Adını Koyalım (40): Millet İttifakı genişleyecek mi?

“Adını Koyalım” programının 40. bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, “Millet İttifakı genişleyecek mi?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Yine Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la bir konuyu konuşacağız ve adını koymaya çalışacağız. Bu hafta başlığımız “Millet İttifakı genişleyecek mi?” Arkadaşlar, merhaba.

Ayşe Çavdar-Burak Bilgehan Özpek-Kemal Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Muhâlefet partilerinin en azından altısının lideri, Cumartesi akşamı bir yemekte bir araya gelecekler ve benim “büyük resim”dediğim o fotoğrafı nihâyet verecekler. Bunun gerekçesi –ya da “bağlamıdiyelim– Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem konusunda, genel başkan yardımcılarının hazırladığı raporu genel başkanların onaylaması ve birlikte bir duruş sergilemesi olarak târif ediliyor. Ama bunu muhâlefet için bir tür dönüm noktası olarak görmek mümkün. “Cumartesi günü verilecek olan fotoğraf” diyoruz, ama son anda altı liderden birisinden bir şey çıkar mı diyorum. Sanmıyorum ama, yine bir opsiyon olarak koyalım. 

İlk turda, muhâlefet partileri bu zamana kadar ayrı ayrı, birlikte ya da ikili görüşmelerle neler yaptılar, neler yapmadılar, neler yapamadılar? Bu geçen süre zarfında neler kaçırıldı? Ki bunun başlangıcını aslında son yerel seçim sonrası olarak verebiliriz. İlk turda bunları konuşalım. İkinci turda da, bu altı liderin birlikte fotoğraf veriyor olması, önümüzdeki yapılacak ilk seçimde, altısının birlikte hareket edip etmeyeceği anlamına geliyor mu? Ya da başlıkta belirttiğimiz gibi, “Millet İttifakı genişleyecek mi? Adı aynı mı kalacak?” İkinci turda da onu konuşalım.  

“Adını Koyalım”da dönüp dönüp bu konuyu konuşuyoruz zâten. Hattâ, “Muhâlefete muhâlefet yapıyorsunuz” diye çok lâf işittiğimiz oluyor. Cumartesi’yi bir mîlât olarak alırsak, yerel seçimden bu yana, istersen daha geriden, bir önceki seçimden de başlatabilirsin. Çünkü Millet İttifakı’nın lanse edilmesi ilk o zamandı. Ama en güçlü şekilde gücünü gösterdiği zaman, aslında yerel seçimler oldu. O tarihten bu zamâna kadar neler yapıldı, neler yapılmadı? Bazı şeyler de yapılmak istenmedi belli ki. Ayşe, ne dersin? 

Ayşe Çavdar: Bunu defâlarca konuştuk, o yüzden azıcık tekrar olacak ama, “Biz ne dedik?” anlamında bir gözden geçirme olarak da görülebilir. Ben kendi adıma konuşayım: En başından îtibâren, bu birlikte görüntülerin daha sık olması gerekiyordu; sâdece bir şeyler karara bağlandıktan sonra değil. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem programı konusunda, genel başkan yardımcıları altı hafta boyunca bir çalışma yaptılar, bir şekil verdiler. Onu kutlamak ve mühürlemek üzere böyle bir yemek yiyorlar. Buna gerek yoktu. Yani işleri bu kadar törenselleştirmeye gerek yoktu. Törenselleşmeye ihtiyaç duyulan konular var. Bir kere, çok daha sık birlikte görülmeleri gerekiyor. Ve o birlikte görünmenin de, mümkünse asık suratlı olmaması gerekiyor. Herkesin kendi farklılıklarını ortaya koyarak birbiriyle konuşabileceği bir rahatlık yakalamaları gerekiyor. Bunu henüz yapmadılar. Bunu yapabilmelerinin bir başlangıcı olur umarım bu Cumartesi yemeği. Çünkü en başından beri söylüyorum, bu partilerin tek tek kime ne vaat ettiklerinin hiçbir önemi olmadığını düşünüyorum. Bu önem olmayışı dolayısıyla da, ciddî bir kimlik problemi yaşıyorlar. Bunun da çok gereksiz bir problem olduğunu düşünüyorum. 

Şöyle söyleyeyim: Millet İttifakı, İYİ Parti ve CHP’nin ötesine geçme ihtimâli gösterdiğinden beri, olmaması gereken, aslında gayet gereksiz ve lüzumsuz bir kimlik bunalımı yaşıyor. Çünkü taraflar birbirlerini kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Ya da bazı partiler hiç de hak etmeyerek, toplam ittifaka kendi renklerini vermeye çalışıyorlar. Kendi endîşeleri, kendi kimlik tanımları… Kimisi için o kimlik dediğin, marka tanımları çerçevesinde Millet İttifakı’nı yönlendirmeye çalışmak. Bunun önüne çok erken geçilebilirdi. “Bizim somut bir hedefimiz var. Bir: “Herkesin bildiği üzere ve zâten olması gerektiği üzere, şu anda devletin ve kurumlarının, bununla da yetinmeyip toplumun birlikte olma arzusunu yok etmekte olan bir iktidârı seçim yoluyla, demokratik yollarla ortadan kaldırmak söz konusu. Bu amaçla bir güç birliği yapıyoruz ve bizim ittifakımız bundan ibârettir” denebilirdi. İkincisi, “Geliştirilmiş Parlamenter Sistem’e geçeceğiz”. Bu ne demek? “Biz kendi aramızda, gelecek zamanda nasıl bir iktidar yarışı yapacağımızı âdil bir şekilde planlayacağız, kurgulayacağız ve bunun için bir işbirliği yapacağız. Ama bu bizim aynı parti olduğumuz anlamına gelmiyor. Bizim işbirliği yapacağımız konular bundan ibârettir. Bu iktidar Türkiye’nin önüne çok büyük sorunlar yarattı ve koydu. Giderken, yağmaladığı bir enkazı bırakıp gidecek. Dolayısıyla bu esnâda, kendi aramızdaki yarışı Geliştirilmiş Parlamenter Sistem’le çözeceğiz.” Geliştirilmiş Parlamenter Sistem dedikleri, esâsında, iktidar yarışının nasıl olacağına dâir bir düzenek târif edecekler. 

Eğer bu kadar net bir planla çıkıp gelselerdi, bu kimlik sorununu da yaşamaya gerek kalmazdı. Fakat onun yerine şöyle bir şey yaptılar — geçmişe dönük bir tür muhâsebe yapmamız için anlatıyorum bunu; bence bu, büyük oranda, AKP’den kopan partilerin bir tür endîşeye kapılmalarıyla ortaya çıkan bir problemdi; o da şu: Hem kamuoyunun hem o zaman katılma ihtimalleri olan ittifakın beklentisi –ki şimdi de henüz sâdece bir ihtimalden ibâret–onların mümkün olduğu kadar AKP’den oy almaları. Fakat AKP’den oy alacak stratejileri, nefislerine ağır geldiği için gerçekleştirmediler. O da neydi? AKP’den bir kopuş anlatısı üretmekti. O kopuş anlatısı da, “Biz oradan niye çıktık?” sorusuna bir cevap vermekti — ki insanlar kopuş anlatısının içinde kendilerine bir yer bulsunlar ve öyle çıksınlar. Onun yerine, bence gayet kararsız bir strateji izlediler. Başlangıçta Erdoğan’ı eleştirmenin halkta kötü bir yankı bulduğunu düşünerek, dolambaçlı yollara saptılar. Bir türlü hedefe ulaşacak sözler söylemediler. İnsanlar o zaman, “Sizin ne farkınız var?” demeye başladılar. 

AKP’den kopan partilerin anlatıları şuydu: DEVA Partisi, “Bütün ekonomik mûcizeyi biz yarattık” dedi. Geçen haftalarda da konuşmuştuk bunu. Aslında siz bunu yaratıp, Reis’in kült oluşunu güçlendiren bir anlatıya dönüştürmesi için ona bir hediye vermiş oldunuz. Aslında başka bir şey yapmadınız. Gerçekten o bir ekonomik başarı mıydı, mûcize miydi? O da ayrıca tartışılır. Türkiye’nin bugün geldiği hal, sâdece Tayyip Erdoğan’ın DEVA Partisi’nden sonra, ya da onları güçsüzleştirerek uyguladığı politikalar yüzünden midir? Yoksa toptan bir şeyden mi bahsediyoruz, en başından beri uygulanan hikâyelerin iflâs etmesiyle mi ilgilidir? Bundan da emin değiliz.

Gelecek Partisi, kendisini Davutoğlu’nun kişiliği üzerine kurguladı. Davutoğlu, “Ben başbakanlık yaptım. 2015 ikinci seçimlerini ben aldım” diyerek, o kimliğiyle ortaya çıktığı için, 2015’te iki seçim arasındaki mevzûyu da sırtlanmış ve üstlenmiş oldu. Her ne kadar istemese de, o esnâda onunla özdeşleştirilmiş kimi cümleleri aslında etmediğini söylese de, o dönemle arasını bir türlü kesemedi. Bunların hepsi, o muhâfazakâr kibrin, kendisiyle, yaptıklarıyla, üzerine aldığı sorumlulukları yerine getiremediği durumlarla yüzleşmemesinden kaynaklanan şeylerdi. 

Benzer bir durum İYİ Parti için de geçerli oldu. Çünkü bu iki parti ufukta belirdiğinde, İYİ Parti’nin, yalnızca kopup geldiği MHP’den değil, bu iki partiden de seçmen îtibâriyle kendisini ayrıştırması gerekirdi. O yüzden, yan yana durmalar, bir arada durmalar daha riskli hâle geldi. Dolayısıyla Millet İttifakı’nın kimlik sorunu büyük oranda oradaki muhâfazakârlık için yarışın yarattığı problemler dolayısıyla oldu. Söylem problemi… Sonuçta, Millet İttifakı’nda çok aktör varmış gibi görünüyor, ama esâsında milliyetçiler, dindarlar ve cumhuriyetçilerden kurulu bir ittifak. Öbür tarafta Cumhur İttifakı da milliyetçilerden ve dindarlardan kurulu bir ittifak gibi görünüyor. Dindarların siyâsî taleplerinden yola çıkan bir siyâsî partinin –İslâmcı parti de diyebiliriz– taleplerinden ibâsîretmiş gibi görünüyor. Millet İttifakı tarafında, dindarlara ve milliyetçilere hitap eden partilerin birbirleriyle ve kopup geldikleri yerle aralarındaki problemler, CHP’yi de biraz köşeye sıkıştırdı diyebiliriz. Çünkü CHP de, hem kendi kimliğiyle bu kimliklerin arasında bir râbıta kurmak zorundaydı, hem de onlar arasında bir râbıta kurmak zorundaydı. Dolayısıyla bu, ona da pek iyi gelmedi.

Ben bunların boş işler olduklarını düşünüyorum açıkçası. Memleketin geldiği şu halde, siyâsî partilerin, “Biz kimiz? Ne yapıyoruz? Önce kendimiz, teşkilâtlarımız ortaya çıksın, bir markamız belirsin, yapacağımız işbirliklerine ondan sonra karar veririz” demelerinin boş iş olduğunu, mevzuları yeterince ciddiye almamak olduğunu düşünüyorum. Oysa bu işbirliği içerisinde, o nefis muhâsebesini yaparak ve kopuş anlatısını doğru dürüst oluşturarak bir kimlik oluşturabilirlerdi. Bu, muhâfazakârlığın, özelde milliyetçilikle dindarlığın siyâsî manifestasyonlarını yenilemek anlamında gelebilirdi. Bunu kaçırdılar. Bu tren kaçtı. İkincisi, AKP-MHP kutuplaştırmaya çok ciddî bir yatırım yapmıştı. O zaman bu kutuplaştırmayı bertaraf etmeyi kendi siyâsî kimliklerinin, markalarının bir parçası hâline getirebilirdi. Bu da nedir? “Benden farklı olanla, onu bana benzetmeden, ama ben de ona benzemeden, masaya oturup konuşabiliyorum, memleketin dertlerini müzâkere edebiliyorum” diyebilirlerdi. İYİ Parti örneğinde, HDP’yle hiçbir koşulda ve hiçbir bağlamda asla yan yana gelmemek şeklinde tezâhür ediyor, biliyorsunuz. Bu fırsatı da bununla kaçırdılar.

Geriye ne kaldı? İktidarda zaten temsil edilen milliyetçi ve dindar kimlikler. O kimlikler, CHP’nin “tırnaklarını sökerek” onu bir masaya oturtabilecekler mi? Onu yanlarına alabilecekler mi? Bu kimlik bunalımından çıkış hâli, bu yüzden CHP’nin dönüştürülmesi meselesine kaldı. O da şu anda yetmiyor. Çünkü önce herkes bir atak yapar gibi oldu, ama şimdi bakıyoruz, herkesin tek tek kendi hesâbına çalıştığı bir vaziyette; kimsenin, özellikle küçük partilerin, hiçbir şey kazanamayacağını anlamış olmaları — ki nihâyet bir arada görünüşe râzı olmuş görünüyorlar. Çok geciktiğini düşünüyorum. Çok gecikmesi ne götürdü? Aşağı yukarı iki üç aydır, çok ciddî bir umutsuzluk hâsıl olmuş durumda. Bu umutsuzluğu iki üç ay önceki hâlinden alıp değiştirmek, dönüştürmek daha kolaydı. Şimdi biraz daha zor. Daha çok enerji sarfetmeleri gerekiyor. O enerjinin bir an önce, vaatlerin daraltılıp somutlaştırılmasına… Her konuda anlaşmak zorunda değiller. Ama belli başlı konularda anlaştıklarını ve o anlaşmanın da somut olduğunu göstermelerine bakar. İkincisi, mümkün olduğu kadar yan yana görülmeli, farklılıklarını ifâde etmeli, bunu ifâde etmenin hoş yollarını bulmalılar. Bu, ciddî, tuhaf, kocaman masaların başında tuhaf işler yapıyorlarmış gibi görüntülerle olmaz. Bunların nasıl yapılacağı konusunu sonra konuşuruz. Ama bir muhâsebe olarak geç kalınmış bir iş. Geç kalınmasının mâliyeti yüksek. O mâliyeti, hasarı nasıl giderecekleri meselesi, bundan sonra ne yapacaklarına bağlı. Dolayısıyla evet, bir mîlât. Ama aslında nasıl bir mîlât olduğuna önümüzdeki aylarda bakacağız gibi görünüyor.

Ruşen Çakır: Burak, aynı şeyi sana da soracağım. Bir not düşeceğim: Bu ittifakta İYİ Parti ve CHP çok güçlü bir şekilde taşıyıcı olarak görülüyor ve Demokrat Parti de bunun bir parçası olarak görülüyor. Demokrat Parti üzerine çok fazla konuşulmuyor. Ama biraz kazıdığımız zaman, İYİ Parti ve CHP’den ziyâde, Kılıçdaroğlu-Akşener ittifakı gibi bir hava olduğunu görüyoruz. Bilmiyorum katılır mısın? Nitekim son günlerde İYİ Parti içerisinden birtakım insanların, nereden îcap ettiği belli olmayan, “Biz CHP’ye mecbur değiliz” türü açıklamalar yapmaya başladığına da tanık olduk. Bu konuyu geçtiğimiz Cuma günkü “Haftaya Bakışta, Kemal’le kısa da olsa konuşma imkânımız olmuştu. Bu notu da düşerek sorayım: Bu zamâna kadar geçen sürede neler oldu, neler olmadı? Artılar, eksiler nelerdir? 

Burak Bilgehan Özpek: Nasıl toparlayacağımı bilmiyorum, ama şöyle başlayabilirim: Bence, muhâlefet ittifakı genişledikçe küçülüyor. Burada çok temel bir sorun var. Ayşe’nin yeni kurulan partiler için söylediklerine tamâmen katılıyorum. Bu insanlar muhâlefet olmanın psikolojisine henüz girebilmiş değiller. Çünkü bunun bir ön şartı vardı. Bu ön şart da, onların, AK Parti’den ayrılıncaya kadar geçen süre içerisindeki tecrübelerini analitik bir okuma şeklinde toplumla paylaşmalarıydı. “2020’ye kadar yapılan her şey muhteşemdi ve bizim partiden ayrılmamızla kötü gidiş başladı” gibi bir ruh hâliyle muhâlefete gelince, muhâlefet de, hâlihazırda yıllardır politika yapan, bir söylem üreten ve AK Parti hikâyesini anlamaya çalışan, kırılma hatlarını kendisine göre yorumlamaya çalışan aktörlerle kaçınılmaz olarak bir çatışma yaşıyor. Meselâ Çözüm Süreci’nin analitik bir okuması yapılmıyor. Otoriterleşme sürecinin bir analitik okuması yapılmıyor. Bunlar gerçekten es geçildi. Ben Ali Babacan’ın veya Ahmet Davutoğlu’nun yakasına yapışıp, “Hesap ver!” tarzı bir tutumu çok doğru bulmuyorum. Ama bu insanların, işlerin niçin bu noktaya geldiğini anlatmaları gerekiyor. 

2002 yılının AKP’siyle aynı söylemlere sâhip, 2022 yılında politika yapmaya heves eden bir partiye Türkiye’nin ihtiyâcı yok bence. Ben bir liberal olarak, hayatımda duyduğum en baştan çıkartıcı ve en ayartıcı sözcükleri AK Partililer’den duydum. Şu âna kadar Türkiye’deki liberallerin en seksî sözcükleri AK Partililer’den geldi. Sayın Cumhurbaşkanı bizzat söyledi. Geldiğimiz nokta ortada. Dolayısıyla söylemlerin pek bir anlamı yok. Çünkü şu tecrübe bize siyâsetin diğer aktörlerini tekfir ederek, meşrûluklarını sorgulayarak ilerlemenin, demokratik sistemi topyekûn imhâ ettiğini gösterdi. Yirmi senedir yaşadığımız hâdise de bu. Buna dâir DEVA ve Gelecek partilerinden gerçekten bir okuma bekliyorum. Niçin işler kötüye gitti? Sâdece Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu ve etrâfındaki kişilerin sistemden çıkartılmasıyla mı kötüye gitti? Yoksa daha yapısal bir problem mi var? Eğer yapısal bir okuma yapmıyorsanız, analitik bir okuma yapmıyorsanız, otoriterleşme hikâyesinin kırılma noktalarını es geçiyorsanız, kendinizi korumak veya kayırmak için bu hikâyeyi görmezden geliyorsanız, 2022 senesinde muhâlefete geliyorsunuz ve muhâlefetin diğer aktörlerini, seçkinler olsun veya muhâlefet tabanı olsun, tıpkı 2002’de AK Parti’nin yaptığı gibi yaftalamaya ve tekfir etmeye başlıyorsunuz. Bu sefer de muhâlefetin kendi içerisindeki uyumu allak bullak oluyor. Siz genişlemeye çalıştıkça, daralan bir muhâlefet yaratıyorsunuz aslında. Altı tâne liderin ortaya çıkması, bir araya gelmesi gerçekten önemli. Fatih Erbakan doğru söylüyor: On altı tâne lider de bir araya gelse, oradan bir sonuç çıkmayacak. 2019 yılında yerel seçimlerde kurulan ittifak, bence şu andaki ittifaktan çok daha güçlüydü. Bunu söylemem gerekiyor. 

İkincisi, şu “kararsız muhâfazakâr seçmen” meselesini, bir dönem muhâfazakâr partilerde siyâset yapmış veya danışmanlık yapmış insanların ele alması ve bunu politikaya çevirmesi kadar abuk bir şey görmedim. İnsanlar kendi seçkin hikâyelerini yüzde 20’lik toplum kesiminin hikâyesiymiş gibi algılıyor ve siyâsetçilere bu yönde politika tavsiyelerinde bulunuyor. Günün sonunda, bu yüzde 20’lik kararsız seçmeni cezbetmeyi hiç kimse başaramıyor. Çünkü benim anladığım şekilde, muhâfazakâr seçmene atfedilen bir uhrevîlik var. Böyle bir şey yok. Nargile kafede siyâset analizi yapan insanların, siyâsî partilerde siyâset yapmasıyla berâber, şöyle bir düşünce silsilesi ortaya çıktı: “Tayyip Bey’in imajı muhâfazakârların gözünde sarsılmaz, dolayısıyla Tayyip Bey’e muhâlefet yapmayalım. Ama bir taraftan da muhâfazakâr görünelim, bu kararsız seçmeni alırız. Biraz da ekonomiden bahsedersek bunlar cepte” gibi bir düşünce silsilesi var ve bu hâkim olmuş durumda. Bana sorarsanız her seçmen kitlesi, toplumun büyük çoğunluğu gibi, yönetme irâdesi ortaya koyabilecek ve kazanabilecek kişilere meyleder. Accessible (erişilebilir) olması önemlidir. Yani aradığı zaman bulabileceği, ulaşabileceği birilerine ihtiyaç duyar. Çok uzağındaki, ulaşamayacağı birisinin kazanmasını istemez. Dolayısıyla, kazanmanın kendisinin cezbedici bir tarafı da olabilir, bunu es geçiyorlar. Çünkü muhâfazakâr seçmene yakıştıramadıkları bir basitlik bu. Halbuki, bir: bu basitlik değil; ikincisi: muhâfazakâr seçmen her rasyonel seçmen gibi tabii ki istediği zaman işini görebileceği, ulaşabileceği, kendisini rahat hissedebileceği bir siyâsî partinin seçilmesini ister. 

Bütün bu dört beş aylık hummâlı siyâset üretme çabasından sonra, kararsız seçmen DEVA Partisi’ne, Gelecek Partisi’ne veya İYİ Parti’ye geldi mi? Gelmedi. Çünkü öyle bir politika ki, sağ partilerin kazanma ihtimâlini tamâmıyla ortadan kaldırıyor. Kazanma sinyali vermesini de ortadan kaldırıyor. Ağustos ayında yaptığımız programlara baktığımız zaman, İYİ Parti yüzde 19 çıkmış. Yüzde 19 çıkması aslında bir baraj. Yüzde 20’ye geçtiği zaman, muhtemelen sağ seçmen o güçten etkilenip buraya meyledecek. Ama birisi çıkıp diyor ki: “Sağ seçmeni çekmenizin yolu, sizin daha ‘Ömer’in Yolu’ tarzı söyleme sarılmanız, daha muhâfazakâr politika yapmanız, ittifakı dağıtabilecek derecede bir PKK-HDP eşitlemesi yapmanız.” Meselâ geçen sene İYİ Parti bunu yapmadı, daha mâkul bir noktada konumlanmaya çalıştı. Ama Eylül-Ekim ayında, “Biz PKK’yı HDP’nin yanında görüyoruz” söylemiyle, sâdece burada kendi görüşünüzü netleştirmiyorsunuz, aynı zamanda kazanma ihtimâlinizi zayıflatan bir açıklama yapıyorsunuz. Bunu söylemek lâzım. Hemen arkasından Akşener’in iddiasından vazgeçmesi, “Cumhurbaşkanı olmayacağım” demesi ve “Başbakan olacağım” diyerek çok muğlak bir geleceğe topu atması… Ben “Aday Akşener olmalıdır” demiyorum, ama en azından bu iddianın kendisi bile seçmeni partiye yakın tutar. Dolayısıyla, sağ bir partinin oranı yüzde 19,3’ten yüzde 12’ye kadar indi. 

Bütün bunlar olurken, DEVA ve Gelecek partileri ne yaptı? DEVA ve Gelecek partileri de zâten çok az ve sınırlı olan toplumsal temsîlinin dışına çıkarak, çok iddialı bir rol oynamaya kalkıştı. Hikâyesinde neyin kötü gittiğini anlatmadan, başladılar, vals meselesi üzerinden sekülerleri yaftalamaya, “beton Kemalist” demeye. İYİ Parti’den milliyetçi bir adam çıktığı zaman “Bunlar faşist” demeye, Demirtaş’a “Siz çözüm sürecini bozdunuz” demeye… Muhâlefeti yaftalamaya çalışmaya başladılar. Muhâlefeti marjinalize ederek, zâten hâlihazırda marjinal bir hükûmet varken, kendileri arada mâkulü temsil eder şekilde ortaya çıkmaya çalıştılar. Kararsız seçmeni çekmesi murad edilen sağ partilerin bu stratejileri, yani kimlik üzerinden ilerlemek, muhâfazakâr söylemleri ortaya koymak, sanki Tayyip Bey az Müslümanlık yapmış veya Devlet Bey az milliyetçilik yapmış gibi, İYİ Parti’ye “Daha fazla Müslümanlık, daha fazla milliyetçilik yapın” tavsiyesi vermek. Seçmenin ihtiyâcı olan buymuş gibi bu tür tavsiyeler vermek, maalesef sağ partileri bir anlamda zayıflattı ve sağ partilerin çekebileceği o kararsız seçmenin de aklını karıştırdı. Açık konuşmak gerekirse, 2019’da CHP ve İYİ Parti’nin, HDP seçmeninin desteğiyle ortaya koyduğu birliktelik, bence şu anki birliktelikten çok daha güçlüydü. Şu anda, genişledikçe daralan, genişledikçe zayıflayan, genişledikçe hakîkaten siyâsetin doğasına uymayan önerileri muhâlefete zerk etmeye çalışan, sâdece önerileri değil, aynı zamanda muhâlefetin doğasına uymayan profilleri de muhâlefete dayatmaya çalışan bir siyâset anlayışı görüyoruz. Göreceğiz de. 

Dün Etyen Mahçupyan, Sezen Aksu’yla Ekrem İmamoğlu’nu bir tuttu. Ve bu, aslında boşa yapılmış bir açıklama değil. Aynı zamanda bunun içeriden de bir desteği var. Daha önce Kemal Bey’in Ekrem Bey’e pop-star demesi gibi. Allah aşkına! Muhâlefet partileri ne yaptıklarının farkında mı? Muhâlefetin gücü, aday sayısının çokluğundan kaynaklanıyor. Yarın Tayyip Bey siyâsetten çekilse, Cumhur İttifakı’nın adayı yok. Cumhur İttifakı’nın en büyük güçsüzlüğü bu: Tek adama dayanması. Ama muhâlefetin ciddî anlamda liderleri var. Aday yapabilecek lider profilleri var, kendi mikro komünitelerini etkileyecek de liderleri var. Kendi kendimizi ve birbirimizi marjinalize ederek, yaftalayarak, bu küçük partilerin, sanki büyük bir toplum kesimini temsil ediyormuşçasına muamele görmesi ve onları ittifaka kattığımız zaman sanki bütün muhâfazakâr meselesini hallediyormuş gibi düşünmemizin hiçbir temeli olduğu kanaatinde değilim. Yeteri kadar açık konuştum herhalde. 

Ruşen Çakır: Çok dolmuşsun Burak. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet.

Ruşen Çakır: Sağcılar böyledir, değil mi Kemal? Bir şeyi yapamazlar. Neyse, şaka bir yana, sen ne diyorsun Kemal? Burada Burak’ın söylediği çok önemli. “Muhalefet partileri yerel seçimdeki gücün gerisindeler. Daha fazla aktör var, ama güç daha az etkiliymiş gibi bir görüntü çıkıyor” diyor. Cumartesi günü bir araya gelecekler. Tabii ortada şöyle bir sorun var: Özellikle şu anda yaşanan ekonomik sorunlarla berâber, bu fatura meselesi başlı başına ortadayken, liderlerin, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem iddiasıyla ortaya çıkmasının seçmende ne derece karşılığı olur? Yani fotoğrafı vermenin bir karşılığı var da, berâber gelip, bir arada durup, şu anda yaşanan çok âcil sorunlar yerine, insanları birinci dereceden ilgilendirmediğini varsaydığımız bir konuyu konuşacak olmaları da söz konusu. 

Kemal Can: Senin söylediğin yerden devam edeyim, ama sonra diğer konulara da değinmek istiyorum: Senin söylediğin gibi, Genişletilmiş-Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem denilen şeyin, seçmeni doğrudan çok fazla heyecanlandıran, “Tam da bunu bekliyorduk” diyeceği bir şey olmadığını herkes biliyor. Onlar da biliyor. Zâten iddia gibi “Bunu yaptık” diye çıkmalarının nedeni de az maraz çıkararak, az sorun üreterek yapabilecekleri şey olduğu için onu yapmaları. Ama şunu sağlayabilirlerdi: Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem gibi yeni bir sistem önerisi, mevcut sorunu târif eden ve “Neyi değiştirmek istiyoruz?” fikrini çok daha biçimlendiren bir şey olarak sunabilirlerdi. Bunun içerisine ekonomiyi de sokmak mümkün. Tek adam yönetiminden kaynaklanan problem olarak, ekonomiyi de bunun içine katabilirsiniz, bütün yaşanan temel somut sorunları da bunun içine koyabilirsiniz. Ama bunun için bu kadar geç, “Bulduk bulduk bunu bulduk. Bu kadar lider oturduk, şimdi de size bunu yazdık” demekten önce, bunu sistematik bir tartışmaya çevirmek ve bu sorunları çözmek için kurulacak modelin önerildiği bir çerçeve hâlinde tartışmaya açmak gerekirdi. Muhâlefetin bu konuda bir zayıflığı ve gecikmesi var. Çünkü senin söylediğin gibi, bu kendi başına slogan olarak çok kuvvetli bir şey değil. Ancak buna içerik kazandırılırsa bir şeye benzer. Ama içerik kazandırmadan, bunu sadece slogan olarak, “İşte bizim bayrağımız. Önümüze koyacağımız ve hepimizin arkasına geçeceği bayrak bu. Siz de bu bayrağın altında toplanın” dendiğinde, çok bir şey söylemiyor. Çünkü aslında bunu somutlaştırmak içerikle mümkün olurdu. Bu konuda gecikmenin ötesinde bir de içeriksizlik söz konusu. İçerikten kastettiğim şey, çok güzel şeyler söylenmiş olması değil, bunu somut sorunlarla ilişkilendirme anlamında bir içeriklendirmeden bahsediyorum. İyi yemeğin çeşitli tatlarının birbirine karışması gibi bir şey. İşin bu tarafı önemli. 

İkincisi, sürekli birlikte görüntü vermeye çalışıyorlar. Bir süredir, bayram ziyâretleri gibi birbirlerine gidip geliyorlar, sürekli bir turlar dönüyor. Bunun, “Bizim ne güzel ilişkilerimiz var” anlamına geldiğini düşünüyorlar. Ama aslında birlikte görünmek meselesi o kadar önemli bir şey değil. El ele fotoğraf vermeleri de o kadar önemli bir şey değil. Asıl önemli olan, onların birlikte birtakım meseleleri konuştuklarına, bunun üzerine kafa yorduklarına dâir bir imaj oluşması. Artık kimsenin asıl soruları, “Ya bunlar bir arada durur mu, bölünürler mi, parçalanırlar mı?” değil. Seçmen bu soruların bir tık önüne geçti. Aslında bu yüzden hâlâ kararsızlık yaşıyor. Kararsızlık yaşadığı şey şu: “Bunlar birlikte ne yaparlar?” Bu sorunun cevâbı yan yana resim vermek olamaz. “Birlikte birtakım meseleler üzerine konuşuyorlar” fikrini yaratmak olur. Bu da belki periyodikleştirilmiş birtakım başlıklar etrafında oturumlar yapmalarıyla olur. Bunların içeriğini öğrenmemiz de çok şart değil. Ben “Her toplantılarından ortak bir metin çıkartsınlar” demiyorum. Bu da gerekmez. Ama “Bir sürü kafa oturup birleşmiş, Türkiye’nin önemli meseleleri konusunda ‘Biz ne yapabiliriz?’ diye bizim için de konuşuyorlar” fikrinin kamuoyunda oluşması lâzımdı. Bu önemli bir şeydi.

İkinci bir şey daha mümkündü: Önlerine birlikte açıklama yapabilecekleri pek çok fırsat geldi. Ekonomiyle ilgili alınan kararlarda, doğal ya da doğal olmayan birtakım felâket durumlarında ya da çok önemli hukuk ihlâllerinde, iktidarın attığı çok önemli adımlar karşısında tek tek açıklama yapmak yerine, birlikte tavır gösterecekleri çok sayıda fırsat geldi önlerine. Bunlara birlikte karşı çıkılarak bir politik çizgi gösterme açısından çok da bir performans göstermediler. Bunlar problemler. Burada asıl mesele, biraz önce Burak da değindi, aslında başta Ayşe de değindi: “Biz bu iktidârı nasıl deviririz ve muhâlefeti nasıl iktidar yaparız?” konusunda kurulan temel stratejideki akıl kaynaklarıyla ilgili bir sorun var. Çok temel bir sorun. Bu akıl kaynakları, aslında bu problem olan iktidârı iktidar yapan aklın çok simetriği, çok benzeri bir akıl. 

Ayşe biraz bahsetti, Burak biraz daha ayrıntılandırdı: Başından îtibâren, hattâ neredeyse on yıldır böyle, 2011’de referandum geçip, sonra AKP yüzde 50’nin üzerinde oy alıp, bir de üstüne 15 Temmuz ve referandum gelince, “Tamam, bu yüzde 50’leri, 60’ları bulan iktidar bloğunu yenmenin tek yolu, bu yüzde 65 seviyesindeki sağ bloğu çatlatmak ve oradan önemli bir parça kopartmak.” Dolayısıyla bütün strateji bunun üzerine inşâ edildi. Ama bu strateji, bir hakîkatten yola çıkarak değil, zaten bu iktidârın kendi iktidârını devam ettirdiği temel kabullerden ve ezberlerden yola çıkarak kuruldu. Burak ona, siyâsete daha analitik bakmaktan değil, birtakım standart ezberleri devralıp, aynı ezberi kullanarak başka cevaplar üretilebileceği iddiasını örnek verdi. Bu akıl bozukluğu, bu temel sorunu yarattı.

Muhâlefet cephesindeki tablo da buradan geliyor. AKP’den kopan Babacan ya da Davutoğlu veya MHP’den kopan İYİ Parti… Aslında hepsinde yaşanan problem, senin biraz önce işâret ettiğin gibi, İYİ Parti’nin “Biz olmasak sağdan kim oy alacak?” demesi meselesinde de aynı şey var. Bu partilerin hepsinin iktidar partilerinden kopmuş parçalar olması, başka iddiaları zaman zaman dile getirseler bile, sonunda hep o taraflarının çektiği, kendilerini daha belirleyici biçimde şekillendirdiği düşüncesinden çıkamamak. Bu çok temel bir şey. Muhâlefet artık şöyle bir noktaya geldi: Bir süre önce Saadet Partisi meselesinde gündeme gelmişti bu: “Yüzde 1 oy bile çok önemli. Onun için Tayyip Erdoğan her şeyin peşini sürüyor. BBP’yle ittifak yapmaya, Saadet’i iknâ etmeye çalışıyor” deniyordu. Şöyle temel bir şey vardı ya, “Bu yüzde 50 + 1 yüzünden, yüzde 1 bile çok önemli.” Zamanında bunu iktidar tarafı için söylüyorlardı, şimdi bunun muhâlefet tarafında bir hakîkat, bir pazarlık unsuru olarak yaşandığını görüyoruz. Yüzde 1-1,5 ölçümü olan partiler, çok yüksek pazarlıklar açabiliyorlar. 

Ruşen Çakır: Onu ikinci turda konuşacağız Kemal.

Kemal Can: Şunu söylemek istiyorum: Bu akıl yürütme biçimi, “Yüzde 1 bile çok önemli” söylemi, aritmetikler ve sayılar üzerine kurulu bir şey. İkincisi, her şeyin siyâset iletişiminden ibâret olduğu. İmajlar, gündemler…

Ayşe Çavdar: Asıl semboller. 

Kemal Can: Siyâset böyle şeyler. Bir de kazanmak… Gerçekçilik, siyâseti kazanmak için yapmak. Diğer tarafı da iletişim, PR, rakamlar… İyi de, siyâsetin başka bir derinliği var ve bu derinliğine nüfuz etmediğin zaman şaşırıp şaşırıp baktığın, “Niye öyle oluyor, niye böyle oluyor?” dediğin şey, başka bir derinlikte cereyan ediyor. Çünkü insanların birtakım ihtiyaçları var, birtakım beklentileri, birtakım talepleri var. Bunlara cevap aramakla ilgili tercihleri var. Bu tarafından bakılmayan; matematik, iletişim, imaj, sembol diye giden ve büyük ölçüde taktisyenlerinin de böyle kurguladığı bir siyâsetin sonucu bu oluyor. 

Muhâlefette şu anda açık bir pazarlık zemini var. Senin biraz önce işâret ettiğin, İYİ Parti’nin “Biz olmasak CHP ne yapacak?” demesi gibi. İYİ Parti’de birtakım isimler, Cumhur İttifakı’ndaki MHP olmak istiyorlar. Daha az oyla, bütün muhâlefetin belirleyicisi olabileceklerine inanıyorlar. “Bahçeli’nin orada yaptıklarını biz niye burada yapmıyoruz? Niye her şeyi alan ve her şeyi belirleyen olma imkânını kullanmıyoruz? Hem HDP’yi itelim, CHP’yi de kendimize uygun halde yürümeye zorlayalım. Bizim çok önemli olduğumuz tamam. Bu, zamanla da bu oyumuzu artıracak. Sonra da başbakan olacağız” diyorlar. 

Öbür taraftan, Davutoğlu ve Babacan meselesinde de, “Yüzde 1 çok önemli, her şey çok önemli. Bu endîşeli muhâfazakârlardan hiçbiriniz oy alamazsınız, biz alırız” deniyor; ama siz de alamıyorsunuz. Çünkü onlara verdiğiniz bir cevap yok. Şimdi Davutoğlu ve Babacan’ın, kendi AKP dönemleriyle ilgili, bırak özeleştiriyi, bir sistematik çözümleme yapmıyor olmaları, bu taraftaki kabulleriyle ilgili bir mesele değil. Bu tartışma götürebilir. Yani bu tarafa onların kabul edilmesi için nedâmet gösterip tövbe mi etmeleri lâzım? Hayır. İddia ettikleri şeyi yapmaları için buna ihtiyaçları var. Asıl sorun, muhâlefet cephesinde zâten AKP’ye muhâlefet eden insanların onları içlerine kabul etmesiyle ilgili bir mesele değil. Asıl olarak onların iddia ettikleri gibi iktidar tabanından oy almaları için bunu yapmaları lâzım. Burada hep şöyle bir oyun yapılıyor, ya da o tarafta bazı insanlar şu yorumu yapıyorlar: “Sürekli bizden özeleştiri ve tövbe isteniyor”. Tamam, böyle şeyler isteyenler olabilir; ama sorun bu değil. Sorun, sizin neden iddia ettiğiniz kopmaya karşılık gelecek bir oy temsîline kavuşmamanız. Çünkü sizin asıl olarak bu taraftaki kabulünüzü değil, diğer taraftaki insanları bu tarafa getirecek kapı olma iddianızı gerçekleştirmeniz gerekiyor. Dolayısıyla bunlar çok önemli şeyler.

Senin en başta söylediğin sağcı-solcu meselesi ile ilgili de bir şey söyleyeyim: Bu da en temel ezberlerden biri zâten. Hatta bunu Kılıçdaroğlu’na da defâlarca söylettiler: “Sağ-sol bitmiş.” Ama sağ-sol şöyle bitmiş oluyor: Solculuktan bahsettiğinde, “Ya o bilmem kaç yüzyıl önce bitti” deniyor. Ama bir adım sonra “Sağdan oy almadan hiçbir şey olmaz.”  E hani bitmişti? Hani sağ-sol yoktu? Sağcılardan oy almadan, yüzde altmıştan oy alabilecek olan biziz. E hani bitmişti sağcılık-solculuk? Sağcılık-solculuk bitti lâfı, sadece solculuğun bitmesi için kullanılan bir şey. Sağcılığın bitmemesi, gerçekçilik olarak devam ettiriliyor.

Ruşen Çakır: “Halbuki yıkılmadık ayaktayız” diyorsun Kemal. 

Kemal Can: Evet. Şu cümlenin arkasında ne var kardeşim? “Öbür taraftan oy alabilecek…” Öbür taraf kim? Öbür taraf dediğiniz temsîlin adı ne? Sağ-sol bitti ya… 

Ayşe Çavdar: Öbür tarafta hep hâinler var.

Ruşen Çakır: İkinci tura geçelim. İkinci turda buradan devam edelim Kemal. Sağ-sol meselesiyle de devam edelim. Genişleme meselesinde en çok merak edilen hususlar, AK Parti’den kopan partilerin dâhil olup olmayacağı. Saadet Partisi, Oğuzhan Bey’in vefâtından sonra çok fazla konuşulmaz oldu artık. O seçenek kapanmış gibi duruyor. Bir de, Karamollaoğlu ile Kılıçdaroğlu’nun hukuklarının iyi olması nedeniyle, sanki Saadet Partisi, muhalefet blokunda yer alır gibi. Bu, çok konuşulmuyor ama. DEVA ve Gelecek partileri konusu var. Bir de tabii, İYİ Parti’nin içerisinde son günlerde yapılan birtakım açıklamalar var. Bu açıklamalar neye yarar bilmiyorum, ama ittifakın genişleme stratejisine çok yarayan bir şey gibi gelmiyor. Ne dersin? Nasıl bir evrilme bekliyorsun Ayşe?

Ayşe Çavdar: AKP’den kopan partiler, ittifakta olmazlarsa ne yapacakları konusunda bir fikre sahip değiller. Kendilerinin devamlılığı konusunda bir strateji geliştirmelerine yetecek bir teveccüh de görmediler toplumdan. Dolayısıyla, mümkün olduğu kadar “muhâfazakâr endişe” kartını oynayarak, ittifakın içinde kalacaklarını zannediyorum. Burada önemli olan, CHP’nin ve kısmen İYİ Parti’nin ne yapacağı. Kısmen diyorum, çünkü “yüzde 50+1 için, yüzde 1 bile önemli” derecesini, İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçiminde olanlardan sonra geçtik. Eğer seçim kazanılabiliyorsa, muhalefete neredeyse yüzde 60 oy gerekiyor ki, kazâsız belâsız iktidar devralınabilsin. Eğer mevzûyu böyle koruyorsak, o zaman o gelen yüzde 1’in mâliyetini de düşünmek zorundayız. Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 50+1 ortamında –o yüzde 1 bile önemliydi ya–, eğer o yüzde 1, meselâ yüzde 2 veya yüzde 3’ü ya da HDP gibi yüzde 10’u, yanına diğerlerini aldığında engelliyorsa, o zaman başka hesaplamalar yapmaları gerekir. Daha o aşamaya gelmiş değiller. Şimdilik bir ittifak anlatısı başladı, onu devam ettirmeye çalışıyorlar. Şimdi, bir zeminde, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem üzerine anlaşıldı; devâmında da ne olacağı konusunda konuşulacak. Elde de çok fazla imkân yok. Çünkü yönetimine tâlip olunan ülkenin bütün limanlarına girilmiş, bütün kaynakları tüketilmiş, idâreciler gaflet ve delâlet içerisinde ülkeyi târumar etmiş vaziyetteler. Muhâlefetteki ittifaktan bahsettiğimizde, “Ülkenin kaynakları var, pozisyonlar var, onları paylaşacaklar” gibi bir şeyden bahsetmiyoruz. Sonuçta bir tür fedâkârlık yapacaklar. Çünkü AKP sonrasında da ülke son derece sıkıntılı bir dönemden geçecek. Bir kere, bir yıkım envanteri çıkartılacak ve sonra da o envanterden bir çıkış planı oluşturulacak. Bunlar henüz bildikleri şeyler de değil. Dolayısıyla, bundan sonrası için yapılacak şeyler, Millet İttifakı açısından bir dayanıklılık sınavı olacak. Bir taraftan, ittifak netleştikçe Cumhur İttifakı’nın baskısı artacak. Zaten hepimiz, müstakbel ya da muhtemel başkan adayı olarak Ekrem İmamoğlu’nun mâruz kaldığı saldırıların farkındayız. Bir de içerideki basınç da, dediğim gibi yüzde 50+1 yeterli değil, yüzde 60, yüzde 65’le kazanılsın seçim ki nizâ çıkmasın; doğru dürüst bir seçim süreci yaşanabilsin. 

Bu koşullar altında, ittifakın –eğer becerebilirlerse– anlaştıkları konuları ve geçiş sürecini somutlaştırmaları gerekiyor. Kemal az önce söyledi: Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem bizim için ne anlama geliyor bilmiyoruz. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, öncelikle, bu siyâsî partilerin kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenleyecekleri anlamına geliyor. Sonra, o rekabet siyâsetinin bizim hayâtımıza nasıl temas edeceğini göreceğiz. Ama bizim başka sorunlarımız var. Meselâ eğitim sistemi, sağlık sistemi ne olacak? Bu kadar yoksulluk var; çok derinleşti, çok yaygınlaştı. Bu kadar işsizlik var, bunlar konusunda neler yapılacak? “İktisâdî teorimiz şudur. Buradan gidilmelidir” anlamında bir şeyden bahsetmiyorum. Bunlar tartışma çıkaracak mevzûlar. Meselâ, o geçiş sürecini yürütürken, daha ilk elde, “Devletin şu kadar kaynağı var. Biz bu kaynakların ne kadarını âcilen şu tarafa, ne kadarını bu tarafa aktaracağız. Bunu nasıl yapacağız?” gibi net sorulara net cevaplar vermeleri ve bu konularda anlaşmaları lâzım. Meselâ, Başkanlık Sistemi içerisinde bir dönüşüm olacak. Başkan’ın yetkileri ne olacak? Ne kadarla sınırlı olacak? Başkan seçildikten sonra bu sınırlar nasıl belirlenecek, nasıl hayâta geçirilecek? Bu hayâta geçme mekanizmasını nasıl değiştireceğiz? Sistemin kendi mekanizması var, ama biz zâten onu değiştirmek istiyoruz. Bu fikri daha geçiş sürecindeyken nasıl yapacağız? Bunun gibi bayağı sorun da çıkaracak mevzûlar var. Az önce Kemal’in de söylediği gibi, bir araya gelsinler, bunları konuşsunlar. Bizim her konuyu duymamız da gerekmiyor. Ama bunu tartıştıklarını, hangi konularda hemfikir olup olmadıklarını duymamız gerekiyor. Çünkü böyle böyle somutlanacak. Bir ittifak varsayımını biz yapıyoruz. Orada bir ittifak henüz yok. Çünkü bir ittifak, ancak bu temel konularda, özellikle geçiş sürecinin niteliği ve içeriği konusunda somut bir şeyler söyledikçe oluşacak. Genel başkan yardımcıları, bu somut şeyleri bin bir törenle önden tamamlayıp bize duyurmak istiyorlar. Sonuçta bizim hayâtımız hakkında karar veriyorlar. Sanki bu tartışmalara kamuoyu da dâhil olursa, bu tartışmalar nizâ çıkarır, ittifak dağılırmış gibi. Böylece ittifak, pamuklara sarılacak kadar nazenin bir şey gibi görülüyor ve güven telkin etmiyor. Bu kadar zayıf ve kırılgansa, o kadar zorlu bir dönemin içinden nasıl geçecek? Bunun yerine, bir yandan kendi aralarında tartışırken, bir yandan da herkesle tartışabilirler. Gündem belirlemek de zâten böyle bir şeydir. Bir tartışma gündemi oluşturulur. O zaman biz, “Cumhur İttifakı bugün Millet İttifakı ortaklarından hangisine saldıracak?” gibi bir endîşe içerisinde kalmayız. Çünkü bir taraftan “Atı alan Üsküdar’ı geçer” hikâyesindeki “atı alma” eylemi gerçekleşmeye başlar. 

Ama bunlar olmuyor. Bunların olmamasını Kemal çok zarif bir şekilde “akıl kaynağı” olarak tanımladı. Bunların olmaması, siyâsetin ne olduğu, ne işe yaradığı konusundaki muhâfazakâr kabul. Aslında “sağcı kabul” demek yanlış olmaz. Sağcı kabul, siyâseti, insanları istemedikleri şeylere bir şekilde iknâ etme sanatı olarak tanımlıyor — bunun adını koyalım. Sağcı siyâset: “Ben onu piyasa mekanizmasının güçlenmesine, devletin her şeyi özelleştirmesine iknâ edeceğim. ‘Sen milletsin, kocamansın. Sen ümmetsin kocamansın’ deyip gönlünü bu şekilde kazanacağım, onun kimliğine konuşacağım”. Sağcılık siyâseti, bu yollarla, insanları hiç de arzu etmedikleri ve çıkarlarına yaramayan, soyut birtakım mevzûlar aracılığıyla iknâ eder. En azından uygulamada buna dönüşmüş vaziyette. Bunun dengelenmesi için öbür tarafta, “Senin çıkarın şu. Senin çıkarına olan şu şeyi ben şu şekilde yapacağım” diyen bir somut hikâye üretilmesi gerekiyor. Millet İttifakı ancak bunu yaparsa Cumhur İttifakı’nın bir alternatifi olacak. O yüzden, birkaç haftadır, hem yazımda hem Aysuda Kölemen’le yaptığımız programda üzerinde durduğum şey: CHP’nin biraz rahat bırakılması lâzım. CHP’nin o sosyal-demokrat damarının, hattâ dindarlara da laiklik vaat edebilecek –çünkü sen de sık sık programlarında dile getiriyorsun: Kendi inanç farklılıklarını, nüanslarını koruyabilmek için dindarların da laikliğe ihtiyâcı var–, sosyal demokrasi önerebilecek, sokakla temas edebilecek bir şeye ihtiyâcı var. Böylece, onunla ittifak eden sağ partiler de kendilerini AKP’den bu yolla ayrıştırabilsinler. CHP’yi kendilerine benzetebilecekleri ölçüde, AKP ile aralarındaki farkı dile getiremez hâle geliyorlar. Ve o fark yalnızca insanların kişisel, bireysel siyâsî kariyerlerinin aldığı yönlerden ibâret kalıyor. 

Özetle, söyleyeceğim şu: Buradan ileri gidebilmesi için, CHP’yi rahat bırakmaları lâzım. Millet İttifakı’nın bu kadar sağa yatmaması lâzım. Bu sol ittifak olursa –inşallah olur–, Millet İttifakı biraz da solla yarışmak zorunda kalır. Solla yarışmak için de kendini somut öneriler yapmak zorunda hisseder. O zaman, Millet İttifakı Cumhur İttifakı’ndan biraz farklılaşır ve biz böyle uçuk kaçık, tuhaf, gayet radikal kimlik söylemleri üzerinden değil, daha gerçek zeminler üzerinden siyâset konuşmaya başlarız. 

Ruşen Çakır: Burak, “Millet İttifakı genişler mi?” diye soracağım. Katılması muhtemel olan partilere bakalım. Üçünüz de ayrı ayrı ifâde ettiniz: Partiler de el yükseltmeye çalışıyorlar. Ama bu partilerin, muhâlefet bloku içinde olmak dışında bir seçenekleri var mı? Meselâ çok iyi hatırlıyorum, o dönemde, “İYİ Parti Cumhur İttifakı’na gider mi?” tartışmaları yapılıyordu. Meral Akşener’le bu stüdyoda yayın yaptığımızda, o soruyu kendisine sormuştum. Meral Hanım çok net bir şekilde, “Ben gitsem bile taban gelmez” dedi. CHP’yi zâten biliyoruz. Ama MHP’den kopmuş bir İYİ Parti, Gelecek ve DEVA partilerinin kitleleri –Saadet Partisi’ni ayrı bir yere koyalım-– bu kişiler gitti diye mi gittiler, yoksa iktidardan kopmak için mi koptular? Gelecek veya DEVA partileri ya da bir başkası diyelim ki Cumhur İttifakı’na yöneldiler ya da hiçbir ittifakta yer almadılar. Zâten tek başına kaldığı zaman alabileceği oy ve yaratabileceği etki belli. Cumhur İttifakı’na gitse de ona oy vermeyi düşünen yüzde 1-2 oranındaki insanlar da, “O zaman biz geri dönüyoruz?” mu diyecekler?

Burak Bilgehan Özpek: Yine aynı yere dönüyoruz. Yirmi yıla dâir kendilerini merkeze almayan, yapısal bir okuma yapamadıkları için, bütün sorunu da zâten AKP’de olmaması şeklinde görüyorlar. Dolayısıyla, onların AKP’ye dönüşü, zâten sorunun çözümü anlamına geliyor. Taban nasıl hareket eder bilmiyorum. Ama zâten bütün sorunu kendilerinin yokluğu olarak tanımlarlarsa, kendilerinin geri dönüşünü zâten sorunun ortadan kalkması olarak sunabilirler. Mesela İYİ Parti’deki taban, hakîkaten çok kararlı bir şekilde Erdoğan karşıtı. İYİ Parti seçkinleri Cumhur İttifakı ile anlaştığı zaman, peşlerinden sürükleyemeyeceği bir kitle gerçekten var. Ama bu partiler için böyle bir şeyden bahsedebilir miyiz, emin değilim. Dolayısıyla Cumhur İttifakı’na dönebilecek “kararsız” kümesinin içindeler. Zâten, “muhâliflik” psikolojisini de tam olarak hazmedebildikleri kanaatinde değilim. Biz hepimiz yıllardır muhâlif olduğumuz için bunu çok içselleştirdik. Muhâlefet açısından ne sorunlar doğurabileceğini hesaplıyoruz. Bunun adı konulmamış kuralı vardır, ufak tefek şeyler çok görmezden gelinir. İttifakın olabildiğince devam etmesi için insanlar iyi niyetli konuşur. Eleştirinin de niyeti iyidir. Bu arkadaşlar hatâ yapmayı bekleyen insanlar. Hani, “Birisi hatâ yapsın da bunu afişe edip, yaftalayıp kendi partimize bir alan açalım” zihniyeti içerisindeler. Bunu parti seçkinlerinden değil de daha çok parti destekçilerinden görüyoruz. 

Halbuki böyle olmayabilirdi. Ali Babacan çıktığı andan îtibâren, daha net bir muhâlif söylemle, yapısal bir çözümlemeyle, kendisini kaçınılmaz olarak Millet İttifakı’nın parçası olarak görseydi, kazanacak tarafta olmanın o kararsız seçmene verdiği sinyalle, daha popüler bir parti hâline gelebilirdi. Tekrar ediyorum: Seçmen davranışını belirleyecek faktör, kimlik siyâseti veya iktisâdî zorluklardan ziyâde, bir arada duran, kazanan bloktan yana tavır koymak olduğu kanaatindeyim. Yani kazananın daha çok kazanacağı, kazanma sinyalini gönderenin daha çok insanı cezbedeceği bir durumdan bahsediyorum. Daha önce, uluslararası sistemle benzerlik kurarak çift kutuplu bir sistem gibi okumuştum. Bu durumda, yeni kurulan partilerin durumu, iki blokta da olmayan ve daha maksimalist bir söylemle ilerleyen bağlantısız devletlere benziyor. O kadar büyük bir maksimalizm ki, Millet İttifakı’nın, yeni kurulan partileri kapsaması için dönüşmesi, ismini değiştirmesi, bir anlamda tabanını bastırması gerektiğini söylüyor. Bu “vals” tartışması çok uzak değil. Bence çok yapay, kurgusal bir şekilde üretilmiş bir gündemdi o. Yani Zafer Bayramı’nda vals yapılması CHP’nin tabanında bir mutluluk uyandırmıştır. Bunların tamâmını radikal olarak tanımladı bu insanlar. Dolayısıyla, muhâlefetin geri kalanına renk verme arzusu, agresif bir tavır da var. Halbuki siyâsetin gerçeklikleri var. Eğer Cumhur İttifakı’na geri dönmeyeceklerse, yeni kurulan partilerin, yeni dönemin siyâsetinde var olabilmeleri için, Millet İttifakı’na olan ihtiyâcı, Millet İttifakı’nın bu partilere olan ihtiyâcından daha fazla. 

Ruşen Çakır: Sözünü keseceğim ama, aklıma şöyle bir benzetme geldi, söylemeden edemeyeceğim: Kendilerini Millet İttifakı’na ve muhâlefet tabanına beğendirmeleri gerekirken, tersini dayatıyorlar gibi bir hava var sanki. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet, öyle. Geçtiğimiz hafta sonu Medyascope’taki yazımda da bunu yazdım: Uzunca bir süre, bu tip söylemleri geliştiren entelektüeller, Tayyip Bey’in popülizmiyle hareket ettikleri için kendi söylemlerinin çok popüler olduğunu ve halk desteğine sâhip olduğunu düşündüler. Dolayısıyla, halk adına veya çoğunluk adına konuşmak gibi bir durumları söz konusuydu. Bütün o seçim zaferlerinden sonra, gece televizyona çıkıp, “Halk sivilleşmeyi istedi. Halk demokrasiyi istedi. Halk barışa oy verdi” demelerinin sebebi de o. Şimdi kendi içlerinde yaşadıkları bir travma var. Halkın adına, küçümsedikleri, yaftaladıkları kişilerle berâber hareket etmek zorundalar. İşin ilginç tarafı, adına hareket ettikleri halk da onlardan tarafa değil. İki cami arasında kalmış beynamaza dönmüş gibi bir durum var. Dolayısıyla biraz daha gerçekçi olmaları gerekiyor. Meselâ 30 Ağustos törenlerinde vals meselesini sivriltip oradan bir kimlik meselesi çıkartmaktansa, Ali Babacan’ın orada Kılıçdaroğlu ve Akşener’le beraber yan yana oturması, öyle bir görüntü vermesi, bence o kararsız seçmenin, “Ali Bey de kazanan tarafta yer alabilir, iktidârın bir ortağı olabilir. Dolayısıyla, meylettiğimiz zaman iktidar içerisinde ulaşabileceğimiz bir kanal daha açılmış olur” duygusunu geliştirebilirdi. Siyâsetin gerçeği bu. Fakat bu tercih edilmiyor. DEVA Partisi içinde, benim bu îtirazlarıma sâhip olan insanların var olduğunu biliyorum. Umarım onların sesi daha çok çıkmaya başlar ve 2022 yılında, 2002 AKP’sini temsil eden bir partiye daha ihtiyâcımız olmadığını anlatırlar.

Bu altı parti liderinin Parlamenter Sistem’e geçiş süreciyle ilgili toplanması, siyâseten sanıldığı kadar büyük bir etki doğurmayabilir. Çünkü yeni kurulacak Meclis’te, muhâlefetin 360 milletvekiline sâhip olması gerekiyor ki bu anayasa değişikliğini yapabilsinler. 

Kemal Can: Artık 400 milletvekili.

Burak Bilgehan Özpek: Evet, doğru. Yani buna ihtiyaçları var. Güçsüz olan hukuka sarılır ya hemen, diyelim ki AKP ve MHP güçsüz oldukları için buna destek verdiler. Parlamenter Sistem içerisinde de muhâlefet partilerinin bir hükûmet kurabilecek çoğunluğa sâhip olmaları oldukça muğlak şu anda. Dolayısıyla muhâlefetin ortaya koyduğu projelerin bir düşünce egzersizinden öteye gitmesi gerekiyor. Bana sorarsanız, tecrübeli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak ben, bütün meselenin, anayasa değişikliği, Parlamenter Sistem’e geçiş gibi konulardan ziyâde, başkan adayının kim olacağında kilitleneceğini düşünüyorum. Çünkü Başkanlık Sistemi bize, partilerin tekil ajandalarından ziyâde, onların üzerinde uzlaşabilecekleri daha karizmatik adayların, siyâset yapma yeteneği daha yüksek adayların rekabetini dayatıyor maalesef. Bu çok mutlu olduğum bir durum değil, siyâseti çok besleyen bir durum da değil. Ama önemli olanın, başkan adayı ve onun kadrosu olduğu bir durumu tartışmak, bana daha gerçekçi bir yaklaşım gibi geliyor. 

Açık söylemek gerekirse, önümüzdeki Cumartesi günkü yemekten sonra, siyâsetin geleceğine dâir bir değişim beklemiyorum doğrusu. Türkiye’de insanların da ihtiyâcı olan şeyin, yeni bir anayasa metni, Başkanlık Sistemi’nden Parlamenter Sistem’e geçiş mutâbakatından ziyâde, hâlihazırda kendisini oldukça sıkıştıran ve hayatını çok olumsuz etkileyen iktisâdî sorunlardan çıkma irâdesi olduğu kanaatindeyim. İyi kötü doktora yapmış bir insanım. Kendimi bu toplumun aydınlarından birisi olarak kabul edebilirim. Geldiğimiz noktada, hayat sıkıntıları hepimizi o kadar sıkıştırıyor ki, o kadar kötü ve zor koşullarda hayatta kalmaya çalışıyoruz ki, ben ve benim gibi binlerce orta sınıf mensubu insanların, bırakın Parlamenter Sistem tartışmayı, hakîkaten bir gün bile tahammül edecek gücü kalmadı. Birisinin gelip, bizim yok yere 6-7 TL fazla para ödediğimiz mazot fiyatını düşürmesini bekliyorlar. Erdoğan’ın fâiz takıntısından dolayı cebimizden ayda epey bir para çıkıyor. Sadece o fâiz takıntısından dolayı. Turizmcilerin, ihracatçıların cebine giriyor, o ayrı bir şey. Ama çok bunalmış bir toplumdan bahsediyoruz. Bu bunalmış topluma, parlamenter sisteme geçiş gibi birçok farklı değişkene bağlı bir program sunmak, siyâsetin görüntüsünü, oy tercihlerini çok değiştirecek bir durum gibi gelmiyor bana. 

Ruşen Çakır: Kemal, biraz önce sözünü kestim. Tam da “Millet İttifakı genişler mi?” sorusunun cevâbını söylüyordun. Bir de “Millet İttifakı hakîkaten genişlemek zorunda mı?” sorusu da var. 1 puan, 2 puan muhabbeti çok yapılıyor. Ama nedense Memleket Partisi ya da Zafer Partisi gibi ufak partilerin adı pek geçmiyor. Ne düşünüyorsun? Millet İttifakı genişleyecek mi?

Kemal Can: Bilmiyorum. 6’yı 9 yaptıklarında ya da 11 yaptıklarında bunun adı “genişleme” mi olur, “kalabalıklaşma” mı olur bilemiyorum. Burak’ın Cumartesi günkü yemekle ilgili söylediklerine katılıyorum. Ama işin şöyle bir tarafı var: Başka konular daha dikenli, kolay mutâbakat üretilecek şeyler olmadığı için, tehlikesizliğinden, kolaylığından dolayı Parlamenter Sistem’i filan konuşuyorlar. Ama ikinci bir yönü daha var: Bu konuştukları şey, biraz önce konuştuğumuz bu pazarlıkçı tutumların da kendini ifâde edebileceği bir zemin yaratıyor. Çünkü Genişletilmiş Parlamenter Sistem konuşulurken, adayın niteliği, adayın seçilip seçilmeyeceği, siyâsî rolü… Mesela birtakım küçük partiler seçilecek adayın partisiyle ilişkisinin kesileceği ve bir daha siyâsete dönmeyeceği kuralı konulduğuyla ilgili iddiaları ileri sürmüşlerdi. Mesela bu, adayın niteliğini değil, adaylığa heves edeceklerin düşüncesini de değiştirecek bir durum. Dolayısıyla bir yandan, sorunsuz, millet açısından pek de karşılığı olmayan bir şey, ama kendi pazarlıklarında da bir sürü başlığın işlediği bir şey. O nedenle bunu çok fazla konuşmak istiyorlar. Bu konuyla ilgili biraz daha biçimlenme olursa, en azından aday profili ve yöntem konusunda nasıl bir şeyde uzlaştıklarını görebiliriz belki. Bir tek bu işe yarayabilir.

Tekrar öbür mevzûya dönersek: Babacan ve Davutoğlu meselesine kısmen İYİ Parti’yi de dâhil ediyorum. Başka açılardan benzemiyor, ama şu açıdan benziyor: Koptuğunuz yerle bağınız, ilişkiniz ve koptuğunuz yerle ilişkideki kendinizi târif ediş biçiminiz çok belirleyici bir şey. Türkiye siyâsetinde eskiden beri, “Bu parti, çizgisinden çıktı; eski görkemli dönemine yeniden döndürülmeli” diye ana gövdeden kopan hiçbir siyâsî parti ya da koparak partileşen hizip, büyüyememiştir. Güven Partisi’nden tut sonraki pek çok örnekte, hattâ CHP’de de son 20 yılda üç dört parti girişimi çıktı. Şimdi de iki üç tane var, ama sonuç vermiyor. Çünkü o ayrılma sürecini bir yeni durum olarak târif ediyorlar. Bunun en çarpıcı örneği de AKP. AKP, Refah Partisi’nden kopan yenilikçiler olarak, kendini başka türlü târif edip gömlek değiştirerek ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla, Davutoğlu’nun ve Babacan’ın yapamadığı şey, gömlek değiştirme iddiasını ortaya koyamamış olmaları. Çünkü temas edebileceklerini iddia ettikleri çevre, bu anlamda bir yenilenmeyle ilişki kurabilir. Yoksa, “Erdoğan tuhaflaştı, yanlış şeyler yapıyor. Çevresine yanlış adamlar topladı” diye başka birine iknâ olacak bir seçmen grubundan bahsetmiyorum. O yüzden çok temel bir mesele bu. Aynı zamanda, bu 20 yıl içerisinde AKP-MHP blokuna, Cumhur İttifakı’na bir ya da birkaç kez oy vermiş yüzde 60, yüzde 70’e varan bir seçmen bloku var. Bu seçmen blokunun üçte biri, zâten kararsız ya da muhâlefet blokuna geçmiş durumda. Geriye de kimi anketlere göre yüzde 40’ın altına inmiş bir kitle var.  

Muhâlefet cephesinde de, küçük aktörlerin bile çok aktif girdiği pazarlıkçı zemini yaratan tuhaf bir durum var: Bütün aktörler, hem kazanamama riskini kullanarak hem kazanma garantisini kullanarak pazarlık yapıyorlar. Hattâ bu partilerin kendi içinde bile böyle. Sadece partilerin birbiriyle pazarlığında değil, parti teşkilâtlarının, parti elitlerinin ekipler anlamındaki mücâdelesinde de bunu görüyoruz. Bu çok temel bir şey. Muhâlefet, dışarıya dönük daha net ifâdelerden problem çıkacağı iddiasıyla kaçınırken, kendi içinde buna çok fazla enerji harcıyor. Üstelik çok daha görünür hâle geliyor. Bu, “Çatlak var, kavga ediyorlar, problem çıkıyor” meselesi değil. Muhâlefet seçmeni de, genel kamuoyu da bunu hissediyor. Burada bir problem var. Dolayısıyla, genişlemeden değil yoğunlaşmadan yana bir sonuç çıkması gerekir. Niceliksel bir şeyin artık çok önemi yok; çünkü onların temsil ettiği şeyin çok büyük bir genişliği yok. Asıl olarak, o kaç kişilik bir ekipse, sayısal olarak neye ulaşmışsa, onun niteliğini ve ağırlığını artırmakla ilgili bir şey yaratmak zorunda. 

Burada ikinci bir sorun daha var: Partiler ve siyâsî aktörlerle ilgili bir sorun. Tabanlar ve seçmen blokları açısından da durum bence çok parlak değil; çünkü burada bir süredir, tıpkı siyâsî aktörlerde olduğu gibi, “endişeliler”, “kararsızlar”, “arada kalmışlar” ana yörüngeyi belirler hâle geliyor. Bu, çok problemli bir şey. Yine gerçekçilik adına, “Siyâset tatmin işi değildir, sonuç işidir” sözü çok sık dile getiriliyor. Slogan bir söz. Seçim kazanmak tabii ki önemli bir şey. Ama bu cümleyi bir slogan hâline getirip, asla dışına çıkılmaz bir noktaya dönüştürünce, şöyle bir şey oluyor: O sonuçta etkili olacağını iddia eden, en amorf, en belirsiz, en ele avuca gelmez, daha tehlikelisi ise en kaypak unsurların en belirleyici olduğu bir vasat oluşuyor. Bu, aktörler bazında da seçmen bazında da böyle. 

Ruşen Çakır: Sanki kararsızların hegemonyasını yaşıyoruz. Hep aynı hikâye. “Kararsızlar ne yapacak? Kararsızların sayısı azalıyor mu? Kararsızlar neye bakıyor?” Halbuki kararsızların neyi nasıl değiştireceği meselesi çok önemli bir açı. 

Kemal Can: Aslında o reddedilen tatmin meselesi var ya; kurduğunuz siyâsetle birilerini tatmin etmeye başlarsanız, o kararsızların bir kısmı da o tatminden etkilenebilirler. Yani, ortada olan, kararsız, muğlak, belirsiz, endişeli amorf kalabalığa benzeyerek, onlar gibi olarak, onları herhangi bir şeye iknâ etmek mümkün değildir zâten. Ama yapılmakta olan bu. 

Ruşen Çakır: Bence gündemin çok sıkıştırmadığı bir an yakalarsak, bu meseleyi uzun uzun konuşalım derim. Gerçekten hayâtî bir şey. 

Kemal Can: Buradaki bütün partiler açısından, o vasata, kararsızlara, endîşelilere, bir türlü ikna edilememişlere, onları kullanarak kendi pazarlıklarına çevirenlerin yarattığı boşluğa karşılık… Tamam, bunu radikalize etmek, mükemmeliyetçi bir noktaya taşımak gerekmiyor. Ama somutlaşmanın önündeki temel engellerden biri bu. Dolayısıyla sâdece aktörler bazında değil, genel seçmen tabanı, onun blokları ve onlara nasıl davranılması gerektiği konusundaki akıl yürütme biçimini değiştirmek gerekiyor. Şu andaki akıl yürütme biçimi, hem aktörlerin yönlendirilmesi açısından, hem de tabana bakış açısından son derece sıkıntılı. Üstelik sâdece seçimi riske sokmuyor, seçimden sonrasını daha fazla riske sokuyor. 

Burak Bilgehan Özpek: Çok doğru.

Ayşe Çavdar: Bir şey eklemek istiyorum.

Ruşen Çakır: Yavaş yavaş toparlayalım diyecektim, ama hepiniz coştunuz. Tartışmanın argümanlarını önümüzdeki haftalara saklayalım. 

Kemal Can: Bir kere senin başlığın bizi yavaşlattı. Cumartesi yemeğiymiş… Orada bir şey olacağı yok.

Ayşe Çavdar: Kemal’in demin gayet zarifçe söylediği “akıl kaynakları” meselesine bir şey ekleyeceğim: Tabana bakışta, özellikle o akıl kaynaklarının es geçtiği bir şey var. Sağ ideolojik partileri kaç yıldır yakînen hem gözlemlediğim hem de âile hikâyesi dolayısıyla, orada oyların nasıl yer değiştirdiğine gayet yakından tanık olduğum için söyleyeyim: İdeolojisini kimlik olarak giymiş sağ partilerde, meselâ MHP’den İYİ Parti’ye geçiş, sâdece bölünme ânında olur. AKP’den geçişler için de aynı şey söz konusu. O bölünme esnâsında geçen geçer. Aradan zaman geçtikten sonraki geçişler genellikle, “Buradan da bir şey çıkmadı, gene olmadı. Herkes de bozuldu” şeklinde küskünlükle olur ve kopan ekibe değil, diğerine gider. 

Birkaç aydır, AKP’den giden oyların nereye gittiğine bakıyorum. AKP’den çıkan oyların en çok gittiği kaynak CHP. Niye CHP’ye gittikleri çok belli. Çünkü kendisini, CHP’ye giderse değil, Gelecek Partisi’ne veya DEVA Partisi’ne giderse ihânet etmiş sayacak aslında. CHP de “öteki” olduğu için değil, mevcut, o muhâfazakâr rekabet içerisinde merkez gibi görünen tek parti CHP olduğu için. Yani o kadar yanlış okuyorlar ki. Peki, CHP’den nereye geçiş var? CHP’den de İYİ Parti’ye geçiyor. İYİ Parti’den de en çok DEVA’ya geçiş var. Gelecek Partisi’ne geçiş görmedim. Orada da, CHP’ye yaklaşmış bir İYİ Parti, seçmeni çektiği için, bir tür bir merkez içinde seçim yapmış oluyor. Azıcık radikalleşerek yapıyor bence, ama öyle. DEVA ve Gelecek Partisi’nin o özeleştiriyi, nefis muhâsebesini, o kopuş anlatısını ilk anda oluşturmaları o yüzden çok önemliydi. O yüzden o zaman hepimiz, “Şunu yapın” diye çok ısrar ettik. Çünkü alacaklarını o zaman alacaklardı. Artık alamayacaklar. Seçimlerden sonra da, geçiş sürecinden sonra da alamayacaklar. O yüzden CHP “hatâ” yaptığında, CHP’den biri “CHP’lilik” yaptığında, “Bak CHP’lilik yaptı” diyorlar. Çünkü ancak CHP’ye gidebilecek oyları kendilerine çevirebilirlerse büyüyeceklerini zannediyorlar. Çok büyük bir yanılgı. Bunları okuyamamalarının sebebi de, az önce söylediğim gibi sağcılığın, siyâseti, insanları arzu etmedikleri şeylere iknâ etme sanatı olarak görmeleri. 

Ruşen Çakır: Burak, sen bir şey söyleyecek misin? 

Burak Bilgehan Özpek: Ben Ayşe’ye katılıyorum. Burada bir ekosistem var. Bu ekosistemin birimleri birbirini doğrudan ve dolaylı olarak etkiliyor. Oradaki en büyük yanılgı, o dolaylı etkileri es geçip, Kemal Can’ın “ezbere okuma” dediği, sanki bütün etkiler doğrudan oluyormuş gibi görmeleri. Burada CHP’nin bir tavrı, DEVA’nın bir politikası, İYİ Parti’nin oyunu etkileyebiliyor. Dolayısıyla, “Erdoğan’a karşı muhâlefet yapmayalım, muhâfazakâr gözükelim ve ekonomiden konuşalım” gibi çok doğrudan bir etki üzerinden ilerleyen ve muhâlefete, özellikle sağ partilere akıl veren kişilerin, o dolaylı etkileri hesaplayamadığını düşünüyorum. En büyük dolaylı etki de, Millet İttifakı’nın kazanma sinyalidir. Muhâlefet kazanma sinyalini verdikçe muhâfazakârlardan bir oy geçişi sağlayabilir. Cumhur İttifakı seçmenleri, daha ideolojik bir söylem duymak için muhâlefete gelmiyorlar. Yani, daha fazla İslâmcılık, daha fazla “Ömer’in Yolu”, daha fazla tarîkat cemaat duymak için gelmiyor. Onların başka bir meselesi var. Yeni bir iktidar oluşacak; bu belli. Ekonomi çok kötü. İnsanlar bunu görüyor. Yeni iktidar içerisinde yer bulabilmek için bir hareket yapacaklar. Yeni iktidar oluşacaksa, onun dışında kalmak istemiyorlar. Cumhur İttifakı seçmenini çekmek için yapılan hamleler de yeni bir iktidârın oluşmasını da önleyen hareketler oluyor. Bu, ironik bir şekilde, sağ partileri güçsüzleştiriyor. Daha cool davranmaları gerekir. 

Ruşen Çakır: Kemal, programı seninle kapatalım. 

Kemal Can: Ayşe’nin söylediği o sağ siyâset tavrının, idâre etmek ya da birilerini iknâ etmekten ibâret bir siyâset algısı olduğuna en iyi, Sabahattin Zaim’in bir lâfıyla örnek vereceğim: Sabahattin Zaim, Özal ve Demirel karşılaştırması yaparken, “Demirel onların adamıdır, bizi idâre ediyor. Özal bizim adamımızdır, onları idâre ediyor” der. Orada kastedilen, devlet, hâkim nizam ve halk. Temel sağ siyâset, halkı ve nizâmı birbirine karşı idâre etmek üzerine kurulu bir siyâset algısı ve bu siyâset algısının üzerinden yürüyen bir şey. Bu, 90’lardan îtibâren pişirilen, ama 80’lerde nüveleri konmuş sosyoloji okuması var ya; özellikle 2000’lerde, AKP iktidârının dayandığı sosyolojinin mecbûrî demokratlığı üzerine akıl üretmiş olanlar, şimdi aynı sosyolojiyi bir muhâlefet formuna sokmaya çalışıyorlar. Bu olacak iş değil. O zaman nasıl yanlışsa, şimdi de yanlış. Böyle şeyler yok. Aslında, çok daha karmaşık bir toplumsal yapı okuyormuş gibi yapıp, daha ezbere dayalı, daha monolitik birtakım bloklar târif eden aklın hâkim olduğunu görüyoruz hâlâ.

Ayşe Çavdar: Eski Türkiye’yi yönetmeye çalışıyorlar, yenisini değil.

Kemal Can: Zâten Burak’ın da işâret ettiği o örnekleri sağlayan, şu anda muhâlefet partilerinin temel seçim stratejilerini, araştırmalarını yürüten ekiplerin bileşimine baktığımızda da o ağırlığı görebiliyoruz. Böyle bir okumanın yarattığı politik sonuç da böyle oluyor. Burada özellikle tabanlara yönelik bu okumadaki yamukluk, tabanda zâten var olan yapısal bozukluğu büyütüyor. O kararsız, arada kalmış kalabalık, kendisini, o durumuyla kıymetli bir şey olarak görüyor. Bu kadar saçma bir şey olabilir mi? “Çok radikal yüzde 20, Türkiye’nin kaderini belirliyor” diyoruz. Tamam, o belirlemesin; doğru bir şey. Ama ne istediğini bilmez, nereye gideceğinden habersiz tuhaf bir yüzde 20 de, herkesin ona göre politika kurduğu bir alan hâline dönüşüyor. Bu çok saçma bir şey. 

Biraz önce Burak’ın söylediği daha şekillenmiş bir şeyi mümkün kılacak olan, tam tersine, siyâsetin birilerini tatmin etmek için yapıldığı, tatminle bir ilgisi olmayan iş olmaktan çıktığı bir durumla mümkün. Kimi neyle tatmin edeceğinize ilişkin geniş bir tartışma açılabilir. Ama “Tatminle ilgili bir işimiz yok. Birtakım bloklar var. Biz o blokların ne istediğini biliyoruz. Onu verdiğimizde alacağız” diye bir matematiğin işlemediğinin görülmesi gerekiyor. Zâten işlemiyor. Hani tıkır tıkır işleyen bir şey için biz acayip bir şey anlatıyoruz durumu yok. İşlemiyor işte, bu kadar açık. 

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. “Millet İttifakı genişleyecek mi?” sorusuna cevap aradık. Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.