Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: Aysel, Aysel, Aysel diyoruz!

Sabah yerimde doğrulup, uyumadan evvel taktığım uyku bandını indirdiğimde, ilk olarak penceredeki ışık ve ağaçlarla göğün güzelliği dikkatimi çekti. Gece perdeyi kapatmamıştım. Uyanır uyanmaz göğü ve ağaçları görmeyi seviyorum. Birçok kez yaptığım gibi yine daha gözlerimi doğru dürüst ovuşturmadan telefonu elime aldım ve ışık yitmeden bir fotoğraf çekeyim dedim. Pencerelerin tabiattan çerçevelediği anlık enstantaneler her gün değişir. İyi bir tabiat parçasına bakan bir pencereniz varsa, evinizin bir köşesinde her gün değişen güzel bir tablo asılı demektir. Büyüleyici bir şey. Bunları düşündüm, sonra yine aklıma daha evvel de bir yazıda kullandığım şu cümle geliverdi. “Sadece avluya çıkarıldığında temiz hava alabiliyor, o da hep kısa sürüyor ve geniş sınırsız gökyüzünü karanlık duvarlar arasında bir dörtgene kıstırıyor.”

İşte böyle. Geçici bir süre için yaşamakta olduğum güzel bir şehirdeki küçücük evin penceresinin, yemyeşil bir bahçeye bakıyor olması bile bazen en hafif tabiriyle büyük bir “hüzün” veriyor.

“Demirtaş’ı, Kavala’yı ve Aysel Tuğluk’u bir dörtgene sıkıştırılmış gökyüzü parçası altında nefes almaya mahkum eden ve elinden gelse betona gömmek isteyen zihniyet, çok iyi tanınması gereken bir zihniyet.” Bu cümleleri de tıpkı ilk paragrafımdaki alıntı gibi geçen seneki o yazıda yazmışım. Aylar geçmiş ve hiçbir şey değişmemiş. Onların hayatını dört duvar arasında çürütmek istiyorlar… Birçoğumuzun duygusu bu. Sanırım bu cümleye “Demirtaş’ı Kavala’yı, Aysel Tuğluk’u ve daha nicelerini…” diye başlamak daha doğru olurmuş. Ama çoğu kez bu isimleri zaten zulme ve düşman hukuku uygulamalarına maruz kalmanın “temsilcileri” olarak anıyoruz. Onlara yönelik hak ihlallerini gündeme getirdiğimizde, cezaevlerindeki yüzbinlerce isimsiz siyasi mahkumun maruz kaldığı eziyetin büyüklüğünü de biraz olsun sezdirmeyi umuyoruz.

Nitekim binlerce kadın olarak “Aysel, Aysel, Aysel” dediğimizde, onun şahsında aynı zamanda tüm hasta tutukluların yaşam hakkını savunduğumuzu da her defasında belirtmeye çalışıyoruz. Aysel Tuğluk’un hastalanma sürecini başlatan büyük travmayı da neredeyse beş yıl evvel, Eylül 2017’de, Hatun Ana’nın cenazesi saldırıya uğradığı hafta bir yazıma konu etmiştim. “Aysel Tuğluk’un anacığının cenazesi, tesadüfen var olmayan, münferit olmayan ve ‘çok eskiden tanıdık’ linççi bir güruhun saldırısına uğradı. Hatun Ana’nın oraya defnedilmesi halinde mezarı açmak ve cenazeyi parçalamakla tehdit ettiler… Bu zehirli iklimin ve bu linç kültürünün de tarih boyunca çökelmiş katmanları var. Beş on kendini bilmez tarafından bir anda gerçekleştirilmiyor bu saldırı. Siyasi iktidar Aysel Tuğluk gibi siyaset insanlarını ‘terörist’ diye cezaevlerine kapatmakla yetinmeyip, her Allah’ın günü medyada ve meydanlarda ‘terörist’ damgasını koyultmaya kalktığında, bindirilmiş kıtaların vazifesi de belirlenmiş oluyor”. Yıllar geçti bu tabloda da değişen bir şey yok, değişme umudu yok…

Bindirilmiş kıtaları bunca kışkırttıktan ve toplumun çok geniş bir kesimini “Kürt olarak kimliklendirip” (terörist deyip durduklarına bakmayın, milyonlarca yurttaşı düpedüz Kürtlüğe sıkıştırarak) kriminalize ettiler. Tıpkı barış akademisyenleri ve Kavala gibi Kürtlerle dayanışma içindeki herkes de bu kriminalizasyon sürecinden nasibini aldı. Bir kişi ya da toplumun bir kesimi hakkında her tür musibeti hak ettikleri yönünde bir algıyı sistematik biçimde inşa ettikten sonra buradan geri dönüş zordur.

Kısacası Aysel Tuğluk’u, bir yandan AKP-MHP iktidarının saplanıp kaldığı zalimlik tahliye etmeye izin vermiyor, ama bir yandan da bu eziyet sadece korkunçlaşmış zulüm politikalarıyla da açıklanamıyor. Çok uzun bir zamandır meşruiyetini mütemadiyen iç ve dış düşmanlara işaret ederek kuran, düşmanlaştıran ve düşman hukuku uygulayan bir iktidar geri adım atmaya kalkarsa, daha sonra nereden meşruiyet devşireceğini bilemiyor. Geri adım atmayı zaten değerlendirmiyor olması bir yana, bir de böyle bir aşikar hakikat var. Aysel Tuğluk(lar)ı “ellerinden” aldığınızda yerine koyabilecekleri bir şeyleri yok. Bunu biliyorlar. Başta HDP’li vekiller ve Kavala olmak üzere yüzlerce isim bu nedenle cezaevinde. Kimisi vekillik görevi dairesinde yaptığı konuşmalardan, kimisi Adnan Selçuk Mızraklı gibi (bunu defalarca yazdım) sadece ve sadece, Kürtlerle meskun şehirlerde, bilhassa da büyük şehirlerde belediye başkanı, belediye meclisi üyesi vs. seçildikleri için.

HDP’nin ve HDP’lilerin başına ne geldiyse, “Türkiyelileşme” amacıyla yola çıktıktan ve 7 Haziran sürecinde bu doğrultuda büyük bir mesafe kat ettikten sonra geldi. Şiddetin sona ermesi için siyasetin önünün açılmakta olduğunu ve demokratik Türkiye siyasetinin hem derin devletin hem de AKP-MHP iktidarının sonu olduğunu gördüler.

O yüzden de işte Aysel Tuğluk’u, o “kahraman kadını” dört duvar arasında yavaş yavaş öldürüyorlar.

Son yıllarda AKP oylarında düzenli bir düşme söz konusuyken, neredeyse yüzde 20 oranında kararsız seçmenin olduğu ve bu kararsız seçmen nüfusu içinde yüksek bir oranı AKP’den kopan Kürtlerin oluşturduğu da bir gerçekken, Kürtlerin evlatlarına, vekillerine, Aysellerine “gündüz gözüyle” bunca eziyeti nasıl yapabiliyorlar? Kararsız seçmenden ümidi tümden kestiler de milliyetçi, ırkçı artık her neyse o kesimin oylarını mı elde tutmaya çalışıyorlar? İnsafları zaten yok da izanları ve yanlış yaptıklarını söyleyecek dostları da hiç mi yok bunların?

Bunun cevabını da Etyen Mahcupyan vermiş bir vakit. Bu topluma bu kadar bir borcu olduğunu biliyormuş ne de olsa… “Olay” diyor Mahcupyan, “bir uçağın bizzat pilotu tarafından kaçırılmasına benzedi. Yanlış yöne gittiğinizi bilseniz bile durdurmaya kalkmak çok riskliydi, çünkü yönetim değişikliğini ima ediyor ve kavga vermeyi gerektiriyordu. Bunun partiye verebileceği zarar çok fazla olabileceği gibi, iktidarın kaybına da sebep olunabilirdi. Böylece herkes duruma razı oldu ve Erdoğan dizginleri denetimsiz bir model içinde ele alma şansı yakaladı.” Mahcupyan bu satırları Şubat 2017’de yazmış, kendini hâlâ AKP’li görmesinin nasıl mümkün olduğunu açıkladığı zamanlarda… Gelecek Partisi kurucu üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı olarak şimdi neler söylüyor, pek de kulak verme ihtiyacı duymuyorum doğrusu.

Yani ülkecek hâlâ o tam beş yıl evvel bizzat pilotu tarafından kaçırılmış ve yanlış yöne götürülmekte olduğu söylenen uçaktayız. Bir korku filmi atmosferinde… Bir yandan da bin türlü şekilde yere çakıldık da sadece idrakimiz epeyce yavaş.

O yavaş idrakler içinde derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. “Aysel, Aysel, Aysel” diye haykırıyoruz. Bunu derken başka sulara açılmayalım istiyoruz aslında. Aysel’in yaşam hakkını savunan binlerce kadın olarak bu sesi en geniş çevreye yaymaya, yeni katılımlarla güçlendirmeye çalışıyoruz. Bu mümkün oluyor da yavaş yavaş… Ama bir yandan da koca ülkede, Aysel’in ve diğer hasta tutsakların ulusal ve uluslararası mevzuatta temellenen yaşam hakkını bir kez bile telaffuz etmemiş, eli kalem tutan ve kendisine köşeler tahsis edilmiş yüzlerce yazar var… Kadınlar var. Bunun nedeni de bu yukarıda hiç istemeden giriş yaptığım kriminalleştirme süreçlerinden başka bir şey değil. Ne yapalım o zaman?

Adli Tıp Kurumu’nun 25 sayfalık raporuna, Aysel Tuğluk’un bilişsel süreçlerindeki zayıflama kaçınılmaz biçimde girdiği halde, o 25 sayfanın geri kalan kısmında Adli Tıp üyelerini hiç mi hiç ilgilendirmeyen ve Tuğluk hakkındaki iddianameden gelerek rapora yerleşen bilgiler, diğer bir deyişle suç isnatları yer alıyor. Suç tarihini kapsayan dönemde ceza sorumluluğunun tam olduğuna dair kanaat bildiriliyor. Oysa mesele sözüm ona “suç tarihindeki” bilişsel durum değil, cezaevinde kendisine yaşatılan travma ve bu travmadan zihnin kendini korumak için üretmiş göründüğü “unutma,” o çok acıtıcı terimle “hafıza yitimi” söz konusu. Diğer bir deyişle, gündelik hayatı sürdürülemez hale getiren, düşmelere ve birçok tehlikeye ya da geri döndürülemez sağlık sorunlarına kapı aralayan “demans.”

Söz konusu 25 sayfalık raporun 23 sayfasında Aysel Tuğluk’a Kobane davası kapsamında yöneltilmiş suçlamalar tekrar ediliyor. Geri kalan iki sayfada ise muayene bulgularına yer verilmiş. Bu bulgular Tuğluk’un hatırlama, konuşma, dikkat ve hesap yapma konularındaki yetisini ve hafızasını önemli ölçüde yitirdiğini gösteriyor. Uygulanan testler neticesinde 30 üzerinden sadece 12 beceri puanı almış olmasına rağmen, Aysel Tuğluk’a “hafif bilişsel bozukluk” teşhisi koyulmuş, cezai ehliyetinin tam olduğuna kanaat getirilmiş ve “cezaevinde kalabilir” denmiş…

Yazının yukarı kısımlarında bir yerde Aysel Tuğluk’tan “kahraman” diye söz ettim, kahramanlığa özel bir anlam atfettiğimden değil, fakat bir yandan da derdimizi anlatacak kelimelerimiz yok… Ne diyeyim bilmiyorum. Bu kadar kırılgan, annesine reva görülen zulmü sindiremediğinden genç yaşında kendini demansın avutmasına bırakacak kadar duygusal ve ince ruhlu bir kadın, mücadelenin göbeğinde 30 yıl geçirebilmişse, vazgeçmemişse, korkup geri çekilmemişse ve bu derece dağılan zihni bile onu onurlu hayatından uzaklaştıran hiçbir talebe ya da açıklamaya sürükleyemiyorsa, bu kadını nasıl ve hangi kelimeyle tarif etmeliyiz?

Aysel, Aysel, Aysel diyoruz… Aysel’in yaşam hakkını savunmaktan vazgeçmiyoruz. Binlerce kadınız… Çırpınıyoruz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.