Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Burak Bilgehan Özpek yazdı: Radikalizmden beslenen ılımlılık

Birkaç gün önce, Samsun’da bulunan bir Atatürk heykeline saldırı düzenlendi. Hemen ardından birçok insan heykelin çevresini sardı. Oluşan kalabalık, Müslümanlar’ın Kabe’yi tavaf etmesine benzer bir şekilde heykelin etrafında dönmeye başlayınca ortaya ilginç bir görüntü çıktı. Toplumu Kemalistler ile muhafazakârlar arasındaki karşıtlık üzerine okumaya alışkın olanlar için bu tip seksi hadiseler kesinlikle ıskalanmaz. Kemalizmin de aslında bir din olduğu, her din gibi bir peygamber tarafından tebliğ edildiği, o peygamberin de her peygamber gibi müminlerden oluşan bir cemaati peşinden sürüklediğini öne sürmek için bulunmaz bir fırsattı neticede. Bu argüman ise halihazırda mustarip olunan İslamcı ve milliyetçi iktidarın alternatifinin seküler ve milliyetçi bir iktidar olduğunu ima ediyor tabii ki. Bu ima ise iki radikalizmin arasına sıkışmaması gereken bir ılımlılık ihtiyacına işaret ediyor haliyle.

Ilımlılıktan türeyen üçüncü yol söylemi oldukça baştan çıkarıcı, bunu kabul edelim. Tarih boyunca bizi aşırılıkların tahrip edici sonuçlarından korumakta çoğu zaman başarılı oldu. Başarısız olduğu durumlar ise tarihin dengesini kaybettiği anlar olarak biliniyor. Ne var ki, ılımlılığın bu başarısı organik bir karaktere sahip olmasından kaynaklanıyor. Mesela, devrimci sosyalizm ile asgari ücret kavramını dahi reddeden pür kapitalizm arasında özel mülkiyeti ortadan kaldırmadan bir refah devleti kurma politikası ılımlılığa işaret edebilir. Ancak bu yaklaşımı ılımlı kılan, her iki kutbun da bütün radikalliğiyle ve tehdit ediciliğiyle var olmasıdır. Yani önerilen üçüncü yolun cazibesi sermayenin ve sınıfların gerçekliği ve korkutuculuğundan beslenir.

Burada asıl mesele, ılımlılığın organik bir ihtiyaca cevap veren karakterinin tahrip edilerek başlı başına bir ideolojiye, hatta ahlaki bir duruşa dönüştürülmesi. Zira bu tavır, aslında gerçek olmayan tehditler üreterek bunları karşı kutuplara yerleştirmeye heveslenir. Albenisini parlatmak için kendisini arasına sıkıştırdığı radikal kutuplar icad etmek zorundadır çünkü. Böylece kendisine çekemediği her aktörü hızlı bir şekilde yaftalama hürriyetine kavuşur ve kendisini faniler katından çıkartır, Olimpos Dağı’nın zirvesine oturtur. Bu durum zaman içerisinde öyle bir hal alır ki, ılımlı, radikal gördüğü zaman sevinir, bunu cümle aleme duyurmaya çalışır. Karşı radikalizmlerin birbirini beslediği argümanı bu noktada eksik kalır. Çünkü radikalizm artık ılımlılığı da besleyen bir şeye dönüşür. İlginç gelebilir ama radikalizmden beslenen bir ılımlılık ortaya çıkar.

Kurgusal karşıtlıklar üzerine inşa edilen ılımlılık haliyle toplumun ihtiyaçlarına cevap verme konusunda da yetersiz kalır. Ilımlılık gündeme dair gerçekliği ıskalar ve yapay bir gündemin reformisti haline dönüşür. Böylece ılımlı, zihnindeki radikallerle savaşıp onları mağlup ederken, toplum kendi içinde dönüşür ve kendi ihtiyaçlarının peşinden gider. Ilımlının söylemleri, bazı zamanlarda toplumun ihtiyaçlarına cevap veren politikalar ile işbirliği içinde olabilir. Bunu kendi başarısı zannedebilir, toplumun ılımlılığa gösterdiği bir teveccüh olduğunu düşünür ama durum böyle değildir. Toplum daima ihtiyaçlarının peşinden gider ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir ılımlılık arar. Bu arayışın öcüleştirdiği radikalizmler de elbette ki farklıdır. Haliyle bulduğu ılımlı noktada umulandan daha farklı olur. Bu şekilde ahlaki ılımlılığın kurduğu karşıtlıklar anlamını yitirir ve önerdiği üçüncü yol artık rağbet görmez.

Atatürk heykeline saldırılması ve bu saldırıya verilen tepki kendisini İslamcılık ile sekülerlik arasında konumlandıran ılımlılık argümanı için bir haklılık ve yeniden doğuş anıdır aslında. Radikalizmin ayakta olduğunu, hortlamaya hazır bir şekilde beklediğini, dolayısıyla kendisini hiçbir resme ait hissetmeyen insanlar için bir sığınak ihtiyacı bulunduğunu söyler. Makine çalışmaya başlar ve insanlar hızlı bir şekilde imandan şuurlarını kaybetmiş marjinaller olarak yaftalanır.

Kemalizm eleştirisi: Nihilist bir ılımlılığın peşinde?

Lafı uzatmadan Eagleton’dan bir alıntı yapmamız gerekiyor burada. “Toplumlar dinden bütünüyle vazgeçtikleri zaman değil, bilhassa onun tarafından uyarılmadıkları zaman sekülerleşir” diyor. Bunun anlamı açık. Aydınlanma ile birlikte hayatımızdan Tanrı çıkmış olabilir fakat bu tamamen dünyevileştiğimiz anlamına gelmiyor. Böylece Tanrı’yı ikame etmek için akla ve ona dayanan ulus devlete sarıldığımızı daha rahat söyleyebiliriz. Bu da bir tapınma şeklidir ve hayatımızda Tanrı’nın yokluğundan doğan boşluğu doldurur. Tapınma ihtiyacı ve inanç eğilimi kolay yok edilemez. Farklı sembollerle, farklı sistemlerle ve farklı söylemlerle geri döner. Dolayısıyla, Tanrı’ya karşı açılmış olan savaş sadece kiliseyi siyasal hayattan uzaklaştırarak kazanılmaz. İnsan kendisini kurban etmek isteyen bütün Tanrılara karşı savaş açmalıdır sekülerleşmek istiyorsa.

Sekülerleşme arzusu bu yüzden bizi eleştirel bir nihilizme sürükleyebilir. Bir devlet binası ile cami kubbesi arasında fark görememeye, piyasaya, devlete ve topluma karşı topyekûn bir mücadele girişmeye ve Nietsche’nin ubermensch’ine ulaşıncaya kadar önümüze çıkan her karakteri aşağılamaya başlayabiliriz. Dolayısıyla ılımlılık adına çıktığımız yol, korkuları, endişeleri, umutları ve zaafları olan, bu yüzden de farklılaşmış insanları tek çuvala sığdırmakla sonuçlanabilir. Bu çuvalın içine İslamcılar da girer sekülerler de, muhafazakarlar da girer Kemalistler de. Yani Tanrı’ya, camiye, cemaate ve kutsal kitaba duyulan yabancılığın benzeri devlete, bayrağa, ulus devlet ritüellerine ve anayasaya karşı duyulabilir. Günün sonunda sahnede her türlü subjektiviteye karşı mesafeli üstün insanlar olarak ılımlılar kalır.

Bu nihilizm bizim hiçbir sorunumuz elbette ki çözmez. Sadece bu durumu sorunsallaştıranları rahatlatır ve ahlaki bir uzaklık hazzı yaratır. Herkesin birbirine benzediği bir yerde farklılık onların tasvir ettiği benzer radikalizmden uzak durmaktır. Halbuki, insanlar sarıldıkları dine bir ihtiyaçtan dolayı meylederler. Onlar bir dinin şuursuz müminlerinden ziyade gündelik ihtiyaçlarına bir kavrama inanmış kişiler olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Burada toplumsal grupları kimliklendiren, grup üyelerini birbirinden farksız robotlar olarak gören ve zaman geçse de kimliklerinin içeriğini statik kaldığını düşünenler ile bir yüzleşme yapmak gerekiyor. Türkiye toplumunu muhafazakârlar ve seküler arasındaki gerilim üzerinden okumak konforlu bir alan sağlıyor olabilir. Ancak gerek dine gerekse Atatürk’e atfedilen anlamları, aklını yitirmiş insanların tapınma ritüeli olarak görmemek ve mevcut gerilimi de karşıt şuursuzlukların birbirinden nefret etmesi olarak değerlendirmemek gerekir. Bu kavramlar ve semboller aslında başka ihtiyaçların ifade şekli olabilir. Mesela İslam ve onun simgelerinin siyaseten kullanılması, şehir hayatının içinde var olmak, üretim süreçlerine dahil olmak ve genel refahtan pay alma talebiyle alakalı olabilir. Geldikleri şehirlerde tutunmaya çalışan milyonlarca insanın, siyaset vasıtasıyla kamu kaynaklarına ve kamunun sunduğu fırsatlara ulaşma talebini nasıl göz ardı edebiliriz? Benzer şekilde, kamusal alanda İslami simgelere karşı açılan savaşın şehrin eski sakinleriyle yeni sakinleri arasındaki kaynak ihtilafı olmadığını düşünebilir miyiz?

Atatürkçülük için de aynı dönüşümden söz edebiliriz. 2022 yılında aslında Atatürkçülük, 20 sene boyunca hayat tarzına tehdit algılayan insanların, kamusal görünürlükleri sürekli olarak taciz edilen ve can korkusu yaşayan kadınların, akıl dışı ekonomi politikaları ile refahı gittikçe azalan orta sınıfın sarıldığı bir dal olabilir. Atatürk heykeline yapılan saldırıları kınayanlar, faiz konusunda nastan ilham alan bir hükümete karşı Atatürk’ün pozitivizmini, kadınları kimliklendirmeye çalışan AKP diline karşı cumhuriyetin kadınları kamusal alanda görünür kılmasını ve dayatılan folklorik vatandaş imajına karşın Batılı yaşam alışkanlıklarını korumaya çalışan kişiler olabilir. Bu yorum ise, radikal olarak tanımlanan kitlelerin aslında bir ihtiyacının peşinde olduğu ve inanç olarak aşağılanan kavramların onları birleştiren, seferber eden katalizörler olduğunu gösterir.

Radikal kimdir?

Radikal müzakereye açık değildir. Bu taassup sadece muhatap almamakla kalmaz, radikalin zaman içinde kendi dışındaki aktörleri yok etmesiyle sonuçlanır. Bu yüzden, ötekini insani vasıflardan arındırır ve kabul edilemez bir kimlikle özdeşleştirir. Yani radikalizm ötekiyle bir arada yaşamayı reddetmeyi vaaz eder. Bugün toplumumuzda kendi ötekisine tahammül edemeyen muhafazakârlar da var sekülerler de. Bunu inkâr edemeyiz. Bunlar bir kabile ahlakına sığınmış ve toplumu ötekiyle korkutarak genişlemeye çalışan kişilerdir. Ancak kendi ruh hastalığını din veya ideoloji sananların dışında bir arada yaşamayı beceren milyonlarca muhafazakâr ve seküler var bu toplumda. Bu insanlar birbirlerini tahrip etmeden yaşamayı becerebiliyor. Ve birbirlerinin kimliklerine, sembollerine fiziksel olarak saldırmadan var olmanın yollarını arıyor buluyorlar. Hayatını pratik ihtiyaçlarının peşinden giderek sürdüren bu insanları ısrarla radikal bir kutbun parçası olarak göstermek ve radikalizme kitlesel bir popülerlik atfetmek sadece kendi inşa ettiği ılımlılık alanını genişletmek isteyenlerin arzu ettiği bir durum. Bu da beraberinde iki yerine üç tip radikalizm ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Burak Bilgehan Özpek’in diğer yazıları

Ekonomiyi keramet ile yönetmek

İki cihanın tek lekesizi

Liberalizmin tarikat mesaisi

Siyasi bir epic fail örneği olarak Kazakistan

Siyasetin Çiftlikbank’ı

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.