Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (79): Alevilerin yalnızlığı

Ruşen Çakır, Gomaşinen‘in 79. bölümünde Alevilik ve Alevileri, gazetecilik hayatında Aleviler ile ilgili yaptığı haberleri anlattı.

Ruşen Çakır’ın konuya ilişkin yazdığı yazılara ulaşabilirsiniz:

’12 yaşında Alevi bir öğrencinizi fişlemek ne demek bilir misiniz?’

Değişim Sürecinde Alevi Hareketi (12)

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 79. bölümünde, Alevîlik ve Alevîlerden ve de gazetecilik hayâtımda Alevîlikle ilgili yaptığım bâzı haberlerden, dosyalardan söz etmek istiyorum. Açık söylemek gerekirse, Alevîlik son dönemde medyada çok fazla ilgi gören bir konu değil. Unutulmuş bir konu. Bunu da nereden biliyorum? Bizim Medyascope’ta yaptığımız yayınların hepsinin ölçümleri, YouTube üzerinden net bir şekilde önümüze geliyor. Meselâ geçtiğimiz günlerde yine Alevîlik üzerine bir yayın yaptık; “Alevîler hangi gemide?” diye. Onun izlenmesi, yaptığım diğer yayınların izlenmesinin çok gerisinde. Daha önce de böyle olmuştu. Halbuki bir zamanlar böyle değildi. Ona da biraz değineceğim. Ama her hâlükârda ilgi olmasa da Alevîlik Türkiye’nin çok önemli bir gerçeği ve çok ciddî sorunları olan bir topluluk söz konusu. Bunları dile getirmek, bunları ele almak, dışarıdan ve içeriden bakışlarla bunları değerlendirmek gazetecilerin görevi olsa gerek diye düşünüyorum. 

2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yaşanan katliamla berâber, Alevîlik Türkiye’nin gündemine tekrar çok yoğun bir şekilde girmişti biliyorsunuz. O olayın Alevîliğe karşı olmadığı iddiası, Aziz Nesin’e karşı olduğu iddiası, provokasyon olduğu iddiaları falan hepsi bir yana, bu aslında Alevîliğe yöneltilmiş bir saldırıydı. Alevîliğe ve Alevîlere yönelik bir saldırıydı ve o günden bugüne de zâten hep böyle algılanıyor. Ben o tarihte, Sivas Katliamı sırasında herhangi bir yerde çalışmıyordum. Milliyet gazetesinde çalışmak istiyordum. Genel Yayın Yönetmeni Umur Talu’ya gittiğimde  –Milliyet o zaman henüz Cağaloğlu’ndaydı diye hatırlıyorum– beni Sivas’a yolladı. Kadrolu değildim; ama dışarıdan yapmak için Sivas’a gittim, katliamdan yaklaşık bir hafta sonra. Taraflarla bayağı bir konuştum. Temel Karamollaoğlu o sırada belediye başkanıydı. Onunla konuştum. Alevîlerle konuştum. Ardından “Sivas Konuşuyor” diye 16 Temmuz 1993’te bir yazı dizisi yapmıştım. Ondan daha önce bahsetmiştim. Onun için çok fazla üzerine gitmeyeceğim.

Ama esas olarak iki yıl sonra Sivas’ın yıldönümünde yine Milliyet’te, 13 günlük bir yazı dizisi yaptım: “Değişim Sürecinde Alevî Hareketi”. Bu, 13 günlük bir diziydi, tam sayfaydı. Çok güzel fotoğraflar çekmiştik. Onları da koyarak yapmıştık ve Türkiye’nin dört bir tarafında, değişik Alevî kuruluşlarıyla görüşmüştüm. Yurtdışından, Avrupa’dan kişilerle görüşmüştüm. Onun dışında, Alevîlerin kendi içerisindeki farklı bakış açılarını ele almıştım. Fethullah Gülen’le yazılı bir soru-cevap yapmıştım. Çünkü Fethullah Gülen, Alevîlere yönelik çok ciddî çalışmalar içerisindeydi ve Alevîlerin içerisindeki bâzı kesimlerle de bayağı yakın ilişki kurmuştu. Nitekim son döneminde, yani Türkiye’de Fethullahçılar AKP tarafından tasfiye edilmeden önce, Câmi-Cemevi diye bir projeye girişmişlerdi biliyorsunuz. Yan yana câmi ve cemevi yapıp, bir nevi “karıştır-barıştır” yapmak istedi. Aslında orada yapmak istediği, Alevîlerin bir tür asimilasyonuydu. Olmadı, yarım kaldı. Neyse. Bu yazı dizisi sırasında çok sayıda kişiyle konuştum ve bu dizi çok büyük ilgi gördü. Şaşırtıcı derecede ilgi gördü. Çünkü gerçekten bir yükselişe tanıklık ettik. İyi bir gazetecilik işi oldu. Farklı kişilerle konuştuk. Farklı sesler yer aldı vs. ve bu arada ben de çok şey öğrendim. 

Normal şartlarda Alevîliği bildiğimi sanıyordum. Aslında çok da fazla bir şey bilmiyormuşum. Alevîliği neden bildiğimi sanıyordum? Zirâ kendim Alevî olmamakla birlikte, küçük yaştan itibâren hep Alevîlerle hep iç içe yaşamış birisiyim. İstanbul’da Çağlayan’da büyüdüm. Hopa’da doğdum; ama küçük yaşlardan îtibâren Çağlayan’da büyüdüm. Çağlayan o tarihlerde –herhalde hâlâ öyledir–, özellikle Dere diye tâbir edilen bölgesi, Son Durak ve Dere bölgesi, esas olarak Alevîlerden oluşuyordu. Çevresindeki diğer mahallelerde de, Okmeydanı, Örnektepe ya da Hürriyet Mahallesi, Kuştepe, Kâğıthane gibi yerlerde de Alevîlerin oranı çok yüksekti. Sivas’tan, Erzurum’dan, Tunceli’den, farklı yerlerden Alevîler, bizim bulunduğumuz yerlerde çok yaşıyorlardı. Okulda, ilkokulda vardı. Ama bütün bunları yaşarken, açıkçası Alevî kimliği diye bir şey yoktu. 

Daha sonra Galatasaray Lisesi’nde yatılı okuduğumda, Alevî, Sünnî vs. hiçbir şey bilmiyorduk. Yıllar sonra bâzı arkadaşlarımın Alevî olduğunu öğrendim. Gizledikleri için değil; böyle bir gereklilik yoktu. Çünkü din çok fazla önemli bir yer tutmuyordu bizim okul hayatımızda ve zâten o sırada da okulda sol hareketle tanıştık. Sol hareketle tanıştıktan sonra, Alevîlerle çok daha yoğun bir ilişki içerisinde olduk. Ama işin ilginç tarafı yine, Alevî olan arkadaşlarım, yol arkadaşlarım kendilerini Alevî olarak tanımlamıyorlardı. Özellikle bizim liseye yakın olan bölgeler; Kasımpaşa, Okmeydanı, Hasköy gibi bölgelerde yaşayan, benim gibi solcu gençlerle sürekli görüşüyorduk. Âileleriyle de karşılaşıyorduk. Bir Alevîlik olgusu vardı; ama nedir ne değildir çok da fazla bilmiyorduk. 

Daha sonra cezaevinde bunu yaşadık. Bu arada unutmamak lâzım; sol hareketin içinde bir dinsel kimlik olarak değil de kültür olarak Alevîlik çok baskındı. Özellikle Alevî türküleri, birtakım Alevî ozanlar çok ciddi bir şekilde sol harekete damgasını vuruyordu. O tarihlerde, 70’li yıllarda –“gece” derdik biz– gecelerde hep birtakım âşıklar çıkardı ve bu âşıkların büyük bir kısmı Alevîydi. Ama orada tabii ki siyâsî kimlik ön planda olduğu için, Alevî kimliği daha sonra geliyordu. Belki de hiç gelmiyordu. Cezaevinde de böyle oldu. Cezaevinde, değişik yerlerde yattığımda, kaldığım koğuşlardaki arkadaşlarımın çoğunun, yani en azından yarısından fazlasının, ülkenin değişik yerlerinden gelmiş, belki İstanbul’da doğmuş; ama âileleri îtibâriyle Alevî kişiler olduğunu görmüştüm. 

Daha sonra şu oldu: Solun yaşadığı büyük yenilginin ardından, bu arkadaşların bir kısmı Alevî kimliklerini keşfetmeye başladılar. Tekrardan sâhip çıkmaya başladılar ve Alevî hareketinin yükselişinde, 1980 sonrası 1990 başlarında, sadece Türkiye’de değil özellikle Avrupa’da yükselişinde, bu sol hareketten gelme kişilerin çok önemli bir yeri oldu. Fakat Alevî hareketinde sol belirleyici sanılır; ama çok da belirleyici olduğunu ben açıkçası düşünmüyorum. Sol eğilimliler de vardı; daha merkez içerisinde durmaya çalışanlar da vardı. Meselâ, Prof. İzzettin Doğan çok önemli bir figürdü. Uzun süredir sesi çıkmıyor. Yaşı ilerledi. Belki sağlık sorunları vardır İzzettin Hoca’nın. Ama tam bir elitti. Galatasaray Üniversitesi’nde profesör olan, Cem Vakfı’nı örgütlemiş olan, aynı zamanda hem devletle hem Fethullah Gülen’le de ilişkisi olan çok îtibarlı bir kişi. Sâdece o değil başkaları da vardı tabii; ama o daha öne çıkan bir figürdü. 

Alevîler kendi içlerinde çok tartıştılar. Çok kavga ettiler. Ama temel meselelerine sâhip çıkmada, yardımlaşma işinde olmasalar da kendi aralarında birtakım faaliyetlere girdiler ve bunun ana ekseni de cemevleri oldu. Ben 1995’te yazı dizisi yaptığım zaman, İstanbul’da Asya’da cemevi vardı. Şimdi bayağı bir sayıda cemevi, sâdece İstanbul’da değil Türkiye’nin dört bir tarafında açılıyor ve buralar bir tür merkez hâline dönmüş durumda. Hem ibâdethâne hem kültür merkezi gibi bir fonksiyon görüyor. Cenâzeler oradan kalkıyor. İnsanlar orada buluşuyor. Değişik faaliyetlerini cemevinde yapıyorlar. Meselâ özellikle birisinin ölümünün ardından verilen yemekler vs. gibi. Orada bayağı bir mobilizasyon var. Cemevleri gerçekten önemli bir yer tutuyor ve zâten tartışmanın merkezinde de cemevleri yer alıyor. 

Devletin cemevlerine bakışı mâlûm. En son elektrik olayında gördük. Ticârethâne statüsündeydi. Cemevleri isyân etti. Erdoğan’ın, ibâdethâne olarak kabul edileceği, yani elektrikten para alınmayacağı yolunda tâlîmat verdiği söylendi. Ama asılsız çıktı. İndire indire ticârethâneden konuta indirdiler. İbâdethâne olarak kabul etmiyorlar. Hâlâ kabul etmiyorlar. Orada saz çalınmasını, semâ dönülmesini vs. gerekçe gösteriyorlar. “Müslümanların tek ibâdethanesi câmidir” diyorlar. Gördüğüm kadarıyla bu yazı dizisinde ona tanık oldum. 

Daha sonra yine Milliyet’te bir başka yazı dizisini İhsan Yılmaz’la birlikte yaptık 2001 yılında. Ama ilki kadar heyecanlı olmadı. Zâten Alevîliğin de bir anlamda temposu düşmüştü. Orada gördüğüm kadarıyla, bir, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan Alevîler vardı, bir de Alevîler üzerinden kendilerine statü inşâ etmeye çalışan birtakım birlikler vardı; bir, Alevîler üzerinden siyâset yapmaya çalışan kişiler vardı, bir de Alevîleri dönüştürmeye çalışanlar vardı. Alevîleri dönüştürmeye çalışmanın iki yolu var — belki üç. Birisi: Alevîliğin aslında bir dinî inanış olmadığını söyleyen –ki sayıca çok azlar bunlar–, Alevîliği din değil de bir tür kültür olarak göstermeye çalışanlar — bir tür “ateist Alevîcilik” diyelim. Ama pek etkili olduğunu sanmıyorum. Bir diğeri: Hz. Ali’nin merkezde olması nedeniyle Alevîliğin aslında Şiîlik olduğunu iddia edip, Alevîleri Şiîleştirmek ve özellikle Câferîleştirmek isteyen bir akım — ki özellikle Çorum’da çok etkili. Gazeteci olarak, Çorum’da bu konuda çalışan kişilerle de röportaj yapmıştım. Çok sınırlı ölçüde etkili olabilmişlerdi. Alevîliğin Câferîliğe dönüştürülmesi konusunda İran’ın da çok ciddî yatırımları olduğunu biliyoruz. Ama çok fazla etkili olabilmiş değil. 

Bir diğer husus da tabii: Alevîliğin bir sapma olduğunu, aslında Alevîlerin Müslümanlık iddiasındalarsa Sünnî olmaları gerektiğini söyleyen, onları asimile etmeye çalışan anlayış. Kimisi Fethullah Gülen gibi bunu yumuşak bir şekilde yapmaya çalıştı. Ama onun dışında Sünnî İslâmcılar ve devlet, bu konuda bayağı bir çalıştı. Ama başarılı olamadılar. Bu arada ne çıktı? “Alevî Açılımı” yapmaya kalktı Erdoğan, başbakan iken. Nasıl “Kürt açılımı” yapıyorsa, “Roman açılımı” yapıyorsa, “Alevî açılımı” da yapmaya kalktı. Ama nasıl diğer açılımlar başarısızlıkla sonuçlandıysa, Alevî açılımı da başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü Alevîliği Alevîlere bırakma yaklaşımına sahip olmadı Erdoğan ve diğerleri. Bâzı isimleri yanlarına çekmişlerdi — ki o tarihte meselâ Reha Çamuroğlu, Alevî aydınların önde gelen isimlerinden birisiydi. Reha Çamuroğlu milletvekili olmuştu. Başka isimler de vardı milletvekili olan. Onlar üzerinden Alevîlere ulaşmaya ve açılıma iknâ etmeye çalıştılar. Bayağı faaliyetler yürütüldü. Ama bütün bunların hepsinden, sıfıra sıfır elde var sıfır, hiçbir şey çıkmadı. Çıkacağı da artık anladığım kadarıyla yok. 

Alevîler burada şunu gördüler: Kendilerinden başka kimse onlara sâhip çıkmıyor. İşin bir diğer boyutu da tabii ki Alevîliğin CHP ile özdeşleştirilmesi. Hele Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçmesiyle beraber… CHP’de tabii ki çok güçlü bir Alevî varlığı var ve Alevîler çok güçlü bir şekilde CHP’yi destekliyorlar. CHP’li belediyelerle Alevîlerin arasında belli bir ilişki var. Cemevlerine birtakım iyilikler yapabiliyor CHP belediyeleri. Ama CHP’nin Alevîlikle kurduğu ilişkinin, çok sistemli ve sağlıklı bir ilişki olduğunu açıkçası sanmıyorum ve bundan dolayı da Alevîlerin içerisinde geçmişte denenmiş olan, bir Alevî partisi kurma arayışı hep bir şekilde söz konusu oldu. Ama şu günlerde hele, artık iyice gözden düşmüş durumda. Böyle bir durum var. Bir diğer boyutu da, olayın Kürt hareketiyle ilişkisi. Çünkü Türkiye’de ciddî sayıda Kürt Alevîsi de var ve bunlar özellikle PKK içerisinde bayağı bir ağırlık sahibi. Çünkü PKK doğuşunda soldan gelmiş olduğundan, zamanla Alevîler içerisinde belli bir güce sâhip olduğunu biliyoruz. Öcalan yakalanmadan önce, Alevîlik konusunda bayağı bir şeyler de söylemiş ve sâhiplenmişti de. Ama daha sonra Sünnîliğe yönelik de birtakım açılımlar yapmıştı. Ondan da bir “Gomaşinen”de bahsetmiştim. Burada da PKK’nın ve ona bağlı birtakım kurumların Alevîlere yönelik çalışmaları olduğunu da biliyoruz ve bunun da Alevîlik içerisinde bir tür kırılmalara yol açtığını da biliyoruz. 

İşte, gazetecilik hayâtımda Alevîlik üzerine yaptığım, yapmaya çalıştığım bütün işlerde tüm bu kaosun ortasına düştüm. Bir diğer husus da şu: Benim esas olarak Sünnî İslâmcılık üzerine çalıştığımı bildikleri için bâzı Alevî şahsiyetler, kurum temsilcileri ilk başta şüpheyle de bakmadılar değil. Ama sonra bu şüphelerin büyük ölçüde giderilmiş olduğu kanısındayım. Fakat şunu tekrar vurgulayayım: Artık günümüzde Alevîler eskisi kadar merak uyandırmıyor, üzerinde tartışılmıyor, yok sayılıyor. Hâlbuki Alevîlerin sorunları bitmiş değil, biteceğe de benzemiyor.

Bir olaya da değinmek istiyorum — o da çok çarpıcı: Fethullahçılık dedik; bir gün bir okurum bana ulaştı, eskiden Fethullahçı olan, Fethullahçıların okullarında hocalık yapmış olan birisi ve orada bir yazı yazmıştım. Yazının başlığını aktarıyorum: “12 yaşında Alevî bir öğrencinizi fişlemek nedir bilir misiniz?” Çok çarpıcıydı. Çok büyük yankı uyandırmıştı. Olay şu, diyor ki: “Biz okullarda kişileri numaralandırırdık. 1’den 7’ye kadar. İşte 1; şu, 2; şu, 6; Gayrimüslimler, 7; en sona Alevîleri koyuyorduk” diyor. Numara 7 konduğu zaman, Alevî anlamına geliyor ve Alevîliğe tabii ki kendilerinden olmayan olarak, yani rakamların en sonuna, Gayrimüslimin de sonrasına taşınmış. Ama bir taraftan da Fethullah Gülen, Alevîlere açılım yapma iddiasıyla ortaya çıktı. Sorsanız yine aynı şekilde devam edecek. Büyük bir yalan söz konusu Alevîlik konusunda. 

Maalesef Türkiye’de çoğunluk olan kesimlerin –tabii ki hepsi değil ama–, daha İslâmcılığa yakın olan kesimlerin gözünde Alevîlik iyi bir şey değil ve bunlar devlete de bir ölçüde sırtını yasladıkları için, Alevîler iyice kırılganlaşıyor. Şu hâliyle baktığınız zaman, devletin herhangi bir yerinde Alevî olduğunu bildiğimiz bir bakan, bir yüksek bürokrat, emniyet genel müdürü, İstanbul vâlisi, Ankara vâlisi vs. hiç böyle bir şey bilmiyoruz. Varsa da, Alevî kökenliyse de, yani âileden Alevî olsa da Alevî kimliğine sâhip çıkan kimse değildir. Geçtiğimiz günlerde İsmail Saymaz, 40 yıl görev yaptıktan sonra vâli muavinliğinden emekli olmuş birisiyle röportaj yaptı. O da sırf Alevî olduğu için vâli yapılmadığını, 40 yıllık meslek hayâtında sâdece üç tâne Alevî vâli gördüğünü söylemiş. Bu, Türkiye’nin maalesef bir realitesi ve böyle olunca da Alevîler, kendilerinden başka kendilerine sâhip çıkacak kimse göremiyorlar. Karşılarındaki insanlar da, kendilerine yönelik hamle yapanlar, fetvâ verenler vs. de devlet tarafından çok ciddi bir şekilde kayırılıyor. Böyle bir yalnızlık ve sâhipsizlik var. 

Şahsen bu yalnızlık sebebiyle, doğmasam bile içinde büyüdüğüm bir kültür ortamı ve sevdiğim, ana hatlarıyla çok kendime yakın bulduğum bir çevre Alevîlik, Alevî kültürü ve elimden geldiğince bu konuda onların sorunlarını dile getirmeye, doğrudan mikrofonu onlara tutmaya çalıştım. Fakat yaşadığım bunca süre içerisinde, Alevîlerin kendi başlarına cemevlerinin sayısını artırdıklarını, cemevlerine giden insanların sayısının da buna bağlı olarak arttığı, Alevî kimliğine sâhip çıkan, özellikle genç kuşaktan insanların sayısının giderek arttığını not ediyorum. Bunlar olumlu bir gelişme. Ama hâlâ yalnız, sâhipsiz ve belli ölçülerde de örgütsüz olduklarını söylemek lâzım. Küçük küçük yapılanmalar var. Dönem dönem yapılan, arada meselâ Alevî-Bektâşî Federasyonu gibi, hâlâ belki de vardır. Ama etkili bir şekilde faal olduğunu görmüyoruz. Ülkenin bir tarafı devlet eliyle, cemaatler vs. aracılığıyla çok güçlü bir şekilde örgütlenirken, önemli bir nüfusu oluşturan Alevîlerin büyük ölçüde kendi başlarının çâresine bakmak zorunda olduklarını bütün bu meslek hayâtım boyunca gördüm ve gerçekten çok üzücü bir durum olarak bunu kayıtlara geçmek istiyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.