Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Endişesiz muhafazakârlar

Ruşen Çakır, “endişeli muhafazakâr” söyleminin ne derece sahici olduğunu değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su  Balıkçı

Merhaba, iyi günler. Bugün, endîşesiz muhâfazakârlardan söz etmek istiyorum. Daha doğrusu endişeli muhâfazakâr söyleminin ne derece sâhici olduğunu ele almak istiyorum. Daha önce de yapmıştım ama bu konu gündemden kolay kolay inmeyecek, bunda bizim Medyascope olarak da katkımız var. Bu konuda, özellikle muhâbir arkadaşlarımızın endîşeli birtakım muhâfazakârlarla yaptıkları yayınlar bayağı ilgi gördü ve bâzı kesimler tarafından çok da sert tepki aldı. 

Aslında ilginç bir konu, hayâtî bir konu aslında. Bunu tekrar gündeme almamın esas nedeni, cumartesi günü Prof. Mustafa Öztürk ile yaptığımız söyleşi. Çok güzel bir söyleşiydi, çok da ilgi gördü; orada Mustafa Bey dalga geçti bu endîşeli muhâfazakârlar meselesiyle. Ben de gerçek hayatta çok karşılığı olduğu kanısında değilim. Tabii ki var, endîşeli olanlar var, ama bunların baskın olduğu konusunda emin değilim.

Bu, büyük ölçüde bâzı siyâsetçilerin –ki bu siyâsetçilerin kimisi iktidarda kimisi muhâlefette– ellerini güçlendirmek için kullandıkları bir argüman daha çok bana göre. Şimdi, bir örnekle başlamak istiyorum, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin vaktizamanında, AKP döneminde verdiği burslar meselesini son günlerde, CHP’li Veli Ağbaba gündeme getirdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin meclis toplantılarında konuşuldu.

Burada içinde Fatma Betül Sayan Kaya, Ravza Kavakçı Kan, Rabia İlhan Kalender gibi AKP’li kadın milletvekillerinin de olduğu 39 kişiye verilen burslar söz konusu; bunların şubat ayı itibariyle mâliyeti 62 milyon TL imiş. Böyle bir iddia… İddia değil aslında, olay doğru; ama Büyükşehir Belediyesi ve CHP’liler bunu sorguladılar, bir tartışma çıktı, sonradan yazılan tezlerin ne derece sâhici olduğu falan gibi tartışmalar da çıktı. Bu aslında önemli bir tartışma. Buradaki önemli husus ne? Belediye böyle bir şey yapar mı? Niye yapar? Ve yaparken burada liyâkat mı, sadâkat mı, kayırmacılık mı belirleyici oldu? Bu tartışmayı bir şekilde CHP’liler geçmişe yönelik olarak başlattılar. Bu burslar galiba 2008 yılında verilmiş. 39 kişiye yurtdışında yüksek lisans, doktora yapmaları için verilen burslar.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisi’nde Grup Sözcüsü Murat Türkyılmaz’ın konuşmasını izledim yayına girmeden önce tekrar. Kendi sosyal medya hesabında paylaşmış, dolayısıyla hani eğilip bükülmek vs. diye bir şey yok ve uzun bir şey, mecliste yaptığı konuşma, bu konuyla ilgili yaptığı konuşma. Çok düzgün bir Türkçeyle yapılan iknâ edici bir konuşma, birçok argümanı dile getiriyor, rakamları şunları bunları; hattâ “34 kişi dediniz” diyor, “aslında 39 kişi” diyor, şu konularda yaptılar vs. diyor; ama en sonunda şöyle söylüyor: “Bu aslında siyâsî bir şeydir; bu, CHP’nin başörtüsüne karşı hazımsızlığının göstergesidir.” Çünkü üç milletvekili deyince de akla başörtüsü geliyormuş ve bu, CHP’nin başörtülüleri makbul vatandaş görmediğinin kanıtıymış. 

İlk baştaki bütün söylediklerine, yani tartışmayla ilgili doğrudan söylediklerini bence güçlendirsin diye söyledi, ama bence zayıflatan bir şey. Benim aklıma, çok meşhur bir karikatür var biliyorsunuz, değişik versiyonları da yapıldı, Murat Bey kusura bakmasın ama, aklıma o geldi. İşte görüyorsunuz, “Yanındaki kadın kimdi? Millet aç aç!” Değişik versiyonları yapıldı bunun biliyorsunuz. Maalesef karikatürü çizenin kim olduğunu bilmiyorum, ama gerçekten bir klasik. 

Şimdi burada burslardan bahsediliyor, haksız yere verildiği söyleniyor şu oluyor bu oluyor; bir iddia var ortada, belediyenin şimdiki yönetimi, geçmiş yönetimin bu uygulamasını bir şekilde masaya yatırıyorlar ve birileri de bunu savunuyor ve savunurken de olayı başörtüsüne getiriyor. Burada, bir başörtüsü meselesi olduğunu sanmıyorum. CHP zaten bu başörtüsü meselesini çoktan kapattı. Kılıçdaroğlu her vesîleyle bunu söylüyor; en son bizim yaptığımız canlı yayında da söyledi ve geçmişe yönelik olarak özeleştiri yaparak bunu söyledi, bunun da özellikle altını çizdi. 

Ekrem İmamoğlu’nun zâten din konusunda, İslâmiyet konusunda duruşu belli. Kendisi dindar bir kimliği olduğunu gösteriyor, göstermeye çalışıyor, dua ederken fotoğrafları vs., hattâ Yasin okuyor. Bütün bunlarla, şimdi bu tartışma aslında siyâsî bir tartışma, doğru. Ekseni başka bir yer; ekseni liyâkat, sadâkat ve kayırmacılık, ama birden iş başörtüsüne geliyor ve buradan hareketle de şu söylenmeye çalışılıyor tabii: “Bakın CHP iktidâra gelirse, siz başörtülü olduğunuz için –ya da akrabalarınız, aileniz, eşiniz vs.– hak ettiğiniz şeyler size verilmeyecek.” Böyle bir imaj yaratılmaya çalışılıyor. 

Bu ne derece doğru? Hasbelkader İslâmî kesim üzerinde çalışan bir gazeteciyim ve az buçuk bu kesimi bildiğimi düşünüyorum. Tabii ki çok eksiklerim, yanlışlarım vardır; ama bir kere her şeyden önce şunu vurgulamak lâzım: Biz, “endîşeli muhafazakâr” falan derken, Batılı anlamda muhafazakâr demiyoruz. Bizim daha çok kastettiğimiz dindarlar, Sünnî dindarlar tabii ki, bu kesim söz konusu.

Şimdi bir kere, “endîşeli muhafazakâr”, “endîşeli dindar” dediğiniz zaman buradaki temel eksen şu: AKP iktidârı biterse başlarına ne geleceğinden endîşe ediyorlar. Bu bir kere çok büyük bir genelleme; zîra dindarların hepsi AKP’li değil, hiçbir zaman olmadı, bundan sonra olacağı hiç yok. Dindarların hepsi AKP’li değil. Başka partilere de oy verdiler, muhâlefette yer alan birçok partiye oy verdiler; Saadet Partisi var başlı başına muhâlefette yer alan. CHP’nin dinle ilişkisi konusundaki abartıları, şunları bunları bir kenara bırakıyorum, ama İYİ Parti var. Sonradan katılan, AKP’den kopanların kurduğu Gelecek ve DEVA partileri var. Sonuçta bir seçime girildiğinde dindarlar bir tarafta, diyelim ki o kadar dindar olmayanlar, laikler bir tarafta, seçimi olmuyor. Dindarların bir kısmı iktidarda, bir kısmı muhâlefette. Dolayısıyla burada endîşeli birileri varsa, bunlar da esas olarak AKP iktidârına, daha doğrusu Cumhur İttifakı’na oy vermiş olanlar, onu destekleyenler ve en önemlisi şu: Onunla berâber güçlenenler. Güçlenmek şu değil, onunla berâber haksız bir şekilde, hak etmedikleri bir şekilde güçlenenlerin bir endîşesi olabilir ve buradaki eksen kesinlikle ve kesinlikle dindarlık meselesi değil, onu özellikle vurgulamak lâzım.

En son cumartesi akşamı bir araya geldi altı partinin liderleri. Şimdi, Türkiye’de bir dindar düşünün, bu fotoğrafa bakıyor ve “Eyvah, bunlar iktidara gelirse benim başıma neler gelecek?” diyor, sırf dindar olduğu için, meselâ. Fotoğrafta kim var? Meral Akşener var, Kemal Kılıçdaroğlu var, Temel Karamollaoğlu var, Ahmet Davutoğlu var, Ali Babacan var, Gültekin Uysal var. Bu fotoğrafta, bir dindarın korkmasını gerektirecek hiçbir şey yok. Tek başına fotoğrafa baktığınızda hiçbir şey yok; hattâ tam tersine, bence dindarlar, sırf dindar kimlikleriyle o fotoğrafa baktıkları zaman şunu rahatlıkla diyebilirler: “Tamam, biz AK Parti’ye oy verdik, Tayyip Bey’e, Reis’e oy verdik; ama o kaybetse bile gelecek olanlar da bize o kadar yabancı insanlar değil” deyip geçer. 

Dolayısıyla, yani burada bir Ahmet Davutoğlu’nun, bir Ali Babacan’ın, Temel Karamollaoğlu’nun ve bence kesinlikle Kemal Kılıçdaroğlu’nun dindarları bir endîşeye sevk etmesi hiçbir şekilde mümkün değil. Bir diğer husus da şu: Burada esas olarak, bireysel olarak tek tek kişiler, yanlış ve eksik bilgilerle değişik şekillerde vehme kapılabilirler; “İktidar değişirse bize ne olacak, yaşam tarzımıza müdâhale mi edecekler?” diye düşünebilirler; ama en büyük endîşeye sâhip olanlar –ki haklı bir şekilde sâhip olanlar– özelikle Fetullahçılarla Erdoğan’ın kavgasından sonra önleri alabildiğine açılmış olan bazı cemaatler. Bu cemaatler zâten iyi kötü devlet tarafından, iktidar tarafından gözetiliyorlardı; fakat iktidar Fethullahçılarla işbirliği yaptığı dönemde Fethullahçılar her şeyi domine ettiği için, bunlar ikinci sınıf cemaat muamelesi görüyorlardı, hattâ bazen önleri tıkanıyordu; ama sonra önleri alabildiğine açıldı. Şimdi, onların bir şeylerden endîşe ediyor olması çok anlaşılabilir bir şey — ama bu endîşenin temelinde din-iman yok. Bu endîşenin temelinde maddî birtakım imkânlar var; çok açık söylemek gerekirse, devletin kendilerine sunduğu birtakım kadrolar, imtiyazlar, ihîleler, Fethullahçıların eski okullarının kendilerine devredilmesi, binîların devredilmesi var, bütün bunlar var. 

Böyle bir endîşe var, böyle bir endîşe doğru, endîşelensinler zâten; ama bir diğer husus da şu ki, bunların içerisinde deneyimli olanlar zâten şimdiden direksiyonu kırmaya başladılar. Dolayısıyla bu olayın çok da fazla etkili olacağını sanmıyorum. Hele seçim aşamasına gelelim, Erdoğan’ın kaybedeceği eğer net bir şekilde belli olursa, onların da son dakika vuruşları yapması hiç şaşırtıcı olmaz, özellikle bâzıları gözümün önüne geliyor: bâzı gruplar, bâzı cemaatler, onların liderleri vs.. Bunlar da herhalde, büyük bir ihtimalle açık ya da örtülü bir şekilde saflarını değiştirecektir. 

Yeni kuşaklara, genç kuşaklara baktığımız zaman, özellikle dindar âilelerin çocuklarına baktığımız zaman, öteden beri konuşuyoruz, dindar âilelerin çocukları içerisinde tabii ki aynı çizgide çok yoğun bir dindarlık yaşayanlar olduğu gibi çok hatırı sayılı ölçüde dîne mesâfeli, dîne soğuk, ilgisiz, kayıtsız, hattâ karşı, sorgulayan kuşaklar da var. Onların da temel meselelerinin din temelli kaygılar olduğu kanısında değilim.

Şu anda insanların –muhâfazakâr ya da değil–, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kaygıları geçim kaygısı. Tabii böyle kaygısı olmayan bir kesim var; bunlar her zaman böyleydi, sayıları son dönemde artmış olabilir, bunlara son dönemde, birtakım muhâfazakâr kimlikleri öne çıkan kişiler eklenmiş olabilir; ama bu sonuçta çok açık bir şekilde din-iman ilişkisi değil, emek-sermaye ilişkisi, sınıf meselesi. Dolayısıyla şu anda en büyük kaygıyı yaşayanlar alt sınıflar, giderek alt sınıflara doğru kayan orta sınıflar, yok olan, etkileri azalan, imkânları, alım güçleri azalan orta sınıflar, eriyen orta sınıflar ve esas kaygılar, endîşe ekonomik.

İnsanların geçim derdi var, iş bulma derdi var. İşte, bu tartışmayı Türkiye gerçek anlamda yapabildiği zaman aslında bütün bu meselelerin; yani din, başörtüsü, şu bu meselelerinin, yaşam tarzı, dindarların yaşam tarzına iktidar değişirse müdâhale ederler gibi argümanların hiçbir anlamı kalmayacak.

Şimdi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidârıyla berâber Türkiye’de sistemin dışına itilmiş olan dindarların merkeze taşınmış olduğu büyük ölçüde bir gerçek. Ama bu, AKP’yle başlayan bir süreç değil. Önceki yıllardan Milli Selâmet Partisi’yle, hattâ çok daha geriye gidip Demokrat Parti’ye de götürebilirsiniz, ama MSP’nin girdiği koalisyon hükûmetleri, daha sonra Refah Partili belediyeler, ardından Refah-Yol hükumeti… Bütün bunların hepsinin ayrı ayrı rolü olmuştur ve AKP’yle birlikte dindarların sistemin merkezine taşınma serüveni büyük ölçüde halloldu bence.

  Şimdiki mesele, soru şu: Buradan bu insanlar atılacak mı? Sırf muhâfazakâr oldukları için tekrar sistem eski kodlarına dönüp, onları merkezde istemeyip kenara mı savuracak? Böyle bir iddianın kimse tarafından dile getirildiğini sanmıyorum; zâten şu anda Millet İttifakı’nı oluşturan ve Millet İttifakı’na katılması söz konusu olan partilerde böyle bir beyan hiçbir şekilde yok. HDP’nin hiç böyle bir iddiası yok. HDP’nin içerisinden bazıları böyle şeyler söyleyebilir, buna yakın şeyler söyleyebilir –ki onun da iyice azaldığı kanısındayım–, ama HDP’nin, özellikle Kürt hareketinin genel olarak din konusundaki bakışında çok büyük bir dönüşüm var, yıllar öncesine dayanan bir dönüşüm var ve bunun büyük ölçüde tamamlandığını düşünüyorum. 

Dindarların HDP içerisinde, HDP’nin değişik yerlerinde çok rahat yer alabilmeleri, öne çıkabilmeleri de bunu gösteriyor. HDP dışında sol partilerin içerisinde bâzıları hâlâ bu din meselesini bir siyâsî argüman olarak kullanıyor olabilir –ki çok olduğunu görmüyorum, ama var tek tük bir şeylerâ ama onların da pek bir karşılığı yok, toplumda belli bir karşılığı yok.

Dolayısıyla Türkiye’nin gündeminde muhâfazakarların, dindarların diyelim, birtakım kazanımlarını ellerinden almayı kendilerine siyâsî ilke edinmiş kimse yok; fakat böyle bir iddianın olmasını isteyenler var. İlkin, tabii iktidar istiyor; diyor ki: “Bakın, benden uzaklaşırsanız… Tamam ekonomi iyi gitmiyor, şu oluyor bu oluyor; ama benden uzaklaşırsanız, diğerlerini seçerseniz, siz tekrar eski günlerdeki gibi hapsolacaksınız, kamusal alana çıkamayacaksınız” vs. diye gerçek olmayan bir propaganda yapıyor. Bir de muhâlefetin içerisinde gücünü artırabilmek için bunu dillendirebilenler var. Yani şöyle diyorlar: “Böyle bir endîşe var, dindarlar endîşeli”. Kimden endişeli? Kılıçdaroğlu’ndan mı? CHP’den mi? 

Bu da tam söylenmiyor, “ama bu endîşelerini biz gideririz”. Tamam, giderin. Onun için de ona karşılık belli bir güç talebi var, böyle bir olay var. Buradan hareketle üretilen, iki ayrı taraf tarafından üretilen, gerçek olmayan bir olayla karşı karşıyayız. Tekrar söylüyorum: Muhakkak vardır endîşelenen, kaygılanan, Kılıçdaroğlu’nun son dönemdeki çıkışlarını yeterince tatminkâr bulmayan… Hadi diyelim ki tatminkâr bulmadı, ama Kılıçdaroğlu tek başına iktidara gelmeyecek. Yanındakilerin, berâber hareket ettiği diğer partilerin de dindarlara yönelik CHP çizgisinde gideceğine inanan, bunu düşünen az sayıda insan belki vardır; ama bunların çok da siyâseti belirleyebileceğini, Türkiye’nin kaderini belirleyebileceğini sanmıyorum.

Türkiye bu defterleri kapattı. Türkiye’nin bir daha başörtüsü diye bir sorunu olacağını kesinlikle düşünmüyorum. Geçmişte de bu sorun zâten sun’î bir sorundu. İktidar savaşlarını yükselmekte olan İslâmî hareketin önünü kesmek için merkezdeki güçlerin başvurduğu bir silâhtı ve ellerinde patladı, çok kötü ellerinde patladı. Onu o tarihlerde de dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık ve bu yüzden de dışlanmış olanlardan birisiyim. Başörtüsü savunuculuğu… ki başörtülü savunuculuğu başörtülü insanların eğitim hakkını savunmaktır, yoksa isteyen takar isteyen takmaz, bu tamâmen kendi bilecekleri iştir. Kimseye başörtüsünü çıkartması diye bir şey dayatılamaz, bunu en zor zamanlarda da söylemiş birisi olarak şimdi de çok rahat bir şekilde söyleyebilirim.

Şunu özellikle vurgulamak lâzım: AKP iktidârından ve Erdoğan’dan duydukları rahatsızlığın, şikâyetin faturasını dindarların tümüne kesmeye çalışan insanlar var, bu bir gerçek; ama bu kişilerin Türkiye’nin geleceğinde çok etkili olacağını kesinlikle sanmıyorum. Dolayısıyla, dindarların endîşeli olanlarının değil endîşesiz olanlarının Türkiye’nin geleceğinde etkili olacağı kanısındayım. Gerçek endîşelerini; ekonomik, sınıfsal endîşelerini din kisvesi altında örtmeye çalışanları açığa çıkartmak gibi bir sorumluluğumuz var. Bunu yaptığımız takdirde, Türkiye’de siyîseti gerçek anlamda, bütün yönleriyle tartışma imkânımız olacaktır. 

Bugün “Transatlantik” günü. Ukrayna’yı konuşacağız, Erdoğan’ın Birleşik Arap Emirlikleri gezisini ve İsrail Cumhurbaşkanı’nın Türkiye ziyîretini konuşacağız. Akşam da “Adını Koyalım”da bu büyük fotoğrafı konuşacağız. Geçen hafta yaptığımız “Büyük Fotoğrafı Beklerken” yayını bayağı bir ses getirmişti, onun bir tür devâmı olacak, onlara da beklerim ve bitirmeden önce Medyascope’un bağımsız yayıncılığını sürdürmesi için desteklerinize ihtiyâcı olduğunu bir kere daha hatırlatmak istiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.