Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (49): Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kim kiminle yarışacak?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek Adını Koyalım’da bu hafta “Erdoğan’ın adaylığı kesin mi?”, “Mansur Yavaş’ın adı neden daha fazla öne çıkıyor?”, “Meral Akşener’in adaylık konusunda fikri değişir mi?” sorularına yanıt aradı.

Spotiyf’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Yine Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la bir konuyu ele alıyoruz. Bu haftaki konumuz “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kim kiminle yarışacak?” Yani hem iktidar hem muhâlefet adayının kim olacağı konusunu konuşmak istiyoruz. Arkadaşlar, merhaba. 

Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Her ne kadarErdoğan’ın adaylığının kesinolduğu düşünülse de, yine de Cumhur İttifakı’nın adayının kim olacağı konusunun üzerinde de biraz konuşmak lâzım. Ama onu ikinci tura saklayalım. İlk turda Millet İttifakı’nı konuşalım: En son Mansur Yavaş ismi ortaya atıldı. İsim zâten ortadaydı, ama Ümit Özdağ tarafından ortaya atılmasıyla berâber başlayan ve Mansur Yavaş’ın CHP ve İYİ Parti genel merkezlerini ziyâretiyle de kendisini gösteren bir kriz yaşandı. Herhalde buna krizdiyebiliriz. Bununla başlayalım: “Millet İttifakı’nın ya da muhâlefetin adayı kim olur? HDP ilk turdan aday çıkartır mı, ya da HDP ilk turdan destekler mi?” gibi yan sorular da var; ama şimdi içimizdeki en yakışıklı, saçlarını yeni kestirmiş olması hasebiyle Burak’la başlayalım. Sıhhatler olsun. Sonra Ayşe ve Kemal’le devam edelim. Burak, ne diyorsun? Bu konuya geçen haftaki “Adını Koyalım”da Macaristan’ı konuşurken ucundan değinmiştik, ama sonra iş epeyce gelişti. Mansur Yavaş’ın, Meral Akşener ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu ziyâretinin, doğrudan bu konuda çıkan bir krizi düzeltme girişimi olduğu düşünceme katılır mısın Burak?

Burak Bilgehan Özpek: Ben ziyâretin içeriğini bilmiyorum, ama şunu söyleyebilirim: Biz, “Adını Koyalım” programında bu konuyu bir süredir tartışıyoruz. Aslında toplumda da “Altılı masa”nın heyecan uyandırmamasıyla birlikte, nasıl bir seçim stratejisi izleneceğine dâir bir soru işâreti var. Altılı masa, toplumun seçime yönelik beklentilerini karşılayamıyor. Çünkü bu altılı masanın karakteriyle alâkalı bir problem var, daha önce de bunu söylemiştik. Bu bir anayasal reform masası değil. Çünkü anayasal bir reform yapıyorsanız, muhâlefetin diğer unsurlarının da bu masada olması gerekiyor. 

Öte taraftan bu, sonuca odaklı bir siyâsî ittifak da değil. Çünkü DEVA ve Gelecek partileri, Millet İttifakı’nın parçası değiller. O yüzden altılı masanın birdenbire böyle karar verici bir yetkiye ulaşması ve oy oranları bakılmaksızın partilerin veto hakkına sâhip olması veya belirleyici bir konuma gelmesi, açıkçası toplumda bir rahatsızlık yaratıyor. Özellikle muhâlefet partilerinin tabanında bir rahatsızlık yaratıyor. Bu rahatsızlığın haklılığını aldığı bir yer de var. O da 2019 senesi yerel seçimleri. Çünkü 2019 senesi yerel seçimlerinde şu anda muhâlefette bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi’nden kopan partiler henüz muhâlefette değillerdi. Hattâ bu partilerin içerisinde görevli olan bâzı arkadaşlar, 2019 seçiminde Binali Yıldırım’ın kampanyasında da çalıştılar, belki oy da verdiler. Dolayısıyla muhâlefetin, muhâfazakârlar olmadan seçimi kazanabileceklerine dâir bir inançları var. Yirmi sene boyunca hiçbir şekilde râm olmamış, ayakta durmuş ve toplumdaki çoksesliliğin muhâfaza edilmesine katkıda bulunmuş o muhâlif tabanın, yeri geldiği zaman çok zor şartlar altında riskler almış, bedeller ödemiş, olağanüstü hal koşulları altında siyâsî parti kurmuş ya da toplumsal protestolara katılmış, sosyal hareketlerin içerisinde olmuş, yani bir şekilde Türkiye’nin katı bir otoriterliğe teslim olmaması için bedel ödeyen, risk alan insanların kendilerine de bir güveni var. Dolayısıyla bu altılı masayı anlamlandırmaları biraz zor oluyor.

Burada daha önce de söylediğimiz, muhâlefetin kalabalıklaştıkça güçsüzleşmesi ve belirsiz bir gelecek vaat etmesi olgusu var. Çünkü kalabalıklaştıkça, ittifak eksenini olabildiğince soyut bir noktadan kurmak zorunda kalıyorsunuz. Yani İYİ Parti ve CHP’nin kuracağı ittifak, İstanbul veya Ankara belediyesini kazanmak veya Parlamento’da çoğunluğu almak gibi somut bir hedefe yönelikken, altılı masanın bir arada olma ekseni ve onları bir arada tutan şey oldukça soyut ve belirsiz. Çünkü parlamenter sisteme geçiş gibi bir vaat üzerinden bir araya geliyorlar. Bu bir eksen oluşturuyor ve bu eksen üzerinde bir araya geliyorlar. 

Öte taraftan, Parlamenter Sistem’e geçiş, elbette ki insanların arzusu. Türkiye’nin başkanlık sisteminden kaynaklanan yapısal problemleri var. Ancak insanların beklentisi, bu yapısal problemlerin kişisel veya siyâsî irâdeyle bir şekilde çözülmesi. Yani bugün, “Türkiye, Tayyip Bey’in yerinde kim olursa olsun başkanlık sistemi altında bu kadar kötü yönetilirdi” diyebilir miyiz bilmiyorum. Burada, Tayyip Bey’in fâilliğini de inkâr etmemek gerekiyor. Meselâ Yeni Şafak gazetesinin manşetine göre, Merkez Bankası Başkanı’nı görevden almak başkanlık sisteminin Cumhurbaşkanı’na sağladığı bir fırsat. Ancak bunu değerlendiren, bunu bu şekilde kötü kullanan, bunu bu şekilde beceriksiz bir ekonomi politikasına tahvil eden de cumhurbaşkanı seçilen kişi. Dolayısıyla, yapısal bir problem olduğuna herkes emin. Ancak daha aklı başında bir yönetimle Türkiye’nin mevcut sorunlarının çözülebileceği konusunda da bir inanç var. Türkiye, yirmi senelik AKP döneminden kendi kendisini rehabilite ederek çıkmak zorunda. Bunu Parlamenter Sistem’le taçlandırmak zorunda. Ancak Parlamenter Sistem’e geçerken, yirmi yıllık iktidârın, bürokrasiden, akademiden temizlenmesi, medyaya aktarılan kamu fonlarının kesilmesi veya Kamu Özel İşbirliği projelerinin gözden geçirilmesi gibi hayâtî konular, Başkanlık gibi güçlü bir irâdeyi de gerektirebilir. O yüzden insanlar, altılı masanın murat ettiği bu soyut ve daha idealist bir gelecekten ziyâde, kendi hayatlarını kısa vâdede iyileştirebilecek bir siyâset pratiği arayışı içerisinde olabilirler. Bu yüzden isimler bu kadar heyecan uyandırıyor. Anketlere baktığınız zaman, yüksek oy alan isimlerin ısrarla altılı masa tarafından tartışılmaması, ama bir şekilde gündeme düştüğü zaman heyecan uyandırması bu yüzden sürpriz değil. Çünkü altılı masa başka bir tarafa gidiyor, halkın beklentisi başka bir şey. 

Özellikle son seçim yasasından sonra şu çok âşikâr bir hâle geldi ki, Adalet ve Kalkınma Partisi oy düşüşünü milletvekili sandalye sayısına yansıtmamak üzere bir yasa geçirdi. Yani muhâlefetin oylarını artırmasına rağmen milletvekili sayısındaki artış, beklediği kadar yüksek olmayabilir. Üstelik burada bir HDP faktörü var. HDP’yle birlikte uyumlu bir şekilde hareket edeceklerinin de garantisi yok. O yüzden Parlamenter Sistem’e geçmek için yeteri kadar milletvekiline sâhip olamayabilir. Bununla berâber, eğer yeteri kadar milletvekiline sâhip olamazsa –cumhurbaşkanlığı seçimini Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kaybettiğini düşünelim–, muhtemelen Tayyip Bey’in yapacağı ilk şey Parlamenter Sistem’e geçiş çağrısı yapmak. Yani seçimi kaybeden birisinin yapacağı ilk şey, kendisinin dizayn ettiği sistemi yeniden gözden geçirmek ve kendisini daha güçlü bir konuma getirebilecek yeni bir sistem önermek. Muhtemelen altılı masa üyelerine çıkıp “Siz böyle bir öneriyle toplandınız, toplumun karşısına böyle çıktınız. Hadi o zaman Parlamenter Sistem’e geçelim, biz de sizi destekliyoruz” diyecek. 

Bu durumda gerçekten muhâlefet partileri, zar zor, güç belâ yirmi senede kazandıkları iktidârı yeniden Tayyip Bey’e armağan edecekler mi? Doğruları konuşalım, gerçekleri konuşalım. İhtimaller bu şekilde gerçekleşecek. Dolayısıyla, Türkiye’de isimler heyecan yaratıyor. Kimin cumhurbaşkanı adayı olacağı meselesi gizlense de, insanların asıl ilgilendikleri konu o. Parlamenter Sistem’e geçiş, tabii ki çok memnun edici bir gelişme olur. Keşke seçimlerden önce geçebilsek, belki ikinci turda onları konuşuruz. Siyâset tekrar kendi ritmine kavuşsa… Ama eğer bu olmayacaksa, başkanlık sisteminin yarattığı oyun sahası içerisinde de oyunu oynamayı bilmek gerekiyor.

Ruşen Çakır: Burada sana bir şey sorabilir miyim? Sözünü unutma. Meral Akşener, “Ben başbakanlığa tâlibim” dedi ve kendisini cumhurbaşkanı adaylığının dışına çıkarttı. Ama sizler de görüyorsunuz, yanlışım varsa düzeltin: Meral Akşener kamuoyu yoklamalarında bildiğim kadarıyla Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’ndan sonra en yüksek oyu alan muhâlif kişi olarak karşımıza çıkıyor. Meral Akşener’in yeniden bir şekilde cumhurbaşkanlığı adaylığı meselesini gündeme getirme ihtimâli var mı sence?

Burak Bilgehan Özpek: Kendisinin böyle bir niyeti olup olmadığını bilmiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum: Muhâlefetin en büyük gücü, aday sayısının çokluğu. Cumhur İttifakı tek adam üzerinden ilerlerken, muhâlefettekilerin çok fazla seçeneği var. Meral Akşener’in adaylıktan çekilmesi muhâlefet açısından kötü. Çünkü seçeneklerden bir tânesi, kendisini oyunun dışına çıkartıyor. Seçeneğin azalması, diğer aktörlerin birbirlerine daha hoyrat davranmasını berâberinde getirebilir. Yani Meral Hanım’ın olduğu bir masadan, onun adaylığının geçerli olduğu bir masadan kendisi çıkmasa bile başka bir aday çıkabilir. Onun kendisini geriye çektiği masadan başka bir aday çıkabilir. O yüzden ben, sürecin dengeli gitmesi açısından Akşener’in masada olmasını açıkçası isterdim. Kendisinin adaylığı olmasından bağımsız bir şekilde söylüyorum. En azından daha dengeli ve daha çok aktörün ve adayın önceliklerini hesaba katarak ilerleyebilirdi. Ama açık konuşmak gerekirse, kendisinin niyetini bilmiyorum. 

Ben sözlerimi şöyle özetleyeyim: DEVA ve Gelecek Partisi’nin altılı masaya oturması, dolayısıyla altılı masanın yani muhâlefetin somut hedeflerden uzaklaşıp daha soyut ve insanların yakın vâdeli sorunlarını çözmeyecek bir amaç etrafında toplanmaları, bence muhâlif seçmende bir umutsuzluk ve karamsarlık yaratıyor. İsimlerle öne çıkan kim varsa, Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş’ı işâret etmesi veya Gültekin Uysal’ın cumhurbaşkanı olabilecek kişinin kriterlerini sayması, toplumda hızlı bir heyecan uyandırıyor. Aslında bunlar, toplumsal/kamusal tartışmayı adaylık süreci üzerinden belirlemesi beklenmeyen partiler. İYİ Parti ve CHP’nin belirlemesini bekliyoruz. Biraz da Demirtaş’ın tavrının önemli olduğunu düşünüyoruz. Ama Demokrat Parti ve Zafer Partisi, toplumdaki bu açığı bence iyi görüp tartışmaya dâhil oluyor. 

Bu soyutlaşma, muhâlefeti biraz karamsarlığa itiyor. Olabildiğince somut ve hedefe yönelik ilerlemek gerektiğini düşünüyorum. Burada hep sorulan “Projeniz nedir?” meselesinin de doğru algılanmadığı kanaatindeyim. Parlamenter sisteme geçiş bir proje olamaz. Yani insanların talebi, iktidârı devraldığı gün, iktidârı devralacak kişinin hangi adımları atacağını somut olarak beyan etmesi. Bunu beyan etmelerini bekliyor. Malezya’daki seçimlerden önce “yüz gün yüz adım programı” ya da 91 seçimlerinde Demirel’in “beş yüz gün” meselesi gibi… Daha somut, belirli bir zaman dilimi içerisinde hangi adımların atılarak Türkiye’nin inşâ edileceği ya da bozulan kurumsallığın tâmir edileceğine yönelik ya da ekonomik göstergelerin düzeleceğine yönelik çok net adımlar duymak istiyorlar. Maalesef bu yok.

Daha önceki programlarda da konuşmuştuk, “Tayyip Bey zâten seçimi kaybedecek. Ceketimizi assak kazanırız. O yüzden adayın kişiliği, kimliği, siyâset yapma kapasitesi, söylemleri çok da önemli değil. Daha maksimal hedeflere odaklanarak ilerlemeliyiz” düşüncesini doğurmuştu. O maksimal hedefler de aday profilini önemsizleştiren bir duruma işâret ediyor. Böylece, aday profili önemsizse, bize demokratik bir geleceği inşâ edecek, maksimalist ütopyaları bize bahşedebilecek, elini mümkün mertebe siyâsetle kirletmemiş liderlerin isimleri ön plana çıkıyor. Bu da muhâliflerin sürekli olarak, “Acaba siyâset yapma yeteneğini ispatlamış muhalefet liderlerinden ziyâde, siyâsete elini çok sürmemiş, elini kirletmemiş, fâniler katına inmemiş isimler bizim önümüze getirilir ve bize bir dayatma yapılır mı?” diye bazı kuşkularla yaşamalarını berâberinde getiriyor. Bu kuşku ve bu endîşe de muhâliflerin psikolojisini biraz etkiliyor. O yüzden, kim çıkıp somut bir şey söylerse, heyecan yaratıyor.

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Ne diyorsun? Ortalık biraz karıştı. Zâten çok gereksiz bir durgunluk var. Türkiye’de bu kadar sorun varken, siyâsetin genel olarak bu kadar heyecansız olması ilginç. Belki iktidârın işine geliyordur bu. Normal şartlarda belki de çok büyümeyecek bir olay, gündemi bayağı belirledi. Ne diyorsun? Muhâlefetin adaylığı konusunda hep konuştuk, daha da konuşacağız, ama an îtibâriyle sen neler düşünüyorsun?

Ayşe Çavdar: Anlaşılıyor ki, adayı şimdiden açıklamama konusunda kararlılar ve bu kararlılığın da bir mâliyeti var. Bu mâliyeti de aday değil ama muhâlif seçmen ödüyor. Öyle bir strateji belirlemiş vaziyetteler. Adayın şimdiden açıklanmamasının iki nedeni olduğunu düşünüyorum: ilk nedeni “Adayı yıpratmayalım” söylemleri; ikincisi de son âna kadar adayla ilgili stratejilerini ertelemek istemeleri. İktidârın ne yapacağına bakarak kendi adaylarını belirlemek istiyorlar. Kim olacaksa, “Kazanması mutlak birisi mi olsun, yoksa biraz zorlayınca kazanabilecek ama geçiş dönemini idâre edebilecek birisi mi olsun?” seçenekleri arasındaki kararı erteliyorlar. İkisi bir şekilde birbirini tamamlıyor. Ama ne yazık ki bu, adayın değilse bile hem siyâsî partilerin hem aday adaylarının hem de muhâlif seçmenin yıpranmasına sebep oluyor. O konuda Burak’a katılıyorum. Başından beri muhâlefette olan seçmen çok bedeller ödedi, çok hayal kırıklıkları yaşadı. Sürekli yükseldi yükseldi, 2019 yerel seçimleri haricinde yüksek yerlerden düştü. Şimdi bir de ekonomi çok kötü durumda, köşeye sıkışılan bir durum var. Dolayısıyla şimdi bu sabrın ceremesini görmek istiyor. Fakat muhâlefet partileri öyle bir vaatte bulunmuyor. Bunun sebebi de altılı masanın aktörlerinin birbirlerini kollamaktan bir türlü ortak bir siyâset üretmeye başlamamaları. Bence Burak’la o konuda anlaşamıyoruz. Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçme vaadi güzeldi. “Vaat ettiğiniz güzel. Mutâbakat metniniz de fenâ değil, o da güzel. Anlaştık. Ama bundan sonra ne yapacağınız konusunda yol haritanızı biraz belirleyin, bize bir şeyler söyleyin” dendiğinde söyleyebildikleri fazla bir şey yok. 

Eğer adayın açıklanmasını istemiyorlarsa, “Yıpranmasın ya da son anda belirleyelim. Anketlere, çalışmalara, havaya bakalım ona göre belirleyelim” diyorlarsa, o zaman adayın nasıl biri olacağına dâir birtakım kriterler belirleyebilirler ya da adayın hangi süreçle belirleneceğine dâir muhâlefetteki bütün siyâsî partileri dâhil eden bir süreç tasarlayabilirler. Sadece altı partiyi değil, çünkü altı partinin oyları böyle bir başkan seçilmesine yetmeyecek. Bunu da yapmıyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda bir hayli hayâl gücü eksikliği olduğunu düşünüyorum. Fakat Aysuda’yla “Geniş Zaman”da da konuştuk bunu. Böyle bir durumda bir heyecan yaratmaları mümkün değil. Heyecandan kastım, sadece muhâlif seçmenlerin sosyal medyada ya da orada burada “Bak biz iyi gidiyoruz” demeleri değil. Esas sorun, mobilizasyonsorunu. Altılı masayı oluşturan siyâsî partilerin bir kısmının teşkilâtları henüz yeni, kendilerini herhangi bir seçimde test etmiş değiller, herhangi bir stres testinden de geçmiş değiller. Dolayısıyla iş, diğerleri çok küçük oldukları için İYİP ve CHP teşkilâtlarına kalıyor. Fakat onların sözlerini, onların işe dâhil edildiklerini de göremiyoruz. Çünkü esâsında bir yol haritası çıkarabilmiş değiller. Seçimden sonrasına dâir, yani kazandıkları takdirde ne yapacaklarına dâir yol haritaları var, fakat nasıl kazanacaklarına dâir bir yol haritaları yok ve bence güçlendirilmiş parlamenter sistem hakkındaki heyecânın bu kadar düşük olmasının sebebi de o. Yani seçimden sonraki adımı iyi planlamış olmaları hiçbir anlama gelmiyor. Bunu aşacak bir yöntem bulmaları lâzım.

Peki, “Aday önemli değil, başka şeyler konuşalım” diyebilirler. O başka şeylerne olabilir? Burak da söyledi, “Seçimi kazandığımız durumda ne yapacağız?” sorusuna cevap verebilirler. Burada çok ciddî bir sorun var: En büyük sorun ekonomi gibi görünüyor. Ama ekonomi konusunda altılı masanın mevcut iktidâra alternatif olarak önerebileceği fazla bir şey yok. “Merkez Bankası Başkanı daha düzgün biri olacak, o da bağımsız olacak. Mevzûnun finans ve bütçeyle ilgili meselelerinde daha liyâkatli başka isimler olacak. Zaten tek adam olmayacak” diyorlar. Ama yolunda gitmeyen şey sadece o olmadığı için, onun dışında halka önerebilecekleri, doğrudan doğruya halkı ilgilendiren bir şey söyleyemez durumdalar. Dolayısıyla, eğer başkan adayını şimdiden açıklamak istemiyorlarsa, yapmaları gereken şey, bir şekilde “Seçimi nasıl kazanacağız?” sorusuna cevap vermek. Bunun için benim önerim, dünkü ‘’Geniş Zaman’’ programında daha aşamalı bir ittifak kurgulamaları yönündeydi. Başkan adayı için bir ittifak, bir başkan adayında buluşma ve anlaşma ittifakı. İkincisi seçim için bir ittifak. Bu seçim için ittifak, hem daha fazla siyâsî partinin birbirleriyle ve belki birtakım başka yeni ittifakların da doğmasıyla ilişkilenmelerini sağlayabilir; hem de seçim bölgeleri düzeyinde farklı farklı yeni ittifak stratejileri geliştirebilirler. Henüz seçmene seçim yasasını nasıl okuduklarını ve bu yasadan nasıl bir strateji çıkardıklarına dâir bir şey de söylemediler. Dolayısıyla bütün bu belirsizlikler, muhâlif seçmeni çok yıpratan şeyler. Benim korkum şu: Bu yıpranma öyle bir düzeye gidebilir, öyle bir yere ulaşabilir ki, gerçekten aday belirlendiğinde ve gerçekten bir yol haritası çıktığında, artık muhâlif seçmenin heyecanlanacak yerleri fazla ağrıyor olur. Bununla baş edebileceklerini de düşünmüyorum. Bununla herhangi bir adayın baş edebileceğini de düşünmüyorum.

Şunu söylemeyi unuttum: “Adayımızı yıpratmayalım” meselesi, eğer strateji buysa, adayların yıpranmadığı anlamına gelmiyor. Ekrem İmamoğlu’yla ayrı uğraşıyor, Mansur Yavaş’la ayrı uğraşıyor. Ben Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş’ı bu şekilde ortaya atmasının, bayağı uğraşmak olduğunu düşünüyorum. Ümit Özdağ gibi biri, Mansur Yavaş ismini bu şekilde anarak ona destek olduğunu herhalde düşünmüyordur. Bayağı bayağı onunla ilgili ihtimalleri azaltan bir atraksiyon oldu. Bunu gayet de iyi bildiğini düşünüyorum. Dolayısıyla adaylar yıpranmıyor değiller, adaylar yine yıpranmaya devam ediyorlar. Daha beter bir şey oluyor: Senin programdan önce muhtemel aday adayların taraftarlarının tavırlarıyla ilgili söylediğin şey bence çok önemli. Sadece muhtemel adaylar yıpranmıyor, bir de o adayların destekçileri birbirlerini yıpratıyorlar. Dolayısıyla iyice bir parçalanma oluyor. Evet, muhâlefetin elinde birden fazla aday ihtimâli olması iyi bir şey. Ama sonuçta sürekli o gizli yarış, manipüle edilen ve sinirleri de geren bir şey. Dolayısıyla adayı açıklamamakla bence iyi bir şey yapmıyorlar. En azından bir prosedür açıklayabilirler, bir şey söyleyebilirler. 

Başka bir şey daha var: Aday belli değil, seçim stratejisi belli değil, bu seçim yasasını nasıl okudukları belli değil. Böyle olunca sadece muhâlif seçmen değil, teşkilâtlar da, kenarda başlarına ne geleceğini ve liderlerin onların başlarına nasıl bir çorap öreceğini bekliyorlar. Çünkü o altılı masanın yarattığı heyecansızlık, eminim teşkilâtları da kapsayan bir heyecansızlık ve işe yaramazlık, dışarıda bırakılmışlık, dışlanmışlık duygusuna sebep oluyor. Dolayısıyla ben, şu anda kronik hâle gelmiş olan “Galiba muhâlefet yine mevzi kaybediyor” meselesinin bu meselelerden kaynaklandığını, adayın açıklanmasının gerektiğini ve önemli olduğunu düşünüyorum. Yıpranma ayrı bir şey; zâten yıpranıyor, ama son âna bırakmakta başka bir beklentileri varsa bile, o beklentinin değerinin giderek düştüğünü düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim. Demin Burak’ı dinlerken Ümit Özdağ ve Gültekin Uysal’dan bahsederken, aklıma üçüncü bir isim geldi. Adını istersen zikretmeyelim. Haşim Kılıç çok eskiden beri iyi tanıdığımız bir arkadaş. O bile Türkiye siyâsetini trolleyebiliyor. Böyle garip bir durum var. Tabii orada Haşim Bey’in cevabı da çok acayip: “Nereden çıkartıyorsunuz kardeşim? Ben aday değilim” demiyor. Ne diyor? “Benim dışımda gelişen bir şey” diyor. Yani kategorik olarak “Asla böyle bir şey söz konusu olamaz” da demiyor. 

Kemal Can: Aynı Mansur Yavaş gibi. 

Ruşen Çakır: Evet, değil mi? Mansur Yavaş da aynen öyle söyledi.

Kemal Can: Herkes “Benim haberim yok” diyor. Sonuçta “Benim haberim yok” demek bir tür açıklama gibi muamele görüyor, ama bu bile aslında başka bir şeyi anlatıyor. 

Ruşen Çakır: Evet, buradan devam et işte…

Kemal Can: Peki, buradan devam edeyim. Meselenin iki tarafı var: Aslında Burak ve Ayşe iki tarafını farklı farklı değerlendirdiler. Burak, daha önceki programlarda da, asıl olarak altılı masanın karakter sorunu olarak târif ettiği zaafından bahsetti. Buradaki en temel meselelerden biri, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönme hedefinin, milletin önüne konulabilecek ya da seçim kazandırabilecek bir hedef olup olmadığı, herkesi birleştiren bir heyecan üretip üretmeyeceği. Ama buradaki asıl sorun bence şu: Güçlendirilmiş parlamenter sistem, aslında siyâsetin tanzim edileceği hukuku ifâde eden bir şey. Yani o altılı masanın, hatta o altılı masadan daha geniş bir muhâlif siyâsî aktör blokunun kendi aralarındaki hukuku, sanki bir hedef gibi milletin önüne koymak gibi saçma bir tablo ortaya çıkartıyor. Güçlendirilmiş parlamenter sistem hedefi, bu muhâlefet ittifakının kendi içindeki hukuka dâir bir şey. Bunu derin biçimde konuşsunlar, bundan sonra siyâsetin nasıl tanzim edileceği, bir daha bu tek adamlık, otoriterlik tehlikelerini önümüze getirecek bu çoğunlukçu tutumdan nasıl vazgeçileceği, “çoğunlukçu” tutum yerine “çoğulcu” bir siyâset zemininin nasıl tanzim edileceği ve bunun iç hukukunun nasıl kurulabileceği, hakîkaten kafa yorulması gereken şeyler. Ama bu, milletin önüne hedef olarak konulacak ve iddia edildiği gibi böyle kristalize edilerek herkesi heyecâna sevk edecek bir şey değil. Buradaki problem bu. Bu yüzden de bazen ayarı kaçıyor, “Boş verelim bu parlamenter sistem meselesini. Bu sistem tartışmaları lüzumsuza kayıyor” deniliyor. Ama değil. Sistem tartışmalarının hangi zeminde yapılacağı, bir seçim programı olarak konulup konulamayacağı ya da bu yaşanan sorunlarla bu sistem tartışmalarının ilişkisinin nasıl kurulacağı önemli bir mesele. Ama bu, milletin önüne konulduğunda heyecan yaratacak bir mesele değil. Burada bir problem var. Başka bir şey konusunda o heyecan yaratacak şeyi üretemedikleri için, “Elimizde bu var” diye milletin önüne de bunu koydular. Benzerini Macaristan da yaşadı: “Elimizde bu var” diye bir şeyle otoriter popülist iktidarın karşısına çıkınca, çok fazla başarılı olunamıyor. Elde olanın başka türlü paketlenmesi gerekiyor. İşin böyle bir tarafı var. 

İkinci mesele, aday tartışmalarında açığa çıkan ve aslında “Ne olsun?”dan çok, “Ne olmasın?” üzerine kurgulanmış bir siyâsî birliktelik hâlinin muhâlefet tarafında baskın olmaya başlaması. Aslında bunu da iktidar biraz manipüle edebilir hâle geldi. Bunu daha önce HDP sorununda yaşadık, şimdi aday meselesinde tekrar yaşıyoruz. Muhâlefeti, bütün seçmenini, kendi tabanını ve ülkede birikmiş sorun potansiyelini yeni bir şeye sevk edecek bir dinamizmden uzak tutan “Ne olmasın?”ya da “Kim olmasın?”tartışmasına sıkıştıran bir şey. Aslında bu, muhâlefet blokunun yapısal sorunu. Birtakım hedefler konuyor, birtakım aday niteliklerinin târifleri yapılıyor. Ama o aday niteliklerinin hepsinin alt metninde, aslında kimin olmaması gerektiğini târif eden birtakım nüveler görüyoruz. Bunu zaaf olarak iktidar da görüyor, muhâlefet seçmeni de görüyor. Mansur Yavaş’ın isminin ortaya atılması, Haşim Kılıç’ın isminin ortaya atılması, yine Ümit Özdağ’ın yeni bir manipülasyonuyla, İmamoğlu’nun Demirtaş’ın adayı olduğu iddiasının ortaya atılması gibi son tartışmaların hepsinde, seçmende, “Kim olsun, nasıl biri olsun?” vasıflarından çok, “Kim olmasın, kimin olmasının önü kesilsin, kimin olması daha riskli?” tartışmaları öne çıktı. Kılıçdaroğlu tartışmalarında da hep bu var: Kazanır, kazanamaz, mezhepsel kimlik tartışmalarından bahsediyorum.

İş şuraya sıkışıyor: Adaylar üzerinden güzel güzel, gayet pozitif nitelikler târif edilirken, “Muhâlefet adayı kim olsun?” tartışmasının altı “Kim olmasın?” tartışmasına evrilmiş durumda. Problem bu. Bu negatif motivasyonun heyecan yaratması mümkün değil. Bu, adayın niteliğinden bağımsız bir şey, tartışmanın niteliğiyle ilgili bir şey. Tartışmanın niteliği bozulmuş durumda. “Aday kim olsun?” tartışmasının niteliğini muhâlefet belirleyemiyor. İktidar da tam belirleyemiyor, ama kendiliğinden bir akış var ve bu niteliksel bozulma, tartışmayı zehirliyor. Bu, önemli bir nokta. Bu bir yapısal sorun.

Diğer taraftan baktığımızda, “Kim olmasın?” tartışmalarında, Selahattin Demirtaş’ın çıkışı, Ümit Özdağ’ın, İmamoğlu’nu sanki Demirtaş’ın adayıymış gibi lanse ederek yeni bir nifak ortaya atmasının arkasında, şimdiye kadar tuhaf bir biçimde bu muhâlefet ittifakının ortaklığında Kürt ya da HDP seçmeninin sanki bayram ikramiyesi gibi “kuzu kuzu oy verecek” bir kitle olarak târif edilmesi ve aritmetik denkleme hep böyle katılmasıyla ilgili sorundan kaynaklanıyor. Bu da başka bir problem. Endîşeli muhâfazakârların ağırlığı ya da son derece sayısal olarak sorunlu muhâfazakâr partilerin veya Kürtlerin belirleyiciliğinin azalması temel tartışma oluyor. Kürtler ya da muhâfazakârlar olmadan denklemi matematiksel olarak çözme formülleri çok fazla gündeme geliyor.

Bunlar, işin yapısal tarafları. Aynı biçimde şunu da söyleyeyim: Parlamenter sistem ya da sistem tartışmaları heyecan yaratmıyor, ama Merkez Bankası Başkanı’nın liyâkati de seçmene sorsanız hiçbir karşılığı olan bir şey değil. Dolayısıyla o somutlaşmanın nerede olacağı tartışması da ayrı bir başlık. 

Bir başka yapısal sorun da “siyâset dışılık”meselesi. Mansur Yavaş da çıktı “Ben siyaset dışı bir aktörüm” dedi. “Siyâset dışından biri olur mu?” tartışmaları ve siyâset yapıp yapmayacak birinin aday olup olmaması tartışmaları gündeme geldi. Bu siyâset dışılık meselesi çok sorunlu bir şey ve bunun bir avantaj olarak ileri sürüldüğü, ama iş hedefe ve hedefin yaratacağı heyecâna döndüğünde, güçlü bir politik portre arayışı arasında tuhaf bir makas ve ilginç bir çelişki var. Popüler aday ya da daha güçlü adayın siyâset dışı pozisyonu avantaj gibi târif ediliyor, ama bunun yapacaklarıyla ilgili kuvvetli bir siyâsî arka plan ya da bir güçlü çıkış bekleniyor. Bu ikisinin yapısal bir çelişki ürettiğini ve burada doğru dengenin kurulamadığını da görüyoruz.

İşin taktik tarafına dönersek: Ayşe biraz değindi, onun söylediklerine katılıyorum. “Adayı açıklamayalım. Çünkü yıpratılır” en temel argümanlardan biri. Bunun bir haber değeri yok. Bahçeli’nin son grup toplantısında gördüğümüz gibi, açıklanmamış adayı bile, “çürük aday”’ olarak işâret ettiğinden anlıyoruz ki, bunun bir haber değeri yok. Yani iktidârın muhâlefet adayını veya muhâlefet ittifakını hırpalamaya çalışacağı konusunun bir haber değeri yok. Ama şu anda yaşanmakta olan şey, muhâlefet adayının daha açıklanmadan, iktidârın yıpratma hamleleri dışında, kendi içinde tartışılır ve yıpratılır olmaya başlaması. Dolayısıyla strateji kendi iddiasından bir zaaf taşıyor. Muhâlefet, adayını açıklamayarak iktidârın saldırılarından koruyor, ama potansiyel bütün adaylarını kendi içinde, üstelik de son derece sert suçlamalarla tartışıyor. Bunu liderler, açık politik aktörler yapmıyor. Ama bütün aktörler, biraz önce söylediğim gibi, “Kim olmasın?”tartışmalarının içerisinde mevcut adayların kimliği üzerinden çok sert ve yıpratıcı bir tartışma yürütüyorlar. Bu, önemli bir mesele. Dolayısıyla strateji, iktidârın saldırılarından korumak için, kendi içinde saldırılara açık hâle getiren potansiyel adaylar üreten ve biraz önce senin soru sorarken işâret ettiğin gibi, en saçma sapan iddiaların bile hareket yaratabildiği bir manipülasyon zeminini de mümkün kılıyor.  Bu önemli bir şey.

İkinci bir varsayım şu: “Henüz seçim târihi açıklanmadı. Seçim târihi açıklansın, o zaman.” Seçim târihi aslında belli. Eğer bir erken seçim yapılmayacaksa, on dört ay sonra seçim var. Seçim târihi seneler önce açıklanmış durumda. Seçim târihini biliyoruz. Bunun dışında bir erken seçim târihinin olup olmayacağını bilmiyoruz. Dolayısıyla “Seçim târihi henüz açıklanmadı” gibi bir argümanın çok da geçerliliği yok. Çünkü bahse konu heyecânı üretmenin bir emek ve zaman mâliyeti var. Sadece karar üretmekle ilgili değil. Bunun da denkleme katılması gerekiyor. 

Biraz önce söylediğim, “Kim olmasın?”tartışması üzerinden yürüyen nitelik bozulması, muhâlefet adayının, yıllarca içinde bulunduğumuz kimlik siyâsetinin bir parçasına dönüşmesine yol açıyor. Muhâlefet içinde, senelerdir Türkiye siyâsetini biçimlendiren kimlik bloklarının belirleyiciliği, muhâlefet adayının belirlenmesinde de en baskın kriter haline geliyor. –“Kürtlere ihtiyâcı olmayan milliyetçi geçmişli ve bu kimliğiyle öne çıkmış bir aktör mü önde olsun?” –“Kürtlerin desteğini alabilecek biri mi önde olsun?” –“Muhâfazakârlarla ilişkisi olan veya onların tedirginliklerini gidermeye uygun bir aday mı ortaya çıksın?” Aslında problem olan, kimlik tartışmalarının ya da bütün seçimlere damgasını vuran kimlik sayımlarının aday belirlemede belirleyici olmaya başladığı görülüyor. Dolayısıyla Burak’ın söylediği gibi, hedefler târif olmadıkça bu kimlik belirleyiciliği adayların nitelik tartışmalarının da ana konusu olmaya devam ediyor. Bence bu, önemli meselelerden biri. 

Son olarak, taktik tartışmalar açısından iki örneği dikkate almak lâzım: Bir tânesi, 2014’teki Ekmeleddin İhsanoğlu formülü. İkincisi 2018’deki Muharrem İnce hikâyesi. Birisinde son âna kadar aday açıklamayıp sürpriz bir buluş, diğerinde, bilinen bir şeyi son âna kadar elde tutma denemesi yapıldı. İkisinden de çok müthiş sonuçlar çıkmadığını gayet iyi biliyoruz. Dolayısıyla, adayı ya da formülü saklayarak korumanın, saklamadan yaratılmış belirsizlikle kıyaslandığında avantaj olup olmadığı çok tartışmalı. Bunun da dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Bu kadar.

Ruşen Çakır: İkinci tura geçelim ve biraz da Cumhur İttifakı’nı konuşalım. Aslında konuşacak pek fazla bir şey yok diye düşünülebilir ama, o konuda da bayağı spekülasyon yapılıyor. Meselâ Kılıçdaroğlu, bu adaylık meselesinde, “Hep bize soruyorsunuz, niye Cumhur İttifakı’na sormuyorsunuz? Erdoğan adaylığını henüz açıklamadı” dedi. Gerçekten de öyle. Bahçeli ısrarla “Bizim adayımız Erdoğan” vurguluyor, ama Erdoğan’dan ve AKP yönetiminden “Tabii ki aday Erdoğan” açıklaması gelmedi; ama muhtemelen o olacak. Yine de ilginç spekülasyonlar yapılıyor. En son bir tânesini gördüm; “Erdoğan Abdullah Gül’ü aday göstermek istiyor” diye yazılmıştı. Abdullah Gül muhâlefetin adayı olamadı, şimdi iktidarın adayı mı olacak?

Burak, senin demin söylediğin de önemli, söylediklerine katılıyorum. Erdoğan seçimi kaybederse, parlamenter sistemi tercih edecektir. Ama şu hâliyle baktığımızda, parlamenter sisteme geçilmesi hâlinde Erdoğan’ın durumu, en iyimser ifâdeyle Meral Akşener’in durumu gibi olacak. Meral Akşener şu anda grup toplantılarını yapıyor, ama dışarıdan gelip yapıyor ve dokunulmazlığı yok. Onu da bir yere not etmek lâzım. Ne dersin Burak?

Burak Bilgehan Özpek: Siyâsî ekosistem birbirini çok etkiler. Millet İttifakı adayının profili, seçimlerden önce de bâzı gelişmelerin yaşanmasına sebep olabilir. Millet İttifakı anketlerdeki gibi farkı açıp giden bir adayla çıkarsa, göz göre göre bütün başkanlık yetkisini muhâlefet adayına devretmeyecektir diye düşünüyorum. Tabii bu, Sayın Cumhurbaşkanı anketlerle ilgili doğru bilgilendirilirse mümkün olur. Doğru bilgilendirileceğini varsayarsak, eğer muhâlefet güçlü bir aday ortaya koyarsa ve yapılan anketlerde farkın kapanması mümkün olmazsa, tabii ki orada parlamenter sisteme geçiş çok mantıklı bir tercih olacak. O yüzden, seçimden önce böyle bir gelişmeyi bekleyebiliriz. Muhâlefet adayının zayıf olması durumunda, yani Tayyip Bey’in onu mağlup edebileceğini düşünmesi durumunda, elbette ki kendisi aday olacak ve bu iktidârını devam ettirmeyi düşünecek. Burada aktörlerin, siyâsetçilerin temel motivasyonu mevcut güç sahalarını korumak ve olabildiğince az kaybetmek. Biz bu önermeler üzerinden analiz yapıyoruz. Dolayısıyla, eğer seçim döneminde ve sonrasında çok fazla aktöre güvenmiyorsa –ki güvenmesi gereken aktör sayısı çok fazla–, açık farkla geri planda olduğu bir seçimi kendi lehine çevirmesi için çok fazla insana borçlanması ve o sistemin tıkır tıkır işlemesi gerekiyor. İstanbul seçimlerinde gördük: Tutanakları topladığınız ve sandıklara sâhip çıktığınız zaman manipülasyon yapılamıyor. Mesela Anadolu Ajansı bu manipülasyonu gerçekleştiremiyor. Dolayısıyla plan mükemmel işlemiyor. O yüzden, açık fark seçimin son dönemine kadar devam ederse, herhalde göz göre göre iktidarı devretmeyeceklerdir. Bir çıkış yolu arayacaklardır diye düşünüyorum. Bu dedikoduların çıkma sebebinin de bu olduğu kanaatindeyim. O yüzden, muhâlefet adayı iktidârın da stratejisini belirleyecek bence. Bu siyâsî ekosistem dediğim böyle bir şey. 

Ankara’da çok fazla siyâsetçiyle konuştum. Bu işlerle ilgilenen insanlarla da çok fazla temas kuruyorum. Zaten uzun zamandır beklenti, Tayyip Bey için bu yolun çıkışının olmayacağı ve çok gürültü yaşamadan, sulh içerisinde parlamenter sisteme dönülmesi; seçim ve seçim sonrası süreçlerle değil, seçimden önce bir masa kurulması; Kılıçdaroğlu, Akşener, gerekirse HDP ile konuşarak, parlamenter sisteme geri dönülmesi. Bana sorarsanız, güçlü başkanlık sistemini muhâfaza etmek, AKP’den önce MHP’nin daha öncelikli mevzûu. O yüzden adayının Erdoğan olduğunu açıklama konusunda acul davranıyor MHP. Tabii bunlar senaryo. Muhâlefetin adayının kim olacağına, zaman içerisindeki performansına ve elbette Türkiye’nin yapısal koşullarına, yani ekonominin gidişâtına bağlı olarak değişebilecek konular bunlar. 

Birkaç mesele var, onlara da değinmemiz gerekiyor. Birincisi, bu kararsız endîşeli muhâfazakârlar meselesi. Bu kitleyi kimin temsil ettiği çok meçhul. Herkes bu kitleyi temsil ettiği iddiasında. Mesela, DEVA ve Gelecek partileri bu kitleyi temsil ettiklerini düşünüyorlar ve onların temsilcisi sıfatıyla konuşuyorlar. Bu, anketlere pek yansımıyor. Muhâfazakârların kimliklerinden dolayı mı endîşeli olduğu, yoksa Türkiye’nin ekonomisinden ya da idârî sisteminden dolayı mı endîşeli olduğu konusunda da pek kimse cevap vermiyor. Dolayısıyla muhâfazakârlık yaparak ya da kimlik siyâseti yaparak, bu endîşeli muhâfazakârları kendi cebine koymak gibi bir strateji bence hatâlı olabilir. 

Ruşen Çakır: Sözünü keseceğim Burak. Pazartesi günü Medyascope’un Twitter sohbet odasında çok ilginç bir örnek yaşadık. “Muhâlefetin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu olabilir mi?” başlığı https://twitter.com/i/spaces/1yoKMWMvropJQ?s=20 açmıştık. İnsanlar gerçek kimlikleriyle konuşuyorlar. Kendisini AKP seçmeni olarak târif eden ve ekonomik nedenlerle artık AKP’ye oy vermeyi düşünmediğini söyleyen birisi, argümanları çok sağlam bir şekilde adayları değerlendirdiği zaman, Ekrem İmamoğlu’na yönelik eleştirisi tamâmen belediye başkanlığı ve belediye başkanlığını becerip beceremediği üzerindendi. O kişi, endîşeli muhâfazakâr olarak ya da AKP’den kopmuş ve kime oy vereceğini düşünen insan tipine bir örnekti. Ama yaşam tarzıyla ilgili bir kaygı dile getirmiyor. Tabii ki tek bir örnek her şeyi yansıtmaz; ama bence de mesele, yaşam tarzından ziyâde, iktidâra gelecek olanların, Erdoğan yönetiminin beceremediğini becerip beceremeyeceği gibi bir soru sanki. 

Burak Bilgehan Özpek: Hattâ endîşeli muhafazakârların sözcüsü olma tutkusu öyle bir noktaya varıyor ki, endîşeyi çözebilecek programları üretmek yerine, endîşeyi derinleştirecek söylemler üretmeye başlıyorsunuz. Kendinizi konumlandırdığınız “ılımlı” nokta, toplumun diğer kesimlerini berâberinde getirdiği için, bu sefer toplumsal gerilimi artıran bir rol oynamaya başlıyorsunuz. Kemalistlerin hepsi “Beton Kemalist” oluyor. Milliyetçilerin hepsi faşist oluyor. Kürtler, çözüm sürecini romantik davranarak çözmüş oluyor. Orada ılımlı noktada kendinizi konumlandırıyorsunuz. İşte, AKP’lilerin çoğu Tayyip Bey’in otoriterliğine meftun oluyorlar. Toplumun bütün kesimlerini marjinalleştirdiğiniz zaman ılımlı kalabiliyorsunuz çünkü. Böylece, endîşeli muhâfazakârların sözcüsü olarak kendinizi lanse edebilirsiniz. O endîşeyi haklılaştırmak, endîşeyi derinleştirmekten geçiyor bâzı insanlara göre. O yüzden, endîşeli muhâfazakârların asıl endîşesinin kimlik meselesi mi, geçmişe ait hâtıralar mı, hâfızalarında yer etmiş rahatsız edici imajlar mı, yoksa ülkenin yönetimine ilişkin sorunlar mı olduğu konusunu da netleştirmek gerekiyor. Bu netleşirse, AKP’den kopan seçmenin de adresinin neresi olacağı ve Tayyip Bey’in bu seçmeni tekrar geri kazanması için ne yapması gerektiği konusu da açıklığa kavuşabilir. Çünkü anlaşılıyor ki kimlik üzerinden ilerlemek, mesela Ayasofya’yı câmi yapmak, belki bir iki ay oyları yükseltiyor, ama kalıcı bir yükseliş olmuyor bu. Demek ki burada kimlikle alâkasız bir şey var. Yönetim irâdesine dâir, sadece muhâlefet değil iktidar da bir şey söylemeli bu kopan seçmeni toparlayabilmek için. Orada meselâ Abdullah Gül isminin telaffuz edilme sebebi, bir anlamda bu kopan seçmeni geri kazanabilir mi düşüncesi. Çünkü bu yönetme irâdesini gösterebilecek bir ekip toplayabilir belki. Bunun sonucu olduğunu düşünüyorum. 

Kürtlere muhtaç olmadan iktidâra gelme meselesinde bir şeyler söyleyeceğim. Ben Kürt seçmenin bu şekilde araçsallaştırılmasından hiç memnun değilim açıkçası. Geçenlerde okuduğum bir makale, Kürtlerle yapılan odak grup çalışmasını içeriyordu. Farklı yaş gruplarından, farklı kimlik gruplarından, kimisi muhâfazakar, kimisi Marksist, kimisi genç, kimisi yaşlı birçok Kürt’le derinlemesine mülâkat yapılmış. Neredeyse hepsinin ortak noktası, kendisini artık bu ülkeye âit hissetmeme meselesi. Kürtlere muhtaç olmadan iktidâra gelme, Kürtlerin bu âit olamama hissini daha fazla zedeleyecekse bunun bir anlamı yok. Bir aday üzerinden, Kürtlerin de dâhil olduğu bir iktidar değişim süreci veya Cumhur İttifakı açısından bakarsak, Kürtlerin de dâhil olduğu iktidârı sürdürme süreci, Türkiye’nin ulusal bütünlüğüne fayda sağlayan bir şey olmaz mı? Türkiye’de en fazla ulusal bütünlük ve beka diyen kesimler, bu ulusal bütünlüğü siyâsî hesaplarla bütünleştirip, toplumun bir kesimini tamâmen ülkeden soğutmak gibi bir sonuca ulaştıklarının farkında değiller.

Ayşe Çavdar: Hayır, bunun farkındalar. 

Burak Bilgehan Özpek: Belki farkındalar, ama umurlarında değil. Dolayısıyla, muhâlefetin HDP seçmeniyle, Kürtlerle berâber bir şeyleri başarabilmesi, Türkiye için çok iyi bir şey. Bu insanların âitlik hissini artırabilecek bir şey. 

Son olarak, Kemal Abi’nin siyasetdışılık ve Mansur Yavaş analiziyle ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. Bence Mansur Yavaş istisnâî bir karakter. Hem siyâsedışı, siyâsette elini kirletmemiş bir aday, hem de popüler bir aday. Bu ilginç bir şey. Çünkü siyâset dışı olmanız, meselâ sizin bir normu savunmanızı berâberinde getirir. Gündelik pratik ilişkiler ve siyâsî hesaplar içerisine çok fazla girmezsiniz, belli bir normun savunucusu olduğunuz için elinizi çok kirletmeyebilirsiniz. Böyle figürler var. Kategorik bir anlayışı savunan, siyâset dışı kalmayı savunan insanlar var, bunu anlıyorum. Ya da, daha pratik siyâset yaparsınız. Esnafın yanına gidersiniz, karşıtlıklar kurarsınız, bir söylem ortaya atarsınız, elinizi kirletirsiniz. Bunu da anlıyorum, bu da çok siyâsetçi bir tavırdır. Mansur Bey hem elini kirletmemiş hem de popüler bir aday. Yani hem elini kirletmiş kadar popüler, hem de belli bir normu savunuyormuşçasına temiz bir aday. Bu, geçen haftaya kadar böyleydi. Ümit Özdağ, siyâsî skalanın en sağındaki kişi, kendisini, Mansur Yavaş’ı onaylayan, öneren kişi olarak lanse etti ve Mansur Bey buna cevap veremedi. O zamana kadar, Mansur Yavaş bu karakterdeydi. Siz istemeseniz de, demek ki siyâset sizi içine çekiyor ve siyâsetin üstünde, dışında veya merkezinde yer almak o kadar da kolay bir şey değil. Çünkü siyâset çok dinamik bir dünya. Orada belirli bir noktada sabit durabilmek için sizin hareket etmeniz lâzım. Altınızdaki zeminin sürekli olarak kaydığını düşünün. Siz durduğunuz yerde sâbit kalırsanız, zeminin sizi götürdüğü yere gidersiniz. Ama zemin kayıyorsa ve siz aynı noktayı muhâfaza etmek istiyorsanız, sürekli olarak hareket etmek, zıplamak, sağa sola gitmek zorunda kalırsınız. Bu elastikliği gösteremediğiniz zaman, zemin sizi nereye götürürse oraya gidiyorsunuz. 

Kemal Can: Burak’ın söylediğine bir şey eklemek istiyorum, Mansur Yavaş’la ilgili.  Popülerlik ve siyâsette elini kirletmemenin dışında üçüncü bir faktör daha var. Siyâsî aktörlerin kendi pozisyonları dışında, onlara atanan birtakım rolleri var. Sonuçta, sizin ne yaptığınız siyâsî rolünüzü belirlemiyor. Yüzde 1 bile almayan bir partinin başkanı çıkıp, elinizi bulaştırmadığınız bir etiketi alnınızın ortasına yapıştırıyor. Dolayısıyla bu üçüncü faktörün dikkate alınması gerekiyor. Mansur Yavaş “Ben siyâset dışıyım” dediğinde, kendini siyâset dışına almaya muktedir olmayabilir. Çünkü ona atanan birtakım kimlik özellikleri var. Popülaritesinin bir kısmı da buradan geliyor. Yani Cem Yılmaz olduğu için değil o popülerliği. Ona atanmış bir siyâsî kimlik etiketinden kaynaklanıyor.

Ruşen Çakır: Bir de, Ümit Özdağ’ın Meral Akşener’den, İYİ Parti’den ayrılmış olması ve Meral Akşener’in de saptanacak aday konusunda belirleyici olması çok önemli. Devlet Bahçeli ya da Erdoğan söylemiş olsaydı, bu kadar rahatsızlık yaratır mıydı emin değilim. Ayşe, Abdullah Gül mü aday oluyor yoksa?

Ayşe Çavdar: Abdullah Gül Cumhur İttifakı’nın adayı olursa çok eğleniriz. 

Ruşen Çakır: Bu sefer Erdoğan’ın adayı olarak…

Ayşe Çavdar: Çok eğlenceli olurdu. Muhâfazakâr endîşeden başlayayım. Burak ve Kemal’in saydığı hikâyelerin arasında geliyordu ve sanki bu altılı masanın bir şey yapamamasının sebebi de, sürekli o muhâfazakâr endîşeye konuşuyor olmaları. Cumhur İttifakı adayının kim olacağı noktasından hareketle o endîşeye bir daha bakmak istiyorum. Farz edelim ki Erdoğan aday olacak. Ben henüz bunun Bahçeli’nin söylediği kadar belirgin olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Erdoğan kazanamayacağını düşünürse aday olmayacak. Bu benim iddiam. Galiba altı ay kadar önce, “Cumhur İttifakı adayının kim olduğunu biliyor muyuz?” diye Twitter’da sormuştum. Bence hâlâ bilmiyoruz. Bilmememizin sebeplerinden bir tânesi de bu. Erdoğan’ın kişisel olarak kaybedip giden biri olmaya dönüşmek istememesi. O yüzden ben o kadar emin değilim. Bu birinci ihtimal. Yani Erdoğan aday olacak mı? Kazanacağından emin değilse, olmayacak. 

Peki, Erdoğan aday olmazsa Cumhur İttifakı’na ne olacak? Ya da Cumhur İttifakı’nı boş verin, AKP’ye ne olacak? Diyelim, Erdoğan aday değilse, MHP çekip gitti. “O zaman AKP’ye ne olacak? Kim genel başkan olacak? AKP diye bir şey kalacak mı geride?” gibi bir sürü soru var elimizde. Bunlara da cevap verebilecek durumda değiliz. Aslında benim bir cevâbım var: AKP diye bir şeyin kalmayacağını, AKP’nin çöküşünün ANAP ve DYP’nin çöküşüne benzeyeceğini düşünüyorum. Çünkü iktidarda olmak için kurulmuş bir partiydi. İktidar elinden gittiğinde, artık böyle bir parti kalmayacak. İktidarda olduğu yılların ilk aşamasında, 2010’a kadar biraz kadrosunu korudu. İktidarda olmak dışında hâlâ bir siyâsî iddia var gibiydi. Ama 2010’dan beri, iktidarda olmak dışında siyâsî hedefi olmayan bir partiden bahsediyoruz artık. Dolayısıyla bu partinin, Erdoğan’ın kazanamayacağını düşündüğü için aday olmadığı durumda AKP dışında bir şeyin varlığından bahsetmeyeceğiz. 

Diyelim ki Erdoğan bir şekilde anketlerden haberdar edilmedi, bir kez daha “kandırıldı” ve aday oldu. Bu arada, adaylığı konusunda anayasal bir belirsizlik var. O belirsizliğin üzerinde uğraşılması gerekiyor. Diyelim ki aday oldu ve kazandı. Bu, Erdoğan’ın final dönemi, bir daha aday olamaz. Peki, ondan sonra AKP ne olacak? AKP iktidârı sâyesinde yükünü tutmuş olanlar dönüp tekrar bir şey yapabilecekler mi? Erdoğan’dan sonra damadı Bayraktar aday olacak gibi birtakım komplo teorileri var. Bence komplo teorisi bunlar. Nedense kimse Erdoğan’ın oğullarından bahsetmiyor. Herhalde kimse onları yeterince siyâsî iddiası olan insanlar olarak görmüyor. Ama AKP’yi oluşturan siyâsî kadroya baktığınızda, CHP’yi hiç aratmayacak şekilde, hattâ CHP’yi beşe katlayacak ölçüde hizipler var, birbirleriyle çok bel altından kavga eden tipler var. Üstelik buralarda asla konuşamayacağımız dedikodular biliyorum. Erdoğan’ın olmadığı bir durumda bu dedikoduların nasıl ortaya saçılacağını düşünüyorum. Bunları düşündükçe bir taraftan da eğleniyorum, çünkü büyük rezâletler çıkacak. Dolayısıyla, AKP’nin geleceği açısından muhâfazakâr endîşenin bir etkisi var. Erdoğan aday oldu, AKP bir dönem daha iktidarda kaldı diyelim, “nas”tı, fâizdi, ülke bu vaziyette nasıl devam edecek? Erdoğan kazanamayacağını düşündüğü için aday olmadı diyelim, AKP’den geriye bir şey kalmayacak. 

Ama bu iki endîşe birbirlerinden farklı. “AKP kazandı, sonra ne olacak?” hikâyesi, AKP’den bir türlü kopamayanların hikâyesi. “Tamam, Reis’i seviyoruz ama etrafı kötü. Zâten kötü yönetiyorlar, hepimiz mahvolduk, bittik” gibi bir endîşe var orada. Bir de, daha küçük bir grubun daha büyük bir endîşesi var: “Erdoğan aday olsun ya da olmasın, kazansın ya da kaybetsin, sonrası ne olacak?” endîşesi. AKP, en yakın çemberdekilere bile bir gelecek vaat edemiyor, öyle bir perspektifi yok. Çünkü dediğim gibi, iktidarda olmak için kurulmuş bir parti. İktidar elinden gittiğinde ya da iktidarda kalmak için bütün partiyi budayan şey ortadan kalktığında, bir şekilde kenara çekilmek zorunda kaldığında, devam edecek bir tarafı kalmayacak. Bahçeli’nin kendinden bu kadar emin olmasının sebebi de bunları görüyor olmasıdır bence. Erdoğan’dan başka kim çıkacak ki oradan? Çıkmadığı durumda AKP’den geriye ne kalacak? Böyle bir vaziyette en az kaybedecek kişi Bahçeli. O yüzden böyle konuşuyor. 

Az önce söylemeyi unuttuğum bir notumu iletmek istiyorum: Biraz önce Millet İttifakı’nın adayından konuşuyorduk. Bence yanlış da olsa, Millet İttifakı ısrarla adayını belirlemek istemiyorsa, o zaman şöyle bir şey yapabilirler. Diyebilirler ki: “Biz aday çıkaracağımız kişiden ve Cumhurbaşkanı’ndan şunları şunları bekliyoruz.” Yani bir iş tanımı çerçevesi çizebilirler. Bu geçiş dönemi için kendi aralarında anlaşabilirler. Bize sundukları mutâbakat, seçim kazanılmış, geçiş süreci bitmiş, parlamenter sisteme geçiyoruz. Fakat o geçiş sürecini nasıl geçeceğimizle ilgili bir şey söylemiyorlar. Millet İttifakı’nın desteğiyle seçilecek olan cumhurbaşkanının geçiş sürecinde nasıl bir işlevi olacağını net târif edebilirler. Böylece de adayın bir mânâsı kalmaz. Çünkü kim gelirse gelsin, bunu yapmak durumunda kalacaktır. 

Bunu niye söylüyorum? Çünkü biz Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı kim olsun diye tartışırken, aslında cumhurbaşkanında olan yetkilerin nasıl kullanılacağını tartışıyoruz. “Ekrem İmamoğlu aday olsun” diyenlerle konuştuğumuzda o yetkilerin sonuna kadar kullanılacağı, bu şekilde bürokrasinin temizleneceği, yolsuzlukların ortadan kalkacağı bir düzeneği tartışıyoruz. Mansur Yavaş şimdilik kenarda dursun. Bence o, ikisi de değil. Onu daha az ihtimal yapan şey, onun bu yetkilerle ne yapacağına dâir bir belirsizlik olması. Orada ona atanmış bir etiket yok. Siyâsî kimliğiyle ilgili bir etiket var, ama yetkisiyle ilgili bir etiket yok bence. Aslında “Teknokrat olurum, ne derseniz onu yaparım” demeye getiriyor. Ama bir taraftan da belediye etrafında kurduğu ilişkiler düzeniyle, o kadar da net değil. Bundan da kimse emin olamıyor. Ben Mansur Yavaş’ın, düşündüğümüz kadar güven veren bir seçenek olduğunu düşünmüyorum. “Kemal Kılıçdaroğlu aday olsun ya da aday Kılıçdaroğlu gibi biri olsun” dediğimiz zaman, o yetkilerin daha az kullanılacağı, seçimden sonraki odağın güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş olacağı bir düzenekten bahsediyoruz. Ekrem İmamoğlu’nu daha popüler yapan şey, ülkenin öyle bir zaman kaybına tahammülü olmaması. Çünkü İmamoğlu, o düzeni tak tak tak yerine getirecek, mobilize de edecek bir izlenim veriyor. Ama bence İmamoğlu başbakanlık için iyi bir aday. Cumhurbaşkanlığı pozisyonu için emin değilim. Dediğim gibi bu, o dengenin o târif içerisinde nasıl kurulacağıyla ilgili. 

Özetle, biz AKP’nin ya da Cumhur İttifakı’nın adayı diye konuştuğumuzda, aslında tartıştığımız şey AKP’nin geleceği; “AKP’nin öyle bir geleceği var mı yok mu? İktidarda olmayan bir AKP nedir?” meselesi. Şu anda konuşamıyoruz, çünkü öyle bir tartışma açılmıyor. Ben iktidarda olmayacak bir AKP’nin, Meclis’te de büyük bir temsîliyeti olacağını düşünmüyorum; bu konuda iddialıyım. Erdoğan’ın kaybedeceği düşüncesi belirdiğinde, Parlamento’da da düşündükleri kadar temsil edilemeyecek. Çünkü AKP’nin Parlamento’da temsil edilecek nitelikte milletvekilleri kaç dönemdir hiçbir şekilde olmuyor. Erdoğan’ın siyâseti dışında hiçbir siyâset yok. Dolayısıyla Erdoğan yoksa AKP de olmayacak diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Bu hususu sanki daha önce konuşmuştuk, bir kere daha konuşuruz, vaktimiz var. Kemal, seninle noktayı koyalım. Erdoğan’ın aday olmama ihtimâli var mı sence? Ben şöyle bir akıl yürüttüm: Erdoğan aday olmazsa, kimi aday gösterirse göstersin zâten seçimi kabul etmiş olur diye düşünüyorum. Sen ne dersin?

Kemal Can: İktidârın stratejisi meselesi hep tartışma konusu. Yakın bir zaman önce 50+1 tartışması yapılmıştı hatırlarsan. “Erdoğan bundan dönmek istiyor. Hattâ bunun arayışları içerisinde. Bunun sonucu olarak, Cumhur İttifakı çatlayacak” meselesi çeşitli vesîlelerle senelerdir tekrar tekrar önümüze geliyor. “Erdoğan, kendisini sıkıştıran ve iktidârını sıkıntıya sokan süreçten çıkmak için başka bir stratejiye yönelebilir mi? Başka arayışlar içerisinde olur mu?” tartışması hep güncel. Şimdi de yine benzer bir tartışmanın bir parçası. Senin söylediğin ve Ayşe ile Burak’ın da bazı noktalarına değindiği bir olasılık olarak, yine bâzı kesimler tarafından maksatlı, bâzı kesimler tarafından insiyâkî olarak, bir ihtimal olarak tartışılıyor. Ama hem Türkiye’nin deneyimine, hem benzer otoriter popülist lider performanslarına, hem çeşitli ülkelerde yaşanan seçimlerde çıkan sonuçlara baktığımda, ne genel trend ne de Türkiye’deki deneyim îtibârıyla, iktidârın daha merkez siyâsete geri dönerek, otoriter iktidarların ya da otoriter bir iktidar kurmak için merkezi sıkıştıranların, bu tür kuşatıcı, daha da yumuşak bir stratejiye yönelmediklerini, bunun bir çıkış olarak görülmediği kanaatindeyim. Bu, defâlarca gündeme geldi ve Erdoğan her seferinde başka bir seçeneği gündemine almadığını gösterdi. Bunu, “Bahçeli zorluyor. Onu esir aldı. Fenâ sıkıştırıyor, o yüzden böyle oldu” diye yorumlamak mümkün. Ama ben bu iktidar kombinasyonunun ve bu iktidar formunun, bu ülkede de, küresel olarak da başka seçeneği olmadığı için buna yüklendiğini düşünüyorum. Şu anda hem Türkiye’de hem dünyada şöyle bir şey var — Fransa seçimlerinde kavram olarak da çok kullanıldı bu: Aşırılaştırılmış merkez tutumuyla, uçlaşmış otoriter tutumlar arasında bir tercihe zorlanan, seçimi olmayan birtakım durumlarla karşı karşıya bırakılıyoruz. 

Biraz önce Burak da değindi; Türkiye’de merkez siyâsetin, kendi dışındaki eğilimleri uçlaştırarak kendini önemli hâle getirmesi sürecinin bir başka versiyonu daha var: Kendi dışındaki uç vektörleri içermeye çalışarak kendini büyütme gayreti. Mesela Fransa örneğinde yaşadığımız gibi, son derece rahatsız edici sağ momentleri, hattâ ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, otoriter eğilimleri merkezin bir parçasına dönüştürerek durdurma gayretlerinin, böyle bir merkezi şişirme çalışmasının da yapıldığını ve bunun da sonuç vermediğini görüyoruz. Türkiye’de iktidârın uzunca bir süredir kullandığı ve kullanmaya devam edeceği temel strateji şu: Aşırı merkezî siyâset iddiasıyla ve milliyetçi ve muhâfazakâr uçlaşmayı kendi içinde bütünleştirmiş iktidar arasındaki gerilimin, yine gerilim üzerinden devam edeceği ve bunun alacağı sonuca güvendiği kanaatindeyim. Burada iktidar da muhâlefet de, birbirinin girdiği açmazın kendisini avantajlı hâle getireceği tezi üzerinden ilerliyor. Muhâlefet, iktidârın yarattığı sorunlar yüzünden erimesinin devam edeceği ve kendi sonunu getireceğine inanıyor. İktidar da, yeni bir şey vaat etmek yerine, mevcûdun devâmı iddiasıyla, muhâlefetin alternatif olamayacağı varsayımı üzerine bir strateji kuruyor. Sonuçta, seçmenin bu tercihlerde sıkışacağı ve burada hangi endîşenin belirleyeceği olacağına göre bir sonuç çıkacağını düşünüyor. Bence kilitlenen nokta bu. Bu noktada Erdoğan’ın daha, “50+1’i söyledi, demek ki bir arayış içerisinde”, “Reform dedi, acaba bir çıkış mı arıyor?” “Türkiye İttifakı’ndan bahsetti, bir zemin mi arıyor?” tartışmalarının bugün için tâzelenmesinin çok anlamı olduğunu düşünmüyorum. Seçime bir yıl kala, böyle bir manevranın hiç de gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Olacak olsa, bunun işâretlerini ve adımlarını çok daha önce görürdük. 

Olası bir yenilgi için birtakım devam hamleleri için fikir egzersizleri yapılıyordur elbette. Ama şu aşamada, Erdoğan’ın, otoriter kimlik siyâsetine yaslanan tarzının, lider odaklı olmaya mecbur olduğu için, öyle bir alternatif çıkışın peşinde olacağını düşünmüyorum. Belki orada muhâlefetin stratejisini taklit ediyorlardır, Erdoğan’a açıklamayarak korumaya çalışıyorlardır diye düşünüyorum. Artık ne kadar koruyabilirlerse.

Ruşen Çakır: Var mı ekleyeceğiniz bir şey? 

Burak Bilgehan Özpek: Hayır yok.

Kemal Can: Benden bu kadar. 

Ayşe Çavdar: Hayır.

Ruşen Çakır: O zaman noktayı koyalım. Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.