Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (86): Cemal Kaşıkçı cinayetinden hareketle resmi ve sivil gazetecilik ayrımı

Ruşen Çakır, Gomaşinen‘in bu bölümünde Cemal Kaşıkçı cinayetinden hareketle resmi ve sivil gazetecilik ayrımını anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 86. bölümünde resmî gazetecilik/sivil gazetecilik ayrımı üzerinde durmak istiyorum. Bunu yapmak için de Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi olayı ve ardından yaşanan gelişmeleri, bir örnek olay olarak anlatmak istiyorum. Resmî gazetecilik/sivil gazetecilik çok yapılan bir ayrım değildir. Genellikle bizde, yandaş/muhâlif basın filan gibi ayrımlar var. Ama eninde sonunda baktığınız zaman, dünyanın dört bir tarafında, târihin değişik zamanlarında, gazetecilerin duruşları iktidarlara göre, devlete göre değişebiliyor. Birçok gazeteci bulundukları ülkenin iktidarlarına göre pozisyon alıyorlar. Birçok gazeteci de tabii ki iktidarları gözetiyorlar; ancak esas olarak yüzleri topluma dönük oluyor. Benim sivil gazetecilikten anladığım esas olarak budur. Yani topluma yönelik bir gazetecilik yapmak. Tabii ki topluma yönelik gazetecilik yaparken, mecbûren devletle ilgili haberler de, yorumlar da yapmak zorundasınız. Devletin değişik kademelerindeki kişilerle de görüşmek, onlarla röportaj yapmak zorundasınız. Ama bütün bunları yaparken esas olarak muhâtabınızın toplum olması gerekiyor. Bugün Türkiye’de, biliyorsunuz birçok televizyon kanalı, bir kişinin seyretmesine –ki o kişi Erdoğan–, birçok gazete bir kişinin okumasına, birçok radyo bir kişinin dinlemesine odaklı faaliyet yürütüyorlar. Onun dışındaki kişiler, insanlar, milyonlar bir yerden sonra çok önemli değil. Çünkü bugün Türkiye’de medyanın önemli bir kısmı devlet tarafından finanse ediliyor ya da devlet tarafından, siyâsî iktidar tarafından her an önlerine değişik engeller çıkartılabiliyor. 

Şimdi, Cemal Kaşıkçı olayı çok acı ve ilginç bir olay. Özellikle sonrasında yaşananlar ve bizzat benim ve Medyascope’un bu süre içerisinde yaşadıklarının, bu resmî ve sivil gazetecilik ayrımında çok açıklayıcı olacağı kanısındayım. Hatırlayalım; 2 Ekim 2018’de Cemal Kaşıkçı, İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na gidiyor. Ama endîşeli bir şekilde gidiyor. Gitme amacı: Suudi Arabistan’da boşanmış, Türkiye’de evlenmek istiyor. Nişanlısıyla berâber geliyor zâten. Nişanlısı dışarıda bekliyor. Nişanlısı Hatice Cengiz adında bir Türk vatandaşı, medyada çalışan birisi. Ona, “Eğer çıkmazsam Yasin Aktay’ı ara” diyor. Yasin Aktay o sırada AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı ve milletvekili. Aynı zamanda Cemal Kaşıkçı’nın arkadaşı ve benim de tanıdığım birisidir. Kendisi Siirtli ve aslen Arap’tır. Arapçası çok iyidir. Ama başka nedenlerle de olsa –herhalde sâdece Arapça bildiği için değildir– Cemal Kaşıkçı ile bayağı bir yakınlığı varmış. Ama Cemal Kaşıkçı’nın Türkiye’de, özellikle iktidar çevresinden kişilerle arasının iyi olduğunu o süreçte gördük. Erdoğan’la da tanışık olduğunu, onunla röportaj yaptığını da o süreçte öğrendik. 

Cemal Kaşıkçı girdiği başkonsolosluktan çıkamadı ve öldürüldüğünden şüphelenildi. Sonra anlaşıldı ki Suudi Arabistan’dan gelen bir ekip –Cemal Kaşıkçı’nın konsoloslukta randevusunun olduğu biliniyor– bir tâlîmâtla –ve tâlîmâtı verenin de Veliaht-Prens Muhammed bin Selman olduğu güçlü bir şekilde iddia ediliyor, onun tâlîmâtıyla– geliyorlar, sorguluyorlar. Sonra kendisini öldürüyorlar ve galiba bedenini de yok ediyorlar. Artık onun detaylarına girmeyelim. Bu olay, nişanlısının haber vermesi üzerine devletin ve tüm dünyanın gündemine düştü. 

Cemal Kaşıkçı, Suudi Arabistan’da çok etkili bir isim ve yakın zamâna kadar da kraliyet âilesiyle arası çok iyi olan bir gazeteciyken, sonra şu ya da bu nedenle aralarında sorun çıkıyor ve onları eleştirmeye başlıyor. Washington Post gazetesinde köşe yazıları yazıyor. Hem Washington Post’un imkânları; ama esas olarak kendi kişisel imkânlarıyla rahat bir hayat süren zengin bir gazeteci — öyle diyelim. ABD ve Türkiye arasında gidip geldiği anlaşılıyor ve belli ki Türkiye’de yaşamayı düşünüyor. Esas yer olarak kendisine Türkiye’yi seçmiş. Ama evliliğini gerçekleştirmek için mecbûren gittiği konsolosluktan çıkamadı ve tabii ki tüm dünya, gazetecilik çevreleri, tabii ki gazetesi Washington Post ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan çok ciddî bir şekilde olayın tâkipçisi oldular. Çok vahşi bir olay yaşanıyor. Bu olay konusunda Suudi Arabistan hiç bilgi vermiyor. Şeffaflığa yanaşmıyor. Başkonsolosluğa girilmesine izin vermiyor vs.. Adım adım gelişen bir süreç oldu. Sonunda özetleyecek olursak: Suudi Arabistan kendi vatandaşlarından bâzılarının bunu yaptığını, ama devletten habersiz yaptığını söyledi. O kişileri îdâma mahkûm etti — beş tânesini. Ama sonra, Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’da yaşayan âilesi bu kişileri affetti ve dosya Suudi Arabistan’da kapandı. Ama Türkiye’de yargılama, Erdoğan’ın da ısrarlı tâkibi sonucu devam ediyordu — ta ki geçtiğimiz perşembe gününe kadar. Ne oldu? Savcı dedi ki: “Artık biz bu dâvâda hiçbir şey yapamıyoruz. Kimsenin ifâdesini alamıyoruz. Bunu Suudi Arabistan’a havâle edelim”. Mahkemeye söyledi. Mahkeme de savcının talebi doğrultusunda Adalet Bakanlığı’na sordu. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da hemen o gün: “Evet, bizce de doğru. Suudi Arabistan’a verelim” dedi. Bu aslında bir oyun. Şunu biliyoruz ki devlet, Suudi Arabistan’la arasını tekrar düzeltmek için bu dâvâyı sonlandırmak istedi. Zîrâ Suudi Arabistan yönetimi bunu dayattı. Bu olmadan iki ülke arasında yakınlaşmanın mümkün olmayacağını söyledi ve sanki savcı bunu istemiş gibi ve hukukî süreç işlemiş gibi bir şey yaptılar. Halbuki biliyoruz ki dâvâyı kim açtırdıysa, dâvâyı yine o kapattı. Sonuçta Türkiye örtbas etti. 

Şimdi buna gazetecilik açısından bakacak olursak; ilk başta bu olay çıktığında çok büyük bir infial yarattı tabii. Tüm dünya medyası bu olayla ilgili gazetecilerini yolladı ya da buradaki temsilcileri harıl harıl bu konuyu çalıştılar ve bunlar –özellikle yabancı basın, öncelikle de Amerikan basını– devletin içerisindeki değişik kişiler tarafından sürekli bilgilendirildi. Bu bilgilendirmeler bizim off the record olarak tâbir ettiğimiz, yani kaynağı belirtilmeden yapılan açıklamalar oldu. Birtakım bilgileri, “Güvenilir kaynaktan alınan bilgiye göre…” diye verdiler ve daha ilk andan îtibâren, Kaşıkçı’nın başkonsoloslukta öldürülmüş olduğu gerçeği hepimizin gündemine geldi. Burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu olayın tâkipçisi oldu. Neden oldu? Erdoğan basın özgürlüğünü çok sevdiği için mi? Erdoğan bu tür yargısız infâzlardan rahatsız olduğu için mi? Bunlardan rahatsız olabilir; fakat bu olayın peşine düşmesinin en önemli nedeni; tabii ki bir stratejikti. Stratejik neden neydi? O târihlerde Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler iyi değildi. Bunun birçok nedeni var. 15 Temmuz darbe girişimi de dâhil — ki bundan doğrudan Birleşik Arap Emirlikleri’ni suçluyordu Erdoğan biliyorsunuz; ama Birleşik Arap Emirlikleri’nin en önemli partneri de Suudi Arabistan olduğu için bir şekilde bundan da şüpheleniyordu. Yani Körfez ülkelerinin, kendisini ve iktidârını yok etmek istediği gibi bir düşüncesi vardı Erdoğan’ın. Doğru mu yanlış mı bilmiyoruz. Tabii bir diğer husus, çok önemli bir husus tabii bu: Türkiye Cumhuriyeti içerisinde, her ne kadar başkonsolosluk Suudi Arabistan’ın sayılsa da, İstanbul’un göbeğinde bunu göz göre göre ve tanıdıkları, bildikleri birisine yönelik yapılmış olmasını aynı zamanda kendilerine yönelik çok küstah bir hareket olarak gördü ve bunu sâhiplendi. Bu arada şunu gördük: Uluslararası basını besleyen bir iktidar, aynı zamanda ülke içerisinde de kendi medyasını bu konuda besleyen, bu konuda birtakım haberler sızdıran –ki manşetler yapıldı, televizyonda programlar yapıldı ve bu arada Cemal Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice Cengiz de en öne çıkan figür oldu; daha çok yabancı medyaya– AKP iktidârının denetimi içerisinde burada da Cemal Kaşıkçı meselesi sürekli gündeme getirildi.

Olay çok büyük bir olaydı. Hangi nedenle yaparsa yapsın, AKP hükûmetinin o târihte yaptığı, Erdoğan’ın yaptığı aslında doğruydu — hesâbı, çıkarı, beklentileri ne olursa olsun. Öyle ki, Erdoğan’ın bunu saf iyi niyetle yapmasının mümkün olmadığını düşünen birçok kişi, Erdoğan karşıtı kişi, sırf o sâhip çıkıyor diye bu olayla arasına mesâfe koydu. Çok düz geçiştirdi. Halbuki tüm gazeteciler için bu çok olağanüstü bir olaydı ve biz de Medyascope olarak ilk günden îtibâren çok ciddî bir şekilde bu olayı tâkip etmeye çalıştık. Sürekli her türlü detayını izlemeye çalıştık. Ben yorumladım. “Transatlantik”te Ömer ve Gönül’le birkaç kez, “ABD’de neler konuşuluyor? Neler oluyor? Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri” vs. bağlamında bu konunun olabildiğince tâkipçisi olduk ve bize hiçbir bilgi, ek bilgi, sızdırma bilgi vs. filan gelmedi. Çok ilginçtir, biz bilgilerimizi yabancı medyadan aldık. İstanbul’da yaşanan bir olayın bilgisini biz, Washington Post’tan, New York Times’tan, Reuters’ten, AP’den (The Associated Press), AFP’den (Agence France-Presse) aldık. Hiçbir şekilde de bu konuda yerli kaynaklar bize hiçbir şey vermediler — üstelik bizim bu konuyu çok ısrarlı bir şekilde tâkip ediyor olmamıza rağmen. Isrârımızın nedeni neydi? Tabii ki olağanüstü bir olaydı. Haber değeri çok yüksek bir olaydı. Küresel bir olaydı. Bir diğer yönü de tabii ki, katledilen, bir gazeteciydi. Ayrıca biz gazetecileri doğrudan ilgilendiren bir yönü vardı ve bu arada ilginçtir, biz bütün bunların öncesinde, Cemal Kaşıkçı’nın Washington Post’ta çıkan, yanılmıyorsam iki yazısını, Suudi Arabistan üzerine yazdığı iki yazıyı önemli ve değerli bularak çevirip sayfamızda yayınlamıştık. Yani bir şekilde çeviri yoluyla Medyascope’a, kendisinin haberi yoktu herhalde, bilmeden katkıda bulunmuş birisiydi. Bize hiçbir şekilde bu konuda herhangi bir şey olmadı. Bizim bu konuyu ele aldığımızı görmelerine rağmen. Benim tâkip ettiğimi görmelerine rağmen. Bunu kırmaya çalıştık. Birilerini aradık. İktidâra yakın ve bu olayın tâkipçisi görünen bâzı gazetecileri. Onlar da böyle çok “mıy mıy ettiler” filan. Pek bir şey vermediler ve en önemlisi, nişanlısı Hatice Cengiz’i aradık. Kendisiyle yayın yapmak istedik. Kendisiyle konuşmak istedik. Tenezzül etmedi. Hakîkaten tenezzül etmedi. Hattâ bir keresinde kendisiyle bir mesajlaşmamda, bana, Habertürk’ten Mehmet Akif Ersoy’du yanılmıyorsam, onunla bu konuda kitap yaptıklarını ve o kitabı okumamı söyledi. Ben de, “Okumam, okumayı düşünmüyorum” diye cevap vermiştim. Neden bunu yaptılar? Çünkü biz sivil gazeteciyiz. “Ne olur ne olmaz. Zâten biz Batı’daki gazetecileri bir şekilde kontrol ediyoruz. Onları besliyoruz. Onlar da bu olayı tâkip ediyorlar. Bizim medyamız da tâkip ediyor. Onun dışında bize uzak olan, bizi gözetmeyen, her şeyin önüne bizi koymayan insanlarla ne işimiz olur?” dediler ve başkaları yaptı mı bilmiyorum; ama biz denedik. Bize kapıları kapattılar. Ama buna rağmen biz elimizden geldiğince bu olayı tâkip etmeye çalıştık ve tekrar söylüyorum, bunu yaparken, ülkemizde, yani işyerimize üç metro istasyonu mesâfede olan bir yerde cereyan eden olayın gelişmelerini, maalesef yabancı basın üzerinden aktarmaya çalıştık elimizden geldiğince. Birinci derecede olaya tanık olan, olayın içerisinde olan insanlar bize ihtiyaç duymadılar. Ama sonra ne oldu? Perşembe günü mahkeme oldu. Mahkeme, hepimizin bildiği o karârı açıkladı ve orada iktidar medyasından bildiğim kadarıyla kimse yoktu. İktidar medyası bunu haber yapmadı. Unuttular, gittiler. Unuttular değil. Unutmadılar aslında. Yapmamaları gerekiyor. Nesini yapacaklar? Yani ne diyecekler? “Biz bu olayı sürekli manşete taşıdık; ama şimdi olay kapanıyor” mu diyecekler? Şimdi şunu da özellikle vurgulamak lâzım: Mahkeme açıldığında, 26 kişi yanılmıyorsam yargılanıyor ve bunlar Türkiye Cumhuriyeti topraklarında değiller. Dolayısıyla Suudi Arabistan’dalar ve Suudi Arabistan da büyük bir ihtimalle bunları vermeyecekti. Ama yine de bu mahkeme, cinâyet İstanbul’da işlendiği için İstanbul’da açıldı ve bu olayın uluslararası anlamda tâkip edilmesine vesîle oldu. Baştan biliyorlardı zâten. Savcı, yargıç, bu dosyaya bakan herkes bu ifâdelerin alınamayacağını biliyordu. Şimdi kalkıp: “Biz bu ifâdeleri alamıyoruz. O zaman dosyayı Suudi Arabistan’a yollayalım” demenin bir gerekçesi yok. Zâten böyle olacağı belliydi. O zaman hiç açmasaydınız. Ama o târihteki konjonktür farklıydı; şimdiki konjonktür farklı ve dolayısıyla resmî gazeteciler o târihin konjonktüründe o haberleri yaparken; bu târihin konjonktüründe bu haberlerden uzak duruyorlar. 

Sonuçta Cemal Kaşıkçı olayını kaç kişi yazıyor? Kaç kişi tâkip ediyor? Çok az kişi tâkip ediyor. Yine Medyascope gibi, benim gibi birkaç gazeteci, birkaç kurum bunu tâkip etmeye çalışıyor ve iki-üç tâne yorum yaptım ve bunu her seferinde söyledim, tekrar söylüyorum, burada da söylüyorum; “Kim ne kadar umursuyor bilmiyorum ama” diye söylüyorum. Çünkü ilginç olan şu: Kamuoyu, devlet eliyle bilgilendiriliyor olmak ya da devlet yanlısı devlet kuruluşları ve gazeteciler tarafından bilgilendiriliyor olmaktan şikâyetçi olabiliyor; ama onun dışında yurttaş temelli, yurttaşı hedef alan, doğrudan onlara seslenmeyi hedef alan gazetecilere ve kurumlara da çok fazla sâhip çıkmıyor. Sonuçta ne oluyor? Bütün bu süreçte resmî gazeteciler hep bir şekilde işin kaymağını yerken; sivil olmaya çalışan gazeteciler de bir yığın yoksunlukla, imkânsızlıkla bu işi yapmaya çalışıyorlar ve işin acı tarafı; biraz eksik, biraz yanlış yaptıkları zaman da –ki yanlış bütün insanlara özgüdür, hepimize özgüdür– ânında çok ciddî bir şekilde dayak yiyorlar, hattâ lince uğruyorlar. Bu açıkçası benim meslek hayâtımda içimi en çok acıtan husustur. İnsanlar “yandaş” vs. gibi lâflar üzerinden bunları kullanmayı çok severler. Ama işini lâyıkıyla yapmaya çalışan, gerçekten sivil bir şekilde, toplumu gözeterek bu işi yapmaya çalışan ve bunu zorlanarak da olsa, risk alarak da olsa yapmaya çalışan gazetecilere, nedense toplumun büyük bir kısmı kayıtsız kalıyor. Böyle acı bir olayı şahsen hayâtım boyunca gördüm. Kendimi kastetmiyorum. Birçok arkadaşım bu işi bırakmak zorunda kaldı. Mesleği bırakmak zorunda kaldı ya da çok kötü hayat koşullarına mahkûm oldular. Özgürlüklerini kaybeden, ülkeyi terk etmek zorunda kalan çok arkadaşım oldu, tanıdığım insanlar oldu, meslektaşlarım oldu; kimisini yakından tanımasam da meslektaşlarım oldu ve bunlar büyük ölçüde, Türkiye toplumu tarafından çok da fazla sâhiplenilmediler. Bu da bize ders olsun diyelim. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.