Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (102): “Geççek” olayı, Erdoğan’ın BAE gezisinin anlamı, İsrail ile yeniden yakınlaşma

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ın bu bölümünde Tarkan’ın “Geççek” şarkısıyla ilgili başlayan tartışmayı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşik Arap Emirlikleri gezisini ve İsrail ile yakınlaşma adımlarını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la, haftanın öne çıkan konularını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Açılışı Tarkan’la, “Geççek” şarkısıyla yapalım. Ben şu âna kadar dört-beş kere izledim. Şarkı sözlerini pek ayırt edemem, okudum da. Neden bu kadar büyük bir olay olduğunu anlamak mümkün hakîkaten. Şarkıyı tabii ki salgınla ilgili yapmış, ama siyâsî göndermesi çok güçlü. O anlamda çok zekice. Müziği de Allah için güzel, klibi de hiç fenâ değil. Bayağı bir sarstı. Şimdi RTÜK’ün bu konuda tâlîmat beklediği söyleniyor, ama RTÜK’ün yasaklamasıyla olacak bir iş değil. Zâten bir günde milyonlarca kez izlenmiş durumda. Bayağı bir aldı götürdü. Sezen Aksu olayından sonra, yine popüler kültürün siyâsetin tam ortasına düşmüş olması… Sezen Aksu olayı Sezen Aksu’ya rağmen olmuştu. Buradaki öyle değil. Ama insanlar Tarkan’a sorsa, “Ben pandemiden bahsettim” deyip işin içinden çıkabilir tabii ki. Dün geceden beri, Tarkan destekçileri, iktidar destekçileri yazıp çiziyorlar. Bir de, senin en sevdiği konuyu konuşanlar var: “Tarkan’ın bu şarkısı, Erdoğan’ın etrafında ‘konsolidasyon’ sağlıyor. Tam Erdoğan gidecekti, Tarkan ona can simidi gibi geldi” diyenler türedi. İnsanlar şöyle diyor: “Ya, biz Reis’i bırakacaktık; ama bu ‘Tarzan zibidisi’ geldi böyle yaptı. Reis’e sâhip çıkmak lâzım, sandıklara sâhip çıkmamız lâzım.” Sen ne diyorsun? Ama konsolidasyonda anlaşıyoruz değil mi? Elde bir var yani.

Kemal Can: Zaten konsolidasyon öyle bir şey ki, her taşın altından çıkabilir. “Taş düşebilir, konsolidasyon çıkabilir.” Her kavşakta birdenbire önümüze atlayabilir. Bir zamanlar enflasyona da “canavar” deniyordu. Can Kozanoğlu’nun “Sansar Kitaplar” serisinde bir Sabancı figürü vardır; olmadık yerlerden çıkan tuhaf bir yaratık. İşte konsolidasyon da öyle bir şey. O konuya sonra döneriz.

Tarkan ve sanatçıların politik pozisyon alması meselesi çok uzun zamandır gündemde. Hatırlarsan, birkaç sene önce, Şanışer’in bir tür öncülük ettiği ve birçok rap’çinin birlikte seslendirdiği “Susamam” parçası vardı. Çok büyük yankı uyandırmıştı. 

Ruşen Çakır: Bâzıları sonra imzâsını çekti, biliyorsun. 

Kemal Can: Evet,korktular. Bir kısmı “Bilmiyorduk” dediler. Ama sonuçta büyük bir izlenme oranıyla girmiş, günlerce gündemde kalmıştı. Senin de işâret ettiğin gibi, Sezen Aksu meselesini daha çok yeni yaşadık. Sezen Aksu’nun beş yıl önce yaptığı şarkı, birtakım trollerin dalanmasıyla yeniden ortaya çıktı. Ama cevâbı, henüz bestelenmemiş bir parça olarak önemliydi. Onun karşısında da, geri adım mı olup olmadığı tartışmalı bir biçimde, Erdoğan, kendi sözlerini düzeltme ihtiyâcı duydu. Şimdi de Tarkan’ın bu çıkışı var. Ne kadar doğru bilmiyorum, ama galiba radyocu “Gezegen Mehmet” Tarkan’la konuşup, “Aslında bu şarkıyı pandemi için yaptım” lâfını almış. Ama sonuçta, şarkı sözlerinden ve klibin bütününden, doğrudan pandemiyi işâret eden bir şey olmadığını ve isteyenin istediği biçimde yorumlamasına gayet müsâit biçimde kurgulandığını anlıyoruz. Erdoğan o câmide o sözleri Sezen Aksu’ya ne kadar söylemediyse, Tarkan da şimdiki sorunlara o kadar söylemiyor. Böyle bir denklik kurabiliriz.

Bu tür çıkışlar olduğunda; kamuoyunun, özellikle mevcut durumdan rahatsız olan insanların, bir hareketlilik sağlayan, bir umudu tekrar tetikleyen şeyler duymaları ve önemli gördükleri popüler figürlerin cesur çıkışlar yapmaları, birdenbire büyük bir heyecan yaratıyor. Ama burada iş hep şuna da dönüyor: Bir ifrat-tefrit meselesi hemen gündeme geliyor. Her şeyi birdenbire değiştirecek bir şeymiş gibi bir misyon hâline getirilebiliyor. Bütün siyâsî aktörler de bunun peşine takılıyor. Sanki her şey böyle çözülecekmiş havası veriliyor. Bir yandan burun kıvırmalar, müzikalitesi açısından tartışma açmalar, aslında ne kadar sağlam bir politik duruş olup olmadığı tartışmaları gibi, bu işin kaçınılmaz olarak saçakları olabiliyor. Ama işin temel bir duygusu var ve bu bütün dünyada da böyle: Popüler figürlerin, hem onu tâkip edenler açısından hem de genel kamuoyu açısından nasıl pozisyon aldıkları, birtakım güncel meseleler hakkında nasıl düşündükleri önemseniyor. Hele ki bunu –beğenilsin, beğenilmesin– sanatsal ürünle ifâde etmeye yöneldiklerinde… Çünkü sanat güçlü bir şey; onun kalitesi ayrı bir tartışma. Ama sanatın kendisinin, özellikle popüler kültür ürünlerinin çok hızlı etki yaratma yeteneği var. Bugün Tarkan’ın ortaya çıkan klibiyle birlikte yaratılan havanın, birikmiş olan hâletirûhiyeyle çok doğru örtüştüğü ve yarattığı etki nedeniyle doğru bir zamanda gündeme geldiği ortada. 

Bu etkinin çeşitli sonuçları oluyor: Birincisi, iktidar cephesinde bir kısım, henüz ihtiyatlı duruyor; senin de söylediğin gibi, “RTÜK ne yapacak, ne edecek?” diye bekliyor. Çünkü yine boşa düşebilirler. Çünkü üstüne alınmanın da bir riski var: İktidar adına birileri bu sözleri üstlerine alındıklarını ifâde ederlerse, bunun başka bir anlamı var. Ya da, çok karşıdan bir taarruza geçerlerse, Sezen Aksu hâdisesindeki gibi sonradan düzeltmeye uğrama ya da duvara toslama riski var. O yüzden şu anda ihtiyatlı bir şekilde davranıyorlar. Ama dün akşam birtakım televizyon kanallarında, iktidara yakın birtakım isimler, “Sözler Pensilvanya’da yazıldı”dan tut, “CHP ısmarladı”ya kadar yayılan envâî çeşit komplo teorileri üretiyorlardı. Çünkü bu tür heyecan dalgaları, iktidârın yavaş yavaş kontrol etmeye çalıştığı bir ruh hâlini, o değişim umudunu ya da iddiasını… Çünkü “Geççek, gitçek” gibi iki temel sözle ifâdesini bulan hareketlenmenin, bir rahatsızlık vereceğini, iktidar etrafında bir tartışmayı hareketlendireceğini ve muhâlif çevrelere bir özgüven ve umut yaratacağını görüyorlar sanıyorum.  Bunu dengelemek için hemen, senin dediğin gibi o konsolidasyon iddiaları ortaya atılıyor. Bunu, iktidar tarafından atanlar da var, bu tür şeyler geliştiğinde, muhâlefet tarafından da buna teşne olanlar var. Eğer çok güçlü bir muhâlefet dalgası oluşursa, bunun iktidar seçmenini kenetleyeceği, güçlendireceği, bunun onların işine yarayacağı, o yüzden son derece ihtiyatlı, hatta hafif pasif bir bekleme tutumunun daha iyi bir taktik olduğu inanışı var muhâlefet çevrelerinde. Dolayısıyla, böyle erkenden büyük heyecanlara kapılmanın tehlikesine işâret eden çok çıkıyor. 

Ama ben bir türlü şu mekanizmayı anlamıyorum: “Bu iktidar gidiyor galiba” endîşesiyle iktidarın etrafında kenetlenecek olanlar, aslında kazanılmış seçmen midir? Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Bunun mekanizması şöyle olabilir mi? Birtakım insanlar bu iktidardan umutlarını kesiyorlar. Artık ondan dönüyorlar, onunla gitmenin kendileri için de iyi olmayacağına kanaat getiriyorlar. Sonra, muhâlefet bir heyecan yaratıyor: Mesela Tarkan çıkıyor, bir şarkı yapıyor. Birdenbire tekrar, “Aman iktidar gidiyormuş” diye paniğe kapılıp iktidârın etrafında buluşuyorlar. Bu, ne siyâsetbilimin ne sosyolojinin ne psikolojinin çok açıklayabileceği bir model değil. Bu iddianın sâhipleri hangi dayanaklara istinâden bunu söylüyorlar bilmiyorum. Ama buna sâhiplerse, bu özel bilgiyi, bu sihirli bilgiyi paylaşsınlar, bu, pek çok açıdan faydalı bir katkı olur. 

Ruşen Çakır: Burada akıl yürütmeyle verilecek çok basit bir cevap var: Madem böyle, o zaman iş “Erdoğan, Tarkan’a bu şarkıyı sipariş etti”ye kadar gidebilir. Sen demin, psikolojiye denk gelmiyor dedin ya, bu tür şeyleri üretenlerin psikolojisiyle alâkalı bir şey bu. Bir yandan da, “tersten çakmak” arayışı var, şıklık oluyor: Herkes “bilmemne” derken, “Öyle diyorsunuz ama, bu aslında bilmem neye yarıyor” deyince, değişik bir şey de yapmış oluyorsun. Bu tür çıkışların öyle bir câzibesi de var. 

Kemal Can: En fazla şu olabilir ki, bence bu zaman zaman yaşanan bir şey. Ama meselâ İstanbul seçimlerinde tersi yaşandı: Daha önce, 2018’de, şu örnek yaşandı: Belki çok motive olmayacak, zâten AKP seçmeni olan ya da bu iktidaârın gitmesini zâten istemeyen, ama “Ben sandığa gitmesem bile yerinde, kaybetme riski yok” diye düşünen bir rehâveti bozuyor olabilir. Karşı tarafta çok güçlü bir dalga oluşuyor hissi, elbette ki zâten iktidar seçmeni olan ve bu iktidârın gitmesini istemeyenleri motive edebilir; daha gayretli biçimde sandığa gitmelerine yol açabilir. Ama bu, iddia edildiği gibi iktidârın kaybettiği oyun geri gelmesi değildir. İktidârın kendi seçmeninin motivasyonunu artıran bir şeydir. Ama bu motivasyonu artan seçmen, zâten aslında orada durmakta olan seçmendir. Sadece “İktidar zâten kazanacak” diye rehâvetle davranan ve belki sandığa gitmeyen seçmendir. 

Bunun bir benzerini, evet, 2018 seçimlerinde gördük. Meydanlarda yaratılan havanın, belki o kadar yüksek bir motivasyonla sandığa yüklenmeyecek olan bir grup iktidarı seçmenini hareketlendirdiğini, bu anlamda bir etkisi olduğunu düşünebiliriz. Ama benzeri bir etkinin, muhâlefetin kazanabileceği fikrini kuvvetli bir biçimde ortaya koyduğu, umut ve canlılığı işâret ettiği durumlarda tersi bir etki yaratabildiğini, muhâlefet tarafındaki konsolidasyonun da son derece önemli olduğunu yerel seçimlerde gördük. Yerel seçimlerde, basbayağı iktidârın büyükşehirleri kaybettiği görüldü. Bunun en simge örneği, İstanbul’da “Çaldılar” deyip olmadık şeylerle seçime gidildi. Bu sefer fark, on katına çıkartılarak, sekiz yüz bin farkla tam tersini yarattı. İktidar seçmeni daha da çözüldü, konsolide olmak yerine, tam tersine iyice sıtkı sıyrılıp bıraktı. Buna karşılık muhâlefet seçmeni de daha çok konsolide oldu. Çünkü orada umut, inat, kararlılık ve orada oluşan canlılık, bir anda ters bir konsolidasyon yarattı. Dolayısıyla bu tezleri ileri sürenlerin, hakîkaten bu örneklere bakarak durumlarını bir gözden geçirmeleri gerekiyor. Tabii ki senin söylediğin örnekleri kastetmiyorum. İktidar cephesinde, “Korkuya gerek yok, bu her durum için bizim işimize yarar” demeleri. Hani zamlar bile onların işine yarıyor ya…

Ruşen Çakır: Yok canım, bence çok büyük bir tedirginlik ve rahatsızlık var. 

Kemal Can: Ama bu mezarlıktan geçerken ıslık çalma hâli gibi: “Bu da aslında bize yarar, o da aslında bize yarar…”

Ruşen Çakır: O video-klipte değişik toplum kesimlerinden çoluk, çocuk, kadın, erkek var. İnsanların moralleri bozuk, canları sıkkın. Ama Tarkan bir devreye giriyor, düğmeye basıyor ve herkes coşuyor, onunla berâber oynamaya başlıyor. Bunun, tıpkı klipteki gibi böyle bir efekt yarattığını düşünüyorum. Gerçekten “Geçecek” diye düşünen birçok kişi var. Ama hâlâ sandık gelmediği için, “Öyle mi olur böyle mi olur, yine oyunlar mı döner?” diye düşünürken, Tarkan’ın bu şarkısı onlara o heyecânı ve coşkuyu verdi. Senin de demin söylediğin gibi, konsolidasyon varsa, öteki tarafta oldu. Oradaki ölü toprağını üzerlerinden kaldırttı. Açıkçası şöyle de bir şey oldu: “Tarkan bile ‘geçecek’ diyor artık kardeşim, daha ne olsun?” noktasına geldi. İktidar yanlılarının da telâşının bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim programdaki gibi, “adını koydu”. Sorsan, “Ben bunu pandemi için diyorum” diyecektir. Zaten bu parçayı yapmadan önce, “Benim salgınla ilgili böyle bir hissiyatım var” demiş. Şimdi yaptı. Neyse, galiba hem salgın hem de iktidar birlikte geçecek gibi gözüküyor. Bu konuda söyleyeceğin başka şeyler varsa söyle. 

Kemal Can: Eğer pandemi için yaptıysa, bu teoriye göre, salgını yeniden tetiklemesi gerekir. 

Ruşen Çakır: Pandemiyi konsolide etti diyorsun. 

Kemal Can: Tam gerilerken, pandemiyi konsolide edebilir. İktidar cephesinde bunun neden kullanıldığını biliyoruz. Muhâlefet cephesindeki her türlü hareketliliği tersine çevirme çabasını anlıyoruz. Ama muhâlefet cephesinde de sürekli “Aman ha, aman fazla hareketlenmeyelim, fazla ses yapmayalım, fazla ses çıkartmayalım, fazla coşku yaratmayalım” hâlinin fazla olmaya başladığını görüyoruz. Bir, bunun etkisinde kalan takipçileri var. Bir de sâhiden bunun etkisinde kalanlar, “Acaba gerçekten öyle mi?” diyenler var. Halbuki muhâlefet cephesinin artık biraz daha neşeye ihtiyâcı var. Umudu “Güzel günler gelecek” sertliğinde bir marş ritminden çok, neşeli, bir eğlencenin parçası hâline getirmeye, böyle bir canlılığa ihtiyaçları var. Bir hafta boyunca bunu “Adını Koyalım”da da konuştuk. Masanın soğukluğunu bir neşeye çevirecek olanlar da siyâsî aktörler değil, daha popüler aktörler oluyorlar. Bütün dünyada da öyle, burada da öyle. Tabii bunun Tarkan tarafından, yani şimdiye kadar çok politik pozisyonuyla neredeyse hiç bilmediğimiz ya da o tarafını bize hiç söylemeyen biri tarafından yapılması daha ilginç oldu.

Ruşen Çakır: Geçenlerde hayatını kaybeden gençle ilgili bir paylaşım yapmıştı biliyorsun. Orada da bir duruşu vardı. Şimdi, Erdoğan’ın Birleşik Arap Emirlikleri gezisi ve İsrail Cumhurbaşkanı’nın gelecek olmasını konuşalım. Bunu daha önce defalarca konuştuk ,ama yine üzerinden hızlıca geçelim. Bir de şöyle bir husus var ki Çarşamba günü “Transatlantik”te söyledim, izlediysen görmüşsündür: Bir uçak dolusu gazeteci var. Erdoğan’la soru-cevap yapıyorlar. Bir Allah’ın kulu, Erdoğan’a, kibarca da olsa, “Birleşik Arap Emirlikleri 15 Temmuz darbe girişiminin finansörü olarak suçlanmıştı. O konu hiç gündeme geldi mi?” diye bir şey sormuyor. 

İkincisi, Sedat Peker hâlâ Birleşik Arap Emirlikleri’nde, öyle değil mi? Sessiz kaldı, ama o videolarıyla Türkiye’ye acayip damga bastı. Şimdi, ne Sedat Peker’in adı var ne 15 Temmuz’un adı. Muhtemelen Erdoğan’ın kendisiyle değil de ekibinden insanlarla yemek yerken, şurada burada aralarında sohbetlerde geçmiştir. Ama nasıl oluyor da oluyor? Erdoğan’dan ya da AKP yetkililerinden “Biz yanlış söylemişiz, bunların 15 Temmuz’la bir alâkası yokmuş” gibi bir açıklama duymadık. Ya da Birleşik Arap Emirlikleri’nden “Biz bir yanlış yaptık, 15 Temmuz’a bulaşmıştık, ama yanlışımızı gördük” cümlesini de duymadık. Olduğu gibi üzeri örtüldü. Bir yığın şey imzalandı, ama bunların hiçbiri anlaşma değilmiş. Aydın Selcen onu özellikle vurguladı: Niyet mektubu falanmış. Belli ki Birleşik Arap Emirlikleri, belki Suudi Arabistan, belki de Katar, “Türkiye ekonomik anlamda zor durumda, buradan ucuza ne kapatırsak kârdır” yaklaşımını benimsiyorlar herhalde.

Bir diğer husus da İsrail. En son, İbrahim Kalın, Dışişleri Bakan Yardımcısı ile iki günlük İsrail ve Filistin ziyâreti için gitti. Orada da epeyce temaslar yapıldı. Mart ayında da İsrail Cumhurbaşkanı Herzog Türkiye’ye geliyor. Sanki İsrail bütün bu iç politikadaki konsolidasyonu sağlayan ülke değilmiş gibi, “one minute”olayları yaşanmamış gibi, hiçbir şey olmamış gibi, Türkiye İsrail’le tekrar buluşacak. Sonuç olarak, Türkiye’nin İsrail’le, Birleşik Arap Emirlikleri’yle ya da Suudi Arabistan’la ve hatta Mısır’la iyi ilişki içerisinde olmasında sorun yok. Tam tersine, düne kadar yaşananlarda bir sorun vardı. Şimdi “hatâdan dönülüyor” diyelim. Ama hatâdan dönülürken ortada bir hatâdan da bahsedilmiyor. Bu artık can sıkıcı bir hal almaya başladı.

Kemal Can: Evet, seninle, galiba iki hafta önce “Haftaya Bakış”ta konuşmuştuk bunu. Siyâsî bedelsizlik ya da cezâsızlık meselesi, Erdoğan’ın iç politikada da, dış politikada da en kolay kullandığı şey. Hani “Gazeteciler Erdoğan’a bu soruyu sormuyorlar” diyorsun ya. Aslında, onu destekleyen koca bir seçmen bloku var. Hâlâ “koca” diyebiliyoruz, anketlerde yüzde 30’lar civarında görülüyorlar. MHP’yi de saydığın zaman, Türkiye seçmeninin üçte birinin altında olmayan bir seçmen blokundan bahsediyoruz. Ve çoğu zaman, senin söylediğin temalarla mobilize edilmiş, kışkırtılmış bir seçmen bu. İlginç biçimde bunu gazeteciler sormadığı gibi, o insanlar da ne birbirlerine ne başkalarına soruyor. Bir AKP’li, ilçe Merkezi’nde otururken, çay içerken, gidip İlçe Başkanı’na, “Başkan, ben iki ay önce kahvede CHP’lilere ‘Siz darbecilerle yan yanasınız, Birleşik Arap Emirlikleri ve İngiltere böyle böyle yaptılar’ diye anlatıyordum. Şimdi Ekonomi Bakanı İngiltere’ye gitti, Cumhurbaşkanı da Birleşik Arap Emirlikleri’ne gitti. Ben şimdi gidip onlara ne diyeceğim?” diye sormuyor. Bunu diyen de yok. 

Ülke dış politikası, bu tuhaf manevralardan hasar görüyor. Görüyor mu onu da bilmiyorum; ama en azından inandırıcılığı anlamında bir hasar gördüğü açık. Çünkü Erdoğan’ın dış politikadaki celâllî politikası, bir tür “yalancı çoban” hikâyesine dönmüş durumda. Sürekli, büyük bir maraz üretecekmiş havası yaratıp bir gürültü çıkartıyor, sonra dönüyor. Doğu Akdeniz’de de böyle oldu, Amerika’yla ilişkilerde de böyle oldu, Rusya’yla ilişkilerde de böyle oldu. Şimdi Körfez’de ve birtakım Arap ülkeleriyle ve İsrail’le de böyle oldu. Ama tuhaf biçimde, öyle yaptığında da, böyle yaptığında da bunun bir siyâsî bedeli yok. Burada muhâlefete yine şöyle bir şey söylenebilir: Çünkü bu tür manevralar yapıldığında, “Öyle diyordun, şimdi de böyle diyorsun” deyip, sâdece çelişkiyi işâret ediyorlar. Ama dediğim gibi, bunun bir önemi yok. Bunun seçmen bazında da bir önemi yok. Kimse “Erdoğan manevra yaptı, öyle dediğine artık böyle diyor” diye onunla ilgili kanaatini değiştirmiyor. Asıl önemlisi, yaptığı şeyleri yanlış olarak yaptığı anda ona karşı çıkmak. Onun çelişkilerini göstermenin bir önemi yok. Çünkü çelişkiler, “Şu anda yaptığı mı yanlış, daha önce mi yaptığı yanlış?” sorusuna cevap vermiyor. İç politika meselelerinde de, dış politika meselelerinde de böyle. 

Mesela fâiz kararında da, “Nas dedin, şimdi indirmedin. Demek ki mesele Nas değilmiş” deyince bir şey olmuyor. Fâiz kararının verilme sürecinin politik olarak tartışmaya açılması gerekiyor. Onun çelişkisinin bir anlamı yok, yaptığı yanlışın bir anlamı var. Çünkü insanların ve ülkenin ödediği bedel, onun yaptığı manevralar ve çelişkilerden oluşmuyor; onun yaptığı yanlışlardan oluşuyor. Ekonomik kriz de bundan oluşuyor. Tutarsızlıktan değil, sürekli birbirini tâkip eden yanlışlar serisinde ısrarcı olunan tutarlılıktan çıkıyor. AKP’den çözülen seçmenin önemli bir kısmı, bence bu çelişkili tutumlardan dolayı değil, bu sistematik hasardan kendisini ayırmak için ayrılıyor. Dolayısıyla böyle konjonktürel bir tartışma zemininin çok fazla bir politik getirisi olduğunu düşünmüyorum. İktidar, daha yapısal bir sorunla karşı karşıya ve onun hem çözülmesi hem siyâsî ömrünü bitirecek olan şey, bu yapısal sorun. Senin söylediğin türden şeyleri tartışmaya açmak önemli. Ama bence, bundan sonra da atacağı her adımla ilgili, yani şu anda “Niye öyle döndün de böyle yaptın?” değil, bu anlaşma olmayan mutâbakatların Türkiye’ye neler getirdiğini tartışmak önemli. Mesela şimdi Kanal İstanbul dolayısıyla büyük rant satış işlemlerinin devrede olduğunu, birtakım şirket satışlarının söz konusu olabileceğini, yabancı sermaye girişini sağlamak için yine olağan dışı bazı yöntemler uygulandığını ya da bunun zemininin hazırlandığını görüyoruz. Dolayısıyla sâdece çelişkiden ibâret bir muhâlefet tarzından çok, yapılmakta olanın sorun edilmeye başladığı bir aşamaya geçilmesi ve bunun, zaman zaman Kılıçdaroğlu’nun Kanal İstanbul meselesinde yaptığı gibi, hesâbının sorulacağının ifâde edilmesi bence çok önemli. Çünkü diğer kısmın hiçbir siyâsî bedeli yok. Öyle yapıyor, sonra dönüyor böyle yapıyor. 

Ruşen Çakır: Buradanekonomiye geçebiliriz. Ekonomide sürekli birtakım yeni yeni programlar söyleniyor. En son geldiğimiz nokta, yastık-altı altınlarının finansal sisteme kazandırılması meselesi. Bir de, temel gıda maddelerindeki enflasyon oranının düşürülmesi olayı. Erdoğan onu o kadar büyük bir hamle gibi göstermeye çalıştı ki, şimdi zincir marketler bir tür günah keçisi oldu. KDV’ler yüzde 8’den yüzde 1’e indi, ama “bunlar numara çekiyorlar” dendi. Sanki onu indirse de indirmese de başka bir şey olacakmış gibi, iktidar yanlısı kanallarda sürekli öyle şeyler söyleniyormuş. Bir ara “zincir marketler güvenlik sorunu hâline geldi” gibi çıkışlar oldu, biliyorsun. 

Ama benim en çok dikkatimi çeken husus, geçen gün Erdoğan’ın Kabine sonrasında açık açık, “Hep berâber nimetlerden faydalanıyoruz, şimdi de külfetlerine ortak olmamız lâzım” diyerek, yapmadığı bir şeyi artık yapmak zorunda kalması. Yani, sorunun büyüklüğünü kabul ediyor. “Sorun büyük. Külfet var. Tamam, bunu aşacağız. Ama hep birlikte aşacağız. Sâdece devlet fedakârlık ederek olmaz” diyor. Sanki devlet ayrı bir şahısmış da, onun parası varmış, oradan para veriyormuş gibi. Devlet zâten vatandaştan aldığını veriyor. “Siz de külfete ortak olacaksınız, fedakârlık yapacaksınız” diye, aslında önümüzdeki günlerin de çok çetin olacağını şimdiden söylüyor. Bunu daha önceki programlarda çok konuştuk biliyorsun, Erdoğan’ın en büyük özelliği sorunları yok saymak. Eğer sorunları kabul etmek zorunda kalırsa da, burada sorumluluk almamak. “Dış güçler, iç güçler” deyip, kimi durumda da sorumluluğu bir iki bürokratın, bakanın üzerine atıp çekilmek. “Ben yaptım, kusura bakmayın” demiyor belki ama, “Ben yapmadım” diyebilme aşamasını da geçmiş; öyle görüyorum. Çok kritik. En son, Bakan Nebati, Londra’da bankacı ve yatırımcıların üst düzey yöneticileriyle görüştükten sonra Türkiye’ye döndüğünde de basına açıklamalar yaptı. Onlardan da pek bir şey çıkacakmış gibi gözükmüyor. Zincir marketler malları bedava verse, sanki enflasyon yenilecek mi? Erdoğan, çok ciddî bir sorunu elinde tutuyor ve gördüğüm kadarıyla gerçekten ne yapacağını bilmiyor. Bunu üzerine atacak kimse de kalmadı gibi görüyorum. Sen ne dersin?

Kemal Can: Doğru söylüyorsun. Zâten zincir marketler meselesinde de bir acayiplik var. Zincir marketleri “öteki”olarak târif edemiyor. Aslında yakın zamana kadar, zincir marketlerin çoğunun, iktidârı fiilen destekleyen çevrelerin elinde olması zâten önemli bir sorun. O elitist, eski İstanbul sermayesinin karşıya konduğu ve onların halkın kanını emdiği bir tabloyu ortaya koyamıyor. Zincir marketlere savaş açarken, sâdece vatandaşla onları karşı karşıya bırakıp, kendisi onların karşısına geçmekte biraz zorlanıyor. 

Senin dediğin gibi, Erdoğan, ekonomik krizle ilgili uzunca bir süre “yok sayma”stratejisini yürüttü. Daha sonra 128 milyar ve peşinden gelen Berat Albayrak’ın “fedasıyla” bir türbülans yaratarak bunun önünü alabileceğini, en azından kontrollü inisiyatif aldığı takdirde, hem sorunun kendisine yapışmasını engelleyeceğini, hem de bir zaman kazanabileceğini düşündü. Ama ekonomik krizin hızı ve bu stratejinin zayıflığı yüzünden, bu işlemedi. Orada çok ciddî bir türbülansa girdiler. Ekonomi zâten büyük bir krize girmişti, siyâseten de girdiler. Orada, ekonomik krizi kutuplaştırmanın bir parçasına dönüştürüp, ‘Nas’ deyip bunu bir ideolojik mesele hâline çevirerek, tabanının bu konudaki direncini yükseltebileceğini düşündü. Hatırlarsan, Bahçeli’nin yaptığı bir konuşma vardı: “Para yoksa sonra olur, o yoksa sonra bulunur. Önemli olan memleketin bekası. Kaybedilirse hiçbir şey geri gelmez. Dolayısıyla bunları şu anda sîneye çekmemiz lâzım” üzerine kurulu bir savunma geliştirmeye çalıştı. Ama onun da çok güçlü bir karşılık üretemediğini gördük. Belki, çok hızlı gelişen çöküş sürecini bir miktar yavaşlattı, belki o konuda kontrolü kısmen eline aldığı söylenebilir. Ama bunun çok güvenilir bir şey olmadığı açık. Siyâsî zeminine çok güvenemediği için, daha radikal, “acı reçeteler” uygulamaktan uzak durmaya çalışıyor. Bunları başkalarına atarak, marketlere atarak, elektrik zammını dağıtım şirketlerinin üzerine bırakarak yürütmeye çalışıyor. 

Ama özellikle enflasyondaki çok ciddi tırmanmayla, insanların, artık bunu tamâmen söylem düzeyinde kurulan bir ideolojik karşıtlıkla sindirmeleri kolay değil. Çünkü bunun karşılığını hayatlarında çok ağır biçimde yaşıyorlar. Muhâlefetin, özellikle CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun faturalar ve zamlar konusunda aktif bir siyâset yürütmesi, bir başka açıdan da Erdoğan’ın elini kilitliyor; bazı hamleleri yapmakta zorlanıyor. Mesela Kılıçdaroğlu’nun “Bu zammı geriye al, o zamana kadar faturamı ödemiyorum” demiş olması, belki geçici olarak o zamları geri alarak yaratabileceği rahatlamayı yapmasının da önünü kesmiş oldu. Böylece bir tür kilitlenme de yaratmış durumda. Erdoğan’ın çok temel, klâsik bir yaklaşımı var ya: “Doğru da olduğunu bilsem, muhâlefetin dediğini yapmam” prensibiyle aykırı bir durum oluşuyor. Ekonomideki pek çok meselede biraz zaman geçince onu yapıyor, ya da başka bir yan yol bulup yapıyor. Ama “Onlar dedi diye yapmayacağım” direnci, siyâseten elini bağlıyor. Bu konuda özellikle Kılıçdaroğlu’nun çıkışlarının önemli etkisi olduğunu düşünüyorum.

Bütün bunların toplamında, senin de dediğin gibi, şu anda bu işi yönetmekte zorlandıkları çok açık. Bir yönetme modelinin olmadığı da çok açık. Bunu siyâsî alana taşıyarak, yani ekonomideki krizi, siyâsî bir okumaya çevirerek karşılama meselesi de sınırlı bir etki yaratmış gibi görünüyor. İkinci başlıkta konuştuğumuz Körfez ülkeleri, İsrail hamlesi ve İngiltere gezisiyle, bir kaynak yaratıp, en azından belki dış konjonktürdeki bazı avantajları kullanarak kendisine yeni bir kredi yaratabilmesi veya kaynak aktarabilmesiyle rahatlama olmadıkça da çözebileceği bir sorun gibi durmuyor.

Ruşen Çakır: Tabii bir de Ukrayna’da yaşanan krizin savaşa dönüşme ihtimâli var ki, oradan her gün değişik değişik haberler geliyor. ABD, en son da Biden, sürekli olarak Putin’in bahâne aradığını ve kararlılığından vazgeçmediğini iddia ediyor. Bir teyakkuz hâli var. Tüm dünyanın işi çok zor, ama Türkiye’nin işi birçok açıdan çok zor. Çünkü Türkiye ikisinin de arasında kalmış bir halde olacak. NATO’nun üyesi olarak, aynı zamanda Rusya’yla ve Ukrayna’yla ilişkileri olan bir ülke olarak, hem stratejik hem ekonomik açıdan çok ciddî birtakım sorunlar yaşayacak. Ekonominin bu kırılganlığında bir de orada sıcak çatışma olayı yaşanırsa tam bir felâket olacak. Bu sadece iktidârın değil, ülkenin de felâketi. 

Kemal Can: Evet, ama şunu da unutma: Erdoğan, kısa vâdeli politik vizyonu yüzünden, bu tür krizleri daha çok fırsat olarak görüyor. Suriye meselesi de, hem dünya için hem Türkiye için orta ve uzun vadede bir kâbus senaryosuydu. Ama o, kısa vâdede burada bir fırsat olduğunu düşündü ve o hamleye çok sert bir biçimde girdi. Aynı şekilde, pandemi meselesini de hatırla: “Pandemi bizim önümüze fırsatlar getirecek” dedi. Pandeminin daha ilk aylarında, bordan yapılmış dezenfektana büyük heyecanlar duydu. “Dünyanın tedârik zincirleri bozulacak, herkes buraya gelip yatırım yapacak” dedi. Şimdi yine Ukrayna krizinden, orta ve uzun vâdede, dünya için de, Türkiye için de hasarlı sonuçlar çıkacak olmasına rağmen, buradan çok kısa vâdeli fırsatlar görüyor olabilir. Bunun en tipik örneği Suriye. 

Ruşen Çakır: Ama Suriye’de şöyle bir şey vardı. Bence bu konuyla pek aynı değil: Suriye, gitti gidiyor gibiydi. Koca Mısır gitti, Libya gitti, Suriye’nin nüfusunun çoğunluğu zâten Sünni deyip, “Suriye dokunsan düşecek, yüklensen düşecek” gibi bir havaya girdiler. Orada çok büyük bir hesap hatâsı yaptılar. Tamam, her şeyden fırsat bulacak, ama Ukrayna’da neyin fırsatını bulacak? 

Kemal Can: Batı’yla ilişkisini düzeltip, biraz önce söylediğimiz kendisine kredi açılmasıve birtakım kaynak aktarımları için buradan bir fırsat çıkabileceği vehmine kapılıyor olabilir. Buna şaşırmam. 

Ruşen Çakır: Ama buradan pek bir şey çıkacak gibi değil. Kemal, noktayı koyalım ve yarınki buluşmamızı duyuralım: Yarın “Adını Koyalım” ekibi olarak, YouTube’dan izleyicilerin sorularını cevaplandıracağız. Kemal Can stüdyomuza gelecek. Burak Bilgehan Özpek Ankara’da, Ayşe Çavdar Berlin’de olacak. Yarın saat 13.00’te uzun bir yayın yapacağız. İzleyicilerimiz herkese tek tek soru sorabilecekler. Aynı zamanda programın bütününe yönelik sorular da sorabilirler. Şimdiden bu yayını duyurmuş olalım. İzleyicilerimize teşekkür ediyoruz, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.