Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Ukrayna savaşın eşiğinde mi? Erdoğan’ın BAE ziyareti & İsrail ile normalleşme

Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar, Transatlantik’te bu hafta başta Ukrayna’da yaşanan son gelişmeleri, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iki gün süren Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ziyaretini ve İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un 9-10 Mart’taki Ankara ziyaretini değerlendirdi. Bu bölümde, “Ukrayna savaşın eşiğinde mi?”, “Ankara’nın uzun yıllar boyunca 15 Temmuz darbe girişiminin finansörü olmakla suçladığı BAE ile ilişkiler rayına girer mi?”, “İsrail ile ilişkilerin normalleşmesinin altında enerji krizi mi var?” gibi sorulara yanıt arandı.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Yine her hafta olduğu gibi Ömer Taşpınar ve Gönül Tol Washington’da, dünyayı konuşacağız. En sona en önemli konuyu saklıyoruz: Ukrayna krizini. Önce bir şeyle başlayalım Ömer, sen Körfez’i iyi bilirsin, Cumhurbaşkanı Erdoğan gitti, döndü, uçakta sorulara cevap verdi, Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki gördükleri ilgiyi falan söyledi; ama orada bulunan gazeteciler, “Ya, efendim, bu arkadaşlar 15 Temmuz’u yapmamış mıydı?” diye sormadılar. Ya da Sedat Peker hâlâ orada biliyorsun, sesi kesildi ama, bunlar sorulmadan, sütten çıkmış ak ilişki oldu Birleşik Arap Emirlikleri meselesi. Bu defter kapandı sonuçta, öyle mi, ne dersin? 

Ömer Taşpınar: Özgür medya böyle bir şey, bu sorulara pek yer yok. O soruları soracak birisi de o uçağa giremez herhalde. Halbuki çok önemli sorular bunlar, yani biz bir tutarlılık bekliyoruz değil mi? Veya Türkiye’den bir tutarlılık bekliyoruz. Hadi Birleşik Arap Emirlikleri’nden böyle bir tutarlık beklemek anlamlı değil. Birleşik Arap Emirlikleri 1979 yılında kurulmuş bir ülke. Dolayısıyla çok çabuk pozisyon değiştirebilen bir ülke. Yani ben son 7-8 yıldır her yıl gidiyorum Birleşik Arap Emirlikleri’ne, konferanslara ve çok ciddî bir Türkiye aleyhtarlığını hep gördüm; özellikle Müslüman Kardeşler’e Türkiye’nin verdiği destek nedeniyle, hem elitlerde hem de yönetimde, genelde akademide, fakat bu çok çabuk değişti, yani Birleşik Arap Emirlikleri’nde değişti. Türkiye’nin bu kadar çabuk değişmesinin sebebi, geçen sefer konuştuğumuz ekonomik durum bence. Birazcık da Erdoğan’ın içerideki sorunlar nedeniyle dış politikayı bir bakıma daha yumuşatmaya çalışması. Özellikle Batı ile denedi bunu, Batı ile bir şey bulamadı; şu anda daha çok Ortadoğu ile deniyor bunu, İsrail’le, Birleşik Arap Emirlikleri ile, Suudi Arabistan’la; özellikle tabii para gelebilecek yerlerle bunları yapıyor. Gezinin bir özetini yapmak gerekirse: ticaret, ticaret, ticaret, finans, finans, finans demek lâzım. Yani fazla ticaret yok aslında; ama daha çok finans boyutu var. Bu Birleşik Arap Emirlikleri, özellikle Suudi Arabistan’la olan ilişkilerinde finansal sorunlar yaşıyor. Özellikle Dubai bir finans ve turizm merkezi. Birleşik Arap Emirlikleri Ortadoğu’da bir nevi bir hub, yani ağın başında. Suudi Arabistan da bu tür bir ekonomi kurmak istiyor, yani petrole daha az bağımlı bir ekonomi kurmak istiyor. Bu işi yirmi yıldan beri yapan Birleşik Arap Emirlikleri, finans, bankacılık, turizm nedeniyle. Şimdi dünyaya daha fazla yatırımlar yapmak istiyorlar; çünkü Suudi Arabistan pastanın daha büyük bir kısmını çekmeye çalışıyor. Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerle, Japonya’yla, Hindistan’la, Pakistan’la, bir sürü ülkeyle serbest ticaret anlaşmaları imzalıyor Birleşik Arap Emirlikleri. Bir şekilde oralardaki finans ve ticaret olanaklarına bakıyor, Türkiye’yi de bu kapsamda düşünüyor. Türkiye de şu anda yabancı sermayeye, girebilecek yatırımlara çok muhtaç olduğu bir dönemde ve tabii ki senin sorduğun konular, 15 Temmuz veya dış politikada Müslüman Kardeşler gibi konular bütünüyle ikinci perdeye itildi, Birleşik Arap Emirlikleri çok kolay oynayan bir yer, ama Erdoğan’ın da ne kadar Makyavelist, kibar olmak gerekirse ne kadar pragmatik, ama gerçekte oportünist olduğunu da gördük.  

Ruşen Çakır: Gönül, sen ne dersin, ekleyeceğin bir şey var mı bu konuda? 

Gönül Tol: Ömer’in söylediği gibi iki tarafın da kendince sebepleri var Ruşen. Genel olarak bölgedeki siyâsetlerine baktığınızda, iki tarafın da bölge siyâsetlerinde dönüşümler oldu ve o açıdan baktığımızda da, neden olduğunu daha önce de tartıştık, bir sonraki soru: Bundan sonra ne olacak? Çünkü meselâ şu da söyleniyor: “Tamam, hani böyle bir niyet bildirimi var, 12 tane anlaşma imzalandı, yatırım sözü verildi, on milyar dolarlık sözler verdi vs., ama bunlar sözlerin ötesine gidecek şeyler olmayabilir, bunlar sadece söylem olabilir” deniyor. “Nihâyetinde mesele çıkarlara geldiğinde o zaman ayrışan çıkarlar var ve bu iki ülke bir noktada çatışacaktır söylemi var” meselâ, onu düşünmek lâzım: Ne olacak bundan sonra? Bence dediğim gibi bu açılımı, yani Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye açılımını her iki ülkenin de bölge siyâsetinde diplomasiye ağırlık verme yönelimi olarak gördüğünüzde, aslında diğer alanlarda da çatışma ihtimâlinin eskisine oranla daha düşük olduğunu görüyorsunuz. Meselâ en çatıştıkları alanlardan bir tanesi Libya’ydı. Şimdi Libya’daki konjonktüre baktığınızda, aslında Türkiye’nin Birleşik Arap Emirlikleri’nin bulunduğu noktaya yaklaştığını görüyoruz. Mesela Libya’da geçici Başkan Dibeybe yerine, şimdi yeni bir, Türkiye’ye çok yakın olmakla biliniyordu, şimdi Başağa geçici başbakan olacak. Ve son aylardaki dinamiklere baktığımızda Türkiye ve bu aktörler de hem Doğu Libya ile hem de Türkiye’nin desteklediği Batı Libya ile, ülkenin batısındaki gruplarla yakın ilişkileri olan figürler ve Türkiye’nin de Libya konusunda doğudaki Bengazi ile, doğuda bugüne kadar savaştığı güçlerle bir noktada bir orta yolda buluşma zorunluluğunun olduğunu görüyoruz Libya’daki dinamiklere baktığımızda. Dolayısıyla Birleşik Arap Emirlikleri’nin bulunduğu noktaya biraz yaklaşmış gibi. Başka yerler var iki ülkenin çıkarlarının çatıştığı; meselâ Afrika Boynuzu, orası önemli bir yer. Türkiye’de çok konuşulmuyor bu; ama uzun zaman, Türkiye ve Katar bir yanda, diğer tarafta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri burada bir güç mücâdelesi içerisine girmişlerdi, kendi ilgi alanlarını genişletme üzerine. İşte burada Eritre gibi, Cibuti, Somali, Sudan, Kenya gibi ülkeler var ve burada çok ciddi bir yarış vardı bu ülkeler arasında. Yine son yıllara baktığımızda –bunun çeşitli sebepleri var, Covid’le kötüleşen ekonomik durumu da bunun içine koyduğumuzda ve yerel sebepleri de var bunun– tarafların Türkiye de dâhil bu bölgedeki, Afrika Boynuzu’ndaki o agresif politikalarından geri adım attıklarını görüyoruz. Dolayısıyla o çatışma alanlarında da aslında kendi aralarında bir açılım yaptıkları gibi, o çatışma alanlarında da aslında o agresif tonlarında, askerî güce vurgu yapan siyâsetlerinde değişikliğe gittiklerini görüyoruz. Bu nedenle de tabii ki çıkarlar çatışmaya devam edecek, fakat eskisine oranla daha sürdürülebilir bir ilişkiye dönüşebilir bu iki ülke arasında. Altı çizilmesi gereken en önemli nokta bence İran konusu. Yani Birleşik Arap Emirlikleri’nin İran’a dâir çok artmış bir tehdit algısı var; çünkü biliyorsun meselâ Ocak ayında iki tane dron saldırısı oldu Abu Dabi’ye, Husiler tarafından, Yemen’de İran’ın desteklediği güçler tarafından ve İran’a dâir kaygı çok artmış durumda. Bunun üzerine şunu da ekleyin: Amerika bölgeden çıkıyor, İran’la masaya oturuyor. Bütün bu endîşeler de Türkiye ile açılımın bir ayağını oluşturuyor ve Türkiye ile konuşulan konulardan bir tânesi, belki de en önemli başlıklardan bir tânesi, ticâretten sonra İran meselesi, İran konusunda ne yapabiliriz? Burada da aslında bir değişiklik var; yani meselâ Türkiye’nin bir süredir İran’la… yani Suriye’de ortaklaşıyorlar, birlikte çalıştıkları alanlar var, fakat onun dışında bir süredir Türkiye’nin İran’a enerji bağımlılığını azaltma girişimini görüyorsunuz. Dolayısıyla daha büyük resimde bir ortaklaşma çabası var. Tabii bunun ne kadar başarılı olup olmayacağını göreceğiz; fakat şimdi bu perspektiften baktığımızda, pek çok çatışma noktasında sanki ileri adım atılmış görüntüsü veriliyor bence. 

Ruşen Çakır: Gönül, seninle devam edelim; çünkü İran dedin, işin içerisine bir de İsrail giriyor, Birleşik Arap Emirlikleri ile İsrail’in ilişkilerinin çok gelişmiş olduğunu biliyoruz ve Türkiye de İsrail’le tekrar yakınlaşma içerisinde; Cumhurbaşkanı Herzog’un geliş tarihi de açıklandı, Mart ayının başında gelecek Herzog. Murat Yetkin’in yazdığına göre, Erdoğan Birleşik Arap Emirlikleri’ndeyken bu ziyaretle ilgili olarak İsrail heyetiyle görüştüğünü söyledi, bayağı bir çalışma olduğunu biliyoruz, İbrahim Kalın önemli bir rol oynuyor vs.. Bu olayın da tabii ki Türkiye-İsrail ilişkisinin kaçınılmaz bir şekilde bir İran ayağı olacak, değil mi? Sâdece ekonomik ilişkiler –ki zâten Ömer hep bize anlattı daha önceki yayınlarda, bütün krizlere rağmen ekonomik ilişkiler belli bir kıvamda zâten hep gidiyor–, şimdi Türkiye-İsrail yakınlaşmasının İran ayağı da olacak herhalde, değil mi? Olacak ama nasıl olacak? 

Gönül Tol: Mutlaka olacak Ruşen, ama ben şunu düşünüyorum — katılmayan insanlar olabilir buna: Ben İsrail’le normalleşme sürecinin ana ekseninin aslında Doğu Akdeniz olduğuna hep inandım. İsrail’le normalleşme çabaları tabii yeni değil, birkaç yıldır devam ediyor; fakat bence temel motivasyon orada bir enerji işbirliğini temel alarak Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kendisine karşı oluşmuş o Türkiye-karşıtı cepheyi kırma çabasıydı diye düşünüyorum. Tabii bir sürü sebebi de var; yani bunu söylemek lâzım, pek çok sebebi var. Yani bölgeyle normalleşme çabası, Amerika ile ilişkileri geliştirme çabası… bütün bunlar da denklemin bir parçası; fakat bence temel kaygı, dediğim gibi Doğu Akdeniz’de Türkiye aleyhine gelişen dengelerdi. O nedenle de ben meselâ dediğim gibi İsrail’le normalleşme çabaları birkaç yıldır devam etmesine rağmen, Ukrayna kriziyle çok ivme kazandığını düşünüyorum. Neden? Çünkü enerji boyutu var. Şimdi Ukrayna kriziyle birlikte bence Türkiye ve Erdoğan şöyle bir resim gördü: Eğer Rusya Ukrayna’ya bir müdâhale ederse, ciddi bir müdâhalede bulunursa ve bunun sonucu olarak Batılı ülkeler Rusya’ya karşı yaptırım uygularsa, bu Rusya’nın Avrupa’ya gaz tedârikinde sıkıntılara sebep olabilir. Ve bu konjonktürde Avrupa’nın Rus enerjisine bağımlı olmamak için daha alternatif senaryolara pozitif bakabilecekleri bir konjonktür sunuyor. Bu konjonktürde de Erdoğan şunu görüyor: İsrail’le normalleşme çabalarını yeniden enerjiye vurgu yaparak, buna ivme kazandırma çabasını görüyoruz. Meselâ hep şunu söylüyorlar: Bu Eastmed denen, hani Eastern Mediteranean’ın kısaltması olan Eastmed boru hattından bahsediliyor. Yani İsrail doğalgazını Avrupa’ya taşıyalım. Türkiye’nin söylediği şey: Türkiye üzerinden taşıyalım. Halbuki İsrail’in Kıbrıs’la, Yunanistan’la, Mısır’la vardığı bir anlaşma vardı, Akdeniz altından taşıyalım, Türkiye’yi bypass edelim. Bundan Amerika desteğini çekmişti ve o konjonktürde de Türk-İsrail normalleşme çabalarının Türkiye açısından ivme kazandığını görüyorsunuz. Israil açısından da tabii yani Arap ülkeleriyle yeni bir bölgesel düzen arayışı var. Tabii İsrail de burada kendisine pay çıkarmaya çalışıyor. Bu çerçevede İran konusu da mutlaka, İran ayağı da önemli. Şimdi Türkiye biliyorsun 2015’te Suudiler’in liderliğinde bir İran karşıtı bir Sünnî cephe kurmaya çalışmıştı Suudi Arabistan, Türkiye’yi de bu cephenin önemli bir aktörü olarak görmüştü Körfez ülkeleri; fakat Türkiye’nin yaptığı şeyler, yapabildikleri sınırlıydı bence. Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi de hem enerji bağımlılığı, yani zannediyorum Türkiye İran’ın doğalgazının çok ciddi bir bölümünü, üçte birini satın alan ülke; enerji bağımlılığının dışında bir de Suriye’de olanlar vardı, yani 2015 konjonktürünü hatırlayalım: Türkiye’nin 2016’dan sonra Suriye’ye askerî müdâhalelerde bulunduğu dönem. O dönemde hem rejimle hem İran’la hem Rusya’yla yakın çalışma ihtiyacı vardı Türkiye’nin. O nedenle de İran’a karşı atabileceği adımlar sınırlıydı. Bugün geldiğimiz noktada ise İsrail’in de dâhil olduğu İran-karşıtı cepheye Türkiye ne kadar katkı verebilir? Bence her durumda verebileceği katkının sınırları var; fakat 2015 yılına kıyasla bence hem enerji bağımlılığını azaltıyor olması sebebiyle, hem de Suriye’de dengelerin çok değişmiş olması ve Suriye savaşının bulunduğu nokta îtibâriyle biraz daha katkı verebilir. Bu çerçevede şunu da söyleyeyim: Geçen hafta Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Sayın Murat Mercan’ın İsrail’in Washington Büyükelçisi Michael Herzog’la –ki Cumhurbaşkanı Herzog’un kardeşi– bir yemek yediği söyleniyor ve aynı zamanda Kazak ve Özbek büyükelçilerinin de bu yemekte bulunduğu söyleniyor. Yemeğe katılanlar şunu söylüyorlar: “Temel olarak, İsrail-Türkiye-Kazakistan-Özbekistan, Azerileri de kendi aramıza alabiliriz, böyle bir cephe oluşturarak Orta Asya’da Rusya ve İran’ın gücünü kırma” — bir uzlaşı aracı olarak bunu lanse ettiler. Şimdi bu olur, olmaz, gerçekçi ya da gerçekçi değil, o tamâmen başka bir konu; ama Türkiye’nin nasıl düşündüğünü göstermek açısından bu önemli. Yani ortaya çıkan bu Ukrayna krizinin yarattığı Rusya’ya dâir endişeyi de kullanarak bölge ile normalleşmeyi, Körfez’le, İsrail’le normalleşmenin de rüzgârını arkasına alarak kendisine böyle bir alan açmaya çalışıyor. Ve bu açtığı alan sayesinde de Washington ve Batı nezdinde de ilişkileri iyileştirme isteği, arayışı var diye düşünüyorum.  

Ruşen Çakır: Ömer, ne diyorsun İsrail konusunda? Türkiye bayağı bir ısrarlı anlaşılan. Yani açıklamalar yapılıyor, görüşmeler yapılıyor ve hani zâten hep iyiymiş gibi yapılıyor, uçakta Cumhurbaşkanı Herzog’la yaptığı birkaç telefon görüşmesinin çok olumlu olduğunun özellikle altını çizmiş. Yani Cumhurbaşkanı geliyor sonuçta; bir dışişleri bakanı gelseydi bile önemli olurdu, ama Cumhurbaşkanı geliyor, bunun siyâsî bir anlamı da var; çünkü Erdoğan’ın iktidârında çok önemli bir yer tutuyor “one minute” ve benzeri şeyler. 

Ömer Taşpınar: Tabii, tabii. 2007’de galiba, Türkiye Suriye ve İsrail arasında arabuluculuk yaparken, İsrail Cumhurbaşkanı da gelip –Şimon Peres’di galiba– o zamanlar Meclis’te konuşmuştu. Yani bir dönem vardı ki Türkiye, komşularla sıfır sorun, o arabuluculuk, o Ahmet Davutoğlu’nun entelektüel çerçevesini çizdiği bir dönem vardı. Şu anda tabii ki o dönemden uzak olmakla berâber, tekrar bir yumuşama, bir detant dönemine girdi Türkiye’nin komşularla ilişkisi. İsrail’le öyle, tabii ki Ermenistan’la öyle. Bir Yunanistan meselesi var burada Doğu Akdeniz’le; Gönül’e katılıyorum, yani Doğu Akdeniz’deki dengeler Türkiye’yi zorluyor, fakat bu Amerika’nın geçtiğimiz haftalarda bu EASTMED boru hattının fizibilitesinin olmadığını açıklaması ve buna destek vermeyeceğini söylemesi bir bakıma Türkiye’nin elini çok güçlendirdi. Yani İsrail’le ilişkilerin düzelmesinde, Gönül’e katılıyorum, yani ticaret ve bu enerji meseleleri, ekonomi konusu hep ön planda. Fakat bunun bir nedeni var; yani bunun ön planda olmasının bir nedeni var: Hamas meselesi arka planda çünkü. Bölgede şu anda Filistin’le ilgili ciddi bir savaş yok. Hamas yarın İsrail’e füzeler fırlatmaya başlasa, Gazze’ye bir İsrail hava kuvvetleri saldırısı olsa, İsrail Cumhurbaşkanı’nın ziyâreti iptal olur. Türk-İsrail ilişkilerinde ana kural, normalde Filistin meselesinde birazcık sükûnet oldu mu, orada birazcık sakinleşince aslında hem diplomatik hem siyâsî hem ticârî ilişkiler patlıyor, yani iyicene yükseliyor, iyicene güçleniyor. Bu Oslo Barış Süreci’nde, 90’lı yıllarda Türkiye’nin 97’de bir stratejik askerî anlaşma imzalaması ile bile sonuçlanmıştı, hatırlayalım. Oslo Barış Süreci varken –tabii onun iç politika nedenleri de vardı o zamanlar Refah-Yol hükümetine karşı askerlerin de bir işaretiydi bu–, ama genelde şunu söylemeye çalışıyorum: Filistin meselesi birazcık durulduğunda Türkiye-İsrail ilişkileri aslında çok güçlenebiliyor. İran meselesine de değindi Gönül, haklı. Yani şu anda bölgede ideolojiyi ticâretin önüne getirebilecek tek mesele İran meselesi gibi; jeo-stratejik konu olarak, yani stratejik bir tehdit olarak İran meselesi gibi. Orada da bence ne Birleşik Arap Emirlikleri’nin ne de İsrail’in ne de bölgedeki Sünni-Arap koalisyonunun Türkiye’den çok fazla bir beklentisi yok. Yani Türkiye’nin askerî açıdan herhangi bir şekilde bir adım atacağı veya ekonomik açıdan eğer İran’a daha ciddî yaptırımlar olursa o yaptırımların içine girecek bir durumu yok. Türkiye İran’la Gönül’ün dediği gibi ticârî konularda pragmatik davranıyor, enerji konusunda bir şekilde daha bağımlı. Ortak bazı çıkarları var İran’la, ayrıştığı yerler var ve İran’la kavga etmek istemeyen bir ülke; ona rağmen Türkiye 2010 yılında Amerika’nın ısrarlarıyla Malatya-Kürecik’teki NATO radarlarını kendi toprakları üzerine getirdi ve bugün İran’ın balistik füze sistemini en iyi kontrol edebilecek NATO sistemi Türkiye topraklarında. Bu da Türkiye’nin NATO açısından aslında İran’a karşı attığı adımı tescilledi. Bundan daha fazlasını Türkiye’den beklemek ne Batı açısından ne bölgede İsrail açısından ne de Arap Emirlikleri açısından gerçekçi değil. Son olarak da şunu söyleyeyim: Türkiye’nin İsrail’le ve Ermenistan’la açılımları, Ermenistan’la da ilişkileri bir şekilde normalize etmeye çalışıyor Türkiye, mutlaka bunun bir Washington boyutu olacak; çünkü Ermeni lobisi ve tabii ki İsrail lobisi Kongre’de çok güçlü, Türkiye F16’ları almaya çalışıyor Amerika’dan. Bu durumda, İsrail lobisinin, birazcık da Ermeni lobisinin bu konuda seslerini azaltmaları, yani îtirazlarını azaltmaları Kongre’yi etkiler. O nedenle Türkiye’nin şu anda bir taktiksel boyutu da var Washington’a bakarak bu İsrail’le ve Ermenistan’la ilişkileri düzeltmeye çalışıyor olmasının kanımca. 

Ruşen Çakır: Evet, Son olarak en büyük krize değinelim, en önemli olaya değinelim. Gönül ne diyorsun? Bir yandan Putin geri adım attı deniliyor, diğer yandan Biden hâlâ işgal ihtimâli çok güçlü diyor, gün ve saat bile verilmişti Çarşamba günü falan diye, ama olmadı, umarım olmaz, ama ne bekleniyor? Yani savaş ihtimâli iyice azalmış durumda mı? 

Gönül Tol: Tabii Biden konuşmasında hâlâ savaş ihtimâlinin yüksek olduğundan bahsetti; diğer taraftan da geçen haftaya kıyasla daha sakin bir hava var Washington’da. Şimdi Putin’in tansiyonu düşürmek istediğine dâir işaretler var: Almanya Şansölyesi’yle bir toplantısı vardı, toplantının ardından Rusya’nın Ukrayna sınırına konuşlandırılmış kuvvetlerinin bir kısmının geri çekileceğini söyledi. Gerçi Biden da NATO yetkilileri de bunun işâretini görmediklerini ve Rus birliklerinin kaydadeğer bir çekilmesi olmadığını söyledi; fakat yine de Putin’in bunu söylemiş olması, üstelik senin dediğin gibi tam 16 Şubat’ta bir askerî harekât bekleniyordu, ondan bir gün önce bunu söylemiş olması Washington’da Putin’in geri adım attığına dâir bir algı oluşturdu. Putin’in tansiyonu düşürmek istediğine dâir ikinci işaret ise Rus yetkililerinin –bunun içerisinde askerî yetkililer de var, Rus Dışişleri Bakanı da var–, diplomasiye daha fazla şans vermek gerektiğine dâir söylediği şeylerdi. Dolayısıyla daha yatışmış bir hava var; fakat yine de Putin’in ne yapacağı konusunda hâlâ çok büyük bir belirsizlik hâkim. Şunu diyenler var: “Zâten blöf yapıyordu Putin, hiçbir zaman ciddi bir askerî operasyon planlamamıştı; fakat savaş tehdidini masada tutarak istediklerini almaya çalışıyordu Batı’dan, sonuçta bir blöftü bu” diyenler var. Diğer taraftan, “Hayır, yine de küçük çapta, meselâ Donbass gibi yerlerde küçük çaplı askerî operasyonlar geçekleştirebilir” deniyor — ki Putin dünkü konuşmasında da Donbass’ta bir soykırım olduğundan bahsetti ve Ukrayna’yı suçladı tabii bunun için. Dolayısıyla tam olarak kafa karışıklığı gitmiş değil Putin’in yarın ne yapacağına dâir. Fakat bence şöyle bir şey hatırlayalım, biz bunu konuşmuştuk bir programda: Krizin başında Batı çok dağınık bir görüntü veriyordu. Yani bir tarafta farklılaşan çıkarlar, işte, tehdit algıları farklı. Dolayısıyla Rusya’nın olası bir müdâhalesine Batı’nın tek sesle güçlü bir yanıt veremeyeceğine dâir bir algı vardı Ukrayna krizinin başlangıcında. Bugün bu resim büyük ölçüde değişmiş gibi görünüyor. Biden yönetimi bütün Batılı ve Asyalı müttefiklerini mobilize etmiş durumda. Ve çok daha teksesli konuşuyor Putin karşıtı cephe ve Biden yönetimi de çok net bir dille –dünkü konuşmasında da Biden çok netti ve sertti–, çok net bir dille Putin’i olası bir müdâhalenin sonuçları konusunda uyarmaya devam ediyor. Tabii bu da Putin için savaşı daha mâliyetli kılıyor, bu birincisi; ikincisi de, Ukrayna’nın içerisinde olanlar var. Yani Ukrayna halkı çok net bir şekilde olası bir Rus işgali karşısında gerekirse silâhlanıp ülkelerini koruyacaklarının mesajını verdiler. Diğer taraftan da Ukrayna milliyetçileri Zelenski’nin arkasında, yani “Sen sıkı dur, sakın tâviz verme” mesajını veriyorlar, desteklediklerini söylüyorlar. Tabii bütün bunlar Putin’in hesaplarını değiştirmesine sebep olmuş olabilir. Ve o nedenle de belki daha ılımlı mesajlar verdi dün. Şimdi bu olanların şöyle de bir etkisi var — onunla kapatayım: Biden yönetimi açısından pozitif bir etkisi var. Afganistan’dan biliyorsun çekilişlerinde çok ciddî sıkıntılar yaşanmıştı ve o yüzden de Biden çok ciddî eleştirilere mâruz kalmıştı. Yani işte, beceriksiz bir lider, dış politikada zayıf bir lider imajı çizmişti Afganistan’dan sonra. Şimdi Ukrayna meselesinde, son bir hafta, on gündür göstermiş olduğu liderlik çok takdir ediliyor. Cumhuriyetçiler’in içerisinde de bunu takdir eden insanlar var. Ve gerçekten de o çok dağınık resmi, krizin başlangıcına gördüğümüz müttefiklerin verdiği dağınık resim büyük ölçüde Biden sâyesinde düzeltilmiş durumda. Mobilize etti herkesi, Amerikan Dışişleri Bakanı Pasifik’te bir gezideydi ve orada verdiği mesajlarda da o netliği hissediyordunuz. Ve bu, Biden’ın başarısı. O nedenle de hani biraz daha elini içeride rahatlatmış ve daha başarılı ve tutarlı, istikrarlı bir lider imajı çizmiş görünüyor Biden. 

Ruşen Çakır: Ömer, ne dersin? Putin, Biden koz kazanmasın diye savaş yapar mı? 

Ömer Taşpınar: Ya Putin bence sürekli deşifre ediliyor olmaktan çok rahatsız. Sürekli “24 saat sonra saldıracak, 48 saat sonra saldıracak, şöyle gizli planlar yapıyor ve saldırmak üzere” dendiğinde, yani bu kadar öngörülebilir bir şekilde askerî operasyon da yapmak istemiyor; sanki her şey Biden’ın dediği gibi gelişiyor. Hattâ bâzen aklıma şu geliyor: Acaba Biden özellikle bunları, normalde istihbarat bilgilerini… 

Ruşen Çakır: Şimdi benim aklıma o geldi, caysın diye bilgiyi özel olarak da sızdırıyor olabilirler sanki. 

Ömer Taşpınar: Evet, evet, birazcık da, “Biz senin ne yaptığını biliyoruz, hiçbir şey sürpriz olmayacak” demesi de bir bakıma Putin’i şöyle bir duruma itiyor: Kimsenin beklemediği anda bir şey yapabilir mi? Yani bu tehlikelerin azaldığı bir anda. Ben hiçbir zaman Kiev’e gireceğini düşünmüyorum; fakat bundan bir ay sonra, iki ay sonra bir rehavet içine girdiğimiz, bakın bir şey olmadı dediğimiz bir anda, Rus birliklerinin Doğu Ukrayna’ya girip orayı bir şekilde koparmaları mümkün olabilir. Yani Ukrayna’dan koparmaya çalışmaları. Bu tabii Minsk Grubu’nda ne olacağına da bağlı. Şu anda Minsk Grubu denen diplomatik girişim bir şekilde oraya bir otonomi vermeye çalışıyor; hem Ukrayna toprak bütünlüğü içinde kalsın, ama aynı zamanda da otonom bir bölge olsun şeklinde devam eden bir diplomatik süreç var. Dün önemli bir gelişme de oldu, Vladimir Zelenski, Kiev’deki Başkan, Ukrayna Başkanı, “NATO bizim için bir hayal olarak kalmaya namzet” dedi. Bu bana göre aslında Ukrayna’nın, Kiev’in gerçekçi bir şekilde NATO’ya giremeyeceğini açıklaması gibi kabul edilebilir. Yani şu aşamada Putin aslında zafer ilan edebilir. Yani Kiev’in NATO’ya girmesini engelliyoruz, Amerika bu konuda hiçbir şey yapamadı. Yani bu kadar tehdit altında olan, bu kadar işgal edilme tehdidi varsa, “Hadi al bakalım NATO’ya da koru koruyabiliyorsan”. Yani maçolar arası bir diyalog ise bu, “Erkeksen al NATO’ya hadi” diye restini çekti ve Biden da hep şunu söyledi: “Ukrayna için savaşmayacağız” dedi. Yani Ukrayna için Amerikan askeri savaşmayacak dedi. Ama ne yaptı? Polonya’ya, Litvanya’ya, Romanya’ya, her yere, NATO’nun her yerine Rus cephesine yakın asker yığdı. NATO bir bakıma kendini koruyacağını, ama Ukrayna’nın içine girmeyeceğini, Ukrayna’nın bir şekilde NATO üyesi olmadığını tescil etti. Ve Zelenski de bir bakıma, “Savaşa bu kadar yaklaştık, bize silah satıyorlar, ama burada gelip Amerika bizim için savaşmayacak, Avrupa Birliği ülkeleri de, İngiltere de, Fransa da, Almanya da, Türkiye de, hiç kimse de gelip biz Ukrayna için Rusya ile savaşırız demiyor; herkes sadece ekonomik yaptırımlardan bahsediyor” diye düşündü. Zelenski de nihâyet dayanamayıp bence dün önemli bir açıklama yaptı, gerçekçi bir açıklama yaptı, NATO’nun bir hayal olduğunu söyledi. Zâten Putin de büyük ihtimalle, “Biz o hayâli senin için kâbusa da çeviririz” filan gibi şeyler söyleyerek içeride o maço, o milliyetçi havayı devam ettirecektir. Nereye geldik? Şuraya geldik: NATO konsolide oldu, Amerika ve Avrupa Birliği aslında memnun olmalı, çünkü beyin ölümü yaşayan NATO tekrar canlandı, konsolide oldu. Rusya, Putin mutlu olmalı, çünkü Ukrayna’ya bir kırmızı çizgi çekti, kesinlikle Ukrayna’ya girmeyecek, hattâ Doğu Ukrayna’yı koparma aşamasına geldi. Bana göre iki taraf da memnun. İki taraf da memnun olunca savaşa gitmek için bir neden yok. Ama bu demek değildir ki Putin Minsk sürecinde istediğini elde edemezse bundan iki ay sonra rehavet içerisine girdiğimizde beklenmedik bir anda Rus tankları Doğu Ukrayna’ya girip bir oldubitti ile, “fait accompli” ile koparmaya çalışabilir. 

Ruşen Çakır: Yani sonuç olarak bakıyoruz ki savaşın çıkmama hâli her merkezin Washington’ın, Kiev’in, Moskova’nın, “Gördünüz biz kazandık” deme imkânını da bir şekilde veriyor, ama yarın öbür gün ne olacağı belli olmaz diye noktalıyoruz.  

Ömer Taşpınar: Bizden daha güzel anlattın Ruşen. 

Ruşen Çakır: Evet, ben moderatör olarak böyle toparlayayım sizin değerli bilgilerinizi alıp. Çok sağolun, Gönül Tol, Ömer Taşpınar çok teşekkürler. “Transatlantik”i noktalıyoruz, izleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.