Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkiye İslamcılarının dünya Müslümanlarına yaptığı kötülük

Ruşen Çakır, 6 Mart’ta yayımlanan “Türkiye’de İslamcılık yeniden güçlenebilir mi?” başlıklı yazısından hareketle yaptığı “Türkiye İslamcılarının dünya Müslümanlarına yaptığı kötülük” başlıklı yayında, “AKP iktidarı İslam dünyasında neden heyecan yaratmıştı?”, “Bu heyecandan geriye ne kaldı?”, “İslam ile demokrasi ilişkisi neden tartışılmaya devam ediyor?” sorularına yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Emine Bıçakcı

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bir süredir hafta sonları Medyascope’ta yazıyorum, izleyenler biliyordur. Ve dün yazdığım yazı, Türkiye’de İslâmcılığın yeniden bir şansı olup olmadığını sorgulama üzerineydi; böyle bir şansın olmadığını düşündüğümü yazdım. Bu yazıya gelen bâzı tepkiler üzerine, bir gün sonra bu yayını yapma ihtiyâcı hissettim. Aslında bugün söyleyeceklerim, şu âna kadar birçok kez değişik vesîlelerle söylediklerimin tekrarlanması olacaktır; fakat bir toparlama ihtiyâcı hissettim. Zîra yaşanan olay, Türkiye’de AKP deneyimi ve Erdoğan deneyimiyle yaşanan olay, sâdece Türkiye’nin olayı değil, aslında tüm dünyayı ve özellikle İslâm dünyasını çok yakından ilgilendiriyor. Biz, Türkiye’de Türkiye’yi değerlendirirken, AKP iktidârının, Erdoğan iktidârının Türkiye’yi getirdiği yeri değerlendirirken, birçok olumsuzluğu peş peşe sıralıyoruz: kurumların içinin boşaltılması, demokrasiden uzaklaşılması, kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması, tek adam rejimi, hukuk devletinden geriye pek bir şey kalmaması vs.. Bir dizi şey söylüyoruz ve bunların hepsinin Türkiye’nin yeni bir normalleşmeye ve yeniden yapılanmaya ihtiyâcı olduğunu gösterdiği sonucuna varıyoruz — böyle bir tartışma var. Ve bütün bunlar yapılırken, tabii ki iktidârın dinle, İslâm diniyle, Sünnî İslâm yorumuyla ilişkisi nedeniyle, başta Erdoğan olmak üzere AKP iktidârının İslâmî hareket kökenli olması nedeniyle, bu bilanço çıkartılırken kaçınılmaz olarak İslâm’a da ve Müslümanlara da bir fatura çıkarılıyor. “Erdoğan ne kadar İslâmcıdır değildir” tartışması ne kadar anlamlı olsa da, bu kaçınılmaz olarak böyle. 20 yıllık bu dönem –özellikle son yıllarına damgasını basan otoriterlikle berâber–, İslâm’la demokrasi ilişkisini çok ciddi bir şekilde yeniden tartışmamıza imkân verdi; daha doğrusu tartışmanın seyrinin tekrar eskiye dönmesine yol açtı. Çünkü “Bir şeyler değişiyor mu acaba?” diye düşünülürken, “Birtakım klişeler, birtakım hazır cevaplar geçersiz mi kalıyor?” denirken, birdenbire tekrar aynı şeye dönüldü: Çok klasik, “İslâm’la demokrasi asla bağdaşmaz, işte Türkiye’de yaşananlar da bunun kanıtı” şeklinde bir akıl yürütme çok baskın ve bunu dünyaya genelleştirebiliriz. 

AKP iktidârıyla berâber dünyada “İslâm’la demokrasi bağdaşır mı?” sorusuna “evet” cevabı verme imkânının doğduğunu düşünenler ya da doğmasını isteyenler epey güçlüydü ve bu anlamda AKP’ye, Erdoğan’a ve AKP’nin diğer önde gelenlerine kuşkuyla bakmakta birlikte, yine de bir şans verilmesini savunanlar, özellikle Batı dünyasında bayağı vardı ve verdiler, destek oldular; buradan hareketle bir modelin çıkabileceğini düşündüler. Bunu daha önce defâlarca konuştum, ama tekrar söyleyeyim: Artık böyle bir model yok; bu suya düştü, bir fiyaskoyla sonuçlandı, fos çıktı. AKP’nin ve Erdoğan’ın modellikten vazgeçmiş olmasına, bir yerden sonra, “Tamam, kime ne?” denebilir; ama bu deney, ”Yoksa oluyor mu?” denilen bu deneyin birdenbire gürültülü bir şekilde fos çıkmasıyla berâber, zâten bunun mümkün olmadığı düşüncesinin çok ciddî bir şekilde yerleştiğini görüyoruz. Tek başına bu değil tabii, bu arada El Kaide, IŞİD gibi küresel cihadcı örgütlenmelerin terör eylemleri ve vahşetleri de –özellikle IŞİD’in son dönemdeki Suriye’de Irak’ta yaptıkları, Nijerya’da yaşananlar vs.– bütün bunlar da tabii ki buna katkıda bulundu; ama bu tür radikal terörist yapılar zâten ayrı bir olaydı; ama terörist olmayan, yasal alanda faaliyet gösteren hareketler o terörün yarattığı travmayı bir ölçüde dengeleyebiliyordu ya da dengeleyebilirdi — ama artık böyle bir şey kalmadı. Şu anda İslâm dünyasında “İslâmcılık” denince, “İslâm ve siyâset ilişkisi” denince, geride sadece terör örgütleri kaldı. Küresel anlamda faal olan bu örgütlerin etkisinin de son dönemlerde azaldığını –en son, IŞİD’in son liderinin Suriye’de yine ABD tarafından öldürülmesi ile de– gördük; eskisi kadar da popüler değiller. 

Şu anda dünyanın gündeminde açıkçası çok fazla bir İslâm-İslâmcılık yok. Bu kimilerine göre iyi bir şey olarak gelebilir; fakat İslâm dünyasında –her ne kadar “Böyle bir dünya var mı, yok mu?” tartışması yapılsa da–, dünyanın dört bir tarafında İslâm coğrafyasında; ama sâdece İslâm coğrafyasında değil, Batı’da da çok sayıda Müslüman, kendini Müslüman olarak tanımlayan insan yaşıyor. Ve bu insanlar –ister Batı’da yaşasınlar, isterse İslâm coğrafyasında yaşasınlar– geleceğe umutla bakmak istiyorlar; fakat önlerinde onlara herhangi bir gelecek vizyonu sunabilen hemen hemen hiç kimse kalmadı. Bir dönem İslâmî hareketler, özellikle Arap dünyasında “Müslüman Kardeşler Hareketi” bunu yapar gibi oldu; yani bir gelecek tasavvuru vardı –bu tasavvur ne derece isabetliydi, değildi ayrı–, ama özellikle Arap Baharı’ndan sonra yaşananlarla birlikte artık bu da kalmadı. Müslüman Kardeşler, örgüt olarak hâlâ varlığını sürdürüyor olabilir; ama esas olarak Müslüman Kardeşler artık, gelecek tasavvuru olan bir alternatif olmaktan ziyâde kendi varlığını sürdürmeye çalışan bir yapı olarak duruyor.

Başlık kimilerine sert gelebilir: “Türkiye İslâmcılarının dünya Müslümanlarına yaptığı kötülük”. “Kötülükler” de diyebiliriz, “büyük kötülükler” de diyebiliriz. Bir kere, özellikle gençlerin, yeni kuşakların –yeni tâbirle Z kuşağının– hayallerini tuzla buz ettiler. Türkiye’de yaşananlar, uzun bir süre, AKP iktidarının ilk yıllarında, Avrupa Birliği süreci, Batı ile iyi ilişkiler, kendi sorunlarını çözmeye çalışmalar, komşularla sorun yaşamamaya çalışmalar vs.; bütün bu süreçte –ki bunların çok kalıcı adımlar olmadığı daha sonra anlaşıldı ama– sanki bir şeyler oluyor duygusu İslâm coğrafyasında çok yayılmıştı ve bir anlamda Müslümanların Batı ile olan tartışmalarında, Türkiye gerçekten bir iyi örnek olarak gösterilir olmuştu. Erdoğan şu ya da bu şekilde bunu yok etti. Hâlâ Erdoğan’ı İslâm dünyasında sevenler, ona bir idol gibi bakanlar olabilir; ama sayıları her geçen gün azalıyor ve bunlar genellikle de o toplumun dinamik kesimleri değil, daha çok kaybeden, kaybetmeye meyilli kesimler; ama daha dinamik olan kesimler artık kendi başlarının çâresine bakmak gibi bir durumda karşı karşıyalar.

Çok büyük iddiaları vardı, liderlik iddiası vardı –bu liderlik iddiası Erbakan‘dan tevârüs etmiş bir iddiadır; İslâm dünyasının lideri olmak iddiası–, hâlâ arada sırada söyler gibi oluyor Erdoğan; ama artık hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Dünyanın yaşadığı çok büyük sorunlarda Müslümanların bu sorunlarla baş edebilmesinde bir liderlik yapamıyor; örneğin son Ukrayna savaşı, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde, Türkiye’ye çok fazla İslâm dünyasından bakıp, “Neyi-nasıl yapmamız gerekir?” diye burayı bir tür kıble gibi gören yok, ekonomik sorunları çözen yok, Batı ile ilişkiler konusunda yok. 

Şöyle bir not almışım: 20 yıllık AKP iktidârı döneminde herhangi bir Türk İslâmcının herhangi bir kitabı diğer dillere, özellikle de İslâm dünyasında konuşulan dillere çevrildi mi? Şimdi birileri, “Şu çevrildi, bu çevrildi” diyebilir; ama böyle popüler olarak çevrilen kitap yok — zâten ortada kitap yok. İslâmî hareketi izleyen bir gazeteci olarak, kültürel anlamda en büyük gerilemenin AKP iktidârı döneminde yaşadığına çok ciddi bir şekilde şâhit oluyorum. Buradaki mesele, kültürün ya da her türlü medeniyet vizyonu vs. –her ne derseniz deyin–, bunların çok da gerekli olmadığı düşüncesinin bu iktidar döneminde baskın olmasıdır — zâten bu iddiadan vazgeçtiğiniz zaman bütün iddialarınız çöpe gidiyor. Türkiye’nin zamanında İslâm dünyasında ve Müslümanlardan çekinen çevrelerde belli bir uyandırabilmesinin bir nedeni siyâsî partilerse –yani Refah Partisi, ardından AKP ise–, bir diğer nedeni, birtakım çok güçlü cemaatler, özellikle de dünya çapında küresel bir faaliyet yürüten Fethullah Gülen’in yapısı –şebekesi diyelim– idi; bir de iyi-kötü bir entelijensiyanın doğar gibi olmasıydı. Yine yazılarımdan birisinde böyle bir entelijensiyanın yükselemeden çöküşünü yazmıştım, aynen böyle oldu. Bütün bunların hepsi, baş gösterdiler, çok büyük bir ilgi uyandırdılar, ondan sonra hemen kafalarını çekip Türkiye’de iktidârın nîmetlerinden faydalanmaya ve bir kapışmaya –bu nîmetleri kapışmaya– yöneldiler. Öyle bir kapışma oldu ki sonunda birbirlerine girdiler –tabii ki Erdoğan-Gülen savaşını kastediyorum–, o savaş zâten işin rengini iyice değiştirdi. Yani bir yanda siyasal İslâm’ın merkezi olan AKP ile bir diğer yandan toplumsal İslâm’ın merkezi gibi görülen Fethullahçılık arasında çok sert, çok şiddetli, darbe girişimlerine kadar varan bir savaş yaşandı. Bu savaş hâlâ sürüyor ve bu savaşın yaralarını sarmak diye bir şey her iki tarafın da umurunda değil. Her iki taraf da, bu yaraların sürekli devam etmesini istiyor — Erdoğan bunu bir tehdit olarak kullanabilmek için, Fethullah Gülen de bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanabilmek için. Bu arada yaşanan mağduriyetler her iki tarafın da çok fazla umurunda değil; birisi gözdağı olarak kullanırken, öteki de propaganda aracı olarak bu mağduriyetleri kullanıyor ve olan burada aşağıdaki çimenlere oluyor. –

Bütün bu süre içerisinde, birincisi, “Türkiye’nin İslâm kimliği ile birlikte Batı’nın bir parçası olduğunun tescillenme süreci yaşanacak” dendi; bu fos çıktı. Türkiye’nin artık AB serüveni maalesef bir süredir durmuş durumda, bir daha da kolay kolay başlayacağı yok. Türkiye’nin demokrasi serüveni –“Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede pekâlâ demokrasi tesis edilebilir” meselesi ve “Bunun tesis edilmesinde, güçlendirilmesinde dindarların, İslâmcıların rolü olabilir” düşüncesi– tam anlamıyla boşa çıktı; çünkü var olan iyi-kötü demokrasinin daha da gerisine gidildi ve Türkiye’de tam bir tek adam rejimi tesis edildi. Çoğulculuk zâten söz konusu değil –daha yeni zamanda gördük, biliyorsunuz– değil Gayrimüslimlere, İslâm’ın içerisine, meselâ Alevîlere bile tahammülsüzlüğün olduğu –Milli Eğitim Bakanlığı’nda yansıyan müfettiş raporu olayında görüldüğü gibi; “Alevî kimliğini açıkça söyleyen” diye bahsedilen öğretmenler var–, Türkiye’de zâten çoğulculuğun en önemli ayağı, Gayrimüslimlere gelene kadar –ki onların da her türlü haktan sonuna kadar yararlanabilmesi gerekiyor, onu yapmıyorlar–, onun ötesinde, Alevîlere ve hattâ Kürtlere yönelik olarak çok ciddî negatif bir ayrımcılık olduğunu da biliyoruz. Bu anlamda Türkiye’de AKP-Erdoğan iktidarı, çoğulculuk anlamında da çok kötü bir sınav verdi. Kadın hakları konusunda –hele son dönemde peş peşe gelen– İstanbul Sözleşmesi‘nden çıkış başlı başına onun örneği oldu. Bütün bunları neden sıralıyorum? Bir beklenti yarattı, bir heyecan yarattı ve bu heyecan İslâm dünyasında önünü kapalı gören insanlar için, özellikle genç kuşaklar için bir heyecan, bir “acaba?” duygusu doğurdu ve ondan sonra Erdoğan, iktidarda kalabilmek için, iktidârını sürdürebilmek için ve bu arada kendi gücünü ve özellikle yanındakilerin ekonomik güçlerini devam ettirebilmeleri için Türkiye’nin birçok kazanımını, hani değil üstüne bir şey koymak, var olan kazanımları da Türkiye’de toplumdan almaya yöneldi ve bu süreç hâlen sürüyor. Şu anda Türkiye, İslâm dünyasına “Pekââa petrolü olmadan da zengin bir ülke olunabilir” örneği olabilecekken, “Petrolü de yok, ekonomik krizde iyice bocalıyor ve çok kötü yere doğru gidiyor” duygusunu da verdi. Günümüz dünyasının en önemli meselesi olan teknolojide Türkiye, öne çıkacak bir ülkeyken, “yerli otomobil şu gün, bu gün” diye hâlâ kendini bununla teselli etmeye çalışan, “uzaya yol döşemekle” uğraşan bir ülke oldu; birçok şeyin çok ciddî bir şekilde gerisinde kalmış bir ülkeyiz. En son yapacağımız, işte, Çanakkale’de yeni bir köprü açılacak ve insanlar bu köprüleri, geçmedikleri halde parasını ödedikleri yerler olarak bilecekler öncelikle.

Evet, büyük bir kötü fatura var. Bu fatura İslâm dünyasındaki özellikle genç kuşakların; özgürlük, kendi ayakları üzerinde durabilme, ileriye umutla bakabilme, daha iyi bir hayat, daha müreffeh bir hayat inşâ edebilme ve hattâ mümkünse başka medeniyetlerle, başka kültürlerle çatışmadan ama dinamik bir rekabet içerisine girebilme hayallerinin de tuzla buz olmasında AKP iktidârının, Erdoğan iktidârının çok büyük bir katkısı var ve buradan geriye dönüşün daha uzun bir süre kolay kolay olabileceğini sanmıyorum. Eğer, s kolay kolay dece polisiye tedbirlere bırakılacak olursa, çok etkili olmayacak. Bu durumda –şu hâliyle bakıldığı zaman, Türkiye ve diğer İslâm ülkelerine bakıldığı zaman–, şu anda her türlü radikalizmin, özellikle din temelli radikalizmin zemininin her geçen gün daha da güçlendiğini düşünüyorum. Ama bu konuda gerek ulusal devletler gerek uluslararası süper güçler vs. birtakım teknik tedbirlerle bunun önünü kesiyor olabilirler; ama şu hâliyle yasal anlamda, demokratik yollarla ülkesini ileriye götürme düşüncesinin iyice tuzla buz olduğu bir İslâm dünyasında –ki Türkiye de buna dâhil– silâh, şiddet, terör düşüncesinin çok daha fazla öne çıktığını, bunun kaçınılmaz bir şey olduğunu söylemek durumundayız. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.