği oluşturdukları için, o masa o kadar sevinç yaratmadı. Çünkü ne için yan yana geldikleri o kadar da açık değil. Tamam, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem konusunda bir aradalar, ama orada da sana katılmıyorum. Çünkü Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem demedikleri her durumda, iktidarla aynılaşma tuzağına düşerler. Dolayısıyla, “Bu ittifakın konusu ne?” konusunda açık sözlü olmaları lâzım. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem çok büyük heyecanlar yaratmayabilir, ama o siyâsî birliğin siyâsî birlik olarak devam etmesi için gerekli. Şu anda aynı cumhurbaşkanlığı pozisyonu için bir başka ittifak daha çalışmaz, hiç zannetmiyorum böyle bir şey olacağını. 

Hal böyleyken masanın geleceği konusunda şunu söyleyebilirim: Artık o masadan kalkılamaz. O masa hukukî bir masa da olsa, siyâsî bir masa da olsa, o masadan artık kalkılamaz. O masadan kalkan herkes, sadece partisinin değil, kendisinin ve seçmeninin siyâsî geleceğini o masada bırakır. Çünkü seçmen, ittifaklarla seçime gitmesi hikâyesini siyâsî partilerin, hele de o küçük siyâsî partilerin ancak bir ittifak içerisinde olduğu zaman bir anlam ifâde edeceğini benimsedi. Dolayısıyla, konusu ne olursa olsun, o masadan kalkmanın artık mümkün olmadığını, kendisinin zorlayıcı bir tarafı olduğunu, özellikle AKP’den kopan küçük partilerin bunu gayet iyi bildikleri için bunu bu kadar geciktirdikleri ve büyüyemediklerini fark ettikleri zaman masada böyle açıkça görünmeye râzı olduklarını düşünüyorum. Dolayısıyla, bundan sonrası, konuların masada bir arada görüşülmesi ve herkesin, biraz kendisinden tâviz vererek, biraz fedakârlık yaparak bir ortak zemin oluşturmak üzere çaba göstermesi. Masaya yeni katılımlar olabilir. Masaya yeni katılım olurken, kalkacak olan da aynı sorunla karşılaşacaktır. Şu aşamada, HDP’nin ya da başka bir partinin Millet İttifakı olarak dönüp o masaya oturacağını zannetmiyorum. Millet İttifakı böyle bir ittifak olacak. Şu anda fiilî olarak merkez sağ işlevi görmekte olan CHP’nin –“fiilî olarak” diyorum; CHP böyle bir partidir” demiyorum– kendisine, bizâtihi iyice radikalleşmiş sağın, merkez sağ olma görevini tevdî eden CHP’nin… Böyle demek daha doğru galiba. Çünkü çeşitli şekillerde radikalleşmiş olan sağ siyâsî partiler, CHP’ye böyle bir görevi bir şekilde vermiş oldular. Dolayısıyla bu, ikinci bir sağ ittifak olarak karşımızda olacak. 

Kılıçdaroğlu’nun yalnızlığı konusu çok enteresan bir şey. Çünkü Erdoğan’ın, bilip bilmediğinden emin olmamakla beraber, çok uzun bir süredir, Schmitt’yen bir el kitabı izlediğini düşünüyorum. Yani: “Nizâ çıkar. Sonra barıştır. Barıştırdığın için, o nizânın oluşturduğu bağlamda meşrû hegemon sensin.” Ülkede bir savaş veya anlaşmazlık, huzûru bozan bir şey vardır. Çatışmayı bitiren ve buluşturan, bitirme gücüne sâhip olan, aynı zamanda meşrû hegemondur. O ne zamandır, bunu, bizâtihi kendisi bir çatışma ya da kriz târif edip, çıkartıp… Sezen Aksu örneği gibi, bugünden geriye baktığımızda bir sürü şey sayabiliriz.  Çözüm sürecine, 2013 Gezi olaylarına kadar gidebiliriz. Onun yatıştırma usûlü de, daha çok, demir yumrukla herkesi susturmak şeklindeydi. Kılıçdaroğlu bu bağlamda onun tam aksi yönde, Schmitt’in bu meşrûiyet kavramsallaştırmasına çok uyan bir şey yapıyor. Hakîkaten, tam bir kavga var ortada. Sağ aktörlerin sağ değerler üzerinden birbirlerine giriştikleri bir kavga bu. Bu kavga ortamı ülkeyi bir felâkete sürüklüyor. Dediğim gibi, orada sâhici bir kavga var ve bu kavga eden aktörlerin dışında biri çıkıp, bir tür uzlaşı zemini oluşturuyor. Ben, bunun Kılıçdaroğlu’nu çok güçlendirdiğini düşünüyorum. “Bu güçle ne yapılacak?” sorusu da CHP’ye sorulacak bir soru. Dolayısıyla önümüzde, aslında üzerinde pek konuşmadığımız hassas bir vaziyette duruyor. Bunun, Cumhuriyet’in 100. Yılı’nda yapılacak bir seçime denk gelmesi, inanılmaz bir sembolik ve hissiyat bağlamında bir politik akış yaratacak. Bunu da ileride tartışmamız lâzım. Şundan dolayı söylüyorum: Türkiye’de hiçbir değişim yavaş yavaş olmuyor. Türkiye’de bütün değişimler keskin kırılmalarla ve ânîden oluyor.  Bu önümüzdeki süreç, Kılıçdaroğlu’nun o masanın kurulmasında ve genel olarak 2015’ten beri izlediği siyâset dolayısıyla –o kadar geriye götürebiliriz– bundan sonraki aşamayı hayâl edilebilecek hâle sokan birtakım ipuçları taşıyor olabilir. Ama CHP’nin bununla ne yaptığı hakîkaten çok önemli. Çünkü o masanın kurucusu olan taraf CHP. 

Bundan sonra ne yapmalılar? Bence sık sık toplanmalı, bir araya gelmeliler. Biraz daha rahat görüntü verebilirler. Meselâ, biraz birbirleriyle şakalaşabilirler, hep beraber âilece bile görüşebilirler. Biraz daha insânî bir hâle getirebilirler. Çünkü bu, sağ için mücâdelenin bizim siyâsete attığı en büyük kazıklardan bir tânesi; çünkü hem siyâsetin o alanını, parçaladıkları, çürüttükleri siyâsî “değerler”e hapsettiler, hem de siyâseti öyle bir asık yüzlü ve karanlık bir işe dönüştürdüler ki… Siyâsetin öyle asık yüzlü ve karanlık bir tarafı vardır. Ama orada kalmak zorunda değil. Yapılamaz, görülemez, ilgilenilemez, sürekli krizde bir şeye dönüştü. Biraz bunun ötesine geçmeleri lâzım. Biraz kendilerini açmaları, biraz şakalaşmaları lâzım. Birbirleriyle olan rekabetleri de dâhil olmak üzere o teması şeffaflaştırmaları lâzım ki o temas, o masada oluşturdukları şey, halka da, seçmene de sirâyet edebilsin. Liderler masada oturuyorlar, ama arka tarafta insanlar birbirlerini yiyor vaziyeti olmaz. Çünkü o zaman oradakinin gerçekliği sorgulanmaya başlanır. Şu anda durum biraz öyle. O yüzden biraz rahatlatmaları lâzım. Bir de, insanların o rahatlama içerisinde kendilerini ifâde edebilmeleri için zeminler hazırlamaları lâzım. 

O masanın konusu belli. Birinci konu, doğru dürüst bir seçim yapılacak; o masa, bunun için elinden geleni yapacak. Sonra, eğer kazanılırsa bir geçiş dönemi idrak edilecek. O geçiş döneminde, az sayıda da olsa mutlaka somut ve hayâtî adımlar târif etmeleri ve söylemeleri gerekiyor.  Sonra bir anayasa hazırlığı yapacaklar ve o anayasanın belki de referanduma sunulmasıyla beraber, bu ittifakın işi bitmiş olacak. O ittifak, geçiş dönemini idrak ederken, yaşadığı krizleri nasıl atlattığına bağlı olarak biz, bir sonraki döneme hangi siyâsî aktörlerin kaldıklarını ya da kalamadıklarını göreceğiz. Bu iş atla deve değil, ama çok zor. Adımlar gayet net. Zannediyorum ki herkes konuşuyor. Bunun için siyâseti çok yakından bilmeye de gerek yok. Ama o masa ve etrafındaki tartışma, siyâsî aktörlerin çeşitli türden kendi kariyerlerinin geleceğine yönelik… Dediğim gibi sağ içi bir şey olduğu için, aslında ilkesel düzeyde anlaşamadıkları bir şey de yok yani. Ama bir şekilde, “O değerlerin temsilcisi, sâhibi kim olacak? O değerler üzerinden oluşacak bir hegemonyanın parsasını kim götürecek?” üzerinden rekabet ediyorlar ağırlıklı olarak. Bunu bıraktıkları ölçüde siyâsî bir meşrûiyetleri ve anlamları olacak. 

Kılıçdaroğlu, kurduğu masayla, bunu bırakabilecekleri ve karşısında o masada oturanların teker teker geçmişlerinden sıyrılıp, yeni tür siyâsî meşrûiyetler edinebilecek, belki de sağı yenileyebilecekleri bir fırsat da sunmuş oluyor. Bunu değerlendirdikleri ölçüde duracaklar. Bir kere daha tekrar edeyim: Artık o masadan kalkılamaz. O masanın konusunun ne olduğu o kadar önemli değil. O masadan kalkan, siyâsî geleceğini de orada bırakır. Zannediyorum ki bundan en zarar görecek olan Demokrat Parti’dir diye düşünüyorum. Bu kadarcık şaka yapmamı mâzur görün. Geriye kalanların önemli iddiaları var. O iddiaları da masada bırakıp kalkmış olurlar. 

Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim. Bundan sonrası için ne bekliyorsun? Ne olabilir, ne olamaz?

Kemal Can: Bu masanın kurucusu olan ve senin bir arka plan bilgi olarak aktardığın “Kılıçdaroğlu bu masayı daha önce kurmak istiyordu” sözünde de, Ayşe’nin, “Kurulmuş olduğu ve bu resim verildiği için bu masadan kalkmanın zorlaştırılması” sözünden de yola çıkarak, aslında galiba şöyle bir şey amaçlanıyordu: Bu masayı, bir pazarlık masasından bir sorumluluk masasına çevirecek olan, o masaya bir kez oturulmuş olması. Tıpkı Millet İttifakı’nın, yine son derece eksik ve dar olan “İYİ Parti–CHP” olarak kodlanmasında, iki tarafın da –“iki taraf” derken, liderler ve tabanlar bazında telaffuz ediyorum; teşkilâtları ayrı tutuyorum– orada sorumlu davranması, bunun devâmı konusunda sorumluluk göstermesi gibi. Çünkü bu, gerçekleşenle ilgili bir şey. Gerçekleşmesi istenen şey ise, daha çok, pazarlıkçı tutumu kışkırtan bir şey.  Yani, bir masa toplanacak ve o masa, oluşturulacak süreci, pazarlık aklını öne getiren bir şey. Bir masa oluşturulup o resim verildikten sonra ise, bunun yarattığı sorumluluk daha belirleyici hâle geliyor. Aktörlerin algısı da böyle oluyor, insanların bu duruma bakışı da öyle oluyor. Masa kolay. Ama yakın siyâsî dönemde çok masa devrildiğini de unutmamak lâzım. Avrupa Birliği sürecini hatırlayalım: “Artık bundan geri dönülmez. Geri dönmeye kalkan, büyük bedel öder” dendi. Çözüm Süreci’yle ilgili, “Buradan geri adım atmaya kalkanın siyâsî ömrünü bitirir” dendi. Bunların ikisi de oldu ve tersi sonuçlar verdi. Siyâsî fayda anlamında tam tersini yarattı. Dolayısıyla o konuya ihtiyatla bakmak lâzım. Ama teorik olarak doğru. İşin nereye evrileceği de, bundan sonrasında pazarlıkçı aklın mı yoksa sorumluluk aklının mı egemen olduğu bir zeminde yürümesine bağlı. 

İlk turda, hatta geçen haftaki yayında da, hepimiz DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’ne çok yüklendik. Ama o genel tutarsızlık resminde –Burak’ın işâret ettiği hukukî veya siyâsî zemin anlamında–, eğer hukukî zeminse ki şu anda siyâsî zemin deklare edilmiş değil; bazı şeylerin de erken olduğu açıklanarak sonraya bırakılmış bir şey. Sistem tartışması yapılan bir yerde, açıkçası İYİ Parti’nin tutumunun diğerlerinden hiç aşağı kalır bir tutarsızlık içermediğini de teslim etmemiz lâzım. Çünkü çok açık bir şekilde, “’Millet İttifakı yerel seçimde ne başardı?” kısmında, HDP’nin hesâba katılmadan bir matematik kurulması ayrı bir kalem, ama Meclis’te bulunan bir partinin, bir siyâsî sistem tartışmasının dışında tutulması, hattâ onlarla adının berâber anılmasının sakıncalı bulunması, hele ki “merkez parti” olma iddiasındaki bir parti için, ne hukukî ne siyâsî olarak savunulabilir, mâkul bir zemin değildir. Bu son gelinen noktada, bu tartışma, DEVA ve Gelecek partileri, özellikle de Davutoğlu üzerinden yürüdü. Sanki pazarlıkçı tutum sâdece orada cereyan ediyormuş gibi bir resim oluştu; ama işin bir de böyle bir tarafı var. 

Akşener, Millet İttifakı’yla ilgili son derece sorumlu davranıp, Kılıçdaroğlu’nu yalnızlığında sıkıştıran bir tutum takınmadı, bunu teslim etmek lâzım. Ama özellikle son dönemde, dışarıda tuttuklarıyla ilgili tavır gösterirken son derece sorunlu davrandı. Üstelik bunu, muhâlefet aktörlerine ya da seçmene değil, iktidâra konuşarak yaptı. Asıl büyük problem buydu. Bâzı İYİ Parti sözcülerinin, “Biz yan yana anılmak istemiyoruz. Onların burada olmasını bile sorunlu buluyoruz” açıklamalarına, hattâ çok kıymetli hukukun artık olmadığı hukuk düzenine teslim ederek kapatılması gerektiğini söyleyenlere kadar vardı iş. Ama Akşener’in de, kendisinin üzerine çok gelinmesi nedeniyle, bizzat çıkıp iktidâra cevap vermek zorunda hissederek yaptığı, “Biz HDP’yi yok farz ediyoruz” çıkışı çok temel bir başlangıçtı ve sonra arkası silsile hâlinde geldi. Dolayısıyla, burada pazarlıkçı tutum yürütmemek değil, bu ortak zemini ve başka türlü bir siyâsî zeminin mümkün olduğu iddiasını, yani hukukî ve siyâsî olan şeyin buluştuğu zemini, bir sorumlulukla ele almak çok önemli. Bundan sonra yürüyecek şeylerde, HDP ve Kürt meselesi iktidar tarafından kullanılacak. Ama bunu dikkate alır ve bu konuda bir savunma kurmaya niyet ederseniz, bu çok kritik bir mesele hâline geliyor. Böyle davranmazsanız da, hiç de öyle bir mesele olmuyor. Bunun çok yakın örneklerini gördük: Gara Operasyonu sonrasındaki Akşener tavrıyla, çıkışlar sonrasındaki Akşener ve diğer İYİ Parti sözcülerinin tavrının hem nasıl etki yarattığını hem de aslında partinin yarattığı ivmeyi nasıl etkilediğini çok açık bir şekilde gördük. 

Bundan sonra belirleyici olan, dediğim gibi, bu ortak siyâsî zeminde sorumlulukla davranacak aktörlerin artması, yani Kılıçdaroğlu’nun bu konudaki yalnızlığının bitmesi olacak. Bu ittifakı bir arada tutma sorumluluğu, herkese gerekirse ifrata varacak ölçüde, hattâ sorunlu bâzı açılardan bile büyük bir özenle davranılması sorumluluğunu, artık mâkul, ortada konuşabilen ve normalde buluşabilen aktörlere dönüştürmek ve o sorumluluğu paylaşılabilen bir şey hâline gelmesiyle ilerleyecek. Eğer bu olabilirse, bunun devamı, Ayşe’nin ve Burak’ın söylediği gibi, bunun sâhici bir platforma dönüşmesidir. Çünkü bir siyâsî platformun mümkün olabilmesi için, oradaki aktörlerin ilişkisinin tanımlanabilir hâle gelmesi lâzım. Hâlâ, bu ilişkinin ön yoklamaları üzerine kurulu bir zeminde yürüyor. Bu masanın gerçekleşmiş olması, bu resmin verilmiş olması bu temel yaklaşımı değiştirirse, buradan çok verimli sonuçlar çıkabilir. Burada çıkacak ilk sonuçların, çok heyecan yaratıcı temalar içerip içermemesi de önemli değil. Herkesin göreceği o yan yana durma resmi, “Birlikte bir şey yapabilirler. Bunlar birlikte konuşabilen, aynı masada buluşabilen insanlar” resmi önemli. Seçmende, böyle bir sinerjinin, bu iktidârı değiştirebilecek bir siyâsî güç hâline gelebileceğine ilişkin inancın oluşması gerekiyor. Birçok ankette bunun önemli ölçüde oluştuğunu görüyoruz. Ama bu oluşan fikrin sağlamlaşmasıyla ilgili bir sorun var; orada hâlâ bir kırılganlık var. Kırılganlık da, bu resmini gördüğümüz masadaki kırılganlık. Ne beklentilerdeki kırılganlıktan, ne iddia edildiği gibi endişelilerin ayak sürümesinden, ne de tabandaki kafa karışıklığından… Bu masada oluşan tabloya ilişkin siyâsî cevapla ilgili yüksek tereddütleri ve endişeleri olanlar taban değil, tabanın endîşesini kullanan masadakiler. O endîşeleri alıp bu masada pazarlık vesîlesine çevirenler. 

Cuma günkü Haftaya Bakış’ta İYİ Parti için, “İYİ Parti’de özgüveni sağlayanlarla, bunu har vurup harman savuranlar başka insanlar” demiştim. Şimdi de, birilerinin endîşelerini kullanarak pazarlık masalarına oturanlar, aslında kendi dar endîşeleriyle mahkûm insanlar. Bu aktörler bu endîşeleri sadece bir pazarlık aracı olarak kullanmak istiyorlar. Endîşeler gerçekte o kadar kuvvetli değil aslında. Tam tersine, beklentiler daha kuvvetli. Dolayısıyla, o beklentilerle ilişki kurma cesâretini gösteren politik aktörler bu işten avantajlı çıkacak. Bundan sakınanlar, bunun dışında kalanlar zarar görecek. Bu toplu resmin bir sonuç verebilmesi için, sorumluların sayısının artması gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Burak son sözü sana vereceğim. Kemal’in söylediği, aşağıda olmayan ârızaların yukarıda bir tür hesap kitap meselesi olduğuna dâir tespitine büyük ölçüde katılıyorum. Çünkü “Artık bu iktidar değişsin. Ne yapın edin, bunu bir şekilde değiştirin, nefes alalım” diyen farklı farklı kesimlerden çok geniş bir seçmen kitlesi var. “Ama yukarıdaki tartışmada fotoğraf buna tam denk gelmiyor” dedi Kemal — ki ben de katılıyorum. Sence bu aşılabilir mi?

Burak Bilgehan Özpek: Ben de katılıyorum, çünkü doğru. Bu aşılabilir mi bilemiyorum. Ama aşılması için, hukukî metinlerden ve siyâsî elitlerin irâdesinden daha fazla bir şeye ihtiyacımız var. Siz Parlamenter Sistem’i isteyebilirsiniz veya demokrasiyi savunabilirsiniz; bu olumlu bir şey. Ancak rekabetçi demokratik sistemler, sistem meselesidir. İçindeki aktörlerin belirli güvenceler içerisinde hareket etmesine bağlıdır. Bu tip sistemlerde ittifaklar olabilir. Siz ortak değerleri ya da ortak çıkarları aynı anda savunduğunuz partilerle daha yakın ilişkilere girebilirsiniz. Fakat bu, “Sizin ittifak kurmadığınız aktörlerin hızlı bir şekilde meşrûluğunu yitirmesi gerekir” demek değildir. Uluslararası ilişkilerde “İngiliz okulu” diye bir yaklaşım vardır. Bu, uluslararası toplum ve uluslararası sistem ayrımı yapar. Meselâ Avrupa Birliği gibi ülkeler, ortak değer sistemlerine veya ortak çıkarlara aynı anda sâhip oldukları için, diğer ülkelerden daha farklı şekilde kendilerini kategorize ederler. Fakat bu, Avrupa Birliği ülkelerinin, Çin’i, Hindistan’ı, Rusya’yı görmezden gelmesi, onun sistem içindeki rolünü azımsaması, onunla iletişimi kesmesi anlamına gelmez. Çünkü sistem devam edecekse, bütün ülkelerin sistem içerisinde yeterli ilişkiye sâhip bir şekilde ilerlemesi gerekir. Bu, içerideki siyâsî sistem için de böyle. 

Bizim, Başkanlık Sistemi’yle ilgili şikâyetçi olduğumuz hâdise nedir? Bir kere, demokratik rekabeti öldürüyor. Aynı zamanda, muhâlefetin sürekli olarak bir kriminal aktörmüş gibi Cumhuriyet kanunların güvencesinden yoksun bir şekilde kendisini siyâsetin rüzgârına bırakmasıyla sonuçlanmasından şikâyet ediyoruz. Bugün meşrûluğun çizgisini çeken, iktidârın ta kendisi. Kimin meşrû, kimin gayrimeşrû olduğuna o karar veriyor. Başkanlık Sistemi, rekabetçi demokratik sisteminin doğasına aykırı. Onun ruhuna aykırı bir sistem olarak getirildi. Bu sistem içerisinde aktörlerin meşruluğu, tamâmıyla Tayyip Bey’in ve Devlet Bey’in vicdânına veya o dönemki siyâsî çıkarına emânet. Yani hiç kimse güvende değil. Demek ki biz demokratik rekabetçi sistemi savunuyoruz. Bu sistem, sistem içerisindeki bütün aktörlerin meşrûluğunun garanti altına alınması veya onların belirli güvencelerle siyâset yapmalarını sağlamaktan geçiyor. Bu durum, Millet İttifakı gibi ittifakların kurulmasını, fakat bu ittifakların zorunlu olarak ittifak dışında kalan partileri dışlamamasını berâberinde getirmeli. Millet İttifakı’nın içerisinde İYİ Parti, DEVA, Gelecek, CHP, hepsi olabilir. Fakat demokratik bir sistem üzerine bir metin çıkartıyorsanız, bu metnin bir anlam ifâde edebilmesi için, kendi ittifakınız dışındaki aktörlerin meşrûluğunu da savunmak ve onlarla yeteri kadar iletişim kurabilecek kanalların güvenliğini savunmak zorundasınız. O yüzden, bir anayasa metni ortaya çıkarılacaksa, burada yürütülecek müzâkerenin, burada aktörlere bahşedilecek meşrûluğun, aktörlerin birbirini meşrû görmesinin, oluşacak metinden çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Dünyanın en liberal, en demokrat ülkelerinin anayasalarını alıp, harmanlayıp bir metin ortaya koysanız bile, eğer sistem içindeki aktörleri meşrû muhâtap olarak müzâkere içine almıyorsanız, orada bir şeyler eksik kalacak demektir. O yüzden sistemin rekabetçi doğası ve aktörlerin meşruluğu, ortaya çıkan hukukî metinlerden daha önemli. Yani, sürecin kendisi, sonucun ne olduğundan daha önemli. 

Ben hayatım boyunca, sivilleşmeyle, demokratikleşmeyle, liberalleşmeyle alâkalı en ayartıcı, en baştan çıkarıcı lâfları AKP yetkililerinden duydum. O sözlerin bir anlam ifâde edebilmesi için, demokratik sistemin rekabetçiliğinin devam etmesi gerekiyor. Fakat aynı zamanda, AKP’li elitlerden, AK Parti dışındaki partilerin ahlâkî olarak ne kadar düşük olduğunu ve muhâtap alınmaması gerektiğini de duydum. Böyle olunca, rekabetçiliği öldürüp, çok kutsal bir meselenin peşinden gidiyor gibi gözükebilirsiniz. Ama bu sâdece, pür müstehcen çıkarların ahlâkla maskelenmesi anlamına geliyor. O yüzden, muhâlefetin bütün çalışmalarının, sürecinin sonucundan daha önemli olduğu kanısındayım. Geçen haftaki programda, muhâlefeti yaftalama kültürüne yaptığımız îtirâzın sebebi de bu. Sürecin kendisi, tarafların birbirini meşrû kabul etmesi, müzâkere içinde bulunması, ortaya çıkabilecek her türlü birlikten ve metinden de daha önemli. Millet İttifakı siyâsî bir mesele. Oturup siyâsî hesaplarını yapabilirler. Partiler yeteri kadar akıllı insanlar tarafından yönetiliyor, ona göre bir yol bulabilirler. Ama gerçekten bir demokrasiden bahsediyorsak, burada müzâkere kültürü gerçekten çok önemli. Orada aktörlerin güvenliğini sağlamamız gerekiyor.

İkincisi, Türkiye’de son yirmi yıldır “tabanını değiştiren lider” miti var. Ben bunu çok tehlikeli görüyorum. Zamanında Tayyip Bey’e atfedilen bir özellikti. Mucizevî bir şekilde, asla yola gelmeyecek, lâf dinlemeyecek insanların irâdesini bir şekilde alıyor, fakat öte taraftan, aklı başında elitlerin sözünü dinleyerek, onları dönüştürmeye çalışıyor. Şimdi bu “tabanını dönüştüren lider” fetişizmi muhâlefete çok zarar verebilir. Son zamanlarda Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik yazılara bakıyorum. Bugün o yazıları yazanlar, on sene önce aynı yazıları Tayyip Bey için yazıyorlardı. Temel düşünce, tabanın iflâh olmaz bir şekilde radikal olduğu, bazı konularda hissi davrandığı, hatta rasyonel davranamadığı şeklinde bir varsayım. Öyle ki, bir lider zuhur ediyor. Lider ortaya çıkmıyor, zuhur ediyor, birdenbire beliriyor. Elindeki kişisel yetenekleri sâyesinde, bir şekilde halkı manipüle ederek, onları aklı başında bir yola yönlendiriyor. Bu anlayışın da çok sıkıntılı olduğu kanaatindeyim. Çünkü toplumsal talebin ötesinde, liderin toplumu soyut ve ahlâkî bir noktaya yöneltmesi gerektiği kanaatindeyim. Demokrasi talebi açısından buna katılmam mümkün değil. Liderlerin, toplumun henüz keşfetmediği sorunlarını dile getirmesi çok normal. Ama toplumun irâdesini manipüle ederek onun dışında başka bir ajandayı ilerletmesi, bana, çok uzun vâdede, toplumun siyâset alanına katılımıyla ilgili olumlu bir şey söylemiyor. O yüzden, odaklanmamız gereken hâdise, biraz Önce Kemal Can’ın söylediği gibi, elitlerin kendi aralarındaki pazarlıklardan ziyâde, bu dönemde toplumun asıl sorunlarının ne olduğu ve bunun nasıl çözüleceği meselesi.  

Biz toplumun taleplerini siyâsete yansıtmayı geçtik, bir sonraki aşamaya geçiyoruz. Artık lider topluma nasıl davranması gerektiğini söylüyor; tabanını dönüştürüyor. Meselâ Kılıçdaroğlu zuhur edene kadar, radikal, azgın Kemalistler’den oluşmuş bir CHP tabanı vardı. O geldikten sonra, elindeki bir sopayla vuruyor, dönüştürüyor ve toplum hızlı bir şekilde ılımlı Kemalistler’e dönüşüyor. Ya da, İYİ Parti’nin tabanı radikal milliyetçilerle dolu. Akşener geliyor, “merkez sağ” diyor filan. Aslında bunun tam tersi işleyen bir mekanizma var. Bu liderler, toplumla çatışarak değil, değişen sosyolojinin, değişen tabanının ve halkın değişen ihtiyaçlarına cevap vermek istedikleri için değişiyorlar. Aksi takdirde, “tabanını, toplumu değiştiren lider” söylemi, bizi birkaç sene oyalayabilir. Birkaç sene sonra, artık her şeyi dönüştürmesi için bütün gücünü tevdî ettiğimiz liderler yeniden ortaya çıkabilir. Son yirmi senenin hikâyesi budur.

Ruşen Çakır: Evet, burada noktayı koyalım. Aklıma, Ayşe’nin bizim mesaj grubunda paylaştığı Güldür Güldür Show’danbir bölüm geldi: Vatandaş mazot fiyatından yakınıyor. Muhâlefet gelip vatandaşa, “Aferin aferin. Çok iyi” derken, vatandaş, “Peki, siz nasıl çözeceksiniz bunu?” diye sorduğunda, “Göreceksiniz, biz iktidâra gelince çözeceğiz” diyorlar. Çözüm bu kadar. 

Bu arada, izleyicilerimizden Medyascope’a desteklerini rica ediyoruz diyerek programı bitirelim. Ekonomik kriz herkesi etkilediği gibi, bizleri de etkiliyor. Ellerinden geldiği kadar, bu yayınların devam etmesine katkıda bulunmalarını rica ediyoruz. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.