Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (89): Ümit Özdağ yayını

Gomaşinen‘in 89. bölümünde Ruşen Çakır, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ile yaptığı yayını anlattı.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 89. bölümünde söz verdiğim gibi Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Ümit Özdağ’la geçen hafta yaptığımız canlı yayını anlatmak istiyorum. Sâdece yayını değil tabii ki — o yayından hareketle Ümit Özdağ’dan da biraz bahsedeceğiz ve tabii ki gazetecilik konuşmak istiyorum. Çok ilgi gördü, çok tepki aldı — olumlu, olumsuz ve bunlara bir şekilde sıcağı sıcağına değinmem gerekiyor. Böyle olaylarda sıcağı sıcağına değinmek kimi zaman riskli oluyor; ama olsun. O riski göze almakta yarar var. Daha verimli olacağı düşüncesindeyim — ki “Gomaşinen”de pek yaptığım bir şey değil. 

Şimdi, öncelikle şundan bahsedeyim: Bu röportaj nasıl oldu? Geçen cuma bu yayını yaptık. Çarşamba günü Ümit Özdağ beni aradı, telefonu bende kayıtlı. İlk sözüm: “Ben de beni ne zaman arayacak diyordum” oldu. Yaptığım bir yayın, en son yaptığım yayın olan, “Ümit Özdağ’ın zaferi” yayınından hareketle aramış belli ki ve bayağı bir konuştuk. Bana, “Ben ırkçı değilim, ben faşist değilim” gibi şeyler söyledi. Neyse; ben ona telefonda “Sen” diye hitap ediyordum; o bana, genel başkan olduğu için herhalde, “Siz” diye hitap ediyordu ve sonunda, “Bunları konuşalım” dedi. Ben de, “Tamam, düşüneceğim, arayacağım” dedim. Ondan sonra arkadaşlarla da konuştuk, ettik ve sonra cumartesi gününü önerdik. Cumartesi günü İstanbul kongreleri olduğu için olmadı; cumaya aldık. Uygun zaman olan cuma öğleden sonra, bir buçuk saat süren o yayını yaptık ve yayının öncesinde izleyicilerin sorularını istedik. Bayağı bir soru geldi. Kimisi Özdağ’ı sevenler, kimisi sevmeyenler. Büyük ölçüde bu sorular ekseninde cereyan etti.

Şimdi “Sen, Siz” meselesi neden? Şöyle: Ümit Özdağ’la hemen hemen aynı yaşlardayız. O benden bir yaş büyük diye biliyorum. Tanışmamız çok eskiye dayanır — öyle söyleyeyim. Benim gazetecilik, onun akademik hayâtının ilk yıllarıydı. Yani ben daha yeni gazeteciliğe başlamış birisiydim — herhalde 1980’ler sonu, 1990’lar başı olsa gerek. Ümit Özdağ da Gazi Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydi diye hatırlıyorum. Gazi’de çok ortak tanıdıklarımız da vardı — meselâ Mümtaz’er Türköne, Ahmet Çiğdem. O zamandan beri tanışıyoruz, o zamandan beri birbirimizi biliyoruz. İki ayrı dünyanın insanıyız. O ülkücü hareketten gelen bir insan; ben sol devrimci hareketten gelen bir insanım. Onun siyâsetle bir ilgisi var, ama akademide. Benim de siyâsetle bir ilişkim var, ama gazetecilikte. Ve akademiyle gazetecilikteki çalışma alanlarımız çok benzediği için değişik şekillerde çok sık karşılaştık. Onun daha sonra bulunduğu ASAM’ın (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) Ankara’daki merkezine epey bir gitmişliğim, orada bayağı bir konuşmuşluğumuz vardır. Onun “terör sorunu” dediği, benim “Kürt sorunu” dediğim mesele üzerine de kimi zaman röportaj yaptık, kimi zaman sohbet ettik. Başka yerlerde, toplantılarda da karşılaştığımız oldu. Sonra kendisi siyâsete girdi artık bir şekilde. O zamanlarda da tabii ki çok karşılaştık. Grup toplantılarını izlemeye gittiğimde, o da milletvekili olduğu için zâten görüşüyorduk.

Biz Medyascope’u kurduktan sonra, ben kendisini MHP’deyken birkaç kez konuk ettim. Stüdyoya geldiği oldu, kimi zaman Skype ile yapıyorduk — o târihlerde Zoom yoktu ya da StreamYard yoktu. Öyle yaptığımız çok sayıda yayınımız vardır. Daha sonra MHP’den ayrılıp İYİ Parti’nin kuruluşu sürecinde de oldu. Ayrıldıktan sonra olmadı; çünkü o bayağı bir başka şeylere girdi. Bu arada da tabii Zafer Partisi ve onun mülteci karşıtlığı çıkışları ve gündemi bayağı bir belirliyor olması… Bütün bu süre içerisinde ben bu konuda çok yayın yaptım. Yani mülteciler konusunda, sığınmacılar konusunda ve o yayınlara genellikle olumsuz tepki geldi. Ümit Özdağ’ın çizgisine daha yakın insanlar bana çok kızdılar; “Al evine besle. Fon alıyorsun” vs. dediler. Dediler ve hâlâ demeye de devam ediyorlar. Dünyanın dört bir tarafında ve Türkiye’de sığınmacılara atfedilen ne kadar kötülük ve onunla ilgili haber varsa, bunları sosyal medyada beni ve diğer bâzı az sayıdaki gazeteci arkadaşımı, meslektaşımı etiketleyerek: “Bak, sizinkiler ne yaptı? Hadi bunu da yazsana” diye paylaştılar vs.. Bir yerden sonra, Zafer Partisi kurulup da Ümit Özdağ bu olayı gündeme taşıyınca –neredeyse Zafer Partisi’nin temel sloganı o; “Zafer iktidâra gelecek; mülteciler gidecek” gibi bir sloganı var–, bu sefer şeyler başladı: “Çıkartsanıza Ümit Özdağ’ı. Korkuyorsunuz değil mi?” filan gibi şeyler. Yani böyle bir şeyden korkmadığımı biliyorum. Çıkartıp çıkartmama konusunu tamâmen zamâna bırakmıştım ve bir zamânı gelecekti. Sonunda kendisi arayınca, ben de, “Nihâyet. Ne zamandır aramanı bekliyordum” dedikten sonra bu yayını yaptık.

Şimdi, “Niye böyle kişilere platform sunuyorsun?” sorusu çok abes bir soru. Yani saçma sapan bir soru. Ümit Özdağ başka yerlere de çıktı, hâlâ çıkmaya devam ediyor. En son bizden sonra Fatih Altaylı onu konuk almış, ama öncesinde Enver Aysever’in, Nevşin Mengü’nün, başkalarının da yaptığını biliyoruz. Zâten iktidar medyası da çıkartıyor. Ahmet Hakan’a çıktığını, hattâ birkaç kez çıktığını biliyorum, Fox’ta çıkmış vs.. Her neyse; sonuç olarak burada bir sakınca yok. Bir diğer husus: Benim için bir sakınca yok; çünkü benim gazetecilik hayâtım genellikle kendim gibi olmayan insanlarla konuşarak geçti. Ümit Özdağ bunlardan bir tânesidir. Benim ilgi alanıma ülkücü hareket, İslâmî hareket, Kürt hareketi, bunların hepsi girdiği için, buralardan genellikle aynı görüşte olmadığım çok insanla tanıştık, ettik; röportajlar, yayınlar yaptık. Kimisiyle bayağı yakın muhabbetimiz de oldu. Dostluklarım da var; ama büyük bir kısmıyla, yani meselâ Ümit Özdağ’la bir dostluğumuz yok; ama bir tanışıklığımız var ve şu âna kadar da ben gazeteci olarak, o da siyâsetçi ya da akademisyen olarak birbirimize bir yanlış yapmadık. Sonuçta farklı şeyleri düşünüyoruz. Baştan beri düşünüyoruz. O en son ne demiş meselâ? Liberal solculardan nefret ediyormuş. Liberal solcu olarak mı görüyor? Ben kendimi liberal olarak görmüyorum; ama sonuçta bu topraklarda yaşayan ve birbiriyle ilişki içerisinde olmak zorunda olan insanlarız.

Şimdi burada bir örnek vermek istiyorum. Çok uç bir örnek; ama güne, gündeme de uygun bir örnek. Aryeh Neier diye –tam telâffuz edemeyebilirim, çok zor bir soyadı var–, Almanya doğumlu, Yahudi, 1937’de doğup 1939’da 2 yaşındayken âilesiyle Almanya’dan kaçıp ABD’ye yerleşmiş bir hukukçu var. Yaşlı, ama hâlâ hocalık yapıyor. Bu kişiyle ben tanıştım. Açıkçası, “Tanışmak şerefine eriştim” diyeyim; çünkü dünyanın en önde gelen insan hakları savunucularından biri. Helsinki Watch, daha sonra Human Rights Watch gibi insan hakları gözlem kurumlarının kuruluşuna ön ayak olmuş biri ve Amerika’nın en önemli insan hakları derneğinin 1970-1978 arasında başkanlığını yapmış biri. Daha sonra, tabii en önemlisi 1993-2012 arasında Açık Toplum Vakfı’nın Başkanı –yani Genel Direktörü– George Soros’la berâber yaptığı. Parayı Soros veriyor; ama esas olarak Açık Toplum Vakfı’nı örgütleyen Neier. Bu kişi yıllar önce Türkiye’ye geldi. Hakan Altınay –şu anda cezâevinde olan arkadaşım Hakan’ın– sâyesinde kendisiyle tanıştık ve bir arkadaşla berâber kendisiyle uzun bir söyleşi yaptık. Bu da Defter dergisinde yayınlanmıştı. Çok etkileyici bir kişidir. Onun hayâtında çok çarpıcı bir olay var. 1970’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nin Illinois eyaletinde, Skokie diye bir şehirde Amerikan Nasyonal Sosyalist Partisi bir miting yapmak istiyor — ya da yürüyüş, her neyse. O Skokie şehrinde de çok sayıda, soykırımdan kaçıp kurtulmuş Yahudi de yaşıyor ve miting ya da yürüyüş engellenmek isteniyor. O sırada ABD’nin en önde gelen bir insan hakları derneğinin –Civil Rights Union olsa gerek– başındaki Neier, bu yürüyüşün yapılması gerektiğini savunuyor ve ortalık karışıyor. Bayağı bir tartışma oluyor. Daha sonra, 1979’da, “Düşmanımı Savunmak” (Defending My Enemy) diye bir kitapla bunu anlatıyor bu kişi. Çok saygın bir isim. Bu olay hep böyle aklımda bir yerdedir. Tabii bu çok uç bir örnek. Benim Ümit Özdağ’la yaptığım yayını buna eş tutmak çok abes olur; ama böyle olayların yaşandığı bir dünyada, “Sen onu nasıl çıkartırsın? Nasıl platform verirsin?” vs. bana çok anlamlı gelmiyor.

Gelelim ikinci kısmına: “Niye sıkıştırmadın?” Gazetecilikte tamâmen farklı tarzlar var. “Her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi var” diyelim. Ben öyle bir gazetecilik pek yapmam. Yani öyle, geleyim, alayım, sıkıştırayım. Belki de Ümit Özdağ onu sıkıştıracağımı düşündü; çünkü daha önce yapanlar olmuş ve genellikle Ümit Özdağ bundan memnun olmuş anladığım kadarıyla. Kendisi tabanına da ya da müstakbel tabanına da böylece mesaj veriyor. Meselâ hatırlanacaktır: Yerel seçimler öncesinde de iktidar medyasında birileri Ekrem İmamoğlu’nu sıkıştırmaya kalkmışlardı. Tam tersine, bunların hepsi Ekrem İmamoğlu’na yaramıştı. Bu tür şeyleri, sıkıştırma vs.’yi yapanlar var, yapmayanlar var. Ben yapmayanlardanım. Açıkçası bu yaptığımın da doğru olduğunu düşünüyorum. Eleştirenler olabilir; ama dediğim gibi burada standart doğru-yanlış diye bir şey yok. Dünyada değişik örnekler var. Değişik formatlar var. Karşısındakini sıkıştırmaya yönelik birtakım söyleşi formatları da var. Benim yaptığım öyle bir şey değil. Zâten izleyiciden soru alarak yapmış olmak da bunu daha kolaylaştırdı. Onu özellikle vurgulamak istiyorum. Yani burada diğer arkadaşların yaptıklarının yanlış olduğunu söylemiyorum. Benimkinin de mutlak doğru olduğunu söylemiyorum; ama bence bu yayın böyle daha etkili oldu ve bu kadar tepki gelmesinde de bu kadar sâkin olması etkili oldu. Burada tabii ki özellikle Ümit Özdağ’a gönül verenler de bundan rahatsız oldu. Çünkü onların gözünde ben bir kötü adamım. Kötünün önde gideniyim. Yani “mültecisever”, şudur budur, söyledikleri lâflar… Mülteci seviyorum, Allah için. Daha doğrusu, mültecilerden nefret etmiyorum onlar gibi ve bununla da övünüyorum ve bu duruşumdan dolayı beni sevmiyorlar. Sevdikleri kişiyle bir kavga bekliyorlar. O kavgadan da sevdikleri kişinin gâlip çıkmasını ya da öyle bir imaj olmasını bekliyorlar. Birazcık, çok kabaca söylemek gerekirse, avuçlarını yaladılar. Birincisi bu. Tabii diğer yandan benim bu konudaki duruşumu bildikleri için, Ümit Özdağ’ı “dövmemi” bekleyenler de hayâl kırıklığına uğradı. Ama çok sayıda insan da, sâkin sâkin, “Zafer Partisi nasıl yapacak, nasıl edecek?” bunları bir şekilde dinledi. Tercih sonuçta insanlarındır. Yani bunun daha fonksiyonel olduğunu tahmin ediyorum. Belki Ümit Özdağ da –belki diyorum, ama büyük bir ihtimalle o da– beklemiştir: “Acaba nerede, ne zaman çakacak, çakmaya çalışacak?” diye. Bir de yani Ümit Özdağ’ı o kadar iyi tanıyorum ki –o da beni tanıyor tabii–, böyle şeyler tam onun isteyeceği şeylerdir — yani daha önceki yayınlarına baktım. Çünkü Ümit Özdağ her şeye ânında cevap verebilen, ânında birtakım cümleler kurabilen, siyâsete o anlamda çok yatkın birisi ve böyle bir şeyde sıkıştırdığını düşünen insanları, işine daha çok yarayacak şekilde de kullanabilir. Benim böyle bir bakışım olmadı. Sâkin sâkin, serinkanlı bir şekilde, çok sayıda soru sorarak bence iyi bir yayın yaptık.

Şimdi gelelim son ayağa. Son ayak da bizim kamera arkası videomuz. Orada bayağı bir kıyâmet koptu. Onu yayınladığımız için ayrıca. Çünkü orada şöyle bir şey var; ben Ümit’le bayağı gülüşerek filan, böyle stüdyoda, işte, “Senin sâyende” diyorum; o da, “Sizin fonlarınızı ben vermiyorum” diyor vs.. Şimdi o hikâye açıkçası biraz… Şunu öncelikle vurgulayayım: Biz buraya gelen, stüdyoya gelen tüm siyâsî parti liderleriyle bu videoları yapıyoruz. Kapıdan karşılamadan îtibâren, işte, arkadaşlarımızla selâmlaşmaları vs. sohbetler, şunlar bunlar; bunları yayınlıyoruz. Bunun bu kadar ilgi çekmesinin nedeni tabii ki benimle Ümit Özdağ’ın bu kadar samîmî olacağını insanların düşünmemesini istememiz. Her iki taraf da böyle aslında. Yani Ümit Özdağ sevenler de nefret edenler de… Ama yani bunun şeyi yok; çünkü açıkçası o sohbet yapılırken, ben bunu arkadaşların kaydettiğini, daha sonra bunu yayınlayacağımızı filan, o anda aklımda böyle bir şey yoktu. Öyle gayet normal konuşuyorduk… Bir de daha önceki videoları görenler varsa, genellikle ben liderleri aşağıda kapının girişinde karşılarım ve berâber çıkarız yukarı. Bu sefer Ümit Özdağ geç kaldığı için, yayın da bir canlı yayın olacağı için ben onu stüdyoda bekledim. Mikrofonlar filan takılı bir şekilde ve arkadaşların da o gelir gelmez hemen stüdyoya getirmesini istedim. Diğer liderlerle, meselâ Meral Hanım’la ya da Kemal Bey’le, Ali Babacan’la olan videolara bakarsanız, onları da berâber kapıdan karşılıyoruz; sonra merdivenlerden yukarı çıkıyoruz vs.. Buradaki mesele, benim burada “Senin sâyende” dememin nedeni çok açık bir şeydi. Bizim yayınlarımıza çok çıkmış birisiydi. Medyascope’u ilk ânından îtibâren bilen ve çağırdığımız yayınların hemen hemen hepsine gelen birisiydi. Ayrıca özellikle altını çiziyorum: Bizim ilk andan îtibâren fonlarla bu işi yürüttüğümüzü bilen birisiydi. “Sâyende” dememin nedeni; gayriihtiyârî, bir tür, “Sizler geldiniz ettiniz, biz de böyle adım adım büyüdük”. Tabii o fon cevâbını vermesinin nedeni de, belli ki birileri ona, “Oraya gidiyorsun, ama onlar fondaş” bilmem ne demişler. O da bir yerinde bunu ifâde etme ihtiyâcı hissetmiş. Eğer orada olmasaydı, belki yayın sırasında ifâde edecekti ve bu beni açıkçası hiç rahatsız etmedi. Bizi hiç rahatsız etmedi — gayet sâkin. Tam tersine fon denen olayın gayrîmeşrû olmadığını, her şeyimizin açık olduğunu, başından beri böyle olduğunu ve bunları zâten söylediğimizi Ümit Özdağ gibi bir isim bize tescillemiş oldu.

Yine de şunu özellikle söyleyeyim: Bu kamera arkası hazırlandıktan sonra arkadaşlar beni çağırdılar. Dediler ki: “Böyle bir şey oldu. Ne diyorsun?” Şimdi, onlar derken de biraz ürktüler. Ben de baktım. Böyle bir durdum. Odama gittim, sonra geldim dedim ki: “Tamam, koyalım” dedim. Bunun riskli olduğunu biliyorum. Doğru mu yanlış mı, hâlâ emin değilim. Çok samîmî söylüyorum. Bu yaptığımızı, yani bunu yayınlamasak mı ve bunun o kısımlarını kessek mi kesmesek mi? Yapmadık, verdik. Riskli olduğu belliydi. Çünkü arkadaşlar sorarken de bunu biliyordu. Ben de düşünüp karar verirken bunu biliyordum. Yaptık ve sonra çok kişiden, “Ya, bu kötü olmuş” gibi şeyler geldi. Meselâ bizim Kemal Can böyle dedi, Ahmet Şık böyle dedi, Ayşe Çavdar böyle dedi. Ben de onlara, “Siz mi haklısınız, ben mi haklıyım bilmiyorum; ama işte böyle oldu” dedim. Ama bunlarda hiçbir şey yok. Bunlar tartışmadır vs.. Yani biz yaptık, doğru olan budur değil. Hâlâ açıkçası bilmiyorum. Keşke koymasa mıydık diye sorduk, kendime sordum; ama artık bu aşamadan sonra keşkesi kalmadı. Oldu bitti. Ama bu arada birtakım kişiler o ânı bekliyormuş gibi açıktan, sosyal medya üzerinden her türlü hakareti, saldırıyı vs. yapmaktan geri kalmadılar. Belli ki yayının kendisinden rahatsız olmuşlar; ama zayıf noktamız o kamera arkası olduğu için oradan yürüdüler. Önemsediğim bâzılarına, onların açık yazdığı şeylere ben özel olarak cevap vermeye çalıştım. Aynı şekilde devam ettiler; bu yaptıklarının iyi niyetli olduğunu düşünmüyorum ve kendilerine hayatta başarılar diledim — öyle söyleyeyim. Bâzı çok önem verdiğim, saygı duyduğum kurumlarda çalışan insanlar bunu yaptılar. O kurumlar adına üzüldüm. Yani sonuçta bizim bir şeyi yanlış yapıyor olmamız –ki çok doğal, çok yanlış yaptık; Medyascope olarak da yaptık, ben yaptım; hep yaptık, daha da yapacağız–, yanlışlar böyledir; ama yanlışı ifâde etmenin, yanlıştan hareketle bir şeyler yapmaya çalışmanın da farkına varabiliyoruz. O anlamda üzücü oldu; ama bir yanıyla da yararlı oldu. Böylece şunu gördük ki böyle birlikte yürüdüğünüzü sandığınız… — yani şimdi açık söyleyeyim: Şu ülkede mültecilerin insanca muâmele görmesini savunan kaç tâne medya kuruluşu, kaç tâne gazeteci var ve bu yüzden başlarına her türlü hakaret, küfür, tehdit geliyor? Aynı yerlerde diyelim ki yanlış ya da tartışmalı bir konu. Sanki çok sayıda insan varmış gibi hemen, “Zâten siz şöylesiniz. Gerçekler ortaya çıktı” filan gibi çıkışlar yapan insanlar oldu. Yazık!

Onların çoğuna da söyledim; her şeye rağmen burada tüm ezilenlerin, mağdurların –ki bunların içerisine mülteciler, sığınmacılar da giriyor– en iyi, en insânî şartlarda yaşaması için gerekli koşulların hayâta geçirilmesi için gazeteciler olarak elimizden gelen her şeyi yapmaya çalışacağız. Ama gazetecilik aktivizm değildir. Gazetecilik bambaşka bir şeydir. Gazeteci herkesle konuşur; herkesle yayın yapar, yanlış da yapar. Ama bu yanlış olarak görülen şeylere siyâsî birtakım diyetler, angajmanlar vs. atfetmenin hiçbir anlamı yok. Örneğin bugüne kadar benim ve Medyascope’un sığınmacılar konusundaki tutumunu birtakım gâfiller fonlarla ilişkilendirmeye kalktılar. Bizim aldığımız fonlarla ilgili olarak böyle yapıyormuşuz gibi — saçma sapan. Aslında duruşu eleştiremedikleri için, kendi ayrımcı, hattâ yer yer ırkçı pozisyonlarını savunmakta zorlandıkları için yapıştırdıkları bir yaftaydı. Şimdi de yanlış gördükleri bir yayınımızı ya da yayının kamera arkasını bahâne edip, bizi bir yerlere yamamaya ya da bize birtakım sıfatlar takmaya çalışanlar var. Onların durumu da maalesef öyle. Sonuçta bir şey yaptık. Bir gazetecilik faaliyeti yaptık. Etkili de oldu. Çok sayıda olumlu tepki de aldık. Ama nedense maalesef olumsuzlar üzerinden konuşmak gerekiyor — olabilir, yapacak fazla bir şey yok.

Bu vesîleyle bu “Gomaşinen”de adını geçirdiğim sevgili arkadaşım Hakan Altınay’a, özellikle onun geliştirdiği “küresel vicdan” diye bir yaklaşım var, ona çok şey borçluyum; Hakan’ın kendisine çok şey borçluyum. Hakan’ın dışında da Can olsun, Mücella Hanım olsun, Tayfun Bey –şahsen tanışmıyoruz, ama birbirimizi biliyoruz– bizim Çiğdem ve diğerlerine, tabii ki Osman Kavala’ya buradan selâm yollamak istiyorum. Hak savunuculuğu kolay bir iş değil. Gazetecilik kolay bir iş değil. Hak savunuculuğunu önceleyen gazetecilik yapmak hiç kolay bir şey değil. Bir de diyelim ki yanlış yaptınız, yanlış yaptığını zaman gelen eleştirilere sözüm yok; ama yanlış vesîlesiyle gelen saldırılara karşı ayakta durabilmek gerçekten bâzen çok zor oluyor. Yani insana, “Lânet olsun! dedirten şeyler oluyor. Dönem dönem, özellikle sosyal medyayla berâber bunları çok yaşadık. Ama sonuçta Ümit Özdağ’la yaptığımız yayının, sonuçta bizim, benim ve Medyascope için artı hânemizde olduğunu düşünüyorum. Bunu böyle düşünmeyenler olabilir; ama önemli olan bunları medenî bir şekilde, Türkiye’yi daha iyiye götürebilecek şekilde tartışmayı bilebilmek. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.