Gomaşinen veda etti. 100. ve son bölümün konusu: “Bir ömür gazetecilik“.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 100. Bölümü, yani son bölümü. Bâzı izleyici ve dinleyiciler îtiraz ettiler son bölüm olmasına; ama bir yerde bitirmek lâzım. Eskilerin tâbiriyle: “Pehlivan tefrikasına döndü”. Anlatacak o kadar çok şey de yok aslında. Bir yerde noktayı koymak lâzım. Ama çok olağanüstü bir şeyler yaşanırsa, “Gomaşinen”e belki özel bölümler ekleyebilirim — söz vermeyeyim. Ama normal şartlarda burada noktayı koyuyorum.
Yoruldum… zâten gazetecilik de yordu. 37 yıl olmuş, 37 yılı geçmiş gazeteciliğimde. 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi okurken başladım Nokta dergisiyle. Önce okulu bıraktım. Gazetecilik yüzünden demeyeyim, aslında ikisini berâber yapma imkânım da olabilirdi; ama gazeteciliğimi bahâne ettim ve üniversiteyi de bıraktım. Hattâ atıldım; Boğaziçi Üniversitesi’nden atılmayı başardım ve bugün geldiğimiz noktada: 37 yıl. Gazeteciliği bırakır mıyım, ne zaman bırakırım açıkçası çok emin değilim. 40. yılda bırakmak çok da câzip olabilir. Aslında şu anda bile bırakabilme imkânım olsa bırakırım diyorum. Çünkü bitmeyen bir iş, bitecek gibi de olmayan bir iş ve Türkiye gibi bir ülkede aslında çok da akıl kârı bir iş değil. Bu, yaptığımdan pişman olduğum anlamına gelmiyor. Aslında baktığımızda bana mutluluk veriyor yaşadıklarım. Memnunum aslında hayâtımdan. Ama bir yerde artık Türkiye’de gazetecilik, o kadar iktidar değişti –benim alanım siyâset olduğu için–, o kadar iktidar değişti, cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, parti liderleri vs.. Siz hep aynı şeyi yapıyorsunuz. Yeni isimler geliyor, yeni isimleri yorumluyorsunuz, onlarla röportaj yapıyorsunuz. Yeni partiler kuruluyor, onların mitinglerine gidiyorsunuz vs.. Sonuçta dönüp dolaşıp Türkiye üç aşağı beş yukarı aynı ülke olmaya devam ediyor. Şunu söyleyeyim: Son yıllar, benim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşadığım ve gazeteci olarak yaşadığım en kötü yıllar, daha da kötü olabilir. Umarım ilk fırsatta Türkiye daha iyi… birazcık olsun nefes alır. Siyâseten, ekonomik olarak, demokrasi açısından, laiklik açısından umutlu olmak, iyimser olmak için nedenler de var; ama çok fazla heyecanlanmamak için de nedenler var. Şöyle bir şey gördüm: Türkiye’ye bir şey olmuyor, Türkiye’den de pek bir şey olmuyor. Böyle garip bir durum. Yani gazeteciliğe başladığım yerden bugüne kadar baktığım zaman, hep bir şikâyet hâli, hep bir memnuniyetsizlik, eleştiri hâli ve bunların, memnuniyetsizliğin kaynaklarının, sorunların kaynaklarının çözülme ihtimâline karşı çok büyük bir heyecan duymamak, çok fazla da umutlu olamamak — böyle bir hal.
Gazeteciliğimin ilk yılları, ağırlıkla İslâmcılık üzerine çalışmakla geçti. İslâmcılık uzmanı gazeteci olarak bilindim. Daha sonra –aslında hep yapıyordum ama–, Türk milliyetçiliği ve Kürt hareketini de çok çalıştım. Radikal sol gelenekten gelen birisiyim ve hâlâ kendimi öyle görüyorum. Bütün diğer radikal hareketlerle ilgilendim; ama sol hareketle ilgili hemen hemen hiçbir şey yapmadım, çok az şey yaptım. Böyle bir şey benimsedim; ötekini anlamak, ötekine gitmek, ona mikrofon uzatmak ve Türkiye’deki kutuplaşma ortamının biraz olsun azalmasına ve bir diyalog ortamının yeşermesine katkıda bulunmak gibi, kendimce bir şey çizdim. Başarılı olabildim mi bilmiyorum. Çok kitap yazdım; bâzıları meslektaşlarımla, birlikte bâzıları tek başıma. Tabii ki benim için mîlât 1990 Kasım ayında çıkan Âyet ve Slogan oldu. Hâlâ o benim en önemli işim, öyle söyleyeyim. Başkalarının gözünde de öyle olabilir, benim gözümde de öyle. Onu aşma imkânım olmadı. Üst üste koyarsanız belki bir şeyler olabilir. O dönemde, kitap çıktığında 28 yaşındaydım. O dönemin heyecânı, o dönemin ilgisi bambaşka oluyor. Hele bugün böyle bir kitabı yazmanın, benzer bir kitap yazabilmenin hiç imkânı yok. Çünkü o târihlerde bir şeyleri bulmak için çok ciddî bir çaba sarfetmek gerekiyordu. Şimdi sosyal medya, internet çağında her şeyin çok kolay olduğunu düşünüyoruz –ki aldatıcı– ve aslında internet ortamında, sosyal medya ortamında birçok şeye hızlı şekilde ulaşıyoruz, ama aynı zamanda onların derinliğinden çok uzak kalabiliyoruz ve çok da yanılgıya uğrayabiliyoruz.
Dergicilikle başladım: Nokta, Tempo diye gitti; ama sonra günlük gazeteler ve haber televizyonları… Birçok yerde çalıştım. Sabah ve Hürriyet’te çalışmadım. CNN Türk, NTV iki haber kanalında. Daha sonra Habertürk’te çalışırken Habertürk’ün kanalında da yorum yaptığım oldu. Gazete olarak Cumhuriyet, Milliyet, Vatan ve Habertürk. Ve tabii ki Medyascope. Benim gazetecilik hayâtımın en önemli aşamaları, yani en önem atfettiğim yerler; tabii ki öncelikle Nokta dergisi. Orada gazeteciliğe başlamak benim için çok büyük bir şanstı ve bu şansı iyi kullandığımı düşünüyorum. Nokta dergisi, Vatan gazetesi, NTV ve Medyascope. Onun dışında çalıştığım yerlerin hep bir anlamı var; ama bu dört yer benim için çok önemli. Hele son 7 yılıma damga basan Medyascope. Burada muhâbir ve yorumcu olmanın ötesinde, yönetici ve –komik geliyor hâlâ ama– patron da oldum. Bu yeni bir şey oldu benim için. Gazetecilik hayâtımın ilk yıllarında Tempo dergisinde bir haber müdürlüğüm var. Çok uzun sürmedi bereket. O târihten sonra hiçbir yöneticilik yapmadım. Hep muhâbir oldum ya da muhâbir-köşe yazarı gibi, Vatan gazetesiyle berâber başlayan bir süreç. Öyle bir şey oldu; ama esas olarak hep muhâbirlik yaptım. Köşe yazdığım zamanlarda da muhâbirlik yaptım. CNN Türk’te kısmen; ama esas olarak NTV’de programlar da yaptım. Programlara katıldım, program da yönettim. NTV deyince tabii ki Mirgün’le yaptığımız “Yazı İşleri” bambaşka bir şeydi. Onun da hayâtımda çok önemli bir yeri var.
Bir dönem Vatan’da ve NTV’de çalışırken –kısmen Habertürk’te de– sürekli Ankara’ya gittim — özellikle salı günü grup toplantılarına. Bütün partilerin grup toplantılarını izledim ve sırasıyla –sıra bir zamânlar öyleydi– MHP vardı, HDP vardı; hâlâ var da, yani aynı günde peş peşe oluyordu, ANAP ve CHP oluyordu. Ben hepsini izleyip, hepsinden milletvekilleriyle ve parti liderleriyle en azından selâmlaşma, hattâ konuşma imkânı buluyordum ve bana çok da heyecan veriyordu. Sabah gidip akşam dönüyordum. Bâzen kaldığım oluyordu ve bir de tabii yurt içinde çok dolaştım gazeteci olarak. Anadolu’da gitmediğim yer kalmadı. Her yere gittim. Özellikle tabii ki İslâmcı olarak tanımlanabilecek partilerin faaliyetlerini, mitinglerini izledim. 2007 seçimlerinde AKP’nin onlarca diyeyim –sayısını unuttum– mitingini izlemişliğim var. Ama AKP dışında da HDP’nin, MHP’nin, CHP’nin mitinglerini de izlemişliğim var. Oraları çok severim. miting izlemeyi özellikle çok severim. Geçenlerde İstanbul Maltepe’de CHP mitingini izlediğim zaman, böyle yeniden bir heyecan gelmiş olduğunu gördüm. Çok mutlu oldum. Orada tabii bir diğer husus ise, oğlum Ali Deniz’in de orada yine Medyascope adına aynı mitingi izliyor olmasıydı. Böyle de bir olay yaşadık. O da ayrı bir heyecan konusuydu tabii ki.
Şimdi notlar almışım. Birtakım isimler var; ama onları okumayacağım. Yani bende hayal kırıklığı yaratan isimler. Özellikle gazeteciliğimin ilk yıllarında berâber çok şey paylaştığımız; ama sonra bana göre çok kötü yerlere savrulan isimler var. Değişik yerlerde, değişik şekillerde kötüleşen insanlar tanıdım. Aslında “gazeteci milleti” –öyle der Hasan Cemal–, yani çok da matah bir şey değildir. Yani kötüler istisnâ değildir — açık söyleyeyim. Onu gördüm. Genellikle gazetecilikte alt-üst ilişkilerinden tutun, kadın-erkek yani cinsel ayrılıklar konusu olsun ya da cinsel yönelim ayrılıkları vs., o anlamlarda bakıldığında, Türkiye’de gazetecilik hiç de öyle imrenilesi bir yer değildir. Çok kötüdür. Mobbingin çok olduğu, ayrımcılığın çok olduğu, özellikle gençlere, stajyerlere vs. angaryaların çok dayatıldığı, aslında kötü bir ortamdır. Çok câzip bir yer değildir ve nitekim ben, Medyascope öncesinde, bana gazeteci olmak istediğini söyleyen gençlere, olmamalarını söylüyordum; ama Medyascope’ta –kaderin garip cilvesi– gençlerle çalıştım. Yani aslında gazetecilik, her meslek gibi tabii, iyi olabilecek bir meslek; ama Türkiye’de bakıldığı zaman, açıkçası çok da övünülecek bir yapı değil. Bu sâdece siyâsî duruş, yandaşlık vs. filan değil. Yandaşlık denen olay sâdece bugün iktidâra özgü olarak, yani AKP ve Erdoğan iktidârına özgü olarak görülüyor; ama bunun farklı farklı yolları da var. AKP’li olmadan da kurulan ilişkiler var. Gazeteciliğin temel ilkesi: Mesâfe, haber kaynaklarıyla mesâfe. O mesâfe çok kolay aşılabiliyor. Benim de aştığım yerler olmuş olabilir. Yani hiçbir zaman o mesâfeyi aşmadım gibi bir iddiada bulunacak değilim. Ama düşündüğüm zaman, baktığım zaman, çok da utanılacak bir şeyler yaptığımı düşünmüyorum. Çok hatâ yaptım; herkes gibi ben de çok hatâ yaptım. Ama çok ciddî sonuçlar doğuracak, hele başkalarını mağdur edecek hatâlar yapmış olmadığımı düşünüyorum. Eğer varsa, birilerinin kötü bir duruma düşmelerine neden olduysam da çok özür dilerim. Ama bilinçli olarak yapmadığımı, birisine kötülük yapmış olmak için bir şey yapmadığımı çok iyi biliyorum.
Çok lince mâruz kaldım, kalmaya da devam ediyorum. Eskiden, bu sosyal medya yokken, linçler daha az olurdu, ama olurdu. Benim iki tâne büyük lincim vardır. Birisi Adnan Hocacılar. Bir diğeri de Haydar Baş grubu. Bunlar bana değişik dönemlerde, yani şimdi düşünmek bile istemediğim kötü anlar yaşattılar. Ama sonunda da bir şekilde ayakta durabildim. Sosyal medyada –ki bu konuyla ilgili bir “Gomaşinen”de ayrı bir yayın da yaptım–, sosyal medyada artık neredeyse gün aşırı lince mâruz kalıyorum. Siyâsî yelpâzenin hemen hemen tüm kesimlerinin lincine mâruz kaldım. Şimdi, son dönemde yeni tür milliyetçiler ve sığınmacı karşıtı kişiler daha moda ve onların gün aşırı değişik vesîlelerle saldırılarına mâruz kalıyorum. Özellikle bu tür saldırılar, aslında doğru yolda olduğumu düşündürüyor bana. Tabii ki sinirleniyorum, kızıyorum; ama bir taraftan da memnun oluyorum. Çünkü bu tür insanlar tarafından takdir edilmek herhalde korkunç ve iğrenç bir şey olurdu. Onun için aynen böyle devam etmelerini temenni ediyorum.
Bakıyorum: Kitaplarım var, bunları anlattım zâten; ama ne zamandır kitap yazamıyorum. Yazmıyorum ve yazamıyorum. Belki “Gomaşinen”leri bir kitap yapacağız Metis’te. Ama bir yerden sonra, gazetecilik kitabı yerine, belki bu mesleği bırakırsam eğer bir gün, oturup belki başka şeyler yazabilirim. Bunu burada söyleyeyim. Hep hayâlim: Polisiye yazmak. Çünkü ben tam bir polisiye tutkunuyum. Çok okurum polisiye. Özellikle son dönemde Türk polisiyelerini de okudum ve çok beğendiğim kitaplar da oldu. Onları kıskandım yani. Ama evde zâten bir edebiyatçı var: Müge, ebebiyatın pîri. Ben edebiyat anlamında değil de, daha böyle, edebî bir yönü olmayan, ama entrika yönü güçlü bir şeyler yapar mıyım bilmiyorum. Ama onun için öncelikle gazeteciliğe bir yerde nokta koymak lâzım. Onu da umarım sağlığım el verirse, sağlıklı bir dönemde kendi irâdemle, rızamla bırakmayı açıkçası tercih ederim.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İslâmcılık’la ilgili çalışırken onlarca, yüzlerce insan tanıdım. Tamâmen farklı çevrelerden insanlar. Çok sayıda dostum oldu. Hâlâ süren dostluklarım var ve bir de çok sayıda da beni hayal kırıklığına uğratan insanlar oldu. Böyle gözümün önüne geliyor onlar. Özellikle dünyevî hırslar uğruna alabildiğine değişen, o ilk baştaki iddialarını, arayışlarını iptal eden, kendilerine entelektüellik vs. atfettiğim insanların bâzılarının düştüğü hal gerçekten üzüntü verici. Bu aslında zamânında sol için çok söylenirdi. “Eski solcu” diye bir lâf vardı. Öyle çok insan çıktı. Solculuk yapıp, ama sonra uzaklaşıp bambaşka hayatlar kuranlar — böyle bir klişe vardı. Şimdi “eski İslâmcı” diye bir klişe yok. Onlar zâten hâlâ Müslüman olmaya devam ettikleri için… Ne kadar, nasıl yapıyorlar, bilmiyorum — çok da umurumda değil. “Eski İslâmcı” denilmiyor onlara; ama çok değişmiş ve gerçekten maddî çıkarlar için vs., bir ara düşündüklerini söyledikleri şeylerden vazgeçmiş çok insan tanıdım. Açıkçası, bakıyorum herkes değişti, ben de değiştim; ama duruşumun değiştiğini düşünmüyorum. Bana yönelik atfedilen şeylerin hepsini reddediyorum. Yani özellikle şu son dönemde, Medyascope’ta bizim baştan beri söylediğimiz, ama onların sonradan keşfettiği ve sanki çok büyük bir suçmuş gibi dillerine doladıkları fon meselesiyle berâber yöneltilen suçlamaların, saldırıların hepsi aslında gülüp geçilecek şeyler. Ama bunlar tabii ki insanı bir anlamda yaralıyor. Bunu neden böyle yaptıklarını biliyorum. Çünkü sizin yapıp ettiğiniz gazetecilikle meseleleri var. Ama o gazetecilikte yaptıklarınıza cevap veremedikleri için, onları kabullenmek istemedikleri için, olayları bir şekilde örtbas etmek için böyle şeylerin arkasına sığınıyorlar. Bir de değişik rivâyetler… işte, hakkınızda çıkarılan yalanlar, komplo teorileri vs.. Bunların hepsi gülüp geçilecek şeyler; ama ben bunu yapamıyorum. İnsanlar genellikle, “Takma kafana” diyorlar. Ben bu “Takma kafana” lâfına da takmış durumdayım, öyle söyleyeyim. Bunun birçok nedeni var. Bir kere, bu ne kadar doğru bilmiyorum ama, Laz birisi olarak böyle asabî bir yönüm olduğunu düşünüyorum – ki âilemizde de çok vardır benim gibi asabî olan insanlar. Yani normalde asabî birisiyimdir. Bir de çok küçük yaştan îtibâren siyâsî bir angajmanım olduğu için, yani 14 yaşımda kendimi komünist olarak tanımlamış birisiyim ve onu hep korumuş birisiyim. Bir şeyleri önemsiyorum, birtakım değerleri önemsiyorum. Dolayısıyla “Takma kafana” diyorum kendime; ama takmadan da edemiyorum. Tabii bunun da farkında olanlar, sürekli olarak bu şeyleri yapıyorlar, canımı acıtmaya devam ediyorlar. Etsinler bakalım. Yapacak çok fazla bir şey yok. Çok fazla da ağlamak istemiyorum. Genellikle kötü insanlar çok görünür oluyor. Ama normal şartlarda birçok insanla, dünyanın değişik yerlerinde karşılaştığım, Türkiye’nin değişik yerlerinde karşılaştığım insanlarla çok iyi, beni çok memnun eden diyaloglarım olduğunu biliyorum. Ummadığım yerlerden çok iyi destekler aldım hayâtım boyunca. Onlara da çok minnettârım.
Gazetecilik tek başına yapılabilecek bir iş değil. Tabii ki sizin çok çalışmanız, araştırmanız lâzım; ama gazeteciliğin esâsı haber kaynağıdır. Haber kaynağı derken, size gizli bilgi vermesi gerekmez. O konuyu bilen insan olması önemlidir. Doğrudan ismini vererek de yazmayabilirsiniz. Kimi zaman tabii size çok bomba haberler de verebilir — ki ben hayâtımda böyle bomba haber çok yapmadım, az yaptım. Yaptığım da oldu; ama genellikle böyle haberlerin peşine çok düşmedim. Daha analitik şeylerin peşine düştüm. Ama bu analitik şeyleri yapabilmeniz için de birilerinden doğrudan sağlıklı bilgi alabilmeniz lâzım. Bu anlamda, toplumun farklı kesimlerinden, farklı siyâsî görüşlerden bana güvenen çok sayıda insan oldu. Ben de onların güvenlerini boşa çıkartmadığımı umuyorum. Tabii ki yanlışlar yapmış olabilirim.
Neyse, çok uzatmayayım. 100. bölüm, 37 yıldır bu işi yapıyorum. Artık bir yerde noktayı koymak lâzım geldiğini düşünüyorum ve “Gomaşinen”e şimdilik noktayı koyuyorum. Ama Medyascope, ben gazeteciliği bıraksam da yoluna devam edecek. Bunu kendimden çok emin bir şekilde söylüyorum ve kesinlikle çok daha iyi yerlere gidecek. Çünkü Medyascope gerçekten sıfırdan başladı. Tek tek insanların, çoğu genç olan insanların katkılarıyla bugüne geldi ve günümüzün teknolojileriyle geleneksel gazeteciliği bir araya getirdik, harmanladık. Her türlü teknolojik yeniliğe Türkiye’de ilk ayak uydurmaya çalışan gazetecilik kurumuyuz ve bu perspektif sürdüğü müddetçe Medyascope gerçekten öncü olmaya devam edecek ve tercîhan bensiz bu yoluna devam ederse çok daha iyi olacak. Umarım en kısa zamanda bunu da gerçekleştirebiliriz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.