Gomaşinen (82): Vatan Gazetesi’nde dolu dolu 12 yıl

Ruşen Çakır, Gomaşinen‘in 82 bölümünde Vatan Gazetesi’nde çalıştığı yılları anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 82. bölümünde Vatan gazetesini anlatmak istiyorum. Gazetecilik hayâtımın 12 yılı Vatan’da geçti. Aslında şu âna kadar yaptığım “Gomaşinen”lerin büyük bir kısmında, Vatan gazetesi tecrübemi bayağı bir anlattım. Futbol yazarlığından tutun, Kandil röportajlarına kadar, Pakistan’a, İran’a kadar… Hattâ bir yerde de Demirören Grubu’nun yönetimindeki Vatan gazetesini anlattım. Son üç yılım Demirören yönetiminde geçti, onu da anlatmıştım. Fakat bu sefer bütününden bahsetmek istiyorum. Zîrâ birincisi, bu benim meslek hayâtımda en uzun süreli çalıştığım yer. İkincisi; nasıl ifâde edeceğimi tam bilmiyorum ama, benim gazeteci olarak ana akımda varlığımı tescillediğim yer diyeyim. Daha önce çalıştığım yerler oldu. 

Meselâ Milliyet, CNN Türk vs., ama benim gerçekten ana akımdaki varlığımı gösterdiğim yer Vatan gazetesi oldu. Burada belli bir aşamadan sonra köşe de yazmaya başladım. Hem muhâbir hem köşe yazarı oldum. Ama köşelerimi daha çok haber ağırlıklı yapıyordum. Tabii analiz gibi olanlar, görüş yazdığım yazılar da oluyordu. Bir diğer husus da bunun iki buçuk yılı –ki onu da ayrı bir yayında anlattım– ABD’de Washington’da geçti. Vatan gazetesini ayrıca anlatıyor olmamın en önemli diğer nedeni de benim meslek hayâtımda –Medyascope’u saymazsak, çünkü Medyascope bambaşka bir şey– en keyif aldığım dönem diyeyim, en mutlu olduğum dönem. Bir de maddî olarak da en rahat ettiğim dönemlerden birisi. 

Bunun bir diğer yönü de şu: Belli bir târihten îtibâren NTV’de de çalışmaya başladım. NTV’de de yorum yapıyordum, program yapıyordum. Vatan ile NTV’yi berâber götürüyordum ve bu iki yerde birlikte çalışma, hem benim görünürlüğümü artırıyordu –özellikle NTV ve daha önce anlattığım “Yazı İşleri” programı meselâ–, ama sâdece “Yazı İşleri”nden ibâret değildi; orada daha fazla görünür oluyordunuz. Görünür olmanın, sokağa çıktığınızda ya da bir yere habere gittiğinizde insanların sizi tanıması gibi bir fonksiyonu oluyordu. Ama Vatan’da yaptığım haberler, röportajlar, yazdığım yazıların da apayrı bir yeri oluyordu. Yani Vatan gazetesi, benim gazetecilik kariyerimdeki ilk ciddî sıçramayı yaptığım yerdir. Ama açık söylemek gerekirse, korka korka gittim Vatan gazetesine. Zîrâ gazeteyi çıkartan, Sabah Grubu’ndan ayrılan Zafer Mutlu, Güngör Mengi, Selahattin Duman ekibi hakkında çok da iyi şeyler düşünmüyordum — öyle diyeyim. Hattâ bir ara Metis’te “Siyahbeyaz” dizisi kitaplarını yaptığımız zaman, Amiral Battı diye bir kitap da yaptırmıştım, kendim yapmamıştım ve burada da Sabah Grubu –ki onun içerisine Zafer Mutlu ve diğerleri de dâhildi– buna yönelik çok eleştirel bir kitaptı. 

Ne oldu? 2002 seçimlerinde, anlatmıştım, İsmail Cem’in Yeni Türkiye Partisi’nde aday oldum. Fiyaskoyla sonuçlanan bir seçimdi tabii. Ahmet Sever’le berâber katılmıştık. Seçim biter bitmez de siyâsete noktayı koyduk. Partiden ayrıldık ve beni Ercan Arıklı aradı. Ercan Arıklı Nokta dergisinde, gazeteciliğe ilk başladığım yerdeki patronum ve Zafer Mutlu ve arkadaşlarıyla berâber Sabah’ta yer alan, sonra Sabah’tan ayrılıp birlikte Vatan Grubu’nu –öyle diyeyim– kuran ekibin önde gelen isimlerinden birisiydi Ercan Bey. O beni çağırdı ve bana iş teklif etti. Vatan gazetesinde yazmayı teklif etti. Açıkçası şaşırdım. Bir taraftan hoşuma gitti. Kabul ettim, ama bir taraftan da bayağı bir ürktüm. Sorun çıkar diye düşündüm; benim gazeteciliğe bakışım, siyâsî duruşum vs. ve Vatan gazetesini çıkartan ekip hakkındaki düşüncelerimle… Ama o târihte çok câzip bir teklifti. Bu arada unutmadan şunu söyleyeyim, bir ara, Milliyet’te çalıştığım dönemde ayrılma düşüncesiyle Sabah gazetesine başvurmuştum ve o târihte Zafer Mutlu ile görüşmüştüm. Zafer Mutlu görüşmeden sonra beni istememişti. Hürriyet’le de görüşmüştüm. Ertuğrul Özkök de beni istememişti ve ben Milliyet’te kalmıştım. Yıllar sonra Vatan gazetesinde buluştuk ve düşünmediğim kadar rahat bir gazetecilik yaptım. 

Gazete, çok ilginç bir gazeteydi. İstanbul’da, Mecidiyeköy’den Esentepe’ye giderken ana cadde üzerinde bir apartmandan dönüştürülmüştü. Tam şehrin merkezi gibi bir yerdeydik; ama o gazete binaları, mâlûm, şehrin dışına çıkmıştı. Vatan şehrin içindeydi. Ulaşımı daha kolaydı o anlamda ve gazeteden çıktığınız zaman ânında şehir hayâtına karışabiliyordunuz. Ama ilginçti yani. Kat kattı. Asansör vs. tabii vardı ve bana gazetede yazarlar katında bir oda verildi. Aynı katta birçok yazar vardı, çoğu uzaktan tanıdığım. Zülfü Livaneli vardı meselâ. Başkaları da vardı. Güngör Mengi’nin odası aynı kattaydı. Eşi Ruhat Mengi vardı. Başkaları da vardı. Ben birden yepyeni bir, ne denir, level atlamış gibi oldum ve yapmak istediğim her şeyi de bir ölçüde yaptım. Çok ciddî sorunlar yaşamadım. Gazete, orada Sabah’tan kopmuş, gazetenin nasıl sattığını bilen, nasıl reklam alınabildiğini bilen bir ekip tarafından yapılan, aslında diğer gazetelerle, diğer büyük gazetelerle kıyaslandığı zaman daha az imkânla çıkan ve bayağı bir uğraşan, yoku var eden bir yerdi. Çok ilginç bir deneyimdi. 

Benim, gazetenin toplantılarına katılmamı istiyorlardı. Normalde herhangi bir titrim yoktu. Yani gazete toplantılarına servis şefleri ya da yardımcıları, yazı işleri müdürü filan katılır. Ama benim de katılmamı istiyorlardı. Oraya katkıda bulunmamı istiyorlardı. Şöyle bir sistem oluyordu genellikle: Büyük bir masanın etrafında yazı işleri toplantısı olurdu; ondan sonra, Genel Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu’nun odasında –benim liseden de bir dönem altım, okuldayken çok tanıştığımız birisi değildi, fakat gazetecilik hayâtımızda tanışıyorduk–, Tayfun’un hemen yazı işleri masasının biraz ilerisinde odası vardı; o odada daha az sayıda insanla da hem gevezelik edip hem gazetenin bir tür birinci sayfası filan iyice şekilleniyordu. Onlara da büyük ölçüde katılıyordum. 

Ama çok sefer İstanbul dışına gidiyordum. Meselâ Ankara’ya düzenli şekilde gidiyordum. Neredeyse her salı, hele NTV’yle de çalıştıktan sonra her salı grup toplantılarına, Meclis’e gitmeye çalışıyordum ve gittiğim zaman da tüm partilerin gruplarını izliyordum. Normalde Meclis’e giden gazeteciler belli partileri izlerler ya da siyâsî pozisyonları nedeniyle bâzı gruplara gitmekten imtinâ ederler. Halbuki ben, bütün MHP, HDP –adı zamanla değişmekle berâber HDP diyelim, hani özetlemek için–, AKP, CHP… bütün bunların gruplarının hepsini izlerdim ve hemen hemen hepsinin de genel başkanlarıyla, Erdoğan dâhil olmak üzere, en azından selâmlaşırdım, bâzen sohbet ederdik. Özellikle Deniz Baykal –ki bunu da yine bir “Gomaşinen”de anlatmıştım– grup toplantısı çıkışında gazetecileri genellikle makam odasında kabul ederdi. Bayağı bir sohbet ederdik. İstanbul dışına çok çıkıyordum. Hele seçim zamanları mitingleri izliyordum. Seçim dışındaki zamanlarda Anadolu’ya ve yurtdışına çok gittim. İstanbul’da olduğum müddetçe de hep gazetede, bütün bu toplantıları vs. izliyordum. 

Çok değişik bir yapısı vardı. Daha önce Cumhuriyet’te kısa, Milliyet’te biraz daha uzun, CNN Türk’te yine kısa çalışmışlığım vardı. Ama burası gerçek anlamda, o “Bâbıâlî” denen olay hakkında bir fikir veriyordu… Tabii SabahGrubu’nun bir İzmir açısı da var: Yeni Asır ve Dinç Bilgin üzerinden. Değişik bir tür gazetecilik anlayışıydı. Orada bayağı bir şeyi görme imkânım oldu. Gazetelerin yayın politikalarının nasıl belirlendiğini görüyorduk. O komplo teorilerinin büyük ölçüde çok da fazla işe yaramadığını da… Çünkü her şey gözümüzün önünde oluyordu ve tabii ki medya dünyası, gazetecilik dünyası aslında çok… –nasıl söyleyeyim?– her türlü numaranın döndüğü bir yerdir. Onu da özellikle söylemek lâzım. Çalışanların birbirleriyle dayanışmaktan çok, birbirlerine çelme taktıkları böyle değişik bir atmosferdir. Bu ana akım denen yerde, çalıştığım hemen her yerde bunu çok ciddî bir şekilde gördüm ve Medyascope’ta en çok hassas olduğum şey, bunun olmamasına çalışmak. Ama ne kadar başarabildiğimize çok emin değilim. Umarım başarıyoruzdur. Çünkü bu tür numaralar, alt-üst ilişkileri, mobbing’ler vs. daha önce, özellikle Milliyet gazetesinde çok ciddî bir şekilde marûz kaldığım olaylardı. Vatan gazetesinde pek olmadı; ama başkalarının olduğunu görebiliyorduk tabii ki. Tabii bu arada, siyâsî nedenlerle, başka nedenlerle, meslekî nedenlerle sizinle meselesi olan insanlar oluyordu. Ama orada gerçekten, Türkiye’de ana akım medyada olabildiğince huzurlu, rahat ve yaratıcı bir 12 yıl… 

12 yıl diyeceğim de, Demirören’li bölümün tam böyle olduğunu söyleyemem. O çünkü çok berbat bir dönemdi. Ama ondan önceki dönemde… Tabii ki birtakım sorunlar oldu, birtakım tartışmalar, anlaşmazlıklar oldu. Bunların kimisini “Gomaşinen”lerde anlattım. Meselâ Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığı konusunda… Ben Abdullah Gül’ün aday olacağını biliyordum. Yani öğrenmiştim. Ama gazeteyi çıkartanlar, Abdullah Gül’ün aday olmasını istemiyorlardı. Bundan doğan sorunlar oldu; ama sonuçta benim, olayın haber boyutunu yapmama da izin verdiler. Böyle birtakım ufak tefek meseleler olmakla birlikte, genel olarak bakıldığında ben Allah için hâlimden memnundum. Örneğin Ahmet-Nedim olayında, her gün köşemde resimlerini bastım ve günlerini saydım. Hiç kimse kalkıp bana, “Ne yapıyorsun?” demedi. Başka yerlerde de, birtakım Kürt meselesi hakkında yazdıklarım, başka konularda yazdıklarım konusunda, yazdıklarımı beğenmeyen, hoşlanmayan, beni yanlış bulan gazete yazarları filan da vardı. Hattâ arada sırada böyle tartıştığımız kişiler de oluyordu gazetede. Bir ara meselâ Mustafa Mutlu ile böyle bir şey olmuştu. Ama sonuç olarak bakıldığı zaman, ayrıntıları bir kenara koyacak olursak, benim hakîkaten en mutlu olduğum –tabii Medyascope ayrı bir parantez benim için– yerdi. Burada tabii istisnâ Demirörenler’in dönemi. 

Bir de açık söyleyeyim, Washington’daki gazeteciliğimden –onu anlatmıştım– şahsen çok memnun olmadım. Oradaki, gazeteyle ilgili bir mesele değildi. Bu tamâmen benimle ilgili bir meseleydi. Yapabildiğim kadar yaptım. Ama meselâ Washington’da iki buçuk sene öyle bir geçti ki benim için, 2007 erken seçim kararı alınır alınmaz döndüm ve döner dönmez kendimi miting alanlarında buldum. 30’dan fazla ilde miting izledim. Tam anlamıyla muhâbirliğe susamış gibiydim. Vatan’ın benim açımdan en önemli yönlerinden birisi de muhâbirliği hiç bırakmamam oldu. Ne istediysem diyeyim, tam olmasa bile, önerdiğim şeylerin büyük bir kısmı kabul edildi. Sorun çıkartılmadı. Olabildiğince, gazetenin imkânları kapsamında bunların prodüksiyonu da yapıldı. Gittiğim yerlerde hep bir yanımda çok iyi foto muhâbiri arkadaşlar vardı. Burak meselâ, İlker meselâ. Onlardan birisini yanıma kattılar. Öyle de oluyordu ki foto muhâbir arkadaşlara bütün yükü… Yani olayın maddî bölümü, oteliydi, arabasıydı vs. ya da bir yerlerde mihmandar bulmak gerekiyordu. Bu gibi şeylerin hepsini onlara yıkıyordum. Onlar da genellikle yaşları benden küçük olduğu için, bana bir “abi” muamelesi yapıp üstleniyorlardı. Türkiye şartlarında bayağı konforlu denebilecek bir gazetecilik yaptık. 

Ama Vatan bir yerden sonra mâlî açıdan tıkandı. Ne oldu bilmiyorum ve Doğan Grubu’na satıldı. Daha önce de Aydın Doğan’la bir ilişkisi olduğu hep söylenirdi. Açıkçası çok da fazla kurcaladığım bir şey değildi. Sonra resmen Doğan Grubu’nun oldu. Aydın Bey de geldi gitti arada sırada, ama Aydın Bey çok fazla müdâhil olmadı gazeteye. Onu biliyorum. Eski şekilde çalışmaya devam ettik. Fakat Demirören döneminde işin rengi değişti. Sonra ne oldu? Ben oradan 2002 Aralık ayında… 1 Aralık’ta ilk yazımı yazmışım: “Dünyanın merak ettiği 8 soru”. Bu soru ne? Erdoğan iktidâra gelmiş. Daha doğrusu Erdoğan yasaklı. AKP seçilmiş. Ben de her ne kadar o seçimde milletvekili adayı olarak kaybedenlerden birisi olduysam da, AKP’nin kazanması, benim de kazanmam gibi oldu. Çünkü bu konuda AKP, Erdoğan, Refah Partisi vs. gibi konularda yıllarca çalışmış bir gazeteciydim ve AKP’nin iktidâra gelmesiyle berâber önüm gerçekten açılmıştı. İlk yazdığım da, dünyada –ki AKP iktidâra geldikten sonra çok sayıda yabancı gazeteci beni bulup bana bir yığın soru sormuştu–, bunlardan en önde gelen 8 soruyu anlattığım bir yazıyla siftah etmiştim Vatan’da. Ondan sonra Nisan 2011’de Demirörenaldı. Ben Ekim 2014’te Habertürk’e geçtim. 

Sonra ne oldu? Ekim 2018’de olması lâzım, Habertürk basılı hayâtına son verdi. Beni 2016 Ocak ayında atmışlardı. Beni attıktan bir buçuk yıl sonra basılı gazeteye son verdiler. Sadece internet üzerinden faaliyetlerini yürüttüler. Televizyon kaldı tabii. Bundan bir ay sonra da Vatan basılı versiyonunu kapattı. gazetevatan.com diye bir internet sitesi vardı. Onunla sürdürdüler. Biz zâten Vatan’da yazarken, gazetevatan.com’da da yazılarımız, haberlerimiz çıkardı. Bu yayını yapmadan önce bakayım dedim. Hakîkaten gazetevatan.com sürüyormuş ya da com.tr. İnanın belki de yıllardır bakmıyorum. Hiç merak da etmiyorum. Sâdece internet üzerinden giden, tamâmen bir “bulvar gazetesi” modunda giden, “tık” avcılığı yapan bir yer hâline gelmiş. Eskiden de öyle bir yönü vardı; ama esas olan, bizim yaptığımız gazetenin hâliydi. Sonra değişti.

Zafer Mutlu Doğan Grubu’nda kaldı. Uzun süre bir tür danışmanlık yaptı, ama Doğan Grubu da Demirören’e satılmadan önce ayrıldı, ya da hemen satılırken ayrıldı. Hep kafasında bir haftalık gazete projesi vardı. Hafta sonu çıkacak olan bir gazete projesi vardı. Daha önce konuşmuştuk, etmiştik ve sonra onu Oksijen adı altında çıkardı; Vatan’da berâber çalıştığımız Tayfun meselâ orada, İsmail Yuvacan orada, birçok arkadaş orada. Benim zamânımda daha genç muhâbir olan, şimdi artık iyice pişmiş olan bâzı kişiler de var. Orada Oksijen’le, hafta sonu gazeteciliğiyle yollarını sürdürüyorlar. Bildiğim kadarıyla da hallerinden memnunlar. Ama tahmin ediyorum ki Türkiye eğer yeni bir döneme geçecek olursa, herhâlde o ekip daha iddialı bir şeylere girişecektir. Yollarımız tekrar kavuşur mu? Artık çok sanmıyorum. Çünkü bir şekilde yollar ayrılmak durumunda kaldı ve herkes kendi yolunu bir şekilde buldu. Ben Medyascope’ta hâlimden memnûnum. Ama o dönemleri… 

Tabii ki şimdi bunu söylerken gözümün önüne yaşadığım birtakım olaylar, birtakım hazzetmediğim kişiler geliyor. Onların da benden hazzetmediğini biliyorum. Böyle birtakım anekdotlar da var; ama onları anlatmayayım. Kalsın. Onlar var, ama büyük ölçüde gerçekten iyi bir dönemdi. Dile kolay, 12 yıl… Yani memnun olmasaydım o kadar kalmazdım. İnsanlar genellikle bir yerde çalıştığı zaman hep akıllarına ayrılmak vs. düşer. Ben Vatan’da başladıktan sonra bunu pek düşündüğümü hatırlamıyorum. Yani böyle çok ciddî bir sorun yaşayıp, memnûniyetsizlik yaşayıp, kendime başka bir seçenek aramak filan gibi şeyler olmadı. Gerçekten büyük ölçüde mutlu bir dönem oldu benim için. Hele bununla NTV de birleşince, çok daha fazla oldu. Çok yoğundu yani… Müge beni boşasaydı yeriydi, diyeceğim. Çünkü bütün bu süreç içerisinde çocuğumuz büyüyor vs., birçok şey yaşanıyordu. Bir de tabii ben Vatan’dayken Fethullahçıların estirdiği “terör” diyeyim ve orada benim direkten dönmem, onun gerginlikleri filan. Hepsini üst üste koyunca tabii bütün bunlar ne oldu? AKP iktidârıyla berâber başladı. Vatan gazetesi gitti. Habertürk gitti. AKP hâlâ duruyor. Erdoğan hâlâ duruyor ve ben de hâlâ duruyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.