Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (81): Dostum Jean-Pierre Thieck (1949-1990)

Ruşen Çakır, Gomaşinen‘in 81. bölümünde Le Monde muhabiri Jean-Pierre Thieck‘i anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 81. bölümünde Jean-Pierre Thieck’i anlatmak istiyorum. “Gomaşinen”i dikkatle tâkip edenler Jean-Pierre Thieck’i hatırlayacaktır. Yıllar önce Güneydoğu’da, İnci Baba’yı da gördüğümüz seçim kampanyasını berâber izlediğimizi anlatırken bahsetmiştim. O târihte Le Monde muhâbiriydi. Kendisinin benim hayâtımda çok önemli bir yeri oldu. Hep aklımdadır. Hep sevgiyle hatırlarım. Çok erken bir vakitte, 5 Temmuz 1990’da Paris’te hayâta vedâ etti. AIDS hastasıydı. Dünyada AIDS virüsünü, yani HIV virüsünü ilk kapanlardan birisiydi. Bayağı bir mücâdele etti. 1949 doğumluydu, 1990’da vefat ettiğine göre 41 yaşında, evet 41 yaşındaydı. 

Şimdi düşünüyorum da, acayip bir şey… Ben 60 oldum. Jean-Pierre 41 yaşında vefat etmiş. Zâten bekleniyordu. Kendisi de bekliyordu. Bir tedâvi süreci vardı; ama o târihler AIDS’le mücâdelenin daha ilk zamanlarıydı ve kurtulabilen çok fazla olmuyordu. Jean-Pierre çok farklı, çok renkli birisiydi. Dünyaca ünlü İslâmî hareket araştırmacısı Gilles Kepel –ki Jean-Pierre’in çok yakın arkadaşıdır– ondan şöyle bahsetmişti, onu okuyayım. Diyor ki: “Bizim kuşağın Fransız oryantalistleri arasında hiç tereddütsüz en göz kamaştırıcımız, en yeteneklimiz oydu. Biz zar zor bir iki dil öğrenirken, o şaşırtıcı bir kolaylıkla 10’unu birden konuşurdu. Türk kamyon şoförlerinin argosunu ve bilim adamlarının Almancasını, New York gece kulüplerinin slang’ını, Kahire akademisinin Arapçasını bilir; hiç de bunların boşuna olduğunu düşünmezdi. Târih okumuştu. Tıpkı birçok fikri, davranışı ve kaderi paylaştığı dostu Michel Seurat gibi parçalanmış kimliğini ararken Doğu ile karışmıştı.” 

Jean-Pierre Thieck, Gilles Kepel, Olivier Roy… bunların hepsi yaklaşık aynı tarihlerde doğmuş; 49-50-47 ve İslâm dünyası üzerine araştırma yapan Fransızlar. Bunların çoğu sol hareketle bir şekilde ilişkili. Kimisi daha Maocu bir çizgide, meselâ Olivier Roy. Jean-Pierre bayağı Fransız Komünist Partisi üyesiydi. Üyesiymiş daha doğrusu, belli bir tarihe kadar. Çünkü Tunus Yahudisi olan annesi bir komünist. Fransız Komünist Partisi’nin militanı ve ilginç bir hikâyesi var Jean-Pierre’in. Babası da İngiltere’den komünist bir sendikacı ve annesiyle babası hiç evlenmiyor. O târihlerin, Soğuk Savaş döneminin komünist toplantılarından birisinde… Jean-Pierre öyle derdi. Diyordu ki; Prag’daki bir gençlik kongresiyle Paris’teki bir barış hareketi konferansı arası bir zamanda Jean-Pierre’i yapmışlar. Hiç evlenmemişler. Daha sonra annesi Thieck soyadlı başka birisiyle evleniyor ve Jean-Pierre sonradan üvey babasının soyadını taşıyor. 

İlginç bir hikâyesi daha vardı. Asıl babasını yıllar sonra İngiltere’de buluyor. Babası bir dönemin İngiliz işçi hareketinin önde gelen sol figürlerinden birisiyken, daha sonra Margaret Thatcher döneminde dönüyor. Pişmanlık beyan ediyor. Komünizmi bırakıyor ve hattâ unvan bile alıyor Kraliyet âilesinden. Jean-Pierre, komünist bir âilede doğmuş bir İslâm araştırmacısı; daha doğrusu Ortadoğu araştırmacısı, târihçi. Mısır’a gidiyor. Ortadoğu’nun birçok yerinde bulunmuş birisi ve en son iç savaş zamanında Lübnan’da çalışıyor. Çalışması da o sırada Halep üzerine. Lübnan’da Beyrut merkezli bir şekilde başkalarıyla berâber çalışırken, çok yakın arkadaşı Michel Seurat İslâmcı bir grup tarafından kaçırıldı. Daha sonra sağlık sorunları nedeniyle, rehin alındığı bir sırada hayâtını kaybetti. Jean-Pierre de o tarihten sonra, Michel Seurat’nın kurtarılması için uğraştıktan sonra, o da Lübnan’ı terk etmek zorunda kalıyor ve Türkiye’ye yerleşmiş. O tarihlerde ben tabii kendisini tanımıyordum. Türkiye’ye geliyor ve Türkiye’de araştırmalarını sürdürüyor. İstanbul’a yerleşiyor. Özellikle Osmanlı arşivinde çalışıyor. Birçok dili konuşuyor, tabii ki Arapça başta olmak üzere. Ama çok iyi derecede Türkçe de konuşuyordu. Belli bir aşamadan sonra, Le Monde gazetesinin muhâbiri Fransa’ya dönünce, Jean-Pierre Le Monde’un Türkiye’deki muhâbirliğini yapmaya başladı ve bizim tanışmamız da öyledir. 

Kendisi târihçi olarak çalışmasını da sürdürdüğü için gerçek adını kullanmadı ve hayâtını kaybeden, o rehin alınan arkadaşı Michel Seurat’ın Michel’ini aldı ad olarak ve İstanbul’la berâber adı anılan ünlü Fransız yazar Claude Farrère’nin soyadını aldı ve kendine Michel Farrère diye bir mahlas seçti. Bununla yazdı. Bayağı yazdı. Türkiye’nin değişik yerlerine gitti. Onların bâzılarına berâber gittik. Birlikte gazetecilik yaptık. Özellikle Kürt göçü sırasında Güneydoğu’da birlikte bayağı bir dolaştık ve orada herkesi şaşırtacak derecedeki Türkçe bilgisi ve Irak’tan kaçanlarla yaptığı Arapça konuşmalar filan hakîkaten çok şaşırtıcıydı. 

Jean-Pierre’in en öne çıkan kimliği, eşcinselliğiydi. AIDS olması da zâten eşcinselliğinden kaynaklanmıştı ve kendi tahminine göre ABD’deyken ilk virüsünü kaptığını düşünüyordu. Tedâvi görüyordu. Eşcinselliğini çok gizlemezdi ve Türkiye’de bir eşcinsel olarak çok mutluydu. Hep onu hatırlıyorum. Çünkü Türkiye’de her ne kadar kamuoyuna yönelik olarak böyle eşcinsel düşmanlığı vs. olsa da, aslında dikkatli davranan eşcinseller için, özellikle yabancılar için Türkiye aslında çok kolay bir yer ve çok câzip bir yer. Hattâ biliyorum, dünyanın değişik yerlerinden, özellikle Fransa’dan arkadaşları da sık sık gelirdi ve Jean-Pierre Türkiye’nin, İstanbul’un, hattâ daha önceki “Gomaşinen”de anlattığım gibi Şanlıurfa’nın bile gece hayâtını çok iyi bilen bir kişiydi. 

Çok anım var Jean-Pierre ile. Bu anıları değişik vesîlelerle, hayâtımda çok değişik olaylarda aklıma gelir, anlatırım. Burada o anıları çok fazla anlatmak istemiyorum; ama şunu çok iyi hatırlıyorum. Bir keresinde Assos civarında bir yere tatile gitmiştik birlikte. Orada Fransız bir âile, karavanlıydı yanılmıyorsam. Marsilya plakalı. Ben tabii bilmiyorum, Jean-Pierre anlıyor Marsilya plakalı olduğunu. Gitti, onlarla bir şeyler konuştu. Sonra bir şey oldu, bizimle Türkçe konuştu. Adamlar inanamamışlardı: “Sen bizi kandırıyorsun, Fransızcayı nereden öğrendin” diye. Ama onunla değişik yerlerde yaşadığımız olaylar, onun hayâta bakışı vs. bana gerçekten çok şey öğretmiştir. Sol hareketten gelme benim gibi birisine… Onun solculukla pek alâkası kalmamıştı. Ben hâlâ solcu olmaya inat ediyordum ve bu yüzden benimle dalga da geçerdi. Ama çok da anlayışla karşılardı. Çok değişik, çok geniş bir çevresi vardı. 

Bizim Jean-Pierre ile tanışmamız ilginçtir. Cihangir’deydi; o sırada ben de Cihangir’de oturuyordum İstanbul’da. Bekâr zamanlarım… Rahmetli Prof. Bülent Tanör de Cihangir’deydi. Hattâ komşuyduk kendisiyle. Çok değerli bir bilim insanıydı. Hukukçuydu ve laiklik konusunda gördüğüm en tutarlı isimlerden birisiydi. Bülent Tanör de bizim liseden, Galatasaray Lisesi’nden ve Fransızcayı bilen birisi. Jean-Pierre ile beni o tanıştırmıştı. Ama sonra çok ortak arkadaşımız oldu Jean-Pierre ile. Bir şeyi hatırlıyorum: Kürt göçünü izlerken, ben bir Fransız televizyon kanalına mihmandarlık yapıyordum. Jean-Pierre de Le Monde adına oradaydı. Diyarbakır ve çevresinde Saddam’dan kaçan peşmerge göçünü izliyorduk. Bunu da “Gomaşinen”de anlatmıştım. Ben bir şekilde –nereden olduğuna çok emin değilim; ama bir şekilde sezdim, böyle hislerim vardır– Jean-Pierre’in rahatsızlığını tahmin ettim. Yani o tarihte, berâber dolaştığımız zamanda Jean-Pierre AIDS olduğunu biliyormuş ve tedâvi sürecine başlamış. Ama gizliyordu, çünkü çok zordu. Türkiye’de özellikle, AIDS, böyle bir vebâ gibi, bir de aynı zamanda ahlâk dışı, şu bu… 

Gerçekten zor bir şeydi birisinin AIDS olduğunu söylemesi. Orada ben, mihmandarlık yaptığım Fransız televizyonunun başındaki kişiyle, muhâbiriyle bir sorun yaşadık, tartışma yaşadık vs.. Jean-Pierre ile yakın bir ilişki kurdu o da o sırada. Belli ki Jean-Pierre Fransız olduğu için ona anlatmış hastalığını. O kişi bana böyle çok ucuz bir numara çekti, “Sen böyle en ufak şeylerden şikâyet ediyorsun. Halbuki insanlar ne sorunlar yaşıyorlar” filan dedi. Ben de dedim ki: “Yani bana Jean-Pierre’in AIDS olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?” Neye uğradığını şaşırdı. Sonra tabii Jean-Pierre’e söylemiş. Demiş ki: “Ruşen bilmiyor diyordun, biliyormuş”. Jean-Pierre geldi bana, dedi ki: “Ben sana söylemedim. Nereden biliyorsun?” Ben de: “Tahmin ettim” dedim ve çok rahatladı. Çünkü o tarihlerde –ki bunlar 87-88’de oluyor, öyle bir şey olması lâzım– her şey bir yana, AIDS hastaları, yani HIV virüsünü kapmış olanların bir izolasyonu, tecrit hâli vardı. Bundan çok ciddî mustariplerdi. Biz çok yakın arkadaştık; ama bana bile söylemeye çekiniyordu. Belki de kaybederim diye. Yani dostluğumuza bir halel gelir diye. Benim tahmin etmiş olmama şaşırdı. Sonra bunu çok normal karşılamamdan da çok memnun oldu. 

Ondan sonra, hastalığı kötüleyince Türkiye’den dönmek zorunda kaldı Jean-Pierre. Fransa’ya döndü. Orada çok daha düzenli bir şekilde tedâvi gördü. Türkiye’deyken arada bir, bir müddet Fransa’ya gidiyordu; bir de birtakım ilaçlar denemek için Amerika Birleşik Devletleri’ne gidiyordu. Sonra tekrar Türkiye’ye geliyordu. Ama bunu daha fazla sürdüremez oldu ve Fransa’ya döndü. Ben de o sıralarda gazetecilik yapıyordum; ama hiçbir yerde çalışmıyordum. Uzun bir süre sonra pasaport alabilmiştim. Sakıncalı olduğum için alamadığım pasaportu alabilmiştim ve Fransa’ya gittim. Ama doğru dürüst param yoktu. Jean-Pierre bana evini açtı. Kendisi zâten sürekli hastânedeydi. Çok az geliyordu eve. Yani diyelim ki ayda iki üç gün gelebiliyordu. Onun dışında ya Paris’te, ya Amerika Birleşik Devletleri’ndeydi. Ben o tarihte Fransa’ya yerleşmeyi düşündüm. Bana çok yardımcı oldu; ama ben kendim açıkçası çok fazla bir şey yapmadım, yapamadım. Bu arada Türkiye’den çok kötü bir haber geldi. En büyük ağabeyim Mehmet Ali, çok kötü bir hastalığa tutulmuştu ve Jean-Pierre’in AIDS’ini yaşarken… ki Jean-Pierre’in AIDS’ini yaşamak çok sorunlu olmuyordu, çünkü sürekli bir şamata hâlindeydi. Arkadaşları geliyordu. Hastânedeki hemşirelerle çok yakın arkadaş olmuşlardı. Sürekli onlar da gelip gidiyordu vs. Ama ben ağabeyimin böbrek rahatsızlığı nedeniyle Türkiye’ye döndüm ve maalesef bir süre sonra ağabeyimi kaybettik. Ardından, bir daha Fransa’ya döner miyim; dönmez miyim derken, Jean-Pierre’in ölüm haberi geldi. Peş peşe iki büyük ölümü yaşadım. Hayâtımda iki önemli insanı peş peşe kaybettim. Cenâzesine gittim; Paris’teki meşhur Père-Lachaise Mezarlığı’nın krematoryumunda yakıldı cenâzesi Jean-Pierre’in. Orada dünyanın dört bir tarafından arkadaşları, sevenleri vardı. Çok acı bir olaydı benim için. 

Jean-Pierre’den çok şey öğrendim. Çoğulculuğu öğrendim her şeyden önce. Bambaşka bir evren olan… o zamanlar öyle denmiyordu; genel olarak “eşcinsel dünyası” diyorduk. Şimdi LGBTİ+ diyoruz. O dünyayı büyük ölçüde doğrudan gözlemleme imkânım oldu. Onunla birlikte sorgulamayı öğrendim. Özellikle Kürt meselesi konusunda onun çok ilginç perspektifleri vardı ve ondan çok şey öğrendim. Ortadoğu’yu zâten çok iyi biliyordu. Ama bir de şunu öğrendim, gerçekten en önemlisi — öğrendim, ama hayâta geçirebildiğime çok emin değilim: Çok da fazla takmamayı öğrendim. Onda hep şöyle bir şey vardı: En kötü olayları bile ele aldığı zaman bir şekilde oradan bir espri konusu bulabiliyordu. Bir olay anlatmak istiyorum: Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın karısı Danielle Mitterrand’ın çok bâriz özelliklerinden birisi, dünyanın önde gelen Kürt destekçilerinden biri olması – özellikle Irak Kürtlerine. Danielle Mitterrand’ın, bu Irak’ta Saddam’dan kaçan Kürtler üzerine bayağı aktif bir şekilde olaya dâhil olduğunu biliyoruz. Jean-Pierre onun birtakım söylediklerini çok abartılı ve çok klişe buluyordu ve Le Monde’da onunla ilgili böyle pek övücü olmayan, eleştirel bir yazı yazmıştı ve başına biraz dert almıştı. Çünkü Le Monde da o sırada, o tarihlerde Fransız Sosyalist Partisi’yle çok aynı dalga boyunda gidiyordu. Okuyucuları ve yönetimleri açısından bayağı bir uğraşmışlardı ve anladığım kadarıyla Danielle Mitterrand’ın kendisi de, “Ne oluyoruz? Nedir bu?” filan diye yazısına lâf etmişti. Ondan çok rahatsız olmuştu, ama çok ciddî bir sorun çıkmamıştı. Ama bir gün, sabah Paris’te Jean-Pierre ile birlikte sokağa çıktık. Bir yere gidiyoruz. Bir film vardı, belki izlemişsinizdir: Tatie Danielle. Türkçe tâbirle “cadaloz” bir yaşlı kadının öyküsü. Kadın çok aksi, ama filmin sonunda çok iyi, insânî yönü ortaya çıkıyor filan. Şimdi, Tatie Danielle, yani bir taraftan Danielle Mitterrand ile aynı adı var. “Tatie” demek; “hala”, “teyze” ikisi de olabilir. Diyelim ki Danielle Teyze. Filmlerin genellikle hani bir sloganı vardır, spotu vardır; o da şuydu: “Sizi tanımıyor; ama sizden çoktan nefret ediyor” diye çok güzel bir slogan. Türkçeye şimdi tam çevirememiş olabilirim: Yani “Sizi tanımıyor; ama sizden nefret ettiğine emin olabilirsiniz” anlamında bir şeydi. Jean-Pierre bunu gördü, dedi ki: “İşte, Danielle Mitterrand. Beni tanımıyor; ama benden nefret ediyor.”

Evet, çok uzatmayacağım. Jean-Pierre… 32 yıl olmuş. Hep aklımda, hep sevgiyle anıyorum. Onun hakkında illâki kötü konuşan vardır; ama büyük ölçüde, onu hatırlayan insanların hepsinin onu çok sevdiğini biliyorum. Arada sırada böyle tesâdüfen Fransa’dan, özellikle İslâm araştırması vs. yapan birileriyle karşılaştığımızda adı geçer. Bir de son bir not düşeyim: Annesi hâli vakti yerinde birisiydi. Jean-Pierre öldüğünde annesi hâlâ hayattaydı. Şu anda yaşıyor mu? Sanmıyorum. Herhalde o da vefat etmiştir, o tarihlerde de yaşlıydı. Ama bir süre Jean-Pierre’in adına bir burs vermişti. Özellikle genç Ortadoğu araştırmacılarına bir burs vermişti adını yaşatmak için. Gilles Kepel onunla ilgili bir kitap yaptı. Passion d’Orient (Doğu Tutkusu) diye bir kitap. Onun yazılarını derlemişti, değişik makalelerini. Kimisi gazeteci, kimisi de tarihçi olarak yazdığı yazıları derlediği bir kitap yapmıştı ölümünden kısa bir süre sonra. Bir de yine onun anısına, yıllar önce, Boğaziçi Üniversitesi’nde Nilüfer Göle –ki o da Jean Pierre’in arkadaşıydı– onun anısına Türkiye’den ve Fransa’dan ve bir iki yabancı ülkeden daha –ama daha çok Türkiye’den ve Fransa’dan– katılımcılarla, dünyada İslâm üzerine bir panel ya da toplantı yapılmıştı. Orada bayağı dünya çapında isimler bir araya gelip sunum yapmışlardı ve onların arasına ben de bir şekilde Türkiye’de İslâmî hareketi anlatmak için araya karışmıştım. Bu da çok önemli bir andı. Hattâ oraya gelen kişilerle yaptığım röportajları da Cumhuriyet gazetesinde bir yazı dizisi olarak vermiştim. Orada tanıdığım birçok kişiyle –ki onların çoğu, özellikle Fransa’dan gelenler Jean Pierre’in yakın arkadaşıydı– tanışıklığım, dostluğum sürüyor ve her fırsatta Jean-Pierre’i sevgiyle anıyoruz. 

Evet. Jean-Pierre Thieck… “İyi ki tanıdım” diyeceğim, çok erken yaşlarda hayâtını kaybetmiş, ama hayâtını hep dolu dolu yaşamış bir isim olarak “Gomaşinen”de ona değinmeden edemedim. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.