Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (100): Osman Kavala olayı, İYİ Parti’den kafa karıştıran çıkışlar, Erdoğan’ın dış politikadaki geri adımları

Ruşen Çakır ve Kemal Can, “Haftaya Bakış”ın bu bölümünde, Osman Kavala olayını, İYİ Parti’den kafa karıştıran çıkışları, Erdoğan’ın dış politikadaki geri adımlarını konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Bugün “Haftaya Bakış”ın 100. bölümüyle dalya diyoruz. İki yıl oldu programa başlayalı galiba. Arada bir iki kere yapamadığımız olduğuna göre tam iki yıl oldu. 

Kemal Can: Evet, iki yıl. 

Ruşen Çakır: Tabii bu yaşlandığımızı bir kere daha anlatıyor ya, neyse. Konuşacak epeyce malzeme var. Malzeme de çoğunlukla Erdoğan üzerine. Öncesinde, yayında neleri konuşacağımızı saptarken, Erdoğan’ın Kiev dönüşü uçakta söyledikleri gündeme düştü ve Trabzon mitingindeki çocuk olayında yine “muhteşem” bir geri adım attı. Ne dedi Erdoğan? “Çocuk sahneye gelmek için ağlayarak çok ısrar edince biz de yanımıza çağırdık. O esnâda mikrofonu kapıp bir şeyler söyledi. Esâsında çocuk ne demiş önemli değil.” Nihâyetinde, “çocuktur” diyerek, “hain” meselesini bir anlamda geçiştirip üzerini kapatmış oldu. Halbuki Devlet Bahçeli, Süleyman Soylu ve çok sayıda iktidar destekçisi, “Çocuktan al haberi” paylaşımlarıyla, çocuğun siyâsete âlet edilmesinden bayağı memnunlardı. Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da “siyâsetin trolleşmesi” meselesini konuştuk. Bu daha önce de oldu. Sezen Aksu olayında da Erdoğan, “Ben Sezen Aksu’yu kastetmemiştim” diyerek geri adım atmıştı. Aslında etrâfı da bu geri adımlara alıştı sanki. “Reis geri adım attı, biz ne yapacağız?” demiyorlar. Erdoğan da onlara, “Siz nasıl böyle dersiniz?” demiyor. Önce ortaya bir lâf atıyor. Destekçileri de arkasından geliyor. Sonra, yaptığının çok doğru olmadığını düşünüyor, ama onlara da, “Siz beni kötü duruma düşürdünüz” demiyor. Mesele böyle garip bir kısırdöngü hâlinde dönüp duruyor.

Kemal Can: Biraz tuhaf bir hal aldığı doğru. Daha önceleri Erdoğan bu tür şeyler yaptığında, kendisi genellikle bu tür cevaplar vermezdi. Onun PR takımı, “Aslında öyle demedi, onu îmâ etmedi. Dediği o değil” gibi birtakım tevil girişimlerine başlardı. Ama bir süredir bizzat kendisi, kendi yaptıklarını ve söylediklerini tevil ediyor ve hâliyle ortaya acayip tablolar çıkıyor. Sezen Aksu meselesinde, geri adım attı, şuydu buydu diyoruz, ama herkesin kulaklarıyla duyduğu, adresi gayet net, kime dediği çok belli, kendi görüntüsüyle mikrofondan açık açık, “Hz. Âdem babamıza hakaret edenin dilini koparırız” cümlesini söylüyor. Bu bir duyum değil, kulis değil. Apaçık, kendi sesinden dinlediğimiz bir şey. Tıpkı, 17/25 Aralık’ta dinlediğimiz birtakım tapeler için, “Aslında öyle demedim” denmemesiyle aynı şey. Burada da, bunu söylediğine ilişkin kimsenin bir şüphesi yok. Söylerken neyi kastettiği, ne amaçla söylediği konusunda da kimsenin şüphesi yok. Bu kadar bâriz bir açıklamanın karşısında, çıkıp “Ben onu kastetmedim” diyebiliyor. Birileri böyle derse yine anlayacağım, ama kendisi söyleyince çok acayip bir durum ortaya çıkıyor. Çünkü bu tevil edilebilir bir şey değil. “Ben onu kastetmedim” dediği zaman, durumu çarpıtmış oluyor. 

Trabzon’daki çocuk meselesinde de aynı durum var. Çocuğun kürsüye gelişi, mikrofonun ona verilişi, öncesinde çocuğun söyledikleri, çocuğun söylediklerini duyduktan sonra, “Al bunları bir de mikrofona söyle” denmesi. Bütün bunlar canlı olarak kameralar tarafından kaydedildi, defâlarca yayınlandı. Şimdi kalkıp, “Elimden mikrofonu kaptı bir şeyler söyledi. Çocuk işte” denmesi çok acayip bir şey. Ama senin dediğin gibi, burada ne boşa düşenler rahatsız oluyorlar, ne de Erdoğan, üst üste yaptığı çok büyük siyâsî gaf sayılabilecek bu şeylerden herhangi bir hasar almıyor. Kendi taraftarları bunu çok bâriz bir biçimde tuhaf bir durum olarak algılıyorlar tabii ki. Hatta ne kadar doğrudur bilmiyorum, ama Sezen Aksu meselesinde, MYK’da birtakım insanların da, “Bu çok doğru olmadı” dediğini işittik. En azından iktidar seçmeninde, hattâ bâzı kadrolarında bile bâzı rahatsızlıklar yarattığı ortada. Bu meseleyi bu tür düzeltmelerle muhâtap alarak cevaplaması tabloyu daha da tuhaf hâle sokuyor. Sen “Çâresizlikten yapıyor” diyeceksin belki; ama bu, daha önce çok yapmadığı bir şeydi; bu yeni bir durum. Galiba bu mesele, “128 Milyar dolar nerede?” kampanyasından sonra başladı. Muhâlefet iktidârı, ama asıl olarak Erdoğan’ı cevap vermeye iten daha aktif bir siyâset yapmaya başladığı andan itibaren, Erdoğan hem bizzat birtakım toplara girmeye başladı, hem de gerekiyorsa düzeltme, yenileme, geri adım –ya da her neyse–, kendi söz ve eylemlerini tevil etme işini bile bizzat yapmaya başladı. Bunun iki nedeni olabilir. Bir tanesi, artık her şeyi kontrolüne alıp bizzat yapmak istiyor olabilir. İkincisi de, bunu yapması gereken iletişim ekibinin işlerinden çok memnun olmayabilir. Hattâ bunun da örneklerini daha önce gördük: Kılıçdaroğlu videoları konulup kaldırıldı. Fahrettin Altun’un görevden alınıp alınmayacağı konuşuluyor. Erdoğan, kendisine imaj çalışması yapacak sağlam bir ekibin ya lâflarını dinlemiyor, ya çevresinde böyle bir ekip yok, ya da o ekibe güvenmiyor. 

Ruşen Çakır: Malûmun ilâmı olacak ama, şu hususu da vurgulamak lâzım: İktidar medyanın büyük bir kısmını kontrol ediyor ve sürekli bir şeyler pompalıyorlar. Ben diş tedavim için gittiğim muayenehanede bu gazeteleri görüyorum. Ne zamandır elim değmemişti, hem Hürriyet hem Sabah gazetesine bir göz attım. Onlar ne felâket gazeteler! İnternette görüyorum, ama gazete olarak baktığımızda, çocukluğumuzdan beri bildiğimiz gazeteler bunlar. İktidâra yakın televizyonlar da gazeteler de durmadan bir şeyler pompalıyorlar, ama bunlara rağmen Erdoğan zor duruma düşüyor. Çünkü artık sosyal medya ve bizler gibi dijital medya, ciddi bir şekilde geleneksel medyanın önüne geçti. Gündem buralardan takip ediliyor. Kılıçdaroğlu’nun deşifre ettiği AK Parti’nin değişik kanatlarındaki troller de, iktidar övgüsü yapmak yerine, muhâlefet yergisi yapmaya odaklanmış durumdalar. Troller “malı pazarlayamıyor” diyelim. Arada sırada, aynı anda hashtag’lerle Erdoğan’ı öne çıkarmaya çalıştıkları gözüme çarpıyor; ama genellikle yaptıkları, muhâlefete cevap yetiştirmek. Zâten senin söylediğin gibi, artık sürekli savunmada olan bir yerdeler. Meselâ o câmideki hikâyede aslında o görüntüleri yayınlamamışlardı. Birileri, yanlış hatırlamıyorsam INDEPENDENT Türkçe, bir şekilde oradaki görüntüleri toplamış, ilk onlar yayınlamış. Sonra arkası geldi. Trabzon’daki çocuk meselesinde de aynı. Görüntüleri göstermiyorlar, ama yayınlamasını da engelleyemiyorlar.

Bir başka geri adım dış politikada atılıyor. Erdoğan, “Biz düne kadar İsrail’le kavgalıydık. Ama şimdi İsrail Cumhurbaşkanı geliyor, bu çok önemli” demiyor. Sanki İsrail Cumhurbaşkanı Herzog her sene Türkiye’ye geliyormuş gibi, Mart ayında Türkiye’ye gelecek. Halbuki bu çok büyük bir olay. Ya da Erdoğan Birleşik Arap Emirlikleri’ne gidecek. Daha önce BAE’den Abu Dabi Veliaht-Prensi El Nahyan Türkiye’ye gelmiş Erdoğan’la yüz yüze görüşmüştü. Şimdi Erdoğan Suudi Arabistan’a gidecek. Muhtemelen orada Veliaht-Prens Muhammed bin Selman ile de görüşmek durumunda kalacak. Geriye sâdece Mısır kaldı — ki onlarla da ilişkiler iyileştiriliyor. Ama Sisi ile görüşmesi herhalde bir müddet bekleyecek. Erdoğan bütün bunları yaparken, sanki Türkiye’nin dış politikası böyleymiş, sanki BAE 15 Temmuz darbe girişiminin destekleyicisi olarak hedef gösterilmemiş, sanki Suudi Arabistan’la ilişkiler çok iyiymiş yaklaşımında. Hele İsrail’le… İsrail’le “one minute” olayından uzun bir süre sonra bir yumuşama oldu. Sonra Gazze sınırındaki olaylar nedeniyle İsrail’in Ankara Büyükelçisi’ni Tel Aviv’e geri yolladı. Bütün bunlar olmamış gibi davranılıyor. Bence daha önemlisi, muhalefet dış politika konusunda sesini hiç çıkarmıyor. En fazla, “Dün bunu söylüyordunuz, şimdi bunu yapıyorsunuz. Ne değişti?” gibi birtakım retorik lâflar söylüyor. Ama durum tespitinin dışında bir dış politika önerisi getirmiyor. Erdoğan’ın iç politikada yaptığı hamlelerden muhteşem geri dönüşlerini, en azından lafız olarak dile getirse bile, dış politikada böyle bir ihtiyaç hissetmiyor muhâlefet. Belki insanlar çok fazla umursamıyor. Sosyal medyada da bu konuların üzerine çok gidilmiyor. Belki de bu yüzdendir. 

Kemal Can: Erdoğan’ın manevra yapması, önce söylediğini sonra değiştirmesi o kadar vaka-i âdiye bir durum hâline geldi ki, bunun üzerine siyâset kurmanın, bu çelişkileri işâret etmenin de ne haber değeri var ne de siyâsî bir sonucu var. Daha önceki zamanlarda, iç politikada, dış politikada, ekonomide, Erdoğan hem rakipleri açısından hem muhâtapları açısından hem de kendi tabanı açısından şöyle bir şey yerleştirmiş durumda: “Ben neyin lüzumlu olduğunu bilirim. Siz sadece bana güvenip, beni destekleyip desteklememekle ilgili karar konusunda bir seçme hakkına sâhipsiniz. O seçme hakkını kullanıp beni seçtikten sonra, ben doğru olan neyse onu yaparım. Ekonomiyi de bilirim, ekonomistim. Böyle bir tezim var, onu uygularım. Dış politikada önce öyle yaparım, sonra böyle yaparım. Siz her durumda bunu desteklemekle yükümlüsünüz.” Daha önce böyle tuhaf manevralar yapıyordu ve arkasında bir ekiple bunu rasyonalize etmeye çalışırlardı. Bunların birçoğu şu anda onun çevresinde değil. Bir kısmı yeni muhâlif kanatta yer alıyor. Erdoğan daha önce de tuhaf çelişkiler yapıyordu. Koskoca bir cemaat meselesi var. Koskoca bir Avrupa Birliği ile ilişkiler meselesi var. Ekonomi ile ilgili, reform iddiaları gibi yeniden yeniden yapılan işler var. Erdoğan hep bildiğini okuyordu. Bu bazen birbiriyle çok çelişkili söz ya da eylemler hâlinde önümüze geliyordu, sonra birileri bunu rasyonalize etmeye çalışıyordu. Ama şimdi Erdoğan’ın arkasında bu tür bir entelektüel kavramsallaştırma, teorize etme çabasını görmüyoruz. İki nedenle görmüyoruz. Bir tanesi, o ekiplerin pek çoğunu tasfiye ettiği için görmüyoruz. İkincisi, artık buna ihtiyaç duymadığı için de görmüyoruz.

Ruşen Çakır: Kemal, bu son duruma ilişkin bir kavram kullandılar, bir iki yerde gözüme çarptı. “Sıfır sorun”u andıran yeni bir kavram. Bir isim tamlamasıydı, ama benim bile aklımda kalmamış. Birileri bir şeyler kurcalıyor, ama tutmuyor. 

Kemal Can: Evet, eski etkinliğinde değil. Eskiden olayı bayağı rasyonalize eden, arkasının ne kadar dolu olduğunu anlatan bir şeyler olurdu. Aslında arkasında dolu bir şeyler yok. Erdoğan, iç politikada da dış politikada da bir esnaf siyâseti yürütüyor. Çok düz, anlık durumlara göre anlık kararlar veriyor ve oradaki çıkarlarının gerektirdiği her türlü manevrayı, her türlü ittifakı ya da marazayı kullanabiliyor. Üstelik genellikle açık kavgaya da girmiyor. Kavga çıkartabileceği îmâsını kullanan bir cesâret görüntüsüyle idâre ediyor. Dış politika dâhil bütün bu manevraların artık konuşulmuyor olması, senin dediğin gibi, bunu mesele eden ya da bunun alternatiflerini tartışan bir farklı siyâsî zemin oluşmaması, muhâlefetin bu toplara çok girmemesinin bir etkisi var. Ama bir yandan da, Erdoğan’ın bu tavrının, artık siyâsî bir risk oluşturan bir tarafı da yok. Seçmeni de, rakipleri de bunu kabullenmiş durumda. Hayâtımızda da böyle insanlar vardır, “Yapacak bir şey yok, bu adam da böyle işte” dersin. Koskoca bir devleti “şahsım devleti”ne çevirip yönetmekte olan birinin, bu rahatlıkta, bu tuhaflıkta bir siyâset yürüttüğünü görüyoruz. Burada, tek tek uzun dönemli, hattâ orta vâdeli bile süreklilik içermeyen anlık durumlar görüyoruz. Mesela, bir yandan Ukrayna ile, onları Ruslara karşı kullanabileceği silâh anlaşması imzalayacaksın. Bir yandan Rusya’dan S-400 almış olacaksın. Bir yandan, NATO’nun sâdık müttefiki olacaksın. Diğer taraftan Montrö’yü tartışmaya açarken, gaz meselesinde Rusya ile başka bir zeminde, Suriye’de İdlib geriliminde başka bir noktada olacaksın. Bunların hepsi bir süreklilik ve bütünlük arz eden şeyler olmadığı için, Erdoğan, bu konularda sürekli manevra yapabiliyor. “One minute” derken de bu anlık bir durumdu. O anda bunu yapabileceğini ve fayda getirebileceğini düşünüyordu. Yaptı ve faydasını da sağladı. Şimdi, tersinin fayda getirebileceğini düşünüyor, yapıyor. Bir fayda gelip gelmeyeceğini bilmiyorum. Ama hep söylemeye çalıştığım şey, bir “siyâsî bedelsizlik” alanı var. Bu politikada daha belirgin.

Ruşen Çakır: Osman Kavala olayı, bu senin anlattığının bir istisnâsı gibi. Yani şöyle: Erdoğan bu konuda istikrarlı bir biçimde hep bildiğini okudu. Olan Osman Kavala ve ailesine oluyor. Selahattin Demirtaş olayında da öyle. Erdoğan’ın böyle “meşhur dâvâsı” var, bunları orada tutuyor. Avrupa Konseyi kararları için, “Onlar benim mahkemelerimi tanımıyorsa ben de onlarınkini tanımıyorum” diyor. Halbuki Anayasa’ya ve imzaladığı uluslararası sözleşmelere tamamen aykırı bu söylediği. Sıradan insanlara, detayını bilmeyenlere bu söylem çok mâkul geliyor. Oysa böyle değil. Abdülhamit Gül’ün istifâsının arka planında da bu konu olduğu konuşuldu. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş konusunda –Demirtaş derken genel olarak HDP’lileri kastediyorum– değişen politikayla beraber, her seferinde “Artık bırakır mı?” diye bekledik; bırakmadı. AİHM tutuklu bulunan Demirtaş ve 40 HDP’li milletvekili için dokunulmazlıklarının kaldırılması ve yargılanmaları nedeniyle ifâde özgürlüklerinin ihlâl edildiği kararını verdi. Ama hiç kılları kıpırdamıyor. Erdoğan, Suudi Arabistan’a, BAE’ne, İsrail’e, Rusya’ya yaptığını burada yapmıyor nedense. Tek başına mülteci kozu bunu açıklamıyor bence. Mülteci meselesiyle Avrupa’yı avucuna aldı, ona güveniyor? Sanki bunun ötesinde başka bir şey var.

Kemal Can: Anayasa’ya aykırı konuşmak ve doğru konuşmamak konusu o kadar çok örnekle karşımıza geliyor ki. Erdoğan, Anayasa’yı, yasayı, şunu bunu takmadığını, yaptıkları ve söyledikleriyle tekrar tekrar ortaya koyuyor. Bırakın bir devlet başkanını, herhangi bir siyâsetçinin, kürsüye çıkıp mahkemesi devam eden insanlar hakkında hüküm ilân etmesi bütün yasalara ve temel hukuk normlarına aykırıdır; bunu defalarca yaptı. Yerel mahkemelerden Anayasa Mahkemesi’ni tanımamasını istedi. Bunu tâlîmat olarak konuşmakta bir sakınca görmedi. Şimdi AİHM kararlarıyla ilgili konuşması bir şeyi değiştirmiyor. Daha önce AİHM Başkanı’nı burada ağırlamıştı biliyorsun. Takmadığı adamı niye ağırladı, bu da ayrı bir rezâlet. AİHM Başkanı’nın, kendisini takmayan ve takmadığını defalarca ilân etmiş Erdoğan’la, basının karşısına bile çıkamadan görüşmeler yapıp Türkiye’den ayrılması da ayrı bir skandal tabii. Yasaları ve Anayasa’yı takmamak, değil evrensel hukuku, hiçbir bağlayıcı kuralı dikkate almamak Erdoğan’ın hep yaptığı iş.

Erdoğan’ın doğru olmayan şeyleri söylediğini belirtiyorsun. Aslında söz konusu olan, hem Avrupa Konseyi’nin kararı hem AİHM’nin kararı, buradaki mahkemenin yerine geçerek bir adlî yargılama yapmakla ilgili değil. “Siz kendi yasalarınıza uyun” demesiyle ilgili. Dolayısıyla burada da bir çarpıtma var. Ama bütün bunların hiçbiri, dediğin gibi tek tek vakalarla açıklanamıyor; bir bütün olarak bakmak lâzım. İç politikada ve kendi seçmeni düzeyinde ya da kendi destek evreninde, bir “bedelsizlik” rahatlığıyla hareket ediyor gibi gözükse de aslında çok da öyle değil. Bir bedel ödüyor, ama hâlâ kontrol edebildiği ve iddia edildiği kadar büyük hasarlar almadan yürütebildiğine inandığı bir “politik cezasızlık” alanı yaratmış hissediyor kendisini. 

Bence aynı şeyi dış politikada da hissediyor Erdoğan. Bu, sadece senin söylediğin gibi göçmen kartıyla ilgili değil. Biraz önce söylediğin Osman Kavala, Selahattin Demirtaş veya başka örneklerle önümüze gelen bir şey. Dışarıyla restleşme ilişkilerinde bire bir al-ver hamlesine giriştiğinde, her seferinde geri adım atıyor. Rahip Bronson olayında, Deniz Yücel olayında, bir Fransız gazetecinin olayında gördük bunları. Bir şey alıp verdiğinde, kişisel olarak gayet kolay geri adım atıyor. Ama Osman Kavala hâdisesi gibi daha topluca bir koz olarak kullandığı meselelerde öyle davranmıyor. Çünkü Suudi Arabistan ya da BAE gibi yerlerle yaptığı manevraların aldığı karşılıkları var, onları görüyoruz. Hattâ önceden alıp, sonradan ilerlemeye başladığını görüyoruz. Kaba tâbirle, neredeyse “at pazarlığı”yla yürüyor iş. BAE’nin kaç para getirdiğini, o ziyâretlerin kaça gelinip gidildiğini konuşuyoruz. Varlık Fonu’na ne kadar para aktarıldı, ne kadar swap yapıldı, ne kadar arâzi satıldı, kaç şirketin satışı masada? Bütün bunlar ayan beyan yaşanıyor. Benim anladığım, Avrupa ile restleşilen alanlarda, çok somutlaşmış, alabileceklerini almasıyla ilgili bir sorunu var. Her ne kartı kullanıyorsa, karşılığında alabileceğini tam olarak alabilmiş değil. Bunun karşılığını da geri adım atmayarak gösteriyor. Ama bunun şöyle bir devâmı var: O geri adım atmadığında, özellikle Avrupa açısından, onu bu geri adımda zorlayan bir şey yok karşısında. Bir başka açıdan da, özellikle ş çevrelerinde, bir sürü işi Erdoğan’la daha kolay hallettiğini düşünen pek çok odak var Avrupa Birliği içerisinde. Hattâ son dönemde, birkaçı Almanya’dan, birkaçı da başka ülkelerden iş insanı örgütü temsilcileri, Türkiye ile ekonomik ilişkilerin açılabileceği yolunda demeçler verdiler. Elon Musk gibi yeni tür insanlar, büyük bir ilgi gösteriyorlar. Bunların yarattığı bir şey var. Erdoğan’ın içeride yaşadığı bedelsizlik var ya, gaf yapıyor bir şey olmuyor. Acayip bir ekonomik spekülasyon yapıyor bir şey olmuyor. Oluyor da, söylendiği gibi “koptu, bitti” olmuyor. Dış politikada da böyle. Yapabiliyor. Sâdece içeride bununla ilgili reaksiyon verilmemesi değil. İsrail ya da BAE’den, “Kardeşim, sen daha önce bize ‘benim ülkemde darbe yaptırdın’ demedin mi?” tepkisi gelmiyor ve kendileri Türkiye’ye geliyorlar. 

Ruşen Çakır: Belki de gerçekten yapmışlardır darbeyi. 

Kemal Can: Tamam da, hani Erdoğan’ın yaptıklarına hep “Önceden böyle dedin, şimdi ne değişti?” diyoruz ya, aynı şey Erdoğan’ın muhâtapları için de geçerli. “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni takmıyorum” diyen bir adam var. Takmayacağını iki yıldır gösteren adama, üç kere, beş kere, on kere, senelerce, birilerinin hapiste olması, birilerinin haksızlığa uğraması pahasına zaman tanıyan, bir fırsat daha tanıyan, bir daha bir imkân daha tanıyan bir şey var karşısında. Bunu iki taraflı görmek lâzım. 

Ruşen Çakır: Ama kaygılılar Kemal. Yine dile getirmişler.

Kemal Can: Evet, doğru. “Kaygıyla” izliyorlar.

Ruşen Çakır: Biraz da içerideki ekonomiye bakalım. Kur Korumalı Vâdeli TL Mevduat Hesabı gibi uygulamalarla, “Bir şeyleri kıpırdatıyorlar mı? Enflasyonu düşürüyorlar mı?” gibi bir hava yaratıldı. Hatta muhâlefet de bu konuda biraz ürkek davrandı. Ama ne kurda, ne mevduat hesaplarında, iktidarın, “Gördünüz mü? Nihâyet sonuç alıyoruz” diyebildiği bir durum çıkmadı. Hatta böyle bir sonuç çıkmadığı için TÜİK Başkanı’nı da görevden aldılar. Hâlâ olayın ambalajıyla uğraşıyorlar. Yine de birilerinin bir beklentisi vardı. Uzmanlar, “Bu böyle olmaz. Ne yapılması gerektiği belli. Bu yapılanlarla alâkası yok” diye açıkladılar, ama yine de kamuoyunun bir kesimi, “Bunlar koskoca ülkeyi yönetiyorlar, herhalde onların da bir bildiği vardır” diye bir şans tanıdılar. Hattâ muhâlefet içerisinden de kimileri, “Acaba bir şey mi oluyor, gerçekten bir şey yapılıyor mu?” diye düşündüler. Ama galiba yapamıyorlar. Ortada bir düze çıkma olayı yok. Ama “İşi biraz sıkı tutarlarsa belki buradan bir kapı açabilirler” görüntüsü de çıkmadı. Zâten öyle bir şey olsaydı, Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati sürekli ekranlara çıkıp bir şeyler anlatırdı. Gösterebilecek bir şey yok ortada. Ne dersin?

Kemal Can: Gözlerine bakarsan belki görürsün. O gözlere bakmak lâzım onu görmek için. Zâten yapılan edilen işin bir şeye çâre olması ihtimâli, aklı başında kimsenin öngörmediği bir şeydi. İktidar da bir çare bulmaktan çok, bir durumu yönetmek için elverişli bir imkân yaratmak ve bir zaman üretmek için bu hamleyi yaptı. Zaten bunu da saklamadılar, söylediler. Hattâ Erdoğan da Bakan Nebati de, sürekli, kimi yaza kadar, kimi biraz daha kısa vâdeler vererek, “Olacak, toparlanacak” açıklamasını yaptılar. Aslında bunun özeti şu: Eğer yaşanan sıkıntı katlanılabilir, daha da önemlisi alışılabilir bir durum olursa, diğer bütün sıkıntılarda olduğu gibi, bunu da zaman içerisinde yönetebileceklerini düşünüyorlar. Böyle davrandıkları için de, kendi yarattıkları köpüğü almanın bir psikolojik etkisi olacağına fazla güvendiler. Daha önce muhâlefetin yaptığı, siyâsî süreci konjonktüre yükleme hatasını iktidar da yaptı. Aslında, muhâlefet bilerek değil ama iktidârı bu konuda tuzağa düşürmüş olabilir. Çünkü muhâlefet çok yoğun biçimde, ekonomik konjonktürün siyâsîti belirlediğini iddia etti. Doğruydu, ama sadece bundan ibâret değildi. Siyâseti belirleyen ekonomik konjonktür, sadece para politikası meselesi değildi. Çok derin bir gelir adaletsizliği ve yapısal çözülme, ağır bir sınıfsal kırılma yaşanıyordu. Muhâlefet ona değil de, daha güncel para alanının konjonktürüne çok yüklendi. İktidar da, oradaki zaafını ve oradaki gürültüyü hallederse, meseleyi önemli ölçüde kontrol edebileceğine inandı. “Köpüğü aldık, diğer tarafı düzelir” iddiasının üzerine inşâ etti. Ama iş öyle gelişmiyor. Çünkü sâdece bu anlık durumlar, sâdece doların 18TL’ye çıkması… Dolar şimdi 14TL civarında. 9TL’den 14TL’ye çıkıp yüzde 50 artınca, sanki bir şey olmuyor da iki katına çıkıp 18TL olunca bir şey oluyormuş gibi. Zâten bu operasyonun kendisinde çok ağır bir değer kaybı var Türk Lirası’nda. Ama “Fâiz düştü, fâiz indi. Nass’tı” filan derken, o köpük politikası, siyâsette, beklendiği kadar bir rahatlamaya yol açmadı. Çünkü AKP’nin destek kaybının nedeni sâdece konjonktür değil; çok derin bir yapısal krizle baş başa. Bu, aslında en güçlü olduğu anda başlayan, neredeyse on yıldır pişmekte olan bir yapısal kriz. Hikâyesini bitiren şey, şu anda sonuç verdiği için yaşıyor bunu. Dolayısıyla bu, konjonktürü nasıl kontrol edebildiğiyle çözebileceği bir şey değil. Muhâlefetin görmediği de, konjonktürdeki zaafın, yüklenilince çok büyük sonuçlar verebileceğine inanması, asıl yapısal soruna fazla yüklenmemesi ve oraya alternatif bir siyâset üretmemesiydi.

Dolayısıyla ikisinin de oturduğu yer: Biri kaybı durduramıyor, diğeri desteği büyütemiyor. Ve kilitlenen yer yine ekonomi. Ama ekonomi o basit parasal konjonktürden ibâret. Meselâ, senelerdir, kırk yıldır, elli yıldır, çalışan insanların, emekçilerin, örgütsüzlüğünden kaynaklanan düzenli hak kayıplarının, şimdi bir tür direnç hâlinde kendini yeniden açığa vurmaya başladığını görüyoruz. Bunlar, daha başka tür derinliği olan toplumsal dinamikler. Bence ekonomideki mesele, şu anda iktidarın umduğu gibi, köpük almanın, birkaç puanlık toparlanmalar olsa bile geri dönmeyeceği açık. Ben başından îtibâren, geri dönermiş hesabını çok yapmadıklarını, zamana oynadıklarını düşünüyorum. Ama zaman da fazla kazandırmamış olabilir. Çünkü daha ilk göstergeler, oynadıkları konjonktürde bile o kadar fazla sonuç alamadıklarını gösteriyor. 

Ruşen Çakır: Bir de YUVAM hesabı diye bir şey çıkartıldı. Yurtdışında yaşayan vatandaşların tasarruflarını Türkiye’deki bankalarda değerlendirmesini teşvik etmeye yönelik bir model. Yurtdışında yaşayan, özellikle iktidara yanlıları kraldan çok kralcılık yapıyorlar. Bakalım burada umduklarını bulabilecekler mi?

İYİ Parti konusunu da konuşalım istiyordum, ama zaman kalmadı. Meral Akşener Covid testinin pozitif çıktığını açıklamıştı. Ona da buradan geçmiş olsun diyelim. İYİ Parti şu sıralar çok fazla ortada yok. Arada, İYİ Parti sözcüsü olarak konuşan insanlar da, genellikle Millet İttifakı’nı zorlayıcı çıkışlar yapıyorlar. Bu konuda biraz konuşalım diye düşünmüştük. İstersen kısaca bir şeyler söyle sonra bitirelim. 

Kemal Can: Geçmiş olsun Meral Hanım’a.MeralAkşener’in olmaması durumunda nasıl bir İYİ Parti resmi göreceğimizi daha net gördük. Çünkü Akşener çok yoğun bir siyâsî faaliyet yürüttüğü için, o domine ediyordu. Başkaları yine bir şey söylüyordu, ama asıl onun verdiği resme bakıyordu herkes. Akşener’i çekerek bakılan İYİ Parti resminin neye benzeyebileceği konusunda biraz daha fikir vermiş olabilir. Kendisi bir süreliğine olmadığında, İYİ Parti resminin nasıl bir kolaj oluşturduğunu görmüş olduk.

Ruşen Çakır: İYİ Parti,10 Şubat Perşembe günü, İstanbul’da yaptıkları İYİ Kalkınma Kongresi’nin ikinci bölümünü yapacak. Normalde Meral Akşener bu sempozyumun da açılış konuşmasını yapacaktı. Ben ilk sempozyumun açılışını izlemiştim. Bakalım iyileşip gelebilecek mi? Muhtemelen karantina süresini doldurmuş olacak. Tabii onun öncesinde, Çarşamba günü grup toplantısı var. Bu haftakini yapamadı biliyorsun. Çıkardığı konuklar ve ele aldığı konular anlamında, Akşener’in grup toplantılarının her birinin bir anlamı oluyordu. O zaman İYİ Parti’yi haftaya daha geniş konuşalım diyerek, “Haftaya Bakış”ın 100. yayınını burada noktalayalım. Bakalım nereye kadar gidebileceğiz. İzleyicilerimize de çok teşekkür ederiz. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.