Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (39): Siyasetin trolleşmesi

“Adını Koyalım” programının 39. bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı “troll” raporunu değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la yine karşınızdayız ve yine Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la berâber bir konunun adını koymaya çalışacağız. Arkadaşlar, merhaba. Bu haftanın başlığını “Siyâsetin trolleşmesi” olarak saptadık. İç içe geçmiş, peş peşe gelen olaylar var. Erdoğan’ın Sezen Aksu çıkışı, Trabzon’da 10 yaşında küçük bir çocuğa mikrofonla kürsüden söyletilenler ve Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı “Trol Raporu”. Kılıçdaroğlu çok küçük bir kısmını açıkladı. 120 sayfalık rapor, kitapçık hâlinde basılıp dağıtılacakmış. Şu âna kadar dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, AKP’den herhangi bir resmî açıklama gelmedi.“Böyle bir şey yok, biz kimseyi trol olarak kullanmıyoruz” gibi bir açıklamaya da tanık olmadım. Bu da işin başka bir boyutu.

İkinci turda da, bununla iç içe geçen, son istifâ ve görevden almalar ve beklenen istifâ ve görevden almaları konuşacağız. İktidarda birtakım kilit yerlerde oynamalar oluyor, daha da olacağa benziyor. Bu neden oluyor? Hangi derde nasıl derman olur? Bence bu, siyâsetin trolleşmesiyle de doğrudan alâkalı bir şey. Burak, seninle başlayalım: “Siyâsetin trolleşmesi” tâbirine bir îtirazın var mı?

Burak Bilgehan Özpek: Hayır, îtirazım yok; çünkü siyâsetçiyle bir Twitter trolü arasında hiçbir fark göremiyoruz. Kullanılan argümanlar çoğu zaman birbirine benziyor. Akademinin trolleşmesinden de bahsedebiliriz, sanat dünyasının trolleşmesinden de bahsedebiliriz. Akademisyenler Twitter’da bir trolün kullandığı argümanı alıp, ana akım televizyonlarda söyleyebiliyorlar; siyâsetçiler kezâ, aynı şekilde. Meselâ “Türkiye’de ekmek üç lira, Almanya’da otuz üç lira” gibi… Tam trol argümanıdır, ama kullanılır. 

Bu mesele üzerine çok kafa yorabiliriz; “Trol nedir? Trollük nedir?” bunu tartışabiliriz. Ama daha önceki programlarda da söylediğim bir şey vardı: “Kurgusal halk” meselesi. Aslında troller, bu “kurgusal halk”ı temsil etme ve organize etme konusunda önemli rol oynuyorlar. Bu adamların asıl amacı, kanaat belirten insanları, siyasetçileri, karşılarında bir halk varmış gibi bir meşrûluk krizine sokmak. Sanki bütün halk örgütlenmiş, onların karşısına dizilmiş ve onların söylediği her neyse, o halkın duygusuyla, düşüncesiyle, özüyle çelişen bir nokta içeriyor. O yüzden trollük meselesi o kurgusal halk yaratma sürecinin çok önemli bir parçası. Popülist idârelerde bir yandan nasıl hayranlık duyulması gereken, bir dokunuşuyla her krizi çözebilen bir tek adam kültü yaratılıyorsa, aynı zamanda, bu adamı sanki yüzyıllardır bekliyormuş gibi, orada bulunan bir halk da yaratılıyor. Bu da üretilen bir şey. Dolayısıyla bu “kurgusal halk” veya “hayâlet kamuoyu” dediğimiz şey, bir anlamda, trollerin de katkısıyla yaratılıyor.

Bu, halkın hiç var olmayan, ama bir şekilde Twitter’a veya Facebook’a girdiğiniz zaman veya televizyonları açtığınız zaman gördüğünüz bir yüzü. Aslında sokakta bu radikallikte, bu küfürbazlıkta ya da bu fanatiklikte insanları çok fazla görmüyorsunuz. Meselâ, sokak röportajlarında görüyoruz diyebilirsiniz. Hayır, sokak röportajlarının da yüzlercesini izlediğiniz zaman, bunun 95’i, AKP’li olsa da olmasa da son derece normal, işinde gücünde insanlar. Bize yansıyanlar bu radikaller oluyor. Yani sosyal medya hesaplarına düşenler, mutlaka, “Telefonunu çıkart, göster!” diyen dayı gibiler oluyor. Biz trollük dediğimiz meseleyi, toplumsal köklere sâhip bir meseleymiş gibi düşünüyoruz. Aslında hayır. Trollük, halkı temsil etmek veya halkın sosyal medyadaki yüzü olmak yerine, halkı perdelemek, yeni bir halk yaratmak için ortaya konulmuş bir mekanizma. 

İkincisi de, Türkiye’de kamusal problemler teknik bir dille tartışılmıyor. Meselâ Türkiye’nin Suriye operasyonu, bir dış politika analizi çerçevesinden, faydası, mâliyeti, nedeni, sonucu, uzun veya kısa vâdeli olası sonuçları açısından hiç tartışılmıyor. Meselâ, Başkanlık Sistemi’ne geçiş meselesini 2017 senesinde tartıştık, ama ana akım televizyonlarında bir tane bile anayasa profesörü çıkmadı. Anayasa hukuku çalışan bir siyâsetbilimci veya hukukçu televizyonlarda yer almadı. Başkanlık Sistemi’ni emekli askerler, emekli terörle mücâdele uzmanları tartıştı. Dolayısıyla bu yönetim tarzının amacı, herhangi bir konunun derli toplu bir şekilde tartışılması değil, tartışılmaması. Ve tartışılmamasının yolu da, meseleyi hamâsete boğarak, insanların birbirini küçük düşürmeye çalıştığı –tâbirimi hoşgörün, liselerde “lâf sokmak”derler ya-, insanların hakîkate ulaşmak yerine nüktelerle birbirlerine lâf sokarak, mahcup ederek, linç ettirerek ilerlediği bir yöntem. Bu, medenî tartışmayı, kamusal tartışmayı öldüren bir şey. Trollük dediğimiz mesele, kamusal tartışmanın en önemli düşmanlarından bir tanesi. Dolayısıyla biz hükümetin bir politikasının rasyonel açıdan doğru mu yanlış mı, faydalı mı faydasız mı olduğunu anlayamıyoruz ve anlayamamamız için de her şey yapılıyor. 

Mesela, şu anda dış politikada bir dönüş var: Türkiye, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail, Suudi Arabistan gibi ülkelerle yakınlaşıyor. Hatırlarsanız, geride bıraktığımız beş sene içerisinde bu ülkelerle yakınlaşılması gerektiğini söyleyen, Türkiye’nin çıkarının diyalogdan geçtiğini, Akdeniz’de askerî harekât yerine kıyıdaş ülkelerle masaya oturulması gerektiğini söyleyen insanlar, bizzat bu troller tarafından çok ağır hakaretlerle sindirildiler. O konuyu tartışamadık. Yani düşünce özgürlüğünü, ifâde hürriyetini öldüren; insanları korkutan, yıldıran, onları linç ettiren, mahcup eden, küçük düşüren, alaycı-ergen bir dille, insanların hiç muhâtap olmadığı bir dille onlarla muhâtap olan bir güruhtan bahsediyoruz. Şimdi geldiğimiz noktada hükûmet, trollerin bir dönem saldırdıkları insanların önerdiği politikayı uygulamak üzere ve tabii ki troller ortada yok. Bunun bedelini troller ödemiyor. Bunun bedelini hükûmet de ödemiyor. Dört beş senedir bozuk olan Ortadoğu politikasının bedelini, belki Ortadoğu’yla iş yapan ticâret insanları ödüyor, Ortadoğu’daki insanlar ödüyor, Türkiye’de milliyetçiliğe mâruz kalan insanlar ödüyor. Ama troller ödemiyor.

Özetleyecek olursak: Troller, bir “hayâlet halk” yaratmaya çalışan, olmayan bir halkı insanların karşısına dikerek onların meşrûluk krizine girmesine vesîle olan bir güruh. İkincisi de, troller, hükûmet politikasını eleştirilerden muaf kılabilmek için, kamusal tartışmayı teknik ve rasyonel argümanlardan arındıran, onun kalitesini düşüren ve bir şekilde insanları duygusal veya ahlâkâ bir tarafta konumlandırmaya çağıran ve bir politikanın faydalarını, sonuçlarını asla tartıştırmayan bir organizasyon. 

Ruşen Çakır: Kemal’e geçmeden önce Burak’ın söylediklerine iki not düşmek istiyorum: Birisi, o meşhur “Telefonunu göster!” meselesi. Bunun yeni versiyonu var. Burada anlatmayacağım, başımıza bir iş gelir; ama görmüşsünüzdür herhalde. Bir kadın, bir başka kadına “Telefonunu göster!” deyince aldığı bir cevap da var. Onu bir hatırlatayım. Bir de, “Trollerin başlarına bir şey gelmeyecek” diyorsun. Dünkü değerlendirmemde https://medyascope.tv/2022/02/01/ankara-cok-karisik-iktidarin-krizi-derinlestikce-iktidar-savaslari-da-kizisiyor/ de bunu söylemeye çalıştım. Bu troller normalde bir dâvâ insanı, bir mücahit değiller. Bunlar parayla bu işi yapan, aslında inanmadığı şeyleri de yazan insanlar. En önemli güvenceleri de koruma altında oldukları ve kimsenin onları bilmediği, bilemeyeceği. Ama şimdi, Kılıçdaroğlu ifşâ edince –aslında isimlere ulaşmak zor değil, bâzılarının fotoğrafları da çıktı, görmüşsünüzdür–, onlarda da çok ciddi bir panik olduğunu duyuyorum. Eski troller vardı, hatırlarsınız, bırakan çok çıktı. Gezi zamanındaki en büyük troller şu anda AKP’de değiller. Hatta Gelecek Partisi’ne gidenler oldu. Onun için “Troller de insan” diye bir not düşeyim. 

Kemal, sen Pazartesi günkü “5 Soru 10 Cevapta bu konuya “Gayri nizâmî siyâset” başlığını koydun. Aslında dünkü yayınımı da o başlıktan esinlenerek yaptım, yayında da referans verdim gördüysen. Aslında çok isâbetli bir tanımlama. Trolleşmenin de ötesinde, daha geniş bir tanımlama. En son Trabzon’daki çocuk olayı bunun tam bir zirvesiydi herhalde, değil mi? Herkes, “Bunca yıllık hayatımda ilk defa böyle bir şeye tanık oldum” diyor. Meselâ Taha Akyol Karar’daki yazısında aynı şekilde söylemiş. Herkes, “Bunu da gördük!”diyor; ama Devlet Bahçeli bile bunun gayet normal olduğunu söylüyor. Süleyman Soylu zâten söyledi. “Ne var ki bunda? Çocuk doğruyu söylemiş” tonunda savunmalar da var hâlâ. 

Kemal Can: Evet. “Bahçeli bile” diyorsun, ama Bahçeli Erdoğan’ı bile geçti. Son grup toplantısında, Sezen Aksu konusundaki düzeltmeyi –ki çok da düzeltme değil–, o çabayı bile lüzumsuz gören bir konuşma da yaptı. Yalnız ben artık şuna fazla şaşırmaya başladım: Evet, Trabzon’daki olay çok çarpıcı ve dikkat çekici bir olaydı; ama her seferinde, “Bu kadarını da görmedik. Bunu hiç görmemiştik. Artık bu da olur mu?” cümlesini çok fazla tekrar ediyoruz. Ama sâdece dört beş yılda değil, on yılda geriye dönüp neler olup bittiğine baktığımızda, aslında bizzat siyâsî aktörlerin ağır bir trol faaliyeti yürüttüklerini ve trollerin bir tarz yarattıklarını değil, siyâsîlerin, zâten kurdukları bir tarzı sosyal medyaya taşıdıklarını görüyoruz. 

Genellikle bütün dünyada, sosyal medyanın etkinliği üzerinden, oradaki ilişki biçiminin, ifâde biçimlerinin her şeye sirâyet etmesi üzerinden bir bozulmadan bahsediliyor. “Her şeye sosyal medya gibi davranmak.” İnsanların kişisel ilişkilerine de, siyâsetle ilişkilerine de 140 karakterlik, her şeyin uçlaştırıldığı bir dünyadan bakmaya başlamanın yarattığı bir bozulma var. Ama biz Türkiye’de tersi bir süreç yaşadık. Gerçek hayat, sosyal medyayı siyâsette başka türlü biçimlendirdi. Düşünelim: Meselâ, çok sert trol faaliyetlerinden biri nedir? Kışkırtıcı ve doğru olmayan bir enformasyonu yaymak ve onun etrafında bir çalkalanma üretmek. Aslında trollük işinin en temel fonksiyonu bu. Ama biz hatırlıyoruz, Erdoğan’ın söylemeyi hiç bırakmadığı “Câmiye ayakkabılarıyla girdiler, câmide içki içtiler” meselesi, tam bir klasik trolleme hâdisesidir ve neredeyse on senedir devam etmekte olan bir trollemedir. Bu hiç yeni değil. Bunun öncesi de var. Artı, çocuğu ölmüş insanlardan birtakım köşe yazarlarına kadar, mitingde doğrudan isim vererek insan yuhalatmak… Onu da geçelim. Bütün hedef göstermeler ve devamında olan, “Bunlar daha iyi günleriniz” tehditlerini düşünelim. Bunların hepsi, ortalama bir trolün tahayyülünü, hattâ etkinliğini bile aşan, çok açıktan, bir devlet başkanı ağzından yapılmış işler. Dolayısıyla, trolleşen ya da trollerin etkili olmaya başladığı bir siyâset dünyasından değil, zâten son derece bozulmuş bir siyâset algısının, troller aracılığıyla sosyal medyaya taşınmasından bahsetmek daha doğru.

Kılıçdaroğlu’nun bunu bir mesele olarak dikkate alıp işâret etmesi önemli bir şey. Ama bunun arkasında, bunu sağlayan çok kuvvetli bir siyâset tarzı var ve hiç de yeni değil. “İktidar son yıllarda sıkıntıya girdi, o yüzden böyle çâresizliklere başvuruldu” denebilecek bir süreci işâret etmiyor. Çok daha uzun, çok daha geniş bir süreci işâret ediyor. Aslında başlangıçtan îtibâren Erdoğan’ın siyâset tarzı ve Erdoğan’a kurulan siyâset stratejileri hep böyle işledi. Dolayısıyla bugün bunun daha fazla sayıda çarpıcı sonuçlarını görüyoruz. Ama şunu da görüyoruz: Daha önce sosyal medya iktidârın çok etkili olduğu bir alan değildi. Özellikle Gezi hâdisesine kadar son derece de zayıf olduğu, hatta oradan hafif gol yediği, daha sonra çok sistemli biçimde hazırlanarak bu alana da girdiği bir şey olarak yaşadık. Çünkü bu iktidar, hiçbir alanı, “Bu da benim alanım değil. Buralarda zayıf olabiliriz, çok da önemli değil” diyerek bırakmıyor. Muhâlefetle iktidârın en önemli farklarından biri bu. Bazı alanlar riskli ve önemsiz bulunduğu için muhâlefet tarafından fazla kullanılmazken, iktidar, neredeyse hiçbir alanı boş bırakmıyor. İster spor, ister sanat, ister kültür faaliyeti, buralarda etkili ve hegemonik bir şey kurabilmesine bakmaksızın, bunu bırakmıyor. İnatla buralarda var olmaya, buraları belirlemeye, şekillendirmeye çalışıyor. Medyadan sosyal medyaya kadar her alanda… Bunu da son derece kaba yöntemlerle yapıyor. Ana akım medyada ve medyada nasıl yaptığını gördük. Sosyal medyadaki örgütlenme ve faaliyette de bu benzerliği görüyoruz. 

Ama burada yaratabildiği şöyle bir şey var: Burak’ın söylediği doğru, bu bir “sanal kamuoyu” üretmek. Olmayan ya da olduğu hâliyle bu kadar uçlaşmamış olan yapay bir kamuoyu oluşturmak ve o kamuoyunun dengeleri üzerine siyâseti yerleştirmek. Bu kendi sözleriyle de böyle. Yani tutup Bahçeli’nin veya Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’na “hain” demesi, “Ona asla devletin teslim edilemeyeceği biri olduğu” iddiasını dile getirmelerinin karşılığı olan bir kamuoyu üretmeye çalışmak. Bunun oranı ya da oradaki ağırlık ve oransal gücü tartışmalı olabilir. Ama burada tamâmen bir boşluk olduğu kanaatinde de değilim. Onu geliştirebileceği bir mayanın olmadığı, öyle düşünebilen… Yani tamam, “Telefonunu göster!” diyen çok sayıda insan yok, ama “Telefonunu göster!” denmesiyle ilgili, benzer düşünmeye yatkın insanların da çok az olmadığını, yirmi yıl içerisinde iktidârın kendi tabanını ve genel olarak kamuoyunu biçimlendirmek konusunda sıfır noktasında olduğu kanaatinde de değilim. Bunun en çarpıcı örneği de yine Trabzon’da görüldü. Trabzon’da o çocuğun onu söylerken, Erdoğan başta olmak üzere arkasındaki heyet, hiç de sanal, kimliği belirsiz troller değildi; basbayağı etli kanlı insanlardı ve kahkahalarla gülüyorlardı. Kahvede çocuklara para verip birilerine küfür ettirip eğlenen çok da bildiğimiz ahâliyi, orada bir kabine üyesi heyet olarak otobüsün üstünde gördük. Ben, orada kurgu olarak çocuğun hazırlanıp oraya getirilip getirilmediği, onun spontan gelişip gelişmediğiyle ilgilenmiyorum. Asıl olarak ilgilendiğim, bu söylendiğinde duyulan memnûniyet. Kılıçdaroğlu’nun trol ifşâsından sonra, Erdoğan’ın bâzı trolleri arayıp, “Çok iyi yaptınız, bize zemin oluşturdunuz. Böyle devam edin” dediğini, MYK’da, “Bunları bana bırakmayın” dediğini, câmide bile trollük yaptığını gördükten sonra, buradaki meselenin asıl olarak o şeyin kurgusal olup olmaması değil, onun sonrasında oluşan ve İçişleri Bakanı’nın “Ne var bunda?” diyebileceği bir şey hâline gelmesi. Bence trolleşme burada. Trolleşme, bu sanal kamuoyunu üretme faaliyetinde değil, kurulmuş olan o yapının üretebildiği meşruiyette. Artık trolleşmeyi buradan konuşmamız ve oradan bozmak gerekiyor. Sonuçta Kılıçdaroğlu’nun işâret ettiği türden bir organizasyon, tamâmen boş bir zemini yapay olarak üretiyor değil. Bu, hep tartıştığımız “O gündem, bu gündem. O sanal, bu sanal” meselelerinden kaynaklanan bir şey. Birtakım alanları boş bıraktığınızda, o alanlarda bir ruh hâlinin üretilmesini de müdâhalesiz halde boşlukta bırakıyorsunuz ve o orada tıpkı enfeksiyon gibi yayılarak genişliyor. Bir hayat alanı buluyor ve kendisini tekrar üretebilen bir şeye dönüşüyor. 

Bu yüzden, şu siyâset algısının değişmesi gerekiyor: “Birtakım blok insanlar var. Bunların birtakım kanaatleri var. Onlar kanaatlerini değiştiriyorlar. Kanaatlerini değiştirdikleri zaman da pozisyonlarını değiştiriyorlar.” Hayır. Bu insanlar karşı karşıya kaldıkları şeyle ilgili düşünceleriyle bu sürece giriyorlar. Dolayısıyla onların bu düşünceleriyle ilgilenmek zorundasın. Zâten onların üç aşağı beş yukarı sâbit olduğunu düşündüğünüz birtakım fikirleri var. Sâdece, onları sizin iknâ etmenizle ilgili bir sorun var diye algılarsanız, onların düşünce biçimlerinde hiçbir sorun olmadığına inanırsanız, bence onlarla doğru ilişki kuramazsınız. Trolleşmenin yarattığı zemin, işte bunun üzerinde yürüyor ve bunu kullanabiliyor. Çünkü kendisi dışında kimse, o kamuoyunu kurmak ve o kurulmuş kamuoyunun yanlışını bozmakla ilgili bir çaba içerisinde değil. Burada istediği gibi at koşturabilir. Pazartesi günkü yayınımda da “siyâsî bedel” diye söyledim. “Böyle bir ayıp olur mu? Böyle bir şey görmedik” diye konuşuluyor. Orada kürsüde on kişi var, bir tanesinin yüzünde, “Ya, acaba mı?” ifâdesini görmüyorsak, bu hakîkaten önemli bir şeydir. Vardığı noktayı göstermek açısından bence çok kritik bir şeydir. Daha önce başka yayınlarda da söylediğim gibi, “Siyâsî aktörler toplumun önünde ve onlardan daha ileride mi olmalı?” meselesinde, Erdoğan’ın kendi tabanını itme-kakma ve belirli alanlara sürme konusunda son derece… buna cesâret de diyebiliriz…

Ayşe Çavdar: Mâhir?

Kemal Can: … mâhir de diyebiliriz. Ama bu kaba bir beceri. Bunu kullanabildiğini ve biçimlendirebildiğini düşünüyorum. Biraz önce Burak’ın söylediği dış politika meselelerinde iş, “Aslında bu bizim neyimize yarıyor? Biz bunu niye yapıyoruz, bu neden yapılıyor?” gibi bir şeyi tartışmayıp, şunu kabul ettirme üzerine kurulu: “Erdoğan neyin lâzım olduğunu bilir, onu desteklememiz çıkarlarımızı gözetmemiz için yeterlidir”. Bunu anlattığınız zaman, hiçbir meselenin neden-sonuç ilişkisini tartışmaya ihtiyaç olmaz. Bu, ekonomide de böyle, dış politikada da böyle. Ayşe’nin sürekli bütün yayınlarda anlatmaya çalıştığı “avatar” dinamiği var ya: Erdoğan’ı “avatar”olarak kabul eden kalabalıklar, o sanal kalabalıklar, kurgulanmış kamuoyu. Ama o tamâmen sanal değil, tamâmen gerçek dışı değil, tamâmen üretilmiş ve kışkırtılmış bir şey değil. Onu mümkün kılan bir maya var. Siyâseti trolleştirmek, o mayayı çok kolay bir biçimde daha büyük kalabalığı etkileyebilen bir dinamiğe çevirmenin aracı. Bu sâyede o küçük maya, çok daha fazla bir kalabalığı etkileyebiliyor; onun kendisiymiş gibi algılanmasına neden olabiliyor.

Ruşen Çakır: Ayşe Hanım, ne diyorsunuz? Bizim de “avatar”ımız sen ol. 

Ayşe Çavdar: Estağfurullah. Allah korusun ayrıca. “Trol ne demek? Erdoğan’ın tarz-ı siyâsetiyle bu niye bu kadar yan yana geliyor? Erdoğan’ın şu anda ne işine yarıyor bu?” hikâyesine bakacağım. 

Trol şu demek: Nordik mitolojide, çirkin, küçük, çoğunluğu yeşil cüceler var. Bu cüceler, bir köye, mahalleye geldiklerinde, çıkardıkları gürültülerle köyün huzurunu ve rahatını kaçırıyorlar. Çünkü “olağanüstü” oldukları için herkesin huzuru kaçıyor. “Olağanüstü” olmalarına dikkatinizi çekiyorum, çünkü “olağanüstülüğü”birazdan “olağanüstü hal” olarak kullanacağım. Bu yasal “olağanüstü” halden bahsetmeyeceğim, başka bir istisna hâlinden bahsedeceğim. Herkesin huzuru kaçıyor, ama onlardan kurtulmanın da bir yolu yok. Canları çekip, yorulup gidene kadar ya da başka bir eğlence uğraşı bulana kadar, onlar da etrafta olacaklar. Bunlar, biraz da aşırı neşeli yaratıklar. O neşenin içindeki “şeytânîliği, kötülükten çıkan neşe”nin anlamını ve “neşeden de kötülük çıkabileceğini, kötülüğün de bir neşe olabileceğini” vurgulamaya dönük de bir şey galiba. Bunları tırnak içinde söylüyorum, çünkü neşe, coşku güzel bir şey. Ama burada böyle bir durum var. 

Sosyal medya ortamlarında trolün tercüme edilmesi şununla ilgili: Geliyor, gerçek olmayan ya da kısmen gerçek olan bilgiyle bir provokasyon yapıyor. Tıpkı Nordik anlatıdaki köyde olduğu gibi, tartışmayı yapılamaz kılıyor; konu tartışılamaz hâle geliyor. Sâdece isimsiz, adsız sansız insanlar değil, bazen biz de birbirimize yapıyoruz: What aboutism dediğimiz şey, yani “Bunun hakkında böyle düşünüyorsun, ama öbürü hakkında ne yaptın ki? Orada böyle düşünüyordun” gibi bir şey de bence bir trollük hikâyesine geliyor. Çünkü mevzû ne? Gürültü çıkarıp konuyu başka bir yere taşıyıp, asıl mevzûyu tartışamamak. O yüzden o konuda Burak’a katılıyorum: Trolleme hikâyesinin, mevzûları tartışılamaz kılma arzusuyla ilgisi var. 

Bunun arka planı nedir? Mevzûları niye tartışılamaz kılmak istersiniz? Çünkü mevzû, tartışma götürür vaziyettedir. O mevzûyla ilgili tartışmadan galip çıkamayacağınızı biliyorsunuzdur. O nedenle mevzûnun tartışılmasını istemezsiniz. Bu, kazara ve Erdoğan’ın kişiliği dolayısıyla yaptığı bir şey değil, ya da AKP siyâsetinin halkla teması böyle olduğu için yaptığı bir şey değil. Aksine, çok kullanışlı bir şey; çünkü tartışılmasını istemediği veya gündemde arzu ettikleri yöne gitmeyeceklerinden emin oldukları mevzûları, bu yöntemle tartışılamaz kılıyorlar.

Bunun örneklerinden bir tanesinden bahsedeceğim. İsmini ve nickname’ini vermeyeceğim, çünkü reklamını yapmak istemiyorum. Ama başka bir yönüne değinmek için yine de o örneği vereceğim: Suriye Operasyonu başladığında –ki ben o sırada bir alan çalışması içerisinde dolaşıp duruyordum–, gittiğim her yerde karşılaştığım birisi vardı. Adını söylemeyeceğim. Ve bu birisinin yazıları sesli yazıya dönüştürülüyor, bir sürü web sitesinde dağıtılıyor. Ciddi bir teknikten bahsedeceğim, trollüğün üzerinde çalışılmış bir şeyden ve bir duygu kontrolüne yaradığından bahsedeceğim. Bu kişi çok acayip şeyler anlatıyor. Meselâ Suriye savaşı kıyâmet habercisiymiş, hattâ kıyâmeti beklemek üzere dünyanın her yerinden şeyhler Türkiye’ye gelmişler, İstanbul’da yaşamaya başlamışlar… Gittiğim her yerde kendisinden bahsedildiğini duyduğum için bu örneği veriyorum. Müthiş bir “son” beklentisi var. Orada konuşmamız gereken bir sürü şey var. Ahâlinin konuşması gereken, “Bu bize darlık mı getirecek, varlık mı getirecek? Çocuklarımız askere gidip ölecekler mi? Ne için ölecekler? Oradan çıkılabilir mi?”meseleleri var. Bunları duymuyorlar bile, çünkü böyle bir adam var. Trollükte şöyle bir durum var: Burası trollüğün tarz olarak Erdoğan’la konuştuğu yer: Konuşulamayacak, söylenemeyecek olanı, sınırın öte tarafındakini, akla hayâle gelse bile ağza alınamayacak olanı söylemek.

Ben Mardin’de Berkin Elvan’ın yuhalatıldığı konuşmalardan birine tanık olmuştum. Biliyorsunuz, o bir kere olmadı. O yuhalatma hikâyesi bir seri; Anadolu’yu dolaştı. Erdoğan oradaydı ve ahâli de karşısındaydı. Orada görmek, televizyonda, sosyal medyada, videoda görmek veya haberde okumak gibi değil; dehşet içinde kalıyorsunuz. Onun orada gerçekleşebildiğini, gerçek insanların buna eyvallahdiyebildiğini görmek… Bu, duygu kontrolüyle ilgili kısmı. 

Trollerin ne işine yaradığını bir toparlayayım: Bir arkadaşım çok güzel tanımlar bunu: İster seçilmiş ister atanmış olsun, bir kamu görevlisinin ifâde özgürlüğü yoktur. Çünkü kamu adına, bulunduğu yer adına konuşur. Elbette düşünce özgürlüğü vardır; ama kamu görevlisinin ifâde özgürlüğü yoktur. Ekrem’e buradan selâm da çakmış olayım. Bir “avatar”a dönüştüğü yer de burası. Sanki bir video oyunundaymışsınız gibi düşünün: Herkesin gözü önünde, karşısına çıkan bir engeli bir hareketiyle bertaraf ediyor. Onu “avatar”ı olarak belleyen ya da henüz bellememiş ama bir “avatar” arayan… Niye “avatar” arıyor? Çünkü bir kamusal oyuna girecek ve orada mevziler kazanmak istiyor. Onun gözünde o, ahlâkî bir sınırı aşmanın dışında, onun adına zafer kazanan birine dönüşüyor. Her ahlâkî sınır aşımında kendi kitlesiyle kurduğu ilişki bu. O yüzden bir “hayâlî kamu” var; ama bu kamu, yüz binlerce trol tarafından üretilmiş olan bir kamu değil. Bu, Tayyip Erdoğan’ın hayâl ettiği kitle, millet, ulus, her neyse, onun seçmeni ve gerçek insanları, o hayâle doğru yönlendirdiği bir şey. O âna tanık olmak öyle kolay kolay katlanılabilir bir şey değil. 

Orada da sınır koyma hikâyesi geliyor: Bir kez bunu yaptınız, onu “avatar” bellediniz. Arkasından, onunla berâber, onun şahsında, onun cisminde o sınırı aştınız. Sizi izleyenler, sizi görenler var. Çünkü ahâlinin, herkesin, toplam kamunun önünde olan bir şey bu. Döndünüz mahallenize, komşunuz, arkadaşınız, “Ne yaptın sen? Niye böyle yaptın?” diye size baktı. Size orada bir kart açılıyor: Ya o zafere sâhip çıkacaksınız, ya da, o öyle bir ar, hayâ sınır aşımıydı ki, zafere sâhip çıkmayıp utancınıza sâhip çıkacaksınız. “Ben bunu yaptım, ama kötü bir şey yaptım. Keşke yapmayaydım” diyeceksiniz. Bu da her insanın söyleyebileceği bir şey değil ne yazık ki. Bu, cesâret isteyen bir şey. Bu, yenilgiyi kabul etmek demek. Çocuğu ölen anneyi yuhalatma hikâyesinden bahsediyorum. Meydanda o zaferi aldınız, coşkuyu yaşadınız. Evinize geldiniz, belki de çoluğunuz çocuğunuz “Ya, sen ne yaptın?”dedi. Sen de geriye çekilip, “Ben ne kötü bir şey yaptım” diyeceksin. Bu o kadar kolay bir şey değil.

Aynı şeyi câmide “dil koparma” meselesinde de yaşadık. Ama daha beter bir örneğini Kabataş’ta yaşadık: Öyle bir öteye gitti ki, yetmiş tane deri giysili adam… Yani Kabataş da öyle dar bir yer ki, yetmiş deri giysili adam nasıl sığdı bilmiyorum. O kadar olamaz bir şeyi târif ettiniz ve en yüksek perdeden söylediniz ki… Meselenin şöyle bir tarafı da var: Söylediğiniz mevzunun gerçeklikle alâkası değil yalnızca. Sizinle birlikte, siz söylediğiniz için o “olağanüstülüğe”öyle bir inandılar ki, kendilerini inkâr etmek zorunda kaldılar. Câmide de, Kabataş hikâyesinde de benim aklıma ilk, “Kimse bunu yapmaz” düşüncesi geldi. Bu, dine saygı hikâyesinden dolayı değil. O mekânın, câmi denilen şeyin edebi, âdâbı herkese öyle işlemiştir ki, bunu kimse yapmaz. Bunu kimsenin yapmayacağını da herkes bilir. En çok da dindarlar bilir. Peki, bunu niye satın alıyorlar? Üstelik Kabataş’ta bayağı grafik bir şeyden bahsediyor. O anlatılan şeyi değil yetmiş kişi, üç kişi yapsa, herhangi birinin görüp müdâhale etmemesi mümkün değil Türkiye’de. Ama siz bunu satın aldınız. Şimdi buradan nasıl döneceksiniz? Üstelik her aşımında biraz daha ileri gittiniz. Bu bir tür duygusal sınır oluşturma, konsolidasyon diyoruz ya, işte konsolidasyon bu. 

Yine Başakşehir’den örnek vereceğim. Benim dindarlık-muhâfazakârlık ve bunun siyâseti konusunda bildiğim her şeyi değilleyen ve yeniden kurmamı sağlayan bir deneyim olduğu için sürekli oraya gidiyorum. Doktora tezim Başakşehir’le ilgiliydi. Orada şöyle bir durum vardı: “Biz dışlandık, mağdur edildik, kimse bize inanmadı, kimse bizim hakkımızı gözetmedi” filan filan… Başakşehir 90’larda ilk kurulduğu zaman, arada İkitelli var. Yani şehirle arasında bir Organize Sanayi Bölgesi var. Boşluk, boşluk ve sonra oraya gidiyor. Orada bir tür “Ahlâklılar cemaati”kuruyor. Önceki örnekleri de var, İslâmkentler var, Akevler var… Akevler daha büyük ve daha eski bir tür kök proje diyebiliriz. Orada, bu dışlanmadan kendini dışlıyor. Yani dışlanmayı tekrar ediyor. Ama o dışlanmadan bir tür intikam alarak, “Hadi canım, ben de sana mecbur değilim” diyerek… Pratikte hikâye, ucuz ev, ucuz konut, bir arada yaşama isteği, cemaatlere yapılan pazarlama. Çünkü başka kimse teveccüh göstermeyince, orası cemaatlere bayağı bayağı pazarlanıyor ve bunun için çeşitli yöntemler kuruluyor. Ama oranın duygusu şu: “Onlar bizi istemedi, o zaman biz onları hiç istemiyoruz”. Bu da duygusal sınır.

Az önce, her sınır aşımında bir kez daha onunla birlikte zafer kazanılması ve bu sınır aşımlarının utanç verici olması tesâdüf değil dedim ya. Bu kadar da paranoyak olmak istemiyorum ama öyle uzağa götürüyor ki, o uzaktan geriye dönülmesi mümkün değil. Gezi’de bunun en zirve formlarını görmemiz de tesâdüf değil. Hem Berkin Elvan meselesinde, hem Gezi’de… Çünkü orada ilk defa saflar o kadar net bir şekilde, “Benim yüzde ellim ve geriye kalan yüzde elli” diye belirlenecek. Ben bunların tesâdüfen olduğunu düşünmüyorum. Erdoğan’ın kariyerine bakıldığında, bunun çeşitli formlarının görüldüğünü düşünüyorum. Meselâ Erdoğan’ın bir zamanlar Zürafa Sokak’ta bir basın toplantısı yapması da kendi kitlesi açısından bir sınır aşımıydı. O dönem hitap ettiği, parçası olduğu ve oylarını istediği kitle açısından, o da bir sınır aşımıydı. Ya da belediye başkanlığı için seçilmeye çalışırken LGBTİ’lerle kurduğu diyalog da, kendi kitlesi açısından bir sınır aşımıydı. Nereye? Eski kaynağına geri dönemesin diye. Hattâ o zaman bir arkadaşım vardı, o kadar hayrandı ki Erdoğan’a, doğum günlerinde sürekli ona kravat yolluyordu. Ben de, “Siyâsetçiye niye böyle bir şey yapılır?”diye şaşkın şaşkın bakıyordum. Ama onunla kurulan ilişki hep kişisel bir ilişki oldu. Tek tek kurulan kişisel bir ilişki.

Peki, şimdi olan ne? Troller bir şeyi tekrar ediyorlar. Aslında Erdoğan’ın tarzını, tarz-ı siyâsetini tekrar ediyorlar. Ve bu sınırın derinleşmesini sağlıyorlar. Bu tam da Erdoğan’ı “kült”yapan şey. Çünkü kültlerde öyledir: Hiç olmayacak bir şeye inanmanız gerekir. Sınavınız budur; kült’ün sınavı budur. Bu, Gülen Cemaati için de geçerli. Kültün sınavı, olmayacak bir şeye inanmanızdır. O olmayacak şey hakkında ne kadar ileri gidebiliyorsunuz? Sâdece onlar değil, Mevlânâ Yüce Vakfı vardı, Ege’de bir yerlerde kıyâmeti bekleyeceklerdi. Bir de, o şey olmasa bile, meselâ, gelecekten bir haber veriyorsunuz. Yapacağız, şahlanacağız, uçacağız… Ve olmuyor. İkinci sınav: “Bakalım yine de inanabiliyor musun? İnancını yine de sürdürebiliyor musun?” Böyle bir meydan okuma var.  O yüzden bunların tesâdüfî olduğunu düşünmüyorum. Ve sadece siyâseti konuşulamaz yapmakla ilgili olmadığını, bunun gayet otoriter, kült bir idâre biçimi kurgulamakla ilgili olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: İkinci turda bununla bağlantılı olarak, iktidarda son dönemde yaşanan yer değiştirmeleri konuşacağız. Kimileri görevden alındı, kimileri Erdoğan’ın tâbiriyle “görevden affını istedi”. Benim tâbirimle: “Kimisi kaçıyor, kimisi kovalanıyor”. Yeni birtakım değişiklikler olacağı da söyleniyor. Gelenlerin gideni arattığı yer değiştirmeler ya da yayından önce sohbetimizde Ayşe’nin söylediği gibi bir “doldur-boşalt” olayı söz konusu. Gelen insanların deminden beri konuştuğumuz târifine daha yakın olduğunu görüyoruz. İstifâların devamı gelecek diye söyleniyor; görevden almalar, bakanlar, yüksek bürokratlar… Kimilerinin görüşüne göre de Erdoğan seçime hazırlık yapıyor. Gelenlerin büyük bir kısmı da, en son Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati örneğinde gördüğümüz gibi, konunun uzmanı olmaktan ziyâde, konuyu başka yerlere çekmenin uzmanı ya da, becerisi bu olan insanlar oluyor. Ne dersin Burak? 

Burak Bilgehan Özpek: Bir önceki turdaki tartışmaya cevap vererek sizin sorunuza cevap vereceğim ve bunu da çok usta bir şekilde yapacağım Ruşen Abi. Bakın göreceksiniz: Kemal Abi’nin söylediği doğru, ama o Türkiye’ye has bir şey değil. Yani bir potansiyelin olması ve bunun harekete geçirilmesi meselesi, sadece Türkiye’ye has bir şey değil. İki sene önce, Foreign Affairs dergisinin “New Nationalism” sayısı çıktı. Bu sayıda, “Yeni Milliyetçilik” meselesini birçok boyutuyla ele aldılar. Sinirbilimci (neuroscientist) bir profesör, bu “Yeni Milliyetçiliğin, amigdala ile frontal korteks arasında bir mücâdeleyi içerdiği”ni söyleyen çok önemli bir makale yazdı. Özetle, şunu söylüyor: Bizim beynimizde, korkularımızı üreten merkezle, bu korkuları yenmemizi sağlayan ve zaman içerisinde kalınlaşıp inceleşebilen frontal korteks arasında bir mücâdele var. Meselâ, bununla ilgili bir deney yapmış: Beyaz Amerikalıların belirli resimlere nasıl tepki verdiğini ve daha sonra bu tepkileri nasıl düzelttiğini araştırmış. Meselâ, suçlu birisinin kim olabileceğine dâir resimler gösteriyorlar. Beyaz Amerikalılar, siyâhî bir fotoğrafa karşı içten bir tepki gösteriyor. Yani amigdala oraya bir tepki gösteriyor ve insanlar korku hissediyorlar. Fakat frontal lob sayesinde –ki bu değişebilir ve bizi insan yapan mesele de budur aslında– öğrendiklerimizle, aldığımız eğitimle, tecrübelerimizle biz bu içgüdüsel korkuları yenmeye çalışır ve medenî insanlar oluruz. Amigdalanın, gördüğümüz bir resme veya imaja karşı pompaladığı korkuyu, biz frontal korteks sayesinde rasyonalize ederiz veya rasyonel bir davranışa çeviririz. İlk etapta korkan insanların çoğunluğu, bu korkularından dolayı büyük bir pişmanlık ve mahcubiyet duyuyorlar. Ama çok kısa bir zamanda tepkilerini değiştiriyorlar. Uyguladıkları testte makine bunu ölçebiliyor. Fakat arada bir fark var: Amigdala o korkuyu salgılıyor, frontal korteks onu düzeltiyor. 

Benim atıfta bulunduğum, ama şu anda maalesef ismini unuttuğum profesörün argümanı şu: Yeni milliyetçiler, yükselen aşırı sağ, popülist hareketler, toplumlardaki amigdala bölgesine oynayarak frontal korteksi zayıflatan, yani filtreleri zayıflatan söylemlerle ortaya çıkarlar. Bu her toplumda oluyor, sadece Türkiye’ye has bir şey değil. Dünyada yükselen aşırı sağa, popülizme veya yeni milliyetçi dalgaya baktığınız zaman, amigdalayla oynayarak, onu kışkırtıp tahrik ederek, insanların korkularını uyararak, belirli imajlarla, belirli sözlerle korkuları canlandırarak, onların aldıkları eğitimi, terbiyeyi, tecrübeleri bir tarafa atan, frontal korteksi zayıflatan bir süreç işliyor. Bence trollük aslında tam olarak buna hizmet ediyor. Kabataş’ta yetmiş tane üstü çıplak deri giysili insan imajı, aslında son derece saldırgan. Onun karşısına koyulan, çocuğuyla gezen başörtülü bir anne, tam olarak insanların ötekine dâir duyduğu korkuyu kamçılamak için üretilmiş bir imaj. 

Bununla berâber trollüğün en önemli meselesi, hayattaki gri zeminleri ortadan kaldırmak olduğu için, Cherry picking dediğimiz, karşı tarafın en marjinal örneğini alıp, sanki bütün karşı taraf aynı şekildeymiş gibi gösterme eğilimi. Bu yüzden ellerinde fenerle, seküler deyince Nur Serter’vâri bir tip arıyorlar ki, bütün sekülerleri bu şekilde tanımlayabilsinler. Yani, ötekini en marjinal örneğiyle tanımlama eğilimi. Hitap ettikleri kitlenin korku merkezine oynamak zorunda oldukları için, en marjinal örnekteki imaj onlar için gerekli; onları irrasyonel hâle getirmek zorundalar. Frontal korteksi inceltmek zorundalar. Trollük meselesi biraz bu. Böylece hayattaki gri zeminler, insânîlik, insanların yaşadığı kişisel tecrübeler anlamını kaybediyor. Bu “yeni milliyetçilik” ya da “aşırı sağ” dediğimiz mesele, insanları aslında hiç öğrenmemiş, sâdece içgüdüleriyle hareket eden ilkel bir insana çeviriyor. Göçmen meselesinde de öyle. Göçmenlerin en marjinal olan imajlarını ortaya koyup, toplumu göçmen karşıtlığı üzerinden örgütleme meselesi de biraz böyle.

Bunun karşı tarafı da var. Mesela göçmen karşıtlığını milliyetçiler üzerinden ele alıp oradan bir korku yaratma da bunun ters imajı. Bunun netîcesinde, düşünce gerektiren, filtre gerektiren görüşler kamusal alanda yer almıyor. İnsanlar korkularını yarıştırıyorlar aslında. Türkiye bağlamında konuşursak, Türkler Kürt korkusunu, Sünnîler Alevî korkusunu, sekülerler muhâfazakâr korkusunu, muhâfazakârlar seküler korkusunu yarıştırıyor. Bu korku merkezine en çok müdâhale eden, kendi etrafında büyük bir konsolidasyon, örgütlenme yaratabiliyor. Bence, trollük meselesinin bir yapısı, bir mayası var, doğru. Ama bu Türkiye’ye has değil, insan doğasına has bir şey. Popülistlerin, aşırı sağın, yeni milliyetçilerin uyguladığı formül, tamâmen bu korkuları tahrik etmek üzerine. Bu da berâberinde, düşünmeyen, düşünceden nasibini almayan, bunun da pek bir sorun olmadığı, hattâ olmamasının da daha iyi olduğu bir durumu ortaya çıkartıyor. Yani, kim insan korkusunu beslerse, kim ötekine dâir daha agresif, daha basit, daha yüzeysel açıklamalarda bulunursa, sistem içerisinde o öne çıkıyor. Bu sâdece iktidarda değil, muhâlefette de böyle. Muhâlefetin de yarattığı kendi trolleri var bu troll kültürü içerisinde. Muhâlefet de ne kadar radikalleşirse, ne kadar ergenleşirse, korkuları ne kadar tahrik ederse öne çıktığını düşünen insanlardan muzdarip. Meselâ, geçenlerde de konuştuk, Joe Biden’a “komünist” diyen liberaller var Türkiye’de. Herhangi bir yumuşamanın komünizme götürebileceğine dâir bir imge yaratmak istiyor. Ya da muhâfazakârlarla kurulan herhangi bir diyalogu “İslâmcılaştırma” olarak değerlendirenler var. Veya Türkiye meselelerinden bahsetmeyi, Kürt dâvâsına ihânet olarak düşünenler var. Bunların hepsi, ters bir imaj üzerinden üretilen korkulardan besleniyor. Yani, bu sâdece iktidârın beslendiği bir dal değil, muhâlefetin içerisinde de böyle insanlar var. Zaten genel olarak toplum bundan enfekte oluyor. Bu da berâberinde genel bir çöküşü getiriyor. Kim daha yüzeysel, kim daha korkuları tahrik eder tarzda bir söylem ya da politika üretirse, onun daha makbul olduğu, daha öne çıktığı bir siyâset kültürü ortaya koyuyoruz.

Milan Kundera Yavaşlık romanında, “Hızlı hızlı yürüyen bir insanın aklına herhangi bir şey takıldığı anda yavaşladığını görürsünüz. Çünkü düşünme eylemi hızlı yürüyerek yapılan bir şey değildir”diyor.

Ayşe Çavdar: Koşarken yavaşlar gibi.

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Düşünen insan ister istemez yavaşlamak zorundadır. Understand (Anlamak) fiili buna işâret eder zâten. Kitlesel halde zombilerden can havliyle kaçan insanlar düşünelim. Veya kitlesel halde bir ganîmete doğru koşan insanlar düşünelim. Bu insanların daha hızlı koşabilmeleri için daha az düşünmeleri gerekiyor. Çünkü düşündükleri anda yavaşlayacaklar. AK Parti makinasında yavaşlayan birisi, yani hafif düşünme belirtisi ortaya koyan birisi, arkadan gelen kitle tarafından ezilip geçiliyor. Bence konuyu iyi bağladım. 

Ruşen Çakır: Evet, bence de iyi bağladın. Bu arada aklıma şu geldi: Joe Biden’a “komünist”diyormuş sizin liberallerden bazıları. Ben de kendime “komünist” diyorum. Bu sefer de kendini liberal diye tanımlayanların çoğu “Sen ne biçim komünistsin?” diye beni eleştiriyorlar. Vallahi komünistim. Öyle değil mi Kemal? Sen beni çok eskiden beri tanıyorsun.

Kemal Can: Zâten, herkes kendi karşısında konumlandırdığı ideolojik perspektife, aslında ne olması gerektiğini anlatmakla büyük mesâi harcıyor; kendilerini tanımlama gayretinden daha fazla enerji harcıyorlar. 

Ruşen Çakır: Bu arada, bu istifâlar, görevden almalar, yeni atamalar ve bunların trolleşmeyle alâkası meselesini de unutmayalım. Önümüzdeki hafta muhtemelen bu konuyu başlı başına konuşacağız gibi görünüyor. Mâlûm, kararnâmeler genellikle hafta sonları çıkıyor, ama bugün yine de bir girizgâh yapalım.

Kemal Can: Bak ben de Burak’ın yaptığı gibi çok güzel bağlayacağım şimdi. Temel politik tercihlerin endişeler üzerine biçimlendiği bir dönem yaşıyoruz. Dönemin siyâsî ruhu bu. Popülizmin yükselişini sağlayan şey de bu. Burada endîşeleri öne çıkartan şey, belirsizliklerin büyümüş olması. Çünkü korkuyu kolayca manipüle edebileceğiniz alan, belirliliklerin azaldığı, insanların önlerini ve içinde bulundukları durumu algılamakta bir sis ve bulanıklık yaşadığı zamanlardır. Bu yüzden insanlar geceleri daha fazla korkarlar. Çünkü çevresini, kendisini algılamak ve gelebilecek olanları öngörebilmek konusunda daha zayıf hisseder. İşin böyle bir tarafı var. Korkular üzerinden bir trolleme olduğu doğru; ama sâdece bundan ibâret değil. Hegemonya kurulurken başka bir şey daha çalışıyor. Mesela Burak’ın söylediği gibi, sâdece en uç unsurları bulup, “Bakın ne büyük tehlike var karşınızda”denmiyor. Tam tersine, son derece vasat ortalamalara saldırılıyor. Meselâ Sezen Aksu böyle bir örnek midir? “Din ve muhafazakârlığın tehdit altında olduğu” fikri için çok elverişli uç bir örnek midir Sezen Aksu? Hayır, bu şunun için lâzım bir örnektir: “Ona yapılabiliyorsa, kime ne yapılamaz? O bile rahatsız edici bulunuyorsa, daha neler rahatsız edici bulunabilir?” Bu biraz da Ayşe’nin söylediğine giden bir şey. Dolayısıyla, sadece uç örnekleri gösterip, “Ölümü gösterip sıtmaya razı etme” meselesi değil; ortalamalara saldırarak hegemonyanın kurulduğu başka bir alan var. Burada bir trolleşme, başka bir perspektif var. Evet, o tarafı öyle, trol öyle çalışıyor; ama siyâsetteki trolleşmenin hegemonya kurarken sadece bu uçlardan endîşe devşirerek yapmadığı bir alan kazanma faaliyeti var. Bu genellikle ikincil bir şey gibi algılanıyor ve üzerinde çok kafa yorulmuyor. Hattâ daha önce tartıştığımız mevzularda olduğu gibi, “Buralara girmezsek daha iyidir” gibi düşünülüyor.

Burak’ın söylediği gibi, iktidarda da muhâlefette de, uç noktaları çok önemseyerek, onun üzerinden birbirinin uç noktalarına konuşmanın tartışmayı kapatan bir tarafı olduğu doğru. Ama hiçbir şey olmayan ortalamaya doğru itilen tartışmaların da içeriksizleştiği gözden kaçmamalı. Hattâ özellikle popülizmin tırmanışını sağlayan dönem, yani bundan 10-15 yıl öncesinden geriye gidersek, bu post-modern neo-liberal düşünce zihniyet dünyasının temel savı, her şeyi ortalamaya itmekti. Blair böyle bir şeydi. Bu radikalleşme ya da marjinalleşme korkusu da aynı ölçüde bir neden-sonuç tartışmasını içeriksizleştiren bir hâdise. İfrat-tefrit meselesi. Tamam, uçlaşma tartışmayı imkânsız kılar. Ama her şeyi o normale ve o vasata sıkıştırmak da, aslında büyük bir içeriksizleşme sonucu doğurur — ki o normal de aslında normal değildir; birilerinin o dönem için belirlediği normaldir. Bu içeriksizleşme de, sorunlarımız hakkında konuşamadığımız için belirsizliği ve cevapsızlığı büyütür. O belirsizlik ve cevapsızlık içerisinde de uç iddialar kendilerine daha kolay zemin bulur. Küreselleşme reaksiyonu popülizmin ve milliyetçiliğin patlamasına, dünyadaki göç problemi ırkçılığın patlamasına yol açar. Bu, böyle işleyen bir şey. Eğer onu, “Aman radikalize oluruz! Aman marjinalize oluruz!” deyip, çok dar sınırlı alanlarda konuşmaya izin veren bir şeyin büyük bir özgürlük alanı olmadığını da kabul etmemiz lâzım. Ben de konuyu böyle bağlıyorum. 

Şimdi gelelim senin yerine: Ben bu konuya, bu haftaki “5 Soru 10 Cevap”ta “Gayri nizâmî siyâset” meselesinde de biraz değindim. Bence birtakım değişiklikler sürekli oluyor. Aslında bu 10 yıllık süreç içerisinde, bazı iddialara göre, Erdoğan’ın, kendi çevresini de boşaltan, kendi siyâseti için lüzumlu kadroları tasfiye eden bir süreklilik içerisinde yürüdüğünü biliyoruz. Bu, şahsîleşen ve merkezîleşen siyâset tasarımının sonucu. Burak’ın biraz önce söz ettiği gibi, durup tereddüt gösterenlerin, arkadan gelen kalabalık tarafından ezilip geçilmesi doğru. Bir yandan da, önde ilerlemeye engel olanların da itilip kenarlara atılması şeklinde işleyen bir şey. Onlar, zaten yavaşlayacakları ya da yeterince hızlı koşamayacakları için tasfiye edilenler. Bu muhtemelen yine yaşanacak. Çünkü bu trolleşme ya da gayri nizâmî siyâset üslûbunun mecbûriyetleri, uzun süre deneyim kazanmış kadrolarla yürütülecek bir şey değil. Bu biraz “kullan at telefon” ya da “kullan at peçete” gibi bir şey. Buradaki kadroların liyâkati de çok önemli değil. Şimdilerde liyâkat tartışmaları çok yapılıyor, insanlar sâdece sadâkatine göre seçiliyor. Sadâkat bile sonsuz devam eden bir şey değil; o bile, tüketilen, sınırları olan bir şey. Bu, hakîkaten Ayşe’nin söylediği “Doldur-boşalt” gibi veya Burak’ın söz ettiği “Arkadan gelenler tarafından ezilenler” gibi, “Kullan at tüketimi” gibi bir şey. Bu, kaçınılmaz bir şey. Bunun kadro bileşimi böyle olmak zorunda; kurumlara da, kadrolara da, kavramlara da böyle davranmak zorunda. Aksi takdirde ilerleyemez.  Bu üslûp devam etmeli. Ve şunu görüyoruz ki, bu üslûp vazgeçilecek bir üslûp değil. Devam ettirilecek ve dozu artırılacak bir şey; bütün işâretler bize bunu söylüyor. O zaman, bunun kaçınılmaz sonucu olarak, senin hep konuşmayı istediğin ve geçen gün de değindiğin ve muhtemelen olacağını söylediğin şeylerin de olması kaçınılmaz. Zâten olmazsa şaşırmamız lâzım. Büyük ihtimalle bu tür değişiklikler olacak. Ama ben bu değişikliklerin, “vasıf” meselesinden ya da şimdilerde tartışılması çok sevilen “kanatlar, ekipler, kim kazandı kim kaybetti”meselesinden daha genel bir başlık olduğunu düşünüyorum. Bu hercümerç içerisinde tabii kişiler, ekipler birbirleri lehine veya aleyhine hamleler yapıyorlar; ama bu, ekipler olsun olmasın, onların geçici olarak sağladıkları avantajların ne olduğundan bağımsız olarak kaçınılmaz bir süreç. 

Ruşen Çakır: Ayşe, “doldur-boşalt” meselesine gelebildik. Aslında Burak’ın söylediği, biraz düşünmeye kalkanın ezilebilmesi ya da ezileceğini görenin kendini kenara çekmesi de olabiliyor. Bir de, bir yerden sonra kimin niye gittiği, yerine kimin neden geldiğinin çok da anlamı kalmıyor. Mesela Abdülhamit Gül’ün istifâsından sonra, burada Abdülhamit Gül hakkında olumlu cümleler kurmak zorunda kalıyoruz. Ama kendisi, bakanlığı döneminde hukuka sâhip çıkmadı. 

Kemal Can: Bir şey söylemek istiyorum. Meselâ, “O kürsüdeki 10 adamın içinden bir tane utanan adam yüzü görmedik” diyoruz. Bu kadar çok adam tasfiye edildi. Şimdi ayrılıp parti kuranlar dâhil, ayrılırken bir tânesinin bu söylediğimiz şeylerden dolayı ayrılma nedenini açık açık ifâde edip, utancını, rahatsızlığını ve problemi işâret ettiği bir tâne örnek çıkmaz mı arkadaş? Çıkmadı. Böyle bir şey olabilir mi?

Ruşen Çakır: Berat Albayrak Instagram açıklamasında hepimizi Allah’a havale etti ya, daha ne yapsın?

Kemal Can: 20 yıllık iktidar döneminde, bürokratından akademisyenine, danışmanından bakanına, milletvekilinden parti yöneticisine kadar yüzlerce, binlerce adam öğütüldü. İstatistiki bile bir tuhaf değil mi?

Ayşe Çavdar: Hiç değil. 

Kemal Can: Hadi Ayşe, anlat o zaman.

Ayşe Çavdar: Hiç tuhaf değil. Ben bunu DEVA ve Gelecek partileri için de söyleyeceğim. Sen “parti kuranlar” deyip geçiştirdin o ayrıntıyı, belki muhalefetteler diye. Dışarıdan ne kadar görülebilir olduklarını hem bilip hem bilmemekten kaynaklanabilir bir şey. Bilmek, ama o bildiğiyle bir şey yapamayacağını da bilmek, dolayısıyla bu yüzden bilmezlikten gelmenin daha iyi olacağını düşünmek. Bahsettiğim o duvarlar aşılmış, aşılmış, o duvarların ne kadar aşılmış olduğunun farkında bile olmamak. Dışarıdakiler dediğim de, eş dost, akraba. O sınır çizme konusunda bir örnek vereceğim. Bir tarîkatın –ama hangisi olduğunu da söylemeyeceğim– bir ritüeli var. O ritüeli yapamayanların hasta olduğuna inandırıyor insanları. Eskiden, İslâm, aile filan derdik ya, bunları bir tarafa bırakın. Bu tarîkat şunları yapıyor: O tarîkata gidiyorsun, o ritüeli yapıyorsun, yapamasan bile yapmışsın gibi yapıyorsun. Sonra kardeşine ya da çocuğuna gidip, “Sen de bunu benimle berâber yap” diyorsun. Yapmayı deniyor, ama olmuyor. “Bu ne saçma şey. Ben bunu yapamıyorum. Bu senin söylediğin gibi bir şey değil” diyor. Sen de cevap olarak, “Sen hastasın. Senin hastalığı bulaşıcı” diyorsun. Dolayısıyla onunla ilişkini kesmen gerekiyor ki sen o hastalığı kapmayasın. Birebir söylem bu. Bunu îmâ etmiyor, aynen bu şekilde söylüyor. Burak’ın söylediği, o sınırın teknolojilerini nasıl geliştirdiği hikâyesinde birleşiyor sınır. Niye gidemiyor ve niye kalamıyor? Çünkü giderse, çerçevenin dışına çıkarsa, diyelim ki hukuk hesap sormadı, burada yaptıklarından suçlanmasa bile, sorgulanacağını biliyor. O yüzden, “Ne yaptıklarını bilmiyorlar. Nasıl yöneteceklerini bilmiyorlar. Bunlar kendilerini bilmez insanlar” lâflarının, mevcut hâli meşrulaştıran bir işlevi olduğunu söylüyorum. Gayet iyi biliyorlar. Hangi sınırları aştıklarının gayet farkındalar. Kime ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar. Bunun sorumluluğunu alarak yapıyorlar. Bu yüzden de çıkamıyorlar. 

Burak’ın “Hızla koşan kalabalık” hikâyesini, ben, “Hızla uçuruma doğru giden bir araba” metaforuyla yapıyordum. AKP hızla giden bir araba. Ya uçuruma doğru uçacak ya da bir anda frene basıp tepetaklak uçacak. İkisinden biri, bir üçüncü ihtimal yok. Hızla gidiyor ve duramaz. İlle de gitmek zorunda ve ille de önünde bir şeyler olmak zorunda ki ezsin. Belki bir şeylere çarparak duracak ya da yavaşlayacak. Ama sonunda uçurum olduğunu bilen bir arabanın hızıyla gidiyor. Çünkü o hızla ancak oraya gidilir. 

Anlattıklarım biraz parça parça oldu, ben arkadaşlar kadar ustaca bağlayamadım. Senin söylediğin, şimdi neleri planlıyorlar? “Kimler gidiyor, kimler kalıyor?” mevzuu çalışmadığım bir ders; ama bir şeyler söyleyebilirim. Dün akşam, Süleyman Soylu’nun istifâ edeceği konusunda birtakım söylentiler vardı. Hiç sanmıyorum. Çünkü Soylu’nun istifâ etmesi, o kadar çok şeyin göstergesi olur ki. Pek taşıyabileceklerini zannetmiyorum. Ama çok enteresan bir şey var: Hem Sezen Aksu meselesinde hem Trabzon’daki çocuk meselesinde, yine sorunun iletişim yönetimi olduğunu düşünüyor AKP’liler. Sorun sanki bir iletişim, halkla ilişkiler sorunuymuş, bunlar hatâ ve kazâ eseri yapılmış, oralarda birtakım değişiklikler bekliyorlarmış gibi geldi bana. Bu sabah Twitter’da da bir iki şey gördüm bununla ilgili. Bu, birbiriyle çelişen iki anlama gelebilir: Biri, seçim habercisi olabilir. Seçimlerden önce, aklı başında idâreler bu tür şeyler yaparlar. Yeni umutlar vermek, taze kan geliyormuş, yeni bir şeyler oluyormuş gibi görüntü vermekten söz ediyorum. Ama bir taraftan da o “müşterici” ağlar içerisinde, içeri yeni birilerini almak, “malı yeterince götürmüş” birilerini kenara çekip, “Sen şimdilik bunlarla oyalan, belki gelecekte sana yine işler düşer” diyebilmek için böyle bir operasyon da olabilir. Fakat yeni geleceklerin kim olduklarına bakmamız lâzım. Çünkü öbür ihtimâli de şu olabilir: Boğaziçi Üniversitesi’nde Melih Bulu ve Naci İnci hikâyesini hatırlayalım. Melih Bulu’ya söylenen: “Sen benim açtığım sınırı benimle aynı gönüllülükte, aynı hızda ve güçle açmıyorsun. Benim söylediğim bu şeyleri hiç sorgulamadan yapacak adamlar arıyorum etrafımda” diyor olabilir. Eğer öyleyse, bu, mevcut koşullarda erken seçim olmayacak anlamına gelebilir. Çünkü bu yaklaşım, “Ülkenin daha götürmediğim, sömürmediğim kaynakları var. Daha ezmediğim başlar var. Onları benim istediğim gibi yapmadığın için,” –Abdülhamit Gül’den Bekir Bozdağ’a geçişte de böyle bir durum var gibi– “en azından mızmızlanmadan yapacak birilerini arıyorum”diyebilir. Bence Abdülhamit Gül’de söylenebilecek olan bu. Gene yaptı, ama yaparken de mızmızlandı.

Bir de, Kemal’in az evvel bahsettiği kliklerle ilgili bir şey söyleyeceğim. Erdoğan’ın en büyük becerilerinden bir tanesi, etrafında kavga çıkartıp –bu, tam Carl Schmitt usûlü; Carl Schmitt’ten haberdar mıdır bilmiyorum– o kavga edenleri uzlaştırarak siyâsetini götürmesi. Kutuplaştırmadan farklı bir şey bu. Çünkü kutuplaştırmada, kavgayı sürekli körüklemiyor. Kendi içindeki “Soylu’cular” “Pelikancılar”kavga edecek. O da arabulucu olacak ki onların her ikisi de, bulundukları bağlama Erdoğan aracılığı ile tutunsunlar. Erdoğan gücünü buradan alıyor. O yüzden o klikler gayet niyetlenilmiş, bizâtihi yaratılmış klikler. Kral tarafından yönetilen feodal beyler gibi, “Sana burayı verdim. Sana da biraz daha az bereketli toprak verdim. Sen daha az kazanacaksın, ama öbürü de daha çok asker verecek. Hadi bakalım bir rekabet edin. Savaşta benim için hanginiz daha istekli savaşacak? Hanginiz daha çok vergi verecek, bir görelim. Hanginiz daha iyi temennâ edecek, bir duyalım” gibi bir şey bu. Dolayısıyla, klikler arasındaki bu “doldur-boşalt” böyle bir şeyse –dediğim gibi, kim gidiyor, kim geliyor, ona bakmak lâzım– orada da bir “yeni faza geçme”, gidenler de dâhil olmak üzere bütün gidenleri ve kalanları “teşvik etmek” için bulduğu bir yöntem olabilir. Ben özellikle tırnak içinde kullanıyorum bunları.Çünkü bütün bu târif ettiğim şeyler sarkazm yapmadan bakılamayacak, midenin kaldıramayacağı sahneler. İktidarla ilgili her şey müstehcendir; ama buradaki bu açıklık, gerçekten müstehcen ötesi bir şey. Bütün iktidarlar müstehcendir; ama kaç yıldır mâruz kaldığımız bu sahne çok acayip. Belki biraz genç insanları almak istiyor olabilir. Çünkü herkes kendi kadrosuyla gelecek. Bu anlama da geliyor olabilir. Dediğim gibi, erken seçim olacağı ya da olmayacağı anlamına da gelebilir. Orada da getireceği insanların kim olduğuna bakacağız. 

Ruşen Çakır: Zaten normal şartlarda, 1,5 sene içerisinde seçim olacak. Ama erken seçim yapsınlar da ben de bu kadar rezil olmayayım. 

Ayşe Çavdar: Ben de çok istiyorum erken seçim yapmalarını. O kadar çok istiyorum ki anlatamam. Her işâreti de ona yoruyorum. Ama sonra başka bir işâret geliyor; “Yok ya, bu değilmiş” diyorum. O yüzden ben de kararsızım.

Ruşen Çakır: Ben daha çok istiyorum. 

Kemal Can: Ben bir şey söyleyeceğim: Ayşe’nin söylediği ihtimaller üzerinden olanlara bakarsak, Bekir Bozdağ bir yenilenme işâreti gibi gelmiyor bana doğrusu. Onun için, şu andaki veriler, senin seçeneklerinden ikinciyi gösteriyor. Yani Bekir Bozdağ geldi diye bir canlanma olmaz herhalde. Tam tersine, Boğaziçi Üniversitesi’nde Naci İnci hâdisesi gibi duruyor. Bir de, seçim konusunda şunu söyleyeyim: Erdoğan’ın yaptıklarından seçim işâreti bulmak çok doğru gelmiyor bana. Çünkü o her dakikasını, aslında bir seçim durumu olarak yaşayan birisi.

Ruşen Çakır: Yapma şunu Kemal. Hakîkaten burada harcandım yani. 

Kemal Can: Tamam, tamam. Senin öyle bir meselen var, evet. 

Ayşe Çavdar: Ama seçim bir gün bile erken yapılsa, “erken seçim” olmuş olacak Ruşen. O yüzden çok da dert etme.

Kemal Can: Kazanacaksın yani. 

Ruşen Çakır: Evet. “Adını Koyalım”a noktayı koyuyoruz. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.