Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (108): İYİ Parti’de Akşener operasyonu, Cemal Kaşıkçı dosyası kapanıyor, Erdoğan’ın savaş diplomasisi

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ın bu bölümünde İYİ Parti’de Meral Akşener operasyonunu, Cemal Kaşıkçı davasının Suudi Arabistan’a nakledilmesini, Erdoğan’ın diplomasi savaşını ve ardı ardına gelen zamları tartıştı.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bu sıralar siyâsette bayağı bir hareketlilik var. Bâzı haftalarda konu bulmak zor olabiliyor, ama bu hafta sanki bir bolluk var. Öncelikle İYİ Parti’yi konuşalım. Ben dün Özer Sencar’la yaptığım yayında kendisine ilk olarak İYİ Parti’yi sordum. Çünkü Özer Bey, bu konuya bayağı takmıştı, çok önemsediği bir konuydu. Özer Sencar bunu “geç kalmış bir operasyon” olarak tanımladı. Neydi operasyon? Operasyon, Yavuz Ağıralioğlu’nun Başkanlık Divanı’ndan çıkartılması, teşkîlâtların da Koray Aydın’dan alınıp doğrudan Akşener’e bağlanması. Başka birtakım değişiklikler de var, ama bence bu ikisi çok önemli. Tabii burada Koray Aydın’ın meselesi daha çok parti içi bir mesele gibi görünüyor. Biliyorsun, en son yapılan kongrede üzerlerine çarpı atılan isimler, bunun Koray Aydın’ın bir operasyonu olduğunu söylemişlerdi. “Koray Aydın, sanki partinin eşbaşkanı gibi bir görüntü çiziyor” yorumları çok yapılıyor, teşkîlât üzerindeki denetimi söyleniyordu. “Çatlak ses”tâbiri buraya tam uyuyor mu bilmiyorum, ama Yavuz Ağıralioğlu da parti içerisinde, özellikle HDP konusunda bayağı çıkışlar yapan, dikkat çeken bir isim olarak görülüyordu. Onların, bir anlamda Akşener operasyonuyla, ya yerlerinin değiştirilmesi ya da dışarıda bırakılması, Akşener’in partiyi merkez sağa yerleştirme ısrârı olarak okunuyor. Belki bir yere kadar olabilir; ama her şeyden önce, bu kişilerin, kendisini ya da genel olarak partiyi rahatsız ettiğini düşünüyorum. Bu artık merkez sağ mıdır, başka bir şey midir bilmiyorum. Ama benim gördüğüm kadarıyla, Akşener’in HDP konusundaki genel tavrı, bu konuyu yok saymak; ne lehte ne aleyhte konuşmak, yokmuş gibi davranmak, birtakım millî hassâsiyetler göstermek istediği zaman da bunu doğrudan HDP’yi suçlamadan yapmak… Çünkü seçimde, özellikle başkanlık seçiminde HDP seçmeninin oylarını itmemek istiyor. Yavuz Ağıralioğlu gibi isimlerin de, tam tersine, HDP’yi bu politikanın dışında sürekli bir rahatsız etme hâli vardı. Koray Aydın meselesi de, ideolojik meseleden ziyâde örgütsel bir mesele gibi. Açık söylemek gerekirse –kendisi de izliyorsa herhalde îtiraz etmeyecektir–, İYİ Parti’de Koray Aydın olmasa İYİ Parti devam eder, ama Meral Akşener olmasa parti devam edemez. Ümit Özdağ gitti, İYİ Parti’ye bir şey olmadı. Üstelik yanında başkalarıyla berâber gitti. Koray Aydın’ın, parti içerisindeki gücüne oranla daha fazla iktidar sâhibi olmak istediğini düşünüyorum. Sen ne dersin? 

Kemal Can: Söylediklerinin önemli bir kısmına katılıyorum. Özer Sencar’la yaptığınız yayını da izledim, onun söylediklerine de katılıyorum. Hatta özellikle, “gecikmiş bir hamle olduğu” kısmına fazlasıyla katılıyorum. Zâten daha önce seninle yaptığımız yayınlarda, burada ve başka yerlerde yazdığım yazılarda ya da yaptığım yayınlarda, İYİ Parti’den bahsederken sık sık şunu dile getiriyordum: Başından îtibâren, özellikle Akşener’in kendi liderlik performansını partiye fazla müdâhale etmeden yürütmek gibi bir tercih kullandığını görüyordum. Parti üzerindeki kendi gücünü ve liderlik aura’sını, partinin gerilimlerine doğrudan taraf olup müdâhale eden bir lider olarak değil, tam tersine kendisini bunların dışına çıkartan, bunlarla ilgisiz duran bir lider olarak korumayı tercih ediyordu. 

Hatırlıyorsan, 2018 seçiminden sonra, bir istifâ hamlesiyle o özel konumunu çok pekiştiren bir atak da yapmıştı ve aslında o süreçten güçlenerek çıkmıştı. Daha sonra, senin söylediğin Ümit Özdağ’ın kopması gibi hamleler de Akşener’i güçlendirdi. Ama bireysel bir güçlenmeden bahsediyoruz. İYİ Parti, kurulduğu andan îtibâren Akşener’e daha fazla mahkûm bir parti hüviyetini taşıdı, hep öyle bir ivmeyle geldi. Bugün de, popülaritesini büyük ölçüde liderinden devşiren bir parti görüntüsü önde. Ama buna karşılık, bununla tezat gibi görünen bir durum da işliyordu. Zaman zaman biz bunu dile getiriyorduk. 

Ben bu konuda birkaç kez yazdığımı hatırlıyorum: Akşener, hiçbir zaman partiye hâkim olan bir lider havası vermedi. Hatta Koray Aydın’ın, şimdi rahatsızlık yaratan ve müdâhaleyi gerektiren alanda fazla özerk bırakıldığı eleştirileri yapılıyordu. Teşkîlâtı neredeyse tamâmen kendisinin belirlediği, bütün illeri, il yönetimlerini ve onun altındaki teşkîlât birimlerini büyük ölçüde kendisinin şekillendirdiği ve partinin genel çizgisinden bağımsız, neredeyse paralel bir teşkîlât yapısının ortaya çıktığını görüyorduk. Bu, parti açısından, şimdi ittifak içerisinde ve bir politik yörünge tutturmaya çalışan, hem seçmeninde hem de doğrudan teşkîlâtlanma içerisinde olmamış ama şimdi partiye katılmaya çalışan çeşitli çevrelerde rahatsızlıklar yarattı. Ve alttaki gerilim, partinin popülaritesini ve hem ittifak içerisindeki pozisyonunu hem de seçmen nezdindeki imajını etkiler hâle geldi. Dolayısıyla müdâhale, mecbur kalındığında yapıldı. Bu anlamda gecikmiş bir müdâhale. Çünkü bu potansiyel rahatsızlık, çok önceden öngörülebilir bir şeydi. 

Şimdi geçen sürede yeniden toparlayabilecek mi? Çünkü bir yandan seçime çok kısa bir süre kaldı. Partileşme için seçim çalışmalarını zayıflatıp ya da biraz ikinci plana alıp partiyi toparlama işini öne almaları zor görünüyor. Ama Akşener’in, en azından problemleri bir noktada durdurmak ve bunlara müdâhale etmek mecbûriyetini hissettiğini görüyoruz. Bu, iki nedenle olabilir: 1) seçime giderken önündeki taşları ayıklamak ve elini rahatlatarak daha rahat hamleler yapmak adına buna ihtiyâcı olduğu için yapmış olabilir; 2) parti içerisinde ve kısmen de seçmende rahatsızlık oluşmaya başlayan birtakım noktalarda müdâhale ihtiyacından doğmuş olabilir. Çünkü İYİ Parti’nin lideri, teşkîlâtı ve tabanı birbiriyle biraz kopuk bir parti yapısı var şu anda. Buna şimdi yapılan müdâhalenin ne kadar çâre olacağını ya da rotayı belirlemede ne kadar etkili olacağını bilmiyorum, kestirmek de zor. Ama hep “merkez sağ atağı” diye yorumlanıyor ya? Henüz bunun bir atak olup olmadığını bilmiyorum. Ama birtakım prangaları ve ayaklara dolaşabilecek taşları temizleme hamlesi olduğunu söyleyebiliriz. Akşener’in, en azından potansiyel tehlikeyi görmüş olduğunu, hattâ daha önceden görmüş olduğu ve şimdiye kadar müdâhale etmediği soruna bizzat lider olarak ağırlığını koymayı ilk defâ denediğini görüyoruz. 

Bundan nasıl sonuç alacak bilmiyorum. Çünkü teşkîlâtlanmayı kendisine bağlamış olması ve seçime çok kısa süre kalan bir zamanda, teşkîlât dengelerini yeniden değiştirmesi kolay değil. Koray Aydın’ı almak, Koray Aydın’ın kurduğu teşkîlâtı değiştirmek anlamına henüz gelmez. Onun için rotayı ve teşkîlâtı ne kadar etkileyeceğini bilmiyoruz.

Ruşen Çakır: Ama şunu unutma Kemal: Seçimler olacak. Milletvekili listeleri belirlenirken teşkîlâtların bayağı etkisi olabiliyor. Sonuçta tabii ki karar merkezden geliyor, ama adayların kim olacağını da kontrol altına almış oluyor. Bir diğer husus da şu: Akşener, geçen seçimde cumhurbaşkanı adayı olduğu için milletvekili olmadı. Grup toplantılarını yaptı, ama Meclis’te olmadı. Bence o, Akşener için artıları olan, ama daha çok eksileri olan bir husustu. Diğerlerinin hepsi milletvekili. Ümit Özdağ da milletvekili, ayrılanlar da milletvekili, kalanlar da milletvekili. Şimdi, baştan cumhurbaşkanı adayı olmayacağını deklare ettiği için, artık Meclis’e de girecek. Partisi kaç milletvekili çıkarır bilmiyoruz, ama öyle bir ayrıntı da var. Bence onun da bir anlamı var. 

Kemal Can: Kuşkusuz. Ama demin söylediğin fark şunun için önemli: Ben de senin gibi düşünüyorum: Bu hamle, partiyi dizayn etmekten çok, seçimi dizayn etmekle ilgili bir hamle gibi geliyor bana.

Ruşen Çakır: Kemal, zâten seçim, birçokları için olduğu kadar İYİ Parti için de çok târihî bir seçim olacak. Akşener’in başbakan olma hedefini gerçekleştirebilmesi için, bu seçimde, öncelikle cumhurbaşkanlığını ortak adayın kazanması, ikincisi de parlamenter sisteme geçiş için belli bir çoğunluğu yakalaması gerekiyor. O anlamıyla da, herkes için olduğu kadar, onun için de hayat memat meselesi yani. 

Kemal Can: Tabii. Kesinlikle. Zâten bunlar birbirleriyle son derece geçişken konular. “Partiye neşter attı” –hatta “deprem” gibi kolay kullanılan kalıplar burada da kullanılıyor– ya da “Partiyi merkez sağa taşımak için partinin bütün yapısını yeniden düzenliyor” yorumları yapılıyor. Bu yapılan, o derinlikte bir müdâhale gibi değil, seçimdeki pürüzleri önünden temizleyecek bir yol düzeltmesi işi gibi geliyor bana. Ama kendisini daha rahat hissederek kurduğu seçim stratejisinde sağlayacağı sonuca bağlı olarak, bunun devâmı gelebilir. 

Ben şu anda İYİ Parti’de bu iki üç hamlenin devâmı olarak derinleşmiş bir teşkîlât revizyonu veya rota revizyonu beklemiyorum. Çünkü aslında bunlar, rotasından kaymış bir İYİ Parti’den çok, o rotayı başka tarafa çekmek isteyen birtakım odakları durdurmakla ilgili bir şey. Akşener, çizgisini ilk andan îtibâren zaten merkez sağ çizgisine yakın bir yerde tutmaya çalışıyordu. Sadece partiye müdâhale etmediği için, partide bunun dışında birtakım vektörler hâlâ aktif oluyordu. Sözel olarak da, yapısal olarak da müdâhale imkânları bulabiliyorlardı. Şimdi bunları biraz azaltmış oldu. Yavuz Ağıralioğlu gibi, iki günde bir başka kesimlerin de, öyle konuşmasından memnun oldukları için sık sık mikrofon uzatılan biri olmasının yarattığı sorunlar ya da seçim sonrasında oluşacak yeni yapıda MHP’nin ve AKP’nin boşaltacağı alanın, yani milliyetçi bir sağ kitle partisi olma hevesini taşıyanların ya da muhâlefet ittifakında, Cumhur İttifakı’ndaki MHP gibi bir rol üstlenmenin hevesinde olanların önü biraz kesilmiş görünüyor. Çünkü bunun, seçmen ilgisine yansıyan negatif sonuçlarını gördü. Yani Akşener’in sâdece problemi gördüğü için değil, bu probleme müdâhale etmek için kuvvetli bir gerekçe de bulduğu için, bu müdâhaleyi yaptığını düşünüyorum. Yani gecikmesinin birinci nedeni, bu müdâhaleyi yaptığında nasıl komplikasyonlar çıkacağı ve kendisiyle ilgili bir problem doğup doğmayacağına ilişkin tereddüttü. İkincisi de, bunun gerekçesini oluşturmaktaki zorluktu. Gerekçesini oluşturmakta çok kolay bir argüman ele geçirdi. Çünkü bu ârızalar, yükselmekte olan trendine zarar veriyordu. Özer Sencar da oy dalgalanmasını anlattı. Pek çok araştırmada da önce çok yüksek bir popülarite yakalayan İYİ Parti’nin, daha sağa kayan ve şimdi biraz durdurulan kesimlerin çekiştirdiği tarafın, aslında seçmen desteğinin ana dinamiği olmadığını gösterdi. Dolayısıyla, Akşener eli rahatladığı için daha kolay müdâhale etti. Bu yüzden ben, bunu büyük bir parti rotası değişikliğinden çok, rota değiştirme girişimlerini durdurma hamlesi olarak görüyorum.

Ruşen Çakır: Tabii bunun şöyle bir boyutu da var: Bunların hepsiyle bağlantılı olarak, İYİ Parti’ye, merkezden ya da geçmişten gelen Bahadır Erdem, Uğur Poyraz gibi birtakım isimler var ki Akşener onları çok önemsiyor. O kişilerin, özellikle kongrede üzeri çizilenlerin büyük bir kısmı, daha kendi hâlinde, çok ideolojik olmayan, bürokrasiden şuradan buradan gelmiş isimlerdi; onları da biraz rahatlatmış oldu. Çünkü onlardan bâzıları, orada kendilerini ev sahibi değil de, sanki her an kapı önüne konulabilecek misâfir gibi görüyordu. Akşener bu hamleyle onların da beklentisini yerine getirmiş oldu. 

Seçim meselesinden hareketle, bir de şunu kısaca konuşalım — ben artık bu konuda çok fazla konuşmak istemiyorum ama sana sorayım: Erdoğan dış politikada bayağı hamle yaptı. Aslında biz “Adını Koyalım”da bu konuyu da tartışabilirdik, ama kutuplaşma meselesini konuştuk. Burada heyetlerle buluştu, Zelenski’yle görüştü, Zelenski’yle Putin’i görüştürmeye çalışıyor. Bunun, Erdoğan’ın imajına ve tabii ki seçmen tercihlerine etkisi olup olmayacağı konusunda ne düşünüyorsun? Hani o klasik “Dış politika karın doyurmuyor. Zamlar yağıyor. Enflasyon böyleyken bunların pek bir anlamı yok” diyebileceğimiz kolaylıkta mı gider işler?

Kemal Can: Bence değil. Zâten hatırlarsan bunu birkaç kere konuşmuştuk. Genel olarak şu tanım doğru: Ekonomik oy verme davranışı, pek çok ülkede olduğu gibi bu ülkede de en belirleyici unsurlardan biri. Elbette ki ekonomik gidişat ve insanların kendi ekonomileri ve ülkenin ekonomisiyle ilgili algıları siyâsî tercihlerinde son derece belirleyici. Ama bu mekanizma böyle doğrudan çalışan ve çok kaba bir mekanizma değil. Çünkü o algıyı oluşturan şeylerin içerisinde bir sürü faktör var. Yine sizin Özer Sencar’la yaptığınız yayında da Özer Sencar bahsetti: Liderlik algısı açısından ekonomik olarak durum kötü, ama bu kötülük durumunu kim değiştirir ya da kime bunu değiştirme şansı tanınır konusundaki kanaat, seçmeni etkileyebiliyor. İşte o zaman da, uluslararası dengeler, güç merkezlerinin kiminle daha yakın durmaya çalıştığı, liderlerin birtakım inisiyatif imkânlarını elinde tutup tutamadığı belirleyici faktörler hâline geliyor. 

Elbette uluslararası başarılar ortalama bir seçmen için çok mühim değil.  Ama o genel havanın oluşturduğu tabloda, gidici, kimseyle konuşamayan, kimseyle temas kuramayan, kimseyle iktisâdî ve siyâsî işbirliği kuramayacak ve devrini tamamlamış bir görüntü vermekle, tekrar inisiyatifi ele geçirmiş, birtakım alanlarda etkili olmaya başlamış ve bu etkili olmasından bazı sonuçlar alabileceği intibâını verebilmiş bir lider arasında fark var. Bu, uluslararası başarılarından değil, ona biçilen liderlik rolünün tekrar etkili bir liderliğe dönüşüp dönüşmediğiyle ilgili algı değişiminden kaynaklanıyor. O yüzden, “Uluslararası ilişkiler iç politikayı etkilemez” değil. Seçmen, dolaylı olarak, uluslararası ilişkileri önemsediği için değil, ama seçmeleri gereken kadrolara karar verirken, bunu yürütecek kadroların ya da liderin politik etkinliğine bakıyor. Bunu uzman olarak çok değişik parametrelerle değil, sezgisel olarak tartıyor. Bu da bir kanaat oluşturuyor. Bu konuda önemli bir etkisi olabilir, olabileceğini de zâten baştan îtibâren söyleyenlerdenim. 

İkinci dolaylı etki ise, Erdoğan bu sâyede bâzı ekonomik avantajlar ve kısa dönemde seçim ekonomisi açısından da kullanışlı olabilecek bazı imkânlar da yakalayabilir. Henüz o işâretleri görmüyoruz, ama görmeyeceğiz anlamına gelmiyor. Ayrıca başka politik atak alanları da yakalayabilir. Meselâ, önümüzdeki aylarda Suriye ve Irak’taki gibi şaşırtıcı hamleleri iç politikada kolayca kullanabileceği ve şimdi yaptığı gibi muhâlefeti parçalama hamlelerini içine dâhil edebileceği tuhaf adımlar görebiliriz; bunlar için kendisine imkânlar bulabilir. Kuzey Irak’ta veya Suriye’de, iç politikada kolayca kullanabileceği, kendisi açısından bir başarı gibi sunabileceği, muhâlefeti de biraz sıkıntıya sokabilecek adımlar bekleyebiliriz. Aynı şekilde, özellikle Batı merkezleri açısından ve kısmen Rusya açısından, bu karmaşık tablonun içerisinden bazı iktisâdî fırsatlar çıkarabilir. Tabii ki Türkiye’nin bütün dertlerini çözecek imkânlar yaratması zor. Ama çok kısa dönemli, sanki yeni bir fırsat oluşuyormuş intibâını yaratabilecek ve bunu da kısmen dağıtarak bir imaj tâmiri yapabileceği imkânları yaratabilir. Bunlar beklenebilir sonuçlar. O yüzden “Uluslararası ilişkiler iç politikayı etkilemez” cümlesi genel olarak doğru olsa da, iç politika-dış politika meselesi artık çok iç içe girdiği için, bence o kadar da kolay kullanılabilir bir ezber değil.

Ruşen Çakır: En sonda konuşacağımız Cemal Kaşıkçı meselesi de bununla çok doğrudan ilgili. Ama onun öncesinde, ekonominin gidişâtını da bir konuşalım. Zamlar gümbür gümbür devam ediyor. Kaç yıldır herhalde böylesini görmemiştik. AKP iktidârının ve Erdoğan yönetiminin ekonomik anlamda en sorunlu olduğu dönem. Zâten bir süredir bunu konuşuyoruz; Erdoğan da artık kabul ediyor. Eskiden yokmuş gibi yapardı, şimdi “Sıkıntılar var, sabırlı olalım” diyor. Ama bunu derken de, neyi nasıl çözeceği konusunda pek bir şey söyleyemiyor. “Bunlar açılacak” diyor, ama “Şöyle şöyle açılacak” demiyor. Bir ara Türk tipi ekonomi sistemi gibi şeyler denediler, o tür iddialar da yok. Bakan arada sırada konuşuyor, ama onun söylediklerinin hepsi de retorik sözler. Böyle garip bir durum yaşanıyor. Normal şartlarda ekonomi mi seçmen davranışını belirler? Büyük ölçüde o belirler. Hele ekonominin bu kadar kötü olduğu yerde, bunun birinci derecede sorumlusu olan iktidarın, seçimi tekrar kazanabilme ihtimâlinin yüzde sıfır olması lâzım. Böyle bir atmosferde, bizim, Erdoğan’ın dış politika hamlelerini aslında hiç konuşmamamız gerekiyor, değil mi? Elektriğe zam, doğalgaza zam, şekere zam… Artık “stokçu” meselesi de yürümüyor, çünkü zamların büyük çoğunluğunu da kendisi yapıyor. Yani devletin denetimindeki zamlar bunlar. Bu kadar bâriz bir şekilde ekonomik olarak çöken bir iktidar var. Ama hâlâ siyâseten var kalma becerisini bir şekilde gösterebiliyor. Çok esrarengiz bir durum hâline geldi sanki. 

Kemal Can: Buradaki “esrarengizlik” meselesinin iki boyutu var: Daha önce başka mevzûlarda da çok sık konuştuk. Özellikle geçen yılın son döneminde, kur hamlelerini yaptığı dönemde de konuştuk bunu. Bu iktidârın ve özellikle Erdoğan’ın, sürdürülebilirlik meselesinde kullandığı en temel enstrüman “alıştırmak”. Hatırla, pek çok iktisatçı, uzman, gazeteci ya da akademisyen, senelerdir, Türkiye’nin dış borcunu ve bu dış borcun dövizle ilgili değer kaybıyla birlikte nasıl sürdürülemez bir yük oluşturduğunu anlatıyor. Hatırlıyorum, doların 2 liradan 4-5 liraya çıktığı günlerde, “6 lira olduğunda bankalar çöker” diyen, çok ciddîye alınması gereken argümanlarla bezeli makaleler yayınlandı. O makaleleri de bulurum. Bugün dolar 14 lira. O da, 18’den indiği için, “düşmüş hâli” diye konuşulan bir şey. Değil 5-6 lira, onun iki katının da üzerine çıkmış durumda. 

Bunların hepsinde, “Zâten bunu sürdüremez, o yüzden de kendi kendine sonunu getirecek” tezinin tam karşısına, hep sürdürebilmeyi koydu. Bunun senin dediğin esrarengiz formülü de, alıştırması. Yani “Olamaz, bu mümkün değil. İki katına çıkmış dövizle bu borç dönmez” denilen yeri, onun 3-4 katına çıktığında da devam ettirebilen, enerjiye yüzde 30 zam yapıldıktan sonra, “Kimseyi asla evinde tutamaz, herkes sokaklara dökülür” denilirken, üç ayda yüzde 70’e çekti. Ama yine bir şey olmuyor. Çünkü aslında bunun karşısında yer alabilecek kalabalıklar da, bütün politik aktörler de, “Bu devam etmez, bunun kendiliğinden yaratacağı bir sonuç var” cümlesine yaslanan bir tutumla devam ediyorlar. Ama bunun sonucu ne oluyor? Üç ayda, beş ayda, birdenbire zamlara alışan, düşük ücretlere alışan, işsizliğe alışan bir kalabalık ortaya çıkıyor. Yani bunun çok daha azı süreçlerde, büyük toplumsal dinamiklerin ortaya çıktığı ülkeler oldu. Bir tek ulaşım zammıyla, bir tek enerji zammıyla sokak protestoları yaşanan ülkeler gördük. 

Hatırlarsan, pandemiden önce, “Acaba bu başkaldırı iklimi yeniden geri mi geliyor?” diye hep konuşuyorduk. Sarı Yelekliler’den tut, dünyanın çeşitli bölgelerinde, çeşitli sokak hareketliliklerini görüyorduk. Gerçi pandemiyle birlikte onların hepsi bitti. Aynı şekilde, otoriterleşme meselesini de öyle yaşadık. Hani yavaş yavaş ısıtılan sudaki kurbağa metaforu hep kullanılır ya? Tam da öyle. Bütün aktörler, hukuksuzluk, otoriterleşme, dinselleştirme gibi kavramların hepsinin ve sonuçta ekonomik bozulmanın da aslında bir alıştırma süreci olarak yaşandığını görmedi. Bunu yaşayanlar da, buna karşı politika geliştirmesi gerekenler de… Hep şunu anlattılar. Dış politikada da böyle. Şimdi dış politikada, “İpleri ele geçiriyor” diye konuşuyoruz ya?

Ruşen Çakır: Meselâ, Cemal Kaşıkçı hikâyesinde 180 derece geri adım atıldı. Dünkü yayınımda “Ben burada îtiraz ediyorum, bir şey söylüyorum ama niye söylüyorum? Boş konuşuyorum. Çünkü düne kadar bu olayı bayrak etmiş insanların ağzını bıçak açmayacak” dedim. Açıyor mu? Cemal Kaşıkçı olayı üzerine kimse bir şey söylemiyor. Nişanlısı olan kadın, yanılmıyorsam Agence-France Press’e, “Tabii ki üzüntü verici ama ‘reel politik’ ” demiş. Reel politikse, başta da reel politikti. Niye reel politiğe göre hareket etmedi? Erdoğan’ın Washington Post’a yazdığı Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda öldürülmesini ve sonrasında yaşananları değerlendirdiğiyazısı var: 11 Eylül’den sonra, 21. yüzyılın en etkileyici ve tartışmalı olayı olduğunu söylüyor. Peki, şimdi ne deniyor? “İfâdeler alınamıyor. Zaten mahkeme tıkanmıştı.” Zâten dâvâyı açarken mahkemenin tıkanacağını bilmiyor muydunuz? Bu dâvâyı açınca, bu ifâdeleri Muhammed Bin Salman yönetiminin bize verdireceğini mi sanıyordunuz? Öyle bir şey olmayacağı belliydi. Her şey bir yana, bu dâvâ sembolik bir dâvâydı öyle değil mi? Sen gıyâbında, o kişiler hakkında cezâ verecektin ve uluslararası kamuoyunu bunun gereğini yapmaya çağıracaktın. 

Ama ne oldu? Başta söylediğimiz gibi, Erdoğan’ın Suudi Arabistan’la ilişki kurmaya ihtiyâcı var. Birleşik Arap Emirlikleri daha zordu, onu becerdi. Karşılığında Sedat Peker sustu, şu oldu, bu oldu; onu becerdi. Suudi Arabistan, Yusuf el Şerif’in de dediği gibi, “Bırakın artık o dâvâyı” şartını koşmuş. Dün ne oldu? Savcı dâvânın kapatılması için mahkemeye başvurdu, “Adalet Bakanlığı’na soracağız” dedi. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ bunu o kadar bekliyormuş ki, bugün hemen açıklama yaptı, “Evet, olumlu görüş vereceğiz” dedi. Şimdi ne olacak? Dâvâ kapanacak ve herhalde bir hafta içerisinde, Erdoğan’ın ne zaman Suudi Arabistan’a gideceğini konuşacağız. Burada yine Râbia olayında olduğu gibi, alışma meselesi gündeme geliyor. 

Kemal Can: Mavi Marmara olayında olduğu gibi. Hatırlarsan, “Giderken bana mı sordunuz?”a kadar vardırdı işi. 

Ruşen Çakır: O kadar çok benzer olay var ki. Hani Birleşik Arap Emirlikleri 15 Temmuz’un finansörüydü? Hani şu şuydu, bu buydu? Burada da bir alışma meselesi var. İnsanlar diyor ki: “O zaman öyleydi, ama reel politik…” Reel politikse, Suudi Arabistan’la daha baştan olayı bu kadar büyütmeden, bugün geldiği noktaya gelebilirdi. Bir gazeteci başkonsoloslukta nasıl böyle hunharca katledilir? Asitle eritilme gibi acayip ayrıntılar vardı, hatırlasana… Dünya çapında bir olay…

Tabii ki Erdoğan’ın buradaki hamlesinin stratejik bir hamle olduğunu ve Suudi Arabistan’la olan meselesinden dolayı bu tavrı aldığını biliyorduk; ama sonuçta, gerçekten o ölümün hesâbını sorma çizgisindeydi. Ama şimdi ne oldu? Cemal Kaşıkçı öldüğüyle kaldı. Zâten âilesi de affetti, biliyorsun. Beş kişiye idam verdiler, aile affedince cezâ da kalktı. Belli ki baştan îtibâren Ankara’nın söylediği doğruydu: Doğrudan Veliaht-Prens tarafından görevlendirilmiş bir ekip, Türkiye’de Veliaht-Prens’in intikamını aldı. Şimdi ne olacak? Erdoğan Suudi Arabistan’a gidecek. Körfez’den para gelecek. “Erdoğan yine güçlü liderdiye insanlar bunun da üzerine yatacaklar.

Kemal Can: Ama bunu her alanda yapıyorlar. Senin “esrarengiz şey”dediğin, sâdece bir alanda değil. Sâdece ekonomide görüyor olsak, “Burada ne oluyor?” diyeceğiz. Sâdece dış politikada görüyor olsak, “Ne oluyor?” diyeceğiz. Sâdece devlet yönetiminde, bürokraside, hukuksal çerçevede görüyor olsak… Her yerde görüyoruz. Senin bu saydığın Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail gibi örneklerin hepsi, Batı’yla ilişkiler meselesinin tamamı böyle. Hepsi son derece tanıdığımız, güvendiğimiz ve yakın pek çok arkadaşımız, pek çok analist, bu konuda çok da haklı olarak, senelerce şunu anlattılar: “Erdoğan çizmeyi o kadar aştı ki, Batı’yla işleri öyle koparttı ki, arada durarak, Rusya’yla S-400 numaralarıyla öyle zorladı ve öyle acayip bir kumar oynadı ki, bunu kaybetti. Yani masaya bir daha oturma şansı yok. Batı, Erdoğan’ı tamâmen bıraktı. Devreden çıktı. Artık bunu da toparlamasının imkânı yok. Körfez’le ilişkileri toparlanamaz, mümkün değil. Bu girdiği hat, sürdürülebilir bir yer değil.” Çok da haklı argümanlarla bunları anlattılar. Nasıl bir öngörüsüzlük demiyorum. 

Ama çok önemli bir şeyi kaçırıyorlar: Karşılarında son derece pragmatik, son derece oportünist, son derece hızlı hareket edebilen ve hareket ettiğinde bununla ilgili hiçbir siyâsî bedel ödemeden, kendi tabanını da, kendi kadrolarını da, muhâtaplarını da tekrar bir başka sıfır noktasında yeni bir pazarlığa oturtabilen bir vaziyet var. İşte bunu herkese, yani kendi tabanına, Türkiye toplumuna, bürokrasiye, muhâtaplarına alıştıran bir tarza dönüştüğünü görüyoruz. Yirmi yılın özellikle son on yılı tamâmen böyle işledi. Yani bürokrasinin direneceğini söylediler, bürokrasi direnmedi. “Yargıda namuslu birileri varmış, onlar artık başka türlü davranacaklarmış, bu iktidârın gidişini görmüşler, öyle davranacaklarmış”. Hiç öyle bir şey görmüyoruz. Savcı “tak” diyor, Adalet Bakanı “şak” diye yapıyor. Böyle bir şey işliyor.

Öbür taraftan, dış politikada Erdoğan’ı tamâmen devreden çıkartmış ve alternatiflerine bakmakta olan bir Batı görmüyoruz. Sıraya girip bilmem kaç tâne görüşme yapıyor… Bunun Erdoğan’ın başarısı olup olmaması önemli değil. Onların bu ihtiyâcı duyuyor olması, onlardan kaynaklanan bir pragmatik hamle olabilir; fark etmez. Ama zâten, bu pragmatizmin içinde bunu herkese alıştırarak… Hatırlarsan, sürekli, “Tencere boş, tencere yanıyor. O yanıyor, bu yanıyor… Boş tencere iktidar götürür” dendi.  Şu anda erken seçimin “E”sinden bahseden muhâlefet yok. Bundan altı ay önce, “Bir an önce seçim olsun. Türkiye buna üç ay dayanamaz” denilen bir ülkede, şu anda neredeyse tekrar, “İktidar baskın seçim yapar mı? Muhâlefet zamanına kadar dayanır mı?” meselesine döndük. Bu çok acayip bir şey.

Ruşen Çakır: Bütün bunların hepsi var, ama şöyle bir şey de var: Erdoğan, “One minute”ten başlayarak, bunun ekmeğini epeyce yemiş birisi. Râbia işareti ve Cemal Kaşıkçı olayı da öyle. Washington Post’ta yazısı çıkıyor, şurada şunu yapıyor ve Türkiye, uluslararası medyada uzun süredir ilk defa bir ilgi odağı olmuştu filan filan… Bunların hepsini kullandı. Ama sonra, bunlar hiç olmamış gibi üzerini silip, “Nerede kalmıştık?” diyebiliyor. Buradaki mesele, artık ahlâkî duruşun dışında, başka bir şey. Artık hakîkaten insanın şaşırası gelmiyor. O kadar garip ki. 

Geçen gün Yusuf El Şerif’le yaptığım yayında Yusuf, “Türkiye’de Cemal Kaşıkçı davasının kapanmasını bekliyorlar. Onun için seyahat günü vermiyorlar” dediği için biliyordum. Sonra bir baktık, savcı mahkemede bilmem neistemiş. Şimdi normal bir haber gibi geçiyor. Orada jeton düşüyor. Olayı o kadar tüketti ve unutturdu ki… Bir de öyle bir şey var: Önce tüketiyor, kullanıyor, sonra unutturuyor. Ondan sonra da arada bir şey çıkıyor. 

Bunun istisnâsı Rahip Brunson’dur. Rahip Brunson olayında Trump çok bastırdı. Normal şartlarda Erdoğan Brunson’u bir yıl sonra bırakırdı. Ama Trump o kadar bastırdı ki… Hattâ kurlar indi çıktı, mecbûren, alelacele adamı yollamak zorunda kaldı. Aslında bütün bu pazarlıkları zamana yayarak yapıyordu. Bu olayda da, bir dönemin en önemli propaganda malzemesi, bir anda “Zaten mahkeme yürümüyordu, ne yapalım ki?” tavrında döndü. Meselâ, İsrail konusunda herhangi bir açıklama duydun mu? Netanyahu gitti, işler düzeldi gibi bir şey oldu. Gelen kişinin Netanyahu’dan siyâsî olarak nasıl bir farkı var? Hiç öyle bir şey söylenmiyor. Hiçbir açıklama yapma ihtiyâcı hissedilmeden bu yapılıyor, propaganda süresi kullanılıyor, bitiyor. Sonra, belki arada Fethullahçılarla olduğu gibi, “Allah bizi affetsin” gibi bir cümleyle geçiştiriliyor. Neyse…

Kemal Can: Bugünkü “Haftaya Bakış” dertleşme gibi oldu. Erdoğan bunu her alanda yapıyor. Şiir okudu diye toplam üç ay hapis yatmış biri, özgürlük simgesi olarak iktidâra geliyor. Sonra yüz binlerce insanı, ettikleri lâflardan, attıkları tweet’lerden hapislerde süründürüyor. Evet, yapıyor… Ondan sonra, “Çaldılar” dedikleri seçimi iptal ettiriyor. Şu anda kim hatırlıyor? Seçim kurulu başkanlarını gözaltına aldırmaya kalktınız. “Hepsinin belgesi elimizde. Çaldılar” dediniz. Bu lâfları, Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı gibi adamlar söyledi. Öyle dedikoduda trollerin ortaya atmış olduğu iddialarmış da, sonra boş çıkmış gibi bir şey değil. “Dolmabahçe yalanı” gibi hikâye değil. Bu devletin yetkilileri, yine bu devletin birtakım bürokratlarını, yargıçlarını suçlayarak bir şey yaptılar ve sonra birdenbire ortadan kalktı. Dış politika meselesinde bunun envaî çeşit örneği var. Ama ben hâlâ problemi şurada görüyorum: “Bunları yapamaz, sürdüremez” üzerine kurulu ve aslında bu alıştırma mekanizmasını bozmaya hamle etmeyen diğer tarafı anlayamıyorum. Diğer taraftan kastettiğim, muhâlefet aktörleri değil. 

Ruşen Çakır: İstersen yine dayak yemeyelim…

Kemal Can: Hayır, insanları alışmaya alıştırdı. Problem bu. Kendi tabanı dâhil. Onu anlatmaya çalışıyorum. 

Ruşen Çakır: Bitirmeden önce, buradan Çiğdem Toker’e bir selâm yollamak istiyorum. Biliyorsun, Selçuk Bayraktar Çiğdem Toker’i mahkemede mahkûm ettirdi. Neyse, mahkemeyi bir kenara bırakalım. Ardından, Çiğdem hakkında hakaretler edilen ve hedef gösteren bir sosyal medya paylaşımı yaptı. Şu anda herhalde Türkiye’de gazeteci deyince akla ilk gelen isimlerdendir Çiğdem Toker. Bence şu an yaptığı işte, birinci kişidir. Onun için ben buradan Çiğdem’e selâm yolluyorum ve onun yanında olduğumu söyleme ihtiyâcı hissediyorum. 

Kemal Can: Evet,Çiğdem yalnız değil. Üstelik Çiğdem, sâdece bir meslek dayanışmasıyla sâhip çıkılan bir gazeteci olmanın ötesinde, yaptıklarıyla mesleğini yükseltmiş insanlardan biri. Çok hadsiz ve yakışıksız saldırılara mâruz kalması karşısında, yanında olduğumuzu söylememiz lâzım.

Ruşen Çakır: Evet. “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar görüşmek üzere, izleyicilerimize teşekkürler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.