Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (110): Muhalefetin aday tartışması, Karamollaoğlu’nun “Üçüncü İttifak” açıklaması, DP lideri Gültekin Uysal’ın çıkışı

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ın bu bölümünde muhalefetin aday tartışmasını değerlendirdi. Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu‘nun “Üçüncü İttifak” açıklamasını ve DP lideri Gültekin Uysal‘ın çıkışını ele aldı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Türkiye’nin onca sorunu var, ama dönüp dolaşıp yine muhâlefeti konuşuyoruz. Bu haftanın öne çıkan hususlarında da genellikle muhâlefet vardı. Özellikle Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun söylediği, ittifak içerisinde bir üçüncü ittifak çıkartma meselesi var. Karamollaoğlu, yeni partiler ve oy oranı daha düşük gibi gözüken partilerin, yeni seçim kanunu nedeniyle çıkan birtakım dezavantajlı durumları aşmak için yeni bir ittifak düşünebileceklerini söyledi. Karamollaoğlu’nun bu açıklaması önce sanki Millet İttifakı’ndan ayrılacaklarmış gibi algılandı.  Ama Karamollaoğlu bunun Millet İttifakı içerisinde bir ittifak olacağı söyledi.

Başkanlık seçimi için birlikte hareket eden altı partinin, milletvekili seçimlerine ayrı ayrı girebileceği gibi bir durum çıkıyor sanki. Ama anladığım kadarıyla çok da gerçekçi bir şey değil. Öncelikle yüzde 7’yi bulabilmeleri gerekiyor. Diyelim ki yüzde 7’yi buldular, ama bu sistemde bir yerden milletvekili çıkarabilmek için seçim bölgelerinde bayağı yüksek oy almaları gerekiyor. Ülke çapında yüzde 7’yi almış olmalarının, İstanbul’da, Kayseri’de, herhangi bir yerde onların tek başına milletvekili çıkarabilmelerini ne kadar mümkün kıldığı çok şüpheli. Bir arayış içerisinde oldukları muhakkak, ama bu dile getirilen husus sanki çok gerçekçi gibi gelmedi bana. 

Büyük bir ihtimalle, geçen seçimde yapılana benzer bir şey yapılabilir Kemal, ben öyle düşünüyorum. Yani, her parti kendisi seçime girer, diğer partilerden İYİ Parti ve CHP’nin içerisine kontenjan adaylar yerleştirilir. Gültekin Uysal’ın seçilmesi gibi ya da Cihangir İslam’ın CHP’den seçilmesi gibi… Tabii o da ayrı sorunlar çıkartacak, ama şu hâliyle bana sanki o formül arayışları pek işe yaramaz gibi geliyor. Ne dersin?

Kemal Can: Evet, öyle görünüyor. Matematik açısından dediğin doğru, sorunu çözmüyor. Ama bazı siyâsî sorunlar da öbür formüllerle çözülmüyor. Birkaç parametre var: Siyâsî sıkıntılarla aritmetik sıkıntıları aynı formüller içerisinde halletmek kolay görünmüyor. Bu yüzden de hâlâ canlı bir fikrî tartışma var. 

Senin de anlattığın gibi, Karamollaoğlu’nun teknik bir önerisi var. O da birkaç soruna çözüm bulmayı amaçlıyor. Birinci sorun, senin söylediğin gibi aritmetik mesele. Bir, iki, üç, beş, neyse, kendi başına milletvekili çıkartmaya yetmeyecek oyu olan partilerin, bir biçimde Meclis’e taşınabilmesinin yanında, siyâsî olarak devâmını sağlayabilecek bir varlık gösterebilmeleri için formül arayışı var. Burada “Saadet, DEVA ve Gelecek partilerinin oluşturabileceği bir birlik, acaba hepsinin toplamından daha fazla eder mi?” arayışı var. Temel Karamollaoğlu’nun meseleyi anlatırken ortaya koyduğu şeylerden biri bu. “Basit bir toplamdan daha fazla bir sonuç üretir mi? Birlikten kuvvet doğar mı?” arayışı var. Dediğin gibi, yüzde 7’leri zorlayacak, belki onu aşacak ve muhâfazakâr seçmen için câzip olacak bir odak yaratılabilir mi? “Ayrı ayrı yaratamadılar, birlikte yaratabilirler mi?” arayışı

İkincisi, senin söylediğin gibi aritmetiğin gerektirdiği gerçekçi formüllerin de birtakım siyâsî sorunları var. Bunların başında, bu partilerin bazı temsilcilerinin İYİ Parti ve CHP içerisinde aday gösterilmesine, teşkilâtlardan, tabandan gelebilecek bir reaksiyon ihtimâli. İkinci bir şey, Saadet dışındaki iki parti, ilk kez seçime giriyorlar ve siyâsî devamları açısından bir varlık gösterme ihtiyâcındalar. Birkaç kişiyi başka partilerin listesinden Meclis’e sokmak, çok kuvvetli bir siyâsî gelecek iddiasını besleyebilecek bir şey değil. “Şu kadar oy aldık, AKP tabanından şu kadar seçmen artık oradan bıktı ve bize geldi” denebilecek ve bundan sonrası için o masada etkili bir aktör olarak kalmaya devam etmelerini sağlayacak bir şeye ihtiyaçları var. Üçüncüsü, o partilere oy verebileceği varsayılan seçmenlerin bir kısmının, CHP ya da İYİ Parti altında seçime girenlere aynı heves ve iştahla oy vermeyebileceği, oralarda bir alerji oluşabileceği, dolayısıyla bu partilerin potansiyelinin yansıtılmasında da sorun çıkabileceği düşünülüyor. Bu yüzden, birtakım aritmetik sorunlarla siyâsî sorunları beraber çözecek formül arayışları var. Temel Karamollaoğlu, bunlardan biri için bir fikri egzersiz yapmış ve bunları söylemiş. 

Dediğin gibi çok gerçekçi durmuyor. Çünkü söz konusu partilerin, Türkiye genelindeki toplam oy oranlarının çok yüksek olmaması dışında, başka bir sıkıntıları daha var. O da, belirli bir seçim bölgesinde ya da belirli seçim bölgelerinde yoğunlaşmış oy değil. Dolayısıyla Türkiye sathına çok dağılmış oyları olan partiler. Bu seçim sistemi, hem küçük partiler için risk oluşturuyor, hem de Türkiye genelinde dağılmış, belirli yerlerde yoğunlaşmamış oyları olan partiler için dezavantaj oluşturuyor. Bunun örneğini daha önce DSP’de görmüştük. DSP, yüzde 7 aldığı zamanlarda bile çok az sayıda milletvekiliyle Meclis’te temsil edilebilmişti. Ama HDP gibi belirli bir bölgede yoğunlaşmış oyu olan partiler, baraj altında bile oy alsalar, o oylar seçim bölgeleri îtibâriyle yoğunlaştığı için, bâzı seçim bölgelerinde birinci parti çıkmayı başarabildiği için yüksek milletvekili kazanabiliyor. Bu yüzden, bu partilerin birlikteliği eğer Karamollaoğlu’nun umut ettiği gibi bir ivme yaratıp, onların mevcut toplamlarından daha büyük bir hareketlenme yaratır, bir câzibe merkezi oluşacak gibi hissedilirse, bir anlamı olabilir. Ama şu anda bunun işâretleri görünmüyor. Ama bu belki biraz daha canlı bir tartışmaya dönerse, muhtemelen muhâlefet partileri de bundan sonraki çeşitli araştırmalarda konuyu anlamaya çalışacaklar. Böyle formüller tartışılabilir. Ama dediğim gibi “İşte buymuş!” denilecek bir formül gibi de durmuyor. 

Ruşen Çakır: 1991 seçimlerini hatırlarsın. O zaman seçim ittifakları yasaktı. Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi, yasağı delmek için Refah Partisi listelerinden girdiler. O seçimi Anadolu’da tâkip etmiştim. Ondan sonra bayağı iyi bir oy aldılar, %16’ydı galiba. Epey de bir milletvekili soktular Meclis’e ve kısa bir süre sonra herkes kendi partisine gitti. Tabii orada şöyle bir durum oluşuyordu: MÇP’liler, daha doğrusu MHP’liler, o oyda kendi paylarının daha yüksek olduğunu, kendilerinin lokomotif olduğunu söylüyorlardı. Bence orada lokomotif Refah Partisi’ydi. Ama sonuçta tek listeden girdiğin zaman, Islahatçı Demokrasi Partisi bile bunu söyleyebiliyordu — ki bana kalırsa IDP orada dekoratif unsur gibiydi.

Şimdi burada ilginç bir durum var: Gelecek ve DEVA partilerinin kendi başlarına seçime girmek gibi bir iddialarının olması lâzım. Ama aslında bu riskli bir iddia, öyle değil mi? Seçime girip çok az bir oy alırlarsa, devâmını getirip getirmeyecekleri, nasıl götürecekleri bir tartışma konusu olur. Bir taraftan da Meclis’te olmak istiyorlar, haklılar. Ömürlerini sürdürebilmek için bu gerekli. Kendi başlarına girdiklerinde bu olamıyor, başkalarının listesinden girdikleri zaman da olamıyor. O zaman işin bir diğer boyutu geliyor: O da, başkanlık seçiminde bu partilerin isimlerinin önemli yerlerde bulunması, aday olmaları. Cumhurbaşkanı adayı olabileceklerini sanmıyorum; ama Davutoğlu da, Ali Babacan da, Temel Karamollaoğlu da, milletvekili olmadan “Başkan Yardımcısı” veya kilit bakanlıklar gibi yerlerde olabilirler. Başkanlık Sistemi’nde bakanların milletvekili olması gerekmiyor. Hattâ bakan oldukları zaman milletvekillikleri düşüyor. O zaman şöyle bir şey de olabilir: “Biz şu şu kişileri bakan olarak saklıyoruz” deyip, onlar Meclis’te olmasalar bile cumhurbaşkanlığı kabinesinde bulunarak bir güç gösterebilirler. 

Orada da karşımıza Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal’ın açıklaması çıkıyor. Gültekin Uysal sosyal medya hesabında cumhurbaşkanı adayıyla ilgili olarak, “20 yıllık AKP iktidarında sorumluluğa ortak olmamış olmak” ifâdesini kullandı. Sonuçta, orada doğrudan muhâtap aldığı isimler, Gelecek ve DEVA partileri. Saadet’i sayamayız. Saadet Partisi’nin baştan îtibâren AKP’yle ilişkisi yok. Gelecek ve DEVA partilerinden bahsediyor. Bir de devr-i sâbık, yani hesap sormaiddiası da var, o da ayrı bir husus. Özellikle Gelecek ve DEVA partilerinin altını çizmeye çalıştıkları ve oradan kendilerinin önemini artırmak istedikleri “endîşeli muhâfazakârlar”meselesinde de, “Endîşeli olan endîşeli olsun” gibi bir çıkış yaptı. Bu, ilginç bir şey. Bir de, Demokrat Parti Millet İttifakı’nın en eski ortaklarından birisi. Ama Demokrat Parti’nin toplumda nasıl bir gücü olduğu, seçime tek başına girerse ne oy alacağı ayrı bir konu. Gültekin Uysal’ın bu çıkışı yapması ilginç. 

Bu altılı masa buluşmaları alfabetik sırayla yapılıyor biliyorsun. CHP ile başladı, DEVA Partisi ile devam etti. Bu ay sonunda, yanılmıyorsam ayın 24’ünde, Demokrat Parti genel merkezinde yapılacak. Yani Demokrat Parti aynı zamanda bu ayın ev sâhibi. Yaptığı o paylaşım belli ki hazırlanılmış bir çıkıştı. Hani bâzen gazeteciler mikrofon uzatır, irticâlen bir şey söylenir, öyle değil. Bunun özellikle Gelecek ve DEVA’da çok ciddî rahatsızlık yaratma potansiyeli var. Herhalde yaratmıştır diye düşünüyorum. 

Kemal Can: Gerçi Gültekin Uysal sonra birtakım düzeltmeler yaptı; ama galiba biraz da o rahatsızlık olsun istendi. Senin dediğin gibi, böyle ağızdan kaçmış bir lâf değil. Bir şeye daha dikkatini çekeyim, Temel Karamollaoğlu’nun açıklamasının içerisinde şöyle bir şey var: Meselâ “İYİ Parti’yle Demokrat Parti, ikili bir ittifak gibi davranıyorlar. Diğer tarafta üçlü bir ittifak oluşturulabilir” diye bir şey söylüyor. Yani aslında Demokrat Parti’yle İYİ Parti’nin, bir ikili gibi davrandığını îmâ eden, hattâ açıkça söyleyen bir lâf var. 

Ruşen Çakır: Sözünü kesiyorum, Gültekin Uysal bunları söylüyor, ama esas İYİ Parti söyletiyor gibi; sanki oraya bir gönderme var. 

Kemal Can: En azından orada da böyle düşünenler olduğunu, onların yakın şeyler düşündüklerini îmâ eden bir tarafı var. Bunu bilerek mi söyledi bilmiyorum. Ama bilerek söylemediyse bile, en azından kafasında böyle bir şey var. Onlar ikiliyse, bu tarafta da, yine ittifakın içerisinde bir başka üçlü var. Hani böyle itilip kakılma konusunda biraz zorlandığını düşündüğü tarafta, bir birlik görüntüsü yaratma îmâsı var. Ama burada şöyle bir problem var: Demin senin formüller olarak söylediğin yöntemlerden bir tânesi, bu aktörlerin başkanlık heyetinin içerisinde yer alması ve böylece, o siyâsî varlıklarını, milletvekili seçimlerindeki sorunun üzerine çıkartmaları ihtimâli var tabii. Ama bu da sorun yaratmaya aday bir şey. Çünkü hem masada hem muhtemel muhâlefet ittifakının tasarımında, bu ağırlık meselesi ve eşit temsil meselesi sıkıntı yaratıyor. Gültekin Uysal’ın açıklamasından da, İYİ Parti’deki birtakım hareketliliklerden de biliyoruz ki, bu sıkıntı, ağırlıklı bir kısmı İYİ Parti’de ama önemli bir kısmı da CHP’de karşılık bulan şeyler. Bu rahatsızlıklar sadece iktidârın soktuğu nifaklar değil, muhâlefette de karşılığı olan bir şeyler. Tamam, altılı masa iyi güzel de, kimin burada ne kadar ağırlığı var? Bu eşit temsil meselesindeki dengesizlik buraya taşınan katkı açısından da bir problem teşkil ediyor. Bu, hem şu andaki karar süreçlerinde, aday belirleme süreçleri açısından tartışma yaratıyor, hem “Hangi endîşelilerin hangi endîşesine cevap verilecek?” tartışmalarında sorun yaratıyor. Ama iktidar alternatifi hâline gelip, senin dediğin gibi bir Başkanlık Kabinesi oluşturulmaya kalkıldığında ve ondan sonra devam edecek süreçte de, bunlar çok güçlü potansiyel sorun meselesi. Dolayısıyla bu sıkıntılı. Bu partilerin bunu da aşması gerekiyor. “Şimdi biz nasıl temsil edileceğiz, bizi destekleyebileceklerin tamâmını muhâlefet blokuna taşıyabilecek miyiz, buradan sonra siyâsî bir devam şansı yakalayacak mıyız?”… Çünkü 2018 seçimlerinde, İYİ Parti ilk girdiği seçimde, o zamanki seçim yasası bu ittifak imkânını sağladığı için kolayca yüzde 10 barajını aşarak kendi rüştünü ispat etmeseydi, daha sıkıntılı bir pozisyonda olurdu. Şimdi bu partiler tam olarak şu anda da belirsiz olan, bunların gücüne ve kimi temsil ettikleri sorusuna cevap veremeden seçimi geçmeleri durumunda, sıkıntılı bir pozisyonda kalacaklar. Yani bu üçlü ittifakı yaparak hiç olmazsa bu bahse konu partilerin ya da muhâlefet içerisindeki bu kanadın gerçek ağırlığının ölçülmeye ihtiyâcı var. Bu anketlerde de ölçülen şey, siyâsî devâma yeter gibi görünmüyor. Böyle bir sıkıntı var. 

Bu tür tartışmalar yüzünden Gültekin Uysal’ın çıkışı, ister İYİ Parti’yle paralel olsun, ister tamâmen bağımsız olarak ifâde edilmiş olsun, ister seçmendeki eğilimleri dillendiriyor olsun, ister başka bir gerekçesi olsun, bir karşılığı var. Bunlar sâhici tartışmalar. Yani altı boş, tamâmen uydurulmuş, iktidârın yaratmaya çalıştığı, “’nifak”diye târif edilebilecek şeyler değil. Bunlara cevap bulmak zorunda. Muhâlefetin birlikte davranma kararlılığı konusunda artık kimsenin şüphesi yok. Ama birlikte davranma kararlılığı, birlikteliğin yarattığı sorunları tamâmen ortadan kaldırmıyor. 

Ruşen Çakır: Burada en büyük yük de Kemal Kılıçdaroğlu’nun sırtında gibi. Kendi partisinden de birtakım rahatsızlıklar olabilir. Onlar çok öne çıkmıyor, ama genellikle ortaya çıkan, İYİ Parti’den gelen değişik değişik açıklamalar. Bir ara HDP üzerineydi, onu biraz frenlediler; ama sadece HDP değil, seçilebilir aday gibi meseleler ya da en son Demokrat Parti’nin söyledikleri gibi şeyler de var. Kervanı yolda sürdürmek, Kılıçdaroğlu’nun görevi oldu.

Bir de şöyle bir husus var, o çok önemli: Altı kişinin oturduğu masa zâten belli bir heyecan yaratmamışken, masadan birilerinin kalkma ihtimâlinin doğurabileceği sonuçları düşünebiliyor musun? Şu ya da bu şekilde herhangi bir parti, “Yok anlaşamıyoruz, ben kendi başımın çâresine bakacağım” deyip giderse? Zâten iktidârın bütün enerjisini kendisini güçlendirmek yerine muhâlefeti zayıflatmak üzerine kurduğunu düşünürsen, acayip elverişli bir şey olur. O masanın, altıdan aşağıya düşmemesi gibi bir şart var. Yoksa psikolojik olarak çok olumsuz etkilenir.

Kemal Can: Açıkçası ben o masadan kimsenin kalkacağını, o masanın dağılacağını hiç düşünmüyorum. Kimsenin böyle bir sorumluluk almayacağını, aslında böyle bir niyeti de olmadığını düşünüyorum. Ama altılı masada herkesin oturmaya kararlı olması, o masanın, demin de tartıştığımız ve her vesîleyle gündemi hareketlendiren meselelerde gördüğümüz gibi, birtakım kaçınılmaz yapısal sıkıntıları var, konjonktürel sıkıntıları var, kışkırtılan sıkıntıları var. 

Çok yakın zamanın başlıklarına bakalım: Uzunca bir süre, İYİ Parti’deki görev değişiklikleri ve o görev değişikliklerinin arka planı tartışıldı. Aday meselesi zâten hep günceldi, ama Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş çıkışıyla berâber birdenbire gündeme geldi. Sonra Gültekin Uysal’ın çıkışı oldu. Bugün de Temel Karamollaoğlu’nun söyledikleri… Aslında bunların hepsinin birbirinden bağımsız olmadığını, bir ilişki içinde cereyan ettiğini görüyoruz. Çünkü İYİ Parti’nin içerisinde de, kendi partisinden olmayan, CHP’den kimin aday olacağıyla ilgili farklı kanaatler, farklı eğilimler var. Bunu biliyoruz. Sadece partilerin kendi varlıklarıyla ilgili problemleri yok. Dediğin gibi, Kılıçdaroğlu’nun sorumluluğu sâdece masayı bir arada tutmak değil, o masada oturan her birinin kendi partisi içerisindeki durumu da kollamak ve gözetmek ihtiyâcı duyuyor. 

Bunun örneklerini yaşadık: Meselâ, iktidar Saadet Partisi’nin içine de hamle etti. İYİ Parti içine de hamle etti. Cumhur İttifakı’na dâvet etmekten tut, orada bâzı isimleri bizzat isim olarak anmaya varacak kadar birtakım ataklar oldu. Aynı şekilde şu anda muhtemel adaylar üzerinden her partinin kendi içinde belirli bir adayın etrafında odaklanan ve o adayın etrafında oluşacak mutâbakata göre siyâsî pozisyon alan kanatlar var. Bunların hepsi hakîkat. Bunların hepsinin birlikte yönetilmesi gerekiyor. Ama ben şunu tekrar ediyorum: Bunların hiçbiri, bu masayı dağıtacak şeyler değil. Hattâ büyük ölçüde birbirlerine mecbûriyeti gösteren şeyler. Ama bu tartışmayı ortadan kaldırmıyor.

Bu hafta “Adını Koyalım”da tartıştığımız mevzû bu yüzden önemli. Çünkü artık, muhâlefetin, bu adayı saklayarak ya da çok sayıda adayı olmasından sağlanan avantajın daha mı elverişli olduğu, yoksa bunun artık birtakım iç kaynamalar yüzünden yıpratıcı mı olmaya başladığını tartıp karar vermesi gerekebilir. Böyle bir tarafı var. Ama açıkçası bu tartışmalar şu anda bir yıkıcı süreç ya da iktidârın beklediği gibi bir nifak haline gelmiş görünmüyor. 

Ruşen Çakır: Önceki seçimde CHP’nin İYİ Parti’ye yaptığı “kıyağı”, milletvekillerini transfer ettirmesini hatırlıyorum; akıldan çıkacak gibi değil zâten. O, acayip bir hamleydi. Doğu Perinçek’in aday olabilmesi için imzâ desteği de verdi. Kılıçdaroğlu’nun yaptıklarıyla, şimdi güçleri ona göre çok daha az olan partilerin yapmadıklarını görünce insan bir acayip oluyor. Herkes kendi gücünü çok daha büyük göstererek, çok daha fazla şey almanın peşinde. Kabaca öyle bir olay yaşanıyor. Yani Saadet Partisi ne kadar yapıyor bilmiyorum, ama diğerlerinin birçoğunun durumu bana bunu çağrıştırıyor. Burada hep alttan alan, hep fedakârlık yapan da öncelikle CHP olarak gözüküyor, belki bir ölçüde de Saadet Partisi. İlginç bir şekilde Karamollaoğlu ve Kılıçdaroğlu arasında uzun zamandır süren bir tandem var. 

Tekrar aday meselesine gelecek olursak, Mansur Yavaş’ın İsmail Saymaz’a söylediklerini duydun. Bayağı uzun konuşmuş. İlk defâ, açıkça rahatsız olduğunu söylüyor. Ama “Ben kesinlikle aday değilim kardeşim” diye bir çıkış yok. Anladığım kadarıyla adaylık konusunda ısrarlı ve şu hâliyle bakıldığı zaman da muhâlefetin en güçlü, en azından ilk turda en yüksek oy potansiyeli olan kişi olarak karşımıza çıkıyor. Dönüp dönüp aynı şeyleri konuşuyoruz; ama ben olayın Mansur Yavaş’ı yıprattığı kanısındayım. Ama kimileri de tam tersine, onu güçlendirdiğini söylüyor. Sen ne düşünüyorsun? 

Kemal Can: “Aday değilim” demiyor, ama aslında şunu diyor: “Adaylığımı ben koymayacağım”. Yani aday olarak ben ortaya çıkmayacağım diyor. 

Ruşen Çakır: Zâten bu, baştan beri izlediği politikaydı. “Mecbur kaldım, istendiği için oluyorum” falan…

Kemal Can: Ümit Özdağ’ın çıkışı şuydu: Mansur Yavaş’ı göreve çağırmıştı ya? “Ortaya çık ve adaylığını açıkla” diyordu. Aslında hep, “Niye bir başka partinin genel başkanı, Mansur Yavaş’ı aday gösteriyor?” diye yansıtıldı. Hattâ sonra bir programda da Ümit Özdağ bunu açıkladı: “Ben aday göstermiyorum, onu göreve çağırıyorum” dedi. Yani “Çık ve adaylığını açıkla”ya iten bir şey. Mansur Yavaş da, ortaya çıkan tartışmayı ve aslında kendisine zarar verebilecek tabloyu biraz geç karşılayarak, “Ben kendi kendime böyle bir göreve kendimi aday göstermeyeceğim. Ben görev insanıyım” şeklinde bir baraj koyuyor. Senin bu konuyla ilgili bir iki gün önce yaptığın yayınını da izledim. Bu çıkışın geç yapılması… Bâzı şeyler zamanında yapılmadığında ne söylendiği çok önemli olmaz, bâzı şeylerin zamanlaması belirleyicidir. O çıkış ilk olduğu anda bu kuvvette bir reaksiyon vermeyip, sonra da liderlere giderek bir toparlama görüntüsü vermek, bence süreci iyi yönetebilir bir siyâsî figür görüntüsü vermedi. Sâdece bu açıdan diyorum. 

Daha önce de çeşitli oturumlarda konuştuk, Mansur Yavaş’ın yakaladığı popülarite, dürüst ve bir kamu görevlisi olarak hakkaniyetli, basiretli ve liyâkatli bir görev adamı olacağı imajını veriyor. Bu tarafıyla bir popülerlik sağlıyor. İkincisi, siyâsî kimliği îtibârıyla Türkiye’deki hâkim çoğunluğun kimlik âidiyetlerine yakın bir isim olduğu için bir popülerlik sağlıyor. Yani “olacaksa bizden olsun”cu kalabalık biraz daha fazla olduğu için oluyor. Ama bahse konu görev bir belediye başkanlığı olmadığı için, hem biraz önce konuştuğumuz sorunları yönetecek ve muhâlefet ittifakını birlikte yürütecek bir aktör olması, hem de Türkiye’nin çok çeşitlenmiş bir sürü meselesine çözüm bulacak bir liderlik yapması konusunda denenmiş ve performansı konusunda fikirler oluştuğu için popülarite yakalamış biri değil. Henüz onu bilmiyoruz. Bu konuda bir işâret de vermiyor. Hattâ bunun tam tersini yaparak, “Ben politik bir şahsiyet değilim” diyerek kendisini politika dışı bir alana çekiyor. Bunun popülaritesini besleyeceğine inanıyor. Ama ihtiyaç duyulan şey bu mudur? Şimdi oy oranlarında yüksek çıkıyor olabilir; ama sonuçta, asıl kararsız seçmenin hangi parametreyle karar vereceği, sâdece negatif önermelerle istemediğini tespit ederek, onun dışında kim gelirse destekleyip desteklemeyeceği çok belirleyici. Yoksa bir alternatif iktidar formunu destekleme açısından en doğru aday olarak görüp, etrafında toparlanıp toparlanmayacağı tartışma konusu. 

Senin soruna cevâben, bu perspektiften bakılınca, sâdece şu kısa krizi yönetme biçimine baksak bile, buradan avantajlı çıktığını düşünmüyorum Mansur Yavaş’ın. Uzun vâdede veya orta vâdede bunu dengeleyebilir, şartlar başka bir tablo yaratabilir. Ama sâdece bu krizin kendisi açısından, “Bundan yararlandı mı, bu aleyhine mi oldu?” sorusunu sorarsak, açıkçası pek yararlandığını görmüyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal, zamanlama meselesi dedin de aklıma geldi. Bugün ilginç bir şey oldu, fark etmişsindir: Bekir Bozdağ, belli ki Cemal Kaşıkçı davasındaki eleştirilerden ve bana göre esas olarak da parti içerisindeki birtakım rahatsızlıklardan bunalmış ve bunun kanûnî olduğunu, kanunlara uygun olduğunu söyledi. Bir saat geçmeden Hüseyin Çelik çok sert bir şekilde Bekir Bozdağ’ın adını vermeden Twitter hesâbından bir paylaşım yaptı: “Cemal Kaşıkçı dosyasının Suudilere devredilmesi kanûnîdir, ama asla ahlâkî ve vicdânî değildir. Bizim ülkemizde Prens’in emriyle doğrandığı iddia edilen bir insanın hukukunu aynı prense emânet etmek! Vah ki vah…” Birisi hâlâ bakan, birisi de eski bakan ve parti yöneticisi. Hüseyin Çelik bir zamanlar AKP’nin çok önde gelen bir ismiydi. Hâlâ AKP üyesi; DEVA Partisi’ne geçer diye bekleniyordu, ama geçmedi.

Kemal Can: Evet, AKP’ninparti sözcüsüydü.

Ruşen Çakır: Bu olayın kişisel bir kapışmanın ötesinde olduğu kanısındayım. Hattâ bu konuyu bugün “Hızlı ve Kısa Yorum”da değerlendirdim: Bu olay, yumuşak karın gibi duruyor ve parti içerisinden birileri bu olayı iyice köpürtecek –ki köpürmeye çok elverişli–, çünkü çok büyük skandal aslında. Erdoğan’ın 180 derece dönüşlerinde parti kadrolarını en fazla rahatsız edebilecek hususlardan birisi bence bu. Hele şimdi Erdoğan Suudi Arabistan’a gidecek ve Prens Salman’la fotoğrafı da çekilince ne olacak bilmiyorum. Biliyorsun Suudi Arabistan’a gitmek için dâvâyı devretti. Bunu abartıyor muyum emin değilim; ama sanki bu olay bana en azından parti içerisinden birileri için bir şeyin vesîlesi, bahanesi veya gerekçesi olabilir gibi geliyor. Ne dersin? 

Kemal Can: Aslında şöyle bir tarafı var: Bu iktidârın ve Erdoğan’ın yaptığı dış politika manevraları, kamuoyunda düşünüldüğü kadar büyük reaksiyonlar yaratmıyor. 180 derece dönüşler, geri vitesler, acayip manevralar yapıyor. Ama bu, tabanı büyük ölçüde rahatsız etmiyor. Ama kadrolar içerisinde ve iktidârın hizipleri arasındaki gerilimlerde, bunlar çok kullanışlı imkânlar veriyor. İsrail’le ilişki meselesi böyle, Batı’yla ilişki meselesi böyle, Rusya’yla ilişki meselesi böyle oldu. Pakistan’ı yakın zamanda gördük. İmran Han konusunda önce bir çıkış yapıldı, sonra biliyorsun Yeni Şafak gazetesi başka bir tavır sergiledi. Daha sonra da yeni seçilen başbakan tebrik edildi; orada bir tuhaflık oldu. Senin söylediğin gibi, bu Kaşıkçı hâdisesi de böyle. Bu tür gerilimler ve bu tür hızlı manevralar, birtakım kanatları ve geçen yirmi yıl içerisinde tuhaf uluslararası bağlantılara da girmiş birtakım hizipleri, birbirlerine karşı hareketlendiriyor. Başka alanlarda görmediğimiz ölçüde çelişkiler açığa çıkabiliyor, bu tür meseleler birdenbire fark edilebiliyor. Bu da onlardan biri olmaya aday gibi görünüyor. Dediğim gibi, bunu daha önce İsrail meselesinde de gördük, Batı’yla ilişkilerde sürekli karşımıza geliyor. Bu mesele de biraz böyle bir olay. Burada anladığım kadarıyla, senin de işâret ettiğin gibi, belki iktidârın genel kamuoyunda ve kendi tabanında çok tartışılmayan mevzûlar, o kanatların birbirleri aleyhine kullanabileceği argüman üretmek için hemen dolaşıma sokuluyor ve bunları çok bâriz görüyoruz. Muhtemelen yakında iktidar medyası içerisinde bu tür çatlakları daha fazla göreceğiz gibi hissediyorum.

Ruşen Çakır: İktidar medyası derken neyi kastediyorsun? Orada gazeteci mazeteci de kalmış değil yani… 

Kemal Can: Bahsettiğim gazetecilik faaliyeti değil. Meselâ “Sabah gazetesi neden şunu kullandı? Batı’yla iyi geçinmeye doğru bir yol alınırken, Süleyman Soylu birdenbire tekrar Amerika’yı çok açıktan suçlayan bir pozisyona çekildi? Pakistan’da böyle oldu…” gibi meseleler, o iktidar medyasının gazetecilik faaliyetinin değil, o hizipler arasındaki gerilimlerin temini hâline geliyor. 

Ruşen Çakır: Güç dengeleri ve kurdukları ilişkilerle alâkalı bir şey. Ama Hüseyin Çelik’in, olayı kanun değil de ahlâk ve vicdan üzerinden inşâ etmesi, birilerine böyle bir kapı aralıyor. Hatırlarsan, Abdülhamit Gül’ün bakanlığı bırakmasının gerekçelerinden bir tânesini de, CHP’li Muharrem Erkek doğrudan Kaşıkçı olayı olarak tanımlamıştı — ki bu bence pekâlâ olabilir bir şey. Aslında şöyle bir şey var: Şu âna kadar o kadar çok şey yaşandı ki, tavır almak isteyen için çok elverişli. “Ayrıldım, çünkü şunu şöyle yaptılar, bunu böyle yaptılar” diye konuşabilecekleri çok şey var. İşte bu bir vesîle olabilir gibi geliyor. 

Şimdi çok alâkasız bir şeyle bitireyim, Google’da bir şey arıyordum. Erdoğan’ın 2019’daki Meclis açılış konuşmasını gördüm. Meclis’i açarken enflasyonu tek hâneye düşürmekten bahsetmiş. Neyle ilgili arıyordum tam emin olamadım, ama bir şey ararken karşıma çıktı. Aralık’tan îtibâren düşecek olan bir enflasyondan bahsediyoruz. Normal şartlarda, aslında Türkiye’nin gündeminin yoğun bir şekilde bu olması ve muhâlefetin bu gündemi iktidârı bunaltacak kadar ciddî bir şekilde ortaya taşıyabilmesi gerekirken, biz hâlâ muhâlefet içerisinde “Şu şunu dedi, bu bunu dedi, acaba masa ne olacak?” konularını konuşuyoruz. 24 Nisan’da Demokrat Parti Genel Merkezi’nde kurulacak olan masayı biz görev îcâbı mecburen tâkip edeceğiz, ama kim ne kadar merak ediyor açıkçası çok emin değilim. 

Kemal Can: Aslında şöyle bir tarafı var: Heyecan kısmı bir tarafa, bu kadar çok muhâlefet konuşuluyor olmasının aslında iyi bir tarafı var. İktidar tarafında, ne onun yapacağı manevra açısından ne sürpriz açısından, konuşulacak pek fazla bir şey yok. Arada bir, tuhaf tuhaf şeyler yapılıyor, çatlakmeselesi zaman zaman gündeme getiriliyor; ama şu anda herkesin, aslında iktidâra oy verecek seçmenin bile asıl olarak baktığı yer, muhâlefetin ne yapacağı. Muhâlefet, bakılmak anlamında çok yüksek bir ilgiye sâhip. Sâdece problem, bu ilgiyi pozitif bir motivasyona, bir heyecâna çevirmekle ilgili bir şey. 

Ruşen Çakır: Muhâlefet adayları, özellikle Ekrem İmamoğlu, bunu yerel seçimlerde çok iyi kotarmıştı. Herkes üzerlerine gidiyordu ve o ilgiyi bayağı iyi kullandılar. Neyse, kötü örneğini vermeyeyim, tekrar aynı şeyi kafaya takmış gibi olacağım. Burada bitireyim…

Kemal Can: Evet, asıl önemli olan bunu fırsata çevirmesi. Çünkü bütün gözler muhâlefette. “Bir şey olacaksa bu tarafta olacak” fikri, seçmende büyük bir çoğunluğu oluşturuyor. Yani muhâlefetin alacağı oydan daha fazla büyük bir kesim, “Bir şey değişecekse burada değişecek” fikriyle buraya bakıyor. Baktığında ne gördüğüyle ilgili bir meselemiz var.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, noktayı koyalım. “Haftaya Bakış”ı sonlandırıyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.